04 Mart 2015

YENİ DÜNYA DÜZENİ İBN MEYMUN KONTRTAK ŞENER ÇELİK BERKMAN VİDEO




YENİ DÜNYA DÜZENİ İBN MEYMUN
KONTRTAK ŞENER ÇELİK BERKMAN VİDEO

İBN MEYMUN... Ramazan K. Kurt


İBN MEYMUN - LEO STRAUSS'A GÖRE "DİN-FELSEFE-SİYASET" VE

YENİ DÜNYA DÜZENİ İBN MEYMUN
Arapça "Ebu İmran Musa Bin Meymun Bin Ubeydullah" olan adı İbranice "Moşe Ben Maymon", Latince "Moses Maimonides Rambam" (30 Mart 1135 Kurtuba - 13 Aralık 1204 Mısır) Endülüslü Yahudi filozof, hukukçu ve hekimdir.
İbn Meymun Kurtubalı seçkin bir Yahudi ailesinin oğludur. Emevilerin Endülüs'te yaşayan herkese tanıdığı dini hürriyet ortamında yetişti. Ancak 1148'te Berberi Muvahhidlerin Kurtuba'yı ele geçirmesinden sonra şehirdeki her Yahudi ailesi gibi Meymun ailesi de evlerinde gizlice Yahudi ibadet ve ritüelleri sürdürürken, dışarıda, halk arasında olabildiğince Müslüman olarak gözüktü ve yaşadı.
İbn Meymun ailesi ile 1159 yılında Fas'ın Fez şehrine göç edinceye kadar din, hukuk ve tıp eğitimi gördü. Fez'de haham metinleri ve Yunan felsefesi üzerine bilgisini daha da derinleştirdi. Tıp eğitimini geliştirdi.
İbn Meymun'un hocası Rabbi Yehuda bin Şoşan, gizlice Yahudi inanç ritüellerini sürdürdüğü için 1165'te idam edildi. Bunun üzerine Meymun ailesi önce Filistin'e sonra Mısır'a, Kahire yakınlarındaki Fustat'a göç etti. Burada Yahudiler istediği gibi ibadet edebiliyordu. Ancak Müslüman olmuş bir Yahudi'nin tekrar Yahudiliğe dönmesinin cezası ölümdü. İbn Meymun hiçbir zaman gerçekten Müslüman olmadığını ispat ederek cezadan kurtuldu.
Mısır'da babası ve varlıklı mücevher tüccarı olan kardeşi Davud bir deniz kazasında öldü. Bu kazada ailenin bütün serveti yok olmuştu. İbn Meymun o dönemde hahamlara ücret ödenmediği için doktorluğa başladı. Selahaddin Eyyubi ile oğlu El Efdal'ın saray hâkimi oldu. Yahudi cemaatinin lideri konumuna geldi.
Oldukça geç yaşta evlenen İbn Meymun'un oğlu Abraham da Yahudi bilginleri arasında önemli bir yer edindi.
İbn Meymun'un eserleri arasında 16 yaşından önce yazdığı Arapça eseri "Makale fi Sinaati'l - Mantık (Millot ha - Higgayon - Mantık Terminolojisi Üzerine İnceleme) mantık ve metafizikte kullanılan muhtelif teknik terimleri konu almakta.
İbn Meymun 23 yaşında Arapça yazmaya başladığı ve 33 yaşında tamamladığı "Mişna" yani Yahudi sözlü şeriat derlemesinin yorumu / tefsiri "Kitabü's - Sirac" ile ilk büyük eserini ortaya koydu. Bu kitapta arkeoloji, ilahiyat ve fen bilimlerine sık sık atıfta bulunarak tek tek kelime ve cümleleri açıkladı. Böylece Mişna'daki genel felsefi meselelerle ilgili bir dizi oluşturdu. Bunlardan biri de Yahudiliğin öğretileri "13 İman Maddesi" adlı "Yahudiliğin Amentüsü"dür.
İbn Meymun'un 10 yılda İbranice kaleme aldığı "Mişna Tora" (Tevrat'a Yeniden Bakış) O'nun başeseridir. Bu eserinde bütün Yahudi şeriatını duru bir İbranice ile sistemleştirmişti.
İbn Meymun Yahudi şeriatı üzerine iki dar kapsamlı kitap daha yazdı: a)Sefer ha-mitsvot (Kurallar Kitabı). Ortalama düzeyde bilgiye sahip Yahudiler için yazılan bu eser Yahudi şeriatını özetler. Bu kitap Arapça kaleme alınmıştır. b)İbranice yazdığı Hilhot ha-Yeruşalmi (Kudüs Kanunları) kitabı ise Filistin Talmud'undaki kanunları özetler.
İbn Meymun (1176 - 1191) tarihleri arasında 15 yılda tamamladığı Latince Doctor Perplexorum (Şaşırmışların Kılavuzu) adlı ve sonradan İbranice More Nevuhim başlığı ile tanınan "Delaletü'l - Hairin" adlı eseri ile Yahudi inancına daha akılcı bir felsefe kazandırma gayesi taşıyordu.
Bu eser, BİLİM-FELSEFE-DİN arasındaki yakınlaşmaya büyük katkıda bulunuyordu. Arapça yazdığı bu kitabı öğrencisi Yehosef İbn Aknin'e gönderdi. Eser İbn Meymun'un sağlığında İbranice'ye çevrildi. Daha sonra da Latince ve bazı Avrupa dillerine çevrildi.
İbn Meymun daha pek çok küçük metinler kaleme aldı. Bunlardan biri "Maamar Kidduş ha Şem ya da İggeret ha - Şemad" (Dinden Dönme Üzerine Mektup) adlı kitabıdır.
İbn Meymun halk sağlığı için yazdığı kılavuzunu Sultan el Efdal'a ithaf etti.
İbn Meymun'un mezarı Filistin'de Taberiye'dedir. Günümüzde Yahudiler ve Evanjelist Hıristiyanlar için dini bir ziyaret merkezidir.
Fransa'da aşırı muhafazakârlığı ile tanınan Montpellier hahamı Solomon İbn Meymun'un "Delaletü'l - Hairin" (Şaşırmışların Kılavuzu) adlı eserini yaktırmaya kalktıysa da muvaffak olamadı. Üstelik Yahudi filozofların en büyüğü olarak kabul edilmesinin yanında geleneksel Yahudi inancının temellerinden biri olarak "peygamber" muamelesi görmeye başladı. "On Üç İman Maddesi" geleneksel Yahudi ibadetinin temel metinleri arasına girdi.
Latinceye çevrilen felsefe eseri Orta Çağ'ın büyük skolastik yazarlarını etkiledi. Spinoza ve Leibniz bazı görüşlerini İbn Meymun'un kitaplarından esinlenerek geliştirdiler.
20. yüzyılda ise Alman Yahudisi - Amerikalı Siyaset felsefecisi Neo-conların temel dayanaklarından biri olan Leo Strauss (1899-1973) İbn Meymun'un görüşlerini DİN-FELSEFE-SİYASET temelinde Yahudi ırkının koruması ideolojisine dönüştürdü.

LEO STRAUSS

Din ve felsefe ilişkisi M.Ö IV. yüzyıldaki Antik Yunan'da "mitostan Logos'a geçiş" olarak adlandırıldığından beri, bir ucu ilahi olanı, diğer ucu ise insani olanı esas alan bir gerilim hattını oluşturur.
İnsan paganizmin Olimpos'lu tanrılarına karşı kendinde bir şeyler aramıştır. Felsefenin pagan tanrılara karşı ilk kurbanı Sokrates'tir. Sokrates sitenin (şehirdevlet) gençlerini tanrılara karşı ayartmakla suçlanmıştı.
Sokrates Zeus'un mağarasını felsefenin ışığı ile doldurmak istemişti. Pagan tanrıların ilahi yasaları tarafından yönetilen, yasaları tartışmanın yasak olduğu bir toplumda Sokrates gençlerle ilahi yasaları tartışmıştır.
Pagan Olimpos tanrıları insanların günlük hayatı ile ilgilenmezlerdi. Dolayısıyla pagan dinin toplumsal hayatın düzenleyici prensibi olmaması sebebiyle, Antik Yunan'da felsefe - pagan dinle açık bir çatışmaya girmemiş ve pratik - insani hayatla girdiği siyasi ilişki, onu toplum ve pagan dini nezdinde açık bir hedef olmaktan korumuştur.
Geleneksel ve pagan ilahi otoriteye karşıt olarak gerçekliğin tabii ve rasyonel açıklamasını talep eden felsefe antik dönemde müthiş bir saygınlık kazandı.
Felsefe M.S birinci yüzyıldan itibaren, Hıristiyanlığın "dünyevi" zaferiyle birlikte ilk kez mutlak güce sahip yaratıcı Tanrı'ya tabi olup onun ışığıyla donatılacaktır.
Felsefe, belki de Yahudiliğin sadece İsrailoğullarının dini olarak kalmasından dolayı vahiy ile karşılaşmamıştı. Ama Hıristiyanlığın zaferi ile birlikte, aklın ilahi hakikat karşısındaki yetersizliğini ilan eden vahiyle tanıştı.
Üstelik felsefe, Tanrı'nın göksel hâkimiyetinin - imparatorluğunun yeryüzündeki temcilsi olan ve insan hayatıyla ilgili son sözü söyleyen tanrısal ve mutlak bir güçle donatılmış kilise gibi dişli bir rakibe sahip olmuştu.
Hıristiyan Ortaçağ'ı boyunca Kilise, Tanrı'nın yeryüzündeki mutlak hâkimiyetinin tenkit edilemez, soru sorulamaz temsilcisi oldu.
Öyle ki özel alanı temsil eden İsa figürü bile kamu alanını temsil eden Kilise karşısında adeta geriledi. Kilise gücünü ve yetkisini vahiyden almaktaydı.
Bu hususu Dostoyevski ünlü romanı Karamazov Kardeşler'in "Büyük Engizisyoncu" bölümünde muhteşem bir şekilde anlatır.
Hıristiyanlığın patristik döneminde felsefeyi, dolayısıyla aklı bütünüyle reddetmek ve / veya kilisenin himayesine almak arasında farklı tavırlar sergileyen kilise babaları, kendisini Yahudi geleneğine bağlayan, ancak bu bağı ifade edecek biçimde "Yeni Ahit" olarak isimlendirdiği İncil'de; Eski Ahit - Tevrat'tan farklı olarak evrensel bir mesaja sahip olan ve merkezinde Baba Tanrı'nın oğlu Tanrı - insan İsa'nın şahsiyeti bulunan Hıristiyan dininin dramatik evren tasarımından hareketle ortaya çıkan bu yeni sosyo - kültürel gerçeklik karşısında felsefenin statüsü ne olacaktır?
Kilise babalarının bu bakış açısına göre, felsefenin yani aklın otonom bir alanının olamayacağıdır.
Hıristiyan dünyasında din ve felsefenin uyumunu iddia edenler filozoflar değil, teologlardır.
İslam dünyasında ise, İslam ve felsefenin uyumu iddia ve talebi İslam ilahiyatçılarına değil filozoflara aittir.
Albert Bayet: "Bir Tanrı'nın konuşmadığı, bir kilisenin prensiplerini belirtmediği alanlarda mümin kişi de düşüncesini rahatça geliştirebilir ama Göksel Esin (Tanrısal Vahiy) doğrularının eşiğine gelir gelmez eğilmek mecburiyetindedir." (A. Bayet, Dine Karşı Düşünce Tarihi, s. 6)
Hıristiyanlığın pagan Roma İmparatorluğu topraklarında kök salması, onun felsefe ile kolay kaynaşmasına vesile olmuştur.
Felsefenin dinle en şiddetli kavgası İslam dini ile karşılaştığında ortaya çıkar. Din olarak İslam felsefeye tamamen yabancı bir kültürün çocuğudur. İslam yalnızca kendinden önceki dinlerle hesaplaşmak gibi bir avantaja sahipti. Bu tarihi hakikatten dolayı İslam dünyasının felsefeyle tanışması oldukça geç bir tarih sayılan IX yüzyıl ortalarında gerçekleşmiştir.
Leo Strauss din - felsefe ilişkisinin İslam'daki farklı tezahürünün, kutsal öğretinin yorumlanma biçiminden kaynaklandığını ileri sürer.
Strauss'a göre, Müslümanlar için vahiy inançtan ziyade kanun karakteri taşır. Hıristiyanlıkla İslam ve Yahudilik arasındaki ilk ve en önemli fark işte bu noktada ortaya çıkmaktadır. Hıristiyan için kutsal öğreti vahyedilmiş teolojidir. Yahudi ve Müslüman için kutsal öğreti en azından öncelikle, ilahi Yasa'nın -Talmud ve Fıkıhın - hukuki yorumudur. (L. Strauss, Persecution and The Art of Writing, s. 18 -19)
Strauss diyor ki, kutsal metinler Hıristiyan için teoloji, Müslüman ve Yahudi için hukuktur.
Bir din, inanç öğeleri olmanın ötesinde ve esasen hukuki normlar olarak algılanıyorsa, bu o dinin, bu sebeple, bir toplum projesini hizmetine sokması anlamını taşır. Strauss'un deyimiyle Hıristiyanlıkta felsefe, resmi olarak kabul görmüş, kutsal öğretinin bütünleyici bir parçası haline gelmiştir. Ve pagan unsurlar taşır. Keza Yahudilik için de aynı husus söz konusu. İslam için aynı şeyi söylemek mümkün değildir.
Strauss felsefenin İslam ve Yahudi dünyasındaki statüsünün paralelliğine dikkat çekmesine rağmen, aslında İslam bu konuda Hıristiyanlıkla Yahudilik arasında bir noktada yer almaktadır.
Çünkü;
Hıristiyanlıkta felsefe kilisenin gözetimi altında meşruluğu resmen kabul edilmiş bir faaliyet alanıdır.
Yahudilikte de felsefe, öğreti olarak Yahudi İlahi Yasası ve felsefe arasında herhangi bir ilişki kurmak imkânı bulunmamaktadır. Yahudi dünyasında İlahi Yasa'nın felsefi bir meşrulaştırmasından çok, felsefenin hukuki olarak meşrulaştırılmasına ihtiyaç duyulmuştur.
Yahudilikte kutsal öğretiden anlaşılan öncelikle değil yalnızca ilahi yasadır.
Strauss'a göre, İslam Yahudilikten farklı, kelam biliminin İslam'da sahip olduğu konumdan kaynaklanmaktadır. Kelam ilmi, yani teoloji; İslam'da fıkıhtan sonraki en önemli ilimdir.
Nitekim Ralph Lerner ve Muhsin Mahdi de bu hususta Leo Strauss'la aynı görüşü paylaşırlar.
Yine bu ikili ve Zerrin Kurtoğlu'na göre Hıristiyan toplum ilahi bir kanun tarafından değil, kutsal bir öğreti tarafından tesis edilmiştir.
"Hıristiyanlık Eski Ahit'i iptal ederek başlar ve onu Yeni Ahitle, İNAYET YASASIYLA değiştirir. Bu yeni yasa "Pentateuch"un (Tevrat'ın, Tekvin, Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye'den oluşan ilk beş kitabı - RKK) olduğu manada kapsayıcı değildir. O, integral bir parçası olarak insanların vatandaşlar olarak özel ve kamusal hayatlarını düzenlemeyi içermez. Yeni Ahit'te hiçbir cezai yasa yoktur. Yeni Ahit, Sezar'ın sivil ve kamusal kanunlarının yerine geçmekten ziyade, onları tamamlayan inançları salık verir. Sezar'ın kanunu bağımsız olarak gelişir ve önce olduğu gibi, insanların siyasi ve sosyal hayatlarını düzenlemeye devam eder. (R. Lerner and M. Mahdi, Medieval Political Philosophy, Introduction, s. 12)
Hıristiyanlıkta üstün bilim teolojidir. Hıristiyan vahyinin İlahi Kanun olarak yorumu IV. yüzyıla denk gelmektedir. Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğunun devlet dini olarak kabul edildiği, dolayısıyla kutsal öğretinin İlahi Kanun formunda siyasi iktidara taşındığı dördüncü yüzyıla kadar, Hıristiyanlar, kendilerini, siyasal bir toplum olarak değil, ahlaki bir topluluk olarak tanımlamışlardır.
İslam'ı Yahudilik ve Hıristiyanlıktan ayıran en önemli unsurlardan biri, İslam'ın çok hızlı ve erken siyasi başarısı, gerçekleşmiş bir sosyal düzen projesi olmasıdır.
Yahudi toplumu da dini ve dünyevi her şeyi kuşatan vahyedilmiş bir kanun tarafından tesis edilir.
Kendisi de 20. yüzyılın en önemli bir siyaset filozofu olan Strauss için, İslam filozoflarının "pagan hocalardan" devraldıkları yalnızca felsefe değil aynı zamanda bir felsefe yapma tarzıdır. "İslam filozoflarının kendilerine verdikleri adın 'Yunan tarzında felsefe yapanlar' anlamına gelen felasife olduğunu biliyoruz." (Z. Kurtoğlu, İslam Düşüncesinin Siyasal Ufku, s. 41)
Strauss'a göre, Yunan tarzında felsefe, ezoterik felsefeden, ezoterik yazma sanatından başka bir şey değildir.
Strauss, "ezoterik yazma sanatı, filozofun teolojik - siyasal problem nedeniyle, felsefe yaparken kullandığı özel, meslekten olmayanlara kapalı bir söylem türüdür" diyor.
Hemen belirtelim, Yeni Dünya Düzeni ideologlarının dayandığı ideolojik alt yapı Endülüslü Meymanides - Strauss çizgisinin Din - Felsefe - Siyaset teorisidir. Bu bağlamda Strauss'un "Persecution and The Art of Writing" adlı eseri ile "What is the Political Philosophy" Türk siyaset yapıcıları, planlayıcıları tarafından mutlaka okunmalıdır.
Yukarıda zikrettiğimiz "Political Philosophy"de, toplumun devamı için, felsefenin küçük bir azınlığın himayesinde kalması gerektiğine, ezoterik yazma tarzının da işte bu nedenle mecburi olduğuna işaret eden Strauss, ezoterik öğreti, filozofların konulara, dolayısıyla topluma saygısızlık etmeksizin, hakikati ifşa etmelerini mümkün kılar diyor.
Ezoterik öğretinin yalnızca çok dikkatli, iyi eğitilmiş okuyucular tarafından keşfedilebileceğini söyleyen Strauss, tam da bu sebeple, felsefenin, bir de herkes tarafından anlaşılabilecek, böylece toplum huzuruna çıkabilecek bir görünümünün daha olması gerektiğini belirtmektedir. İşte felsefenin ezoterik görünümü de "felsefi olmayan hayata, insani, siyasal hayata en yakın branşı olan siyasal felsefe olacaktır."
Kısaca, Strauss'a göre, felsefenin halka dönük olan ezoterik yüzü siyasal felsefeden başka bir şey değildir.
"Ezoterik öğretiye felsefeyi korumak için ihtiyaç duyulur. O, felsefenin kendisi içinde, siyasal topluma görünür hale geldiği formdur. Felsefenin siyasal görünüşüdür. Siyasal felsefedir. (L. Strauss, Persecution and The Art of Writing, s. 18)
Bir başka filozof Shodia B. Drury, "The Political Ideas of Leo Strauss" adlı ve 1998 yılında yayımlanan çalışmasında "ezoterizmin asıl fonksyionu toplumun devamının sağlanmasıdır. Öncelikle, toplumun devamı için ezoterik öğreti gereklidir" görüşünü savunuyor. Drury'e göre "felsefenin ortaya koyacağı hakikat toplum için hiç de faydalı olmayacaktır. Felsefenin hakikati ne olursa olsun, toplumların varlıklarını sürdürebilmesi için mitlere, geleneklere, değer ve inançlara v.b. ihtiyaç vardır. Felsefenin hakikati toplumların bu temel taşlarının yerine geçmeyeceğine göre, onu aleni ilan etmenin toplum nezdinde zaten bir önemi olmayacaktır."
Drury'nin ifadesiyle, "hakikat öldürücüdür". Çünkü gizli tutulmadığında, felsefi hakikat toplumun temellerini sarsarak onu yok etme tehdidi taşımaktadır. Ezoterizm hakikate sahip bir avuç insandır." Felsefi hakikati toplum için öldürücü hale getiren, toplumun kendisinden beslendiği iki temel, olmazsa olmaz dayanağın din ve moralite olmasıdır.
Gerçekten de Strauss için, "ezoterik öğreti antiklerin gizli bilgeliği"dir. Ve Strauss için, din ve kaynağını, ilahi kökene sahip olduğuna inanılan yasada bulan, dolayısıyla din ile aynı kulvarda yer alan moralite toplumun iki kurucu öğesini teşkil etmektedir.
Drury, Strauss'un kendisinin de bir ezoterik yazma sanatı ustası olduğunu belirttikten sonra, ezoterik yazmanın felsefenin tabiatına ve onun dünya ile ilişkisine dair özel bir kavrayışı içermediğine, dolayısıyla Strauss'un anladığı şekliyle antiklerin bilgeliğini tamamladığına, onların felsefelerinin zorunlu bir parçasını teşkil ettiğini, aksi taktirde, yirminci yüzyılda, Kuzey Amerika'da yazan Strauss'un, hangi kovuşturmadan korkarak ezoterik stilde yazdığını açıklamanın mümkün olamayacağına dikkati çeker.
"Hayran olduğu antik filozoflar gibi, Strauss da bir sosyal sorumluluk duygusundan ve nezaketinden dolayı kendi görüşlerini gizlemek mecburiyetinde kaldı. O felsefi hakikatin, yalnızca bütün zamanlar için beğenilmeyen bir şey olmadığına, aynı zamanda siyasal hayat için de tehlikeli olduğuna inandı. Bu sebeple filozofun görevi bu hakikati halkın görüşünden gizli tutmaktır."
 (S. B. Drury, The Esoteric Philosophy of Leo Strauss, Political Theory, s. 316, V: 13, N: 3, 1985)
Siyasal felsefenin yönetim türleri ve en ideal yönetimle ilgilenmesi bile dinin siyasal felsefenin konusu olmasının yeterli açıklamasını verecektir diyor Zerrin Kurtoğlu.
"Dinin hukuki yorumu onun siyasal yorumunu da beraberinde getirir." Siyasal felsefe, siyasal şeyler hakkında kanıların yerine onların hakiki bilgisini geçirme gayretidir. Bu bağlamda siyasal felsefe siyasal teolojiye başvurur. Strauss'a göre, siyasal teoloji ilahi bir vahiyde temellendirilen siyasal öğretilere ilişkin bir araştırmadır. (L. Strauss, What is Political Philosophy, s. 13)
Ve Leo Strauss "The Rebirth of Classical Political Philosophy" adlı eserinde şu görüşü öne sürüyor: "Dinle ilgili felsefi disiplin, din felsefesi değil, siyasal felsefe veya siyasal bilimdir." (s. 223)
Strauss'a göre, en iyi rejim, konusunu filozofun yorumladığı istek nesnesidir. (L. Strauss, Natural Right and History, s. 139) "Tabiatı gereği haklı olan şeyin veya adaletin ne olduğuna dair soru, tam cevabını en iyi rejimin gerçekleşmesinde bulur. ( L. Strauss, a.g.e, s. 144)
"İnsan için neyin iyi olduğuna ya da tabi insani iyinin ne olduğunu belirtmek için, insanın tabiatının ya da insanın tabi yapısının ne olduğu belirlenmelidir. Klasiklerin anladığı şekliyle, tabi hukuk için temel sağlayan, insanın tabi yapısının hiyeraşik yapısıdır." (L. Strauss, a.g.e, s. 127) "Klasikler moral ve siyaseti, insan mükemmelliğinin ışığıyla gördükleri için, eşitlikçi değildirler. Onlara göre bazı insanlar tabiatları gereği diğerlerine üstündürler ve bu nedenle tabiata uygun olarak diğerlerini yönetirler." (L. Strauss, a.g.e, s. 134 - 135)
Din - Felsefe - Siyaset, Yeni Dünya Düzeni ideologları tarafından ezoterik bir formattan geçirilerek okunuyor. Teolog tarafından "BİR"liğine iman edilen Tanrı ilga edilerek, ezoterizmin "BİR"in de aranıyor. Böylelikle ezoterik, senkretik bir siyasal teolojinin kapısı aralanıyor. Bu noktada akıldan hareket ederek kendi siyasal felsefesini oluşturan filozofun yolu, toplum nezdinde hiçbir zaman sahneyi terk etmeyen, bazen siyasi, bazen ahlaki, bazen hukuki dekorlarla ama hep sahnede olan din ile siyaset arasında kurulan ilişkide kesişiyor.
"Kutsalın toplumla ilişkisi, felsefenin zaman zaman sahneyi terk etmesine neden olsa da, din ve felsefe arasındaki çatışmanın en görünür hale geldiği alan siyasettir. Dinin dinsel kategoriler dışında okunabildiği tek alan olan siyasal alan, felsefeyi de kucaklamakta. Siyasi alanda, farklı gerekçelerle de olsa, ikisi de ister istemez somut insani hayat üzerine benzer yöntemlerle konuşmaktadır." 
(Zerrin Kurtoğlu, a.g.e, s. 286)
Yeni Dünya Düzeni adına ortaya sürülen "DİN" ilahi değil. Yahudilik - Hıristiyanlık ve Müslümanlığın senkretik hale dönüştürülerek ezoterik "BİR"de kısmen masonik, kısmen "new age", kısmen sufilik olarak herkesin "aradığını" bulmasını sağlamaktır. Hadisenin bu boyutu TOPLUM içindir.
Yeni Dünya Düzeni'nin "FELSEFE" boyutu "seçilmiş klan"ın inisiyeleri tarafından bilinebilen bilgeliği gerektirmektedir. Tabii olarak da sadece "üstün insanları" ilgilendirir.
Yeni Dünya Düzeni'nin "SİYASİ" boyutu, hedefe varmada ihtiyaç duyulan ekonomik hedefleri, ikna edilmesi gereken güç merkezlerini - Ordu, gizli servis, akademisyen, iş dünyası ve medya gibi - ilgilendiren, günün şartlarına uygun olarak tedavüle sürülen projelerdir.
Leo Strauss şöyle der: "Bazen toplumları yönlendirmek için onları şok edecek olaylara ihtiyaç vardır; eğer bunlar kendiliğinden oluşmuyorsa gayenize hizmet edecek şok olayları kendiniz yaratırsınız."
Bu bağlamda Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) siyasi anlamda, 23 İslam ülkesini "demokratikleştirme" - Afganistan ve Irak'ın demokratikleştirildiği gibi - felsefi manada "Tek Dünya Krallığı", dini anlamda Türkiye ve hinterlandında ezoterik bir "Yeni din haritası" çizmedir.
11 Eylül 2001'de İkiz Kuleler ve Pentagon'a "saldırılar" 
BİRİNCİ "zayıf ihtimaller üzerinden küresel şok"tur. İnsanlığın
 "GÜVENLİK İHTİYACI"nı yıkmıştır. 
İKİNCİsi, 14 Eylül 2008'de Wall Street'te "patlayan" ve hızla dünyaya yayılan küresel mali-ekonomik krizdir. İnsanlığın
 "BARINMA VE BESLENME İHTİYACI"nı yerle bir etmek üzeredir. Öyleyse Türkler ve insanlık 
ÜÇÜNCÜ "zayıf ihtimaller üzerinden küresel şok"a hazırlıklı olmalıdır. 
Bu şokun Türkiye'yi ilgilendiren bölümünü merak edenler için bir "kurgu" kitap ekindeki CD'yi seyretmelerini tavsiye edeceğim. 
Şener Çelik Berkman, Kontratak, April Yayıncılık, 0312 - 4185709

Dinler Tarihi Araştırmaları-I - Dinler Tarihi Araştırmaları-II Dinler Tarihi Araştırmaları-III




Dinler Tarihi Araştırmaları-I 
Dinler Tarihi Araştırmaları-II 
Dinler Tarihi Araştırmaları-III

Dinler Tarihi Araştırmaları-I 

Dinler Tarihi Araştırmaları-II 


Dinler Tarihi Araştırmaları-III

BÜYÜK YAHUDİ DİN ÂLİMİ MUSA Bin MEYMUN



BÜYÜK YAHUDİ DİN ÂLİMİ MUSA Bin MEYMUN
Dr. Hatice Doğan halen “Selçuk Üniversitesi’nde İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Dinler Tarihi Anabilim Dalı Araştırma Görevlisi” olarak görev yapmaktadır. Bu çalışma onun doktora Tez’i olarak kabul görmüştür. Dr. Hatice Doğan’ın bu çalışmasını hayli yararlı, ayrıntılı, başarılı ve bilimsel bir metin değerinde gördüğümüzü söylemeliyiz. Kendisi bu kitabı yazarken, dipnotlardan ve kaynakçadan anlıyoruz ki epeyce uğraşmış, emek harcamış ve sonunda başarılı bir akademik Tez’e imza atmış. Kitabın içinde Musa bin Meymun’un yaşamı, ailesi, yazdığı kitaplar, yaşadığı dönem, onun hakkındaki görüşler belirli bir sıralama ile yazıya dökülmüş. Musa bin Meymun’u yakından tanımak isteyen her Yahudi, ayrıca bu değerli kişiye “dışarıdan” bir gözle bakmak isteyen herkesin bu kitabı mutlaka okuması gerekir.
BÜYÜK YAHUDİ DİN ÂLİMİ MUSA Bin MEYMUN
ÜZERİNE AKADEMİK BİR ARAŞTIRMA

 İnsanın kendini bilmesi, tanıması, yönlendirmesi, geliştirmesi sürecinde her zaman karşısına Tanrı ve din kavramları çıkmıştır. Bu nedenle din adamları, kendi inanç tarihleri içinde yer alan hadisleri, ayetleri, kutsal kitapları, peygamberlerin yaşamlarını, geleneksel öğretileri derleyip cemaatlerine sunmak için çalışmışlardır. Sözgelimi, Yahudilik gibi binlerce yıl öncesine dayanan bir dinin kutsal sözlerinin, felsefi yapısının, yorumlarının, yeni nesillere aktarılmasında Musa bin Meymun çok etkili olmuştur.    
Yaşamı: 
Musa bin Meymun 30 Mart 1135 tarihinde İspanya-Kurtuba’da doğmuştur. İbranice’de Rabbi Moşe ben Meymun isminin baş harflerinden oluşan bir unvanı söz konusudur: RaMbaM. Öncelikle onun doğup büyüdüğü İspanya’yı mercek altına almamız gerekiyor. 711’de Tarık bin Aziz’in İspanya’yı fethinden sonra oradaki yaşam farklı dinlerden olanların inançlarında rahat bırakıldığı bir dönemin başlangıcı oldu. Özellikle Yahudiler kendi inançlarını daha özgür yaşamaya başladılar. Bu özerk tutum, davranış ve yaşam onların inançlarına da yansıdı. Müslümanlar ve Yahudiler çok uzun yıllar birlikte huzur ve güven içinde yaşadılar. Bu huzurlu süreçte Yahudiler Babil’deki dinî merkez ve otoriteden belirli konularda ayrıldılar, kendi yorum ve dinsel değerlendirmelerine bağlı kaldılar. Tora ve Talmud, Tanrı ve insan, temel ahlak değerleri, teoloji konularında kutsal metinlerdeki bazı sorunları (ya da değinilmeyenlere de diyebiliriz…) ele aldılar, dikkatleri bu yöne çekmeyi başardılar. Geleneksel kökleşmiş yapıyı felsefi tartışmalara açık bir konuma getirdiler. Ayrıca bilimin tüm değerlerinden yararlandılar. Bu dönemde Yahudiler Helenistik kültür ve bazı Arap-Müslüman filozofların etkisinde kaldılar. Farabi, İbn Sina, Gazali, İbn Tüfeyl, İbn Rüşd gibi filozoflar önde gelenler arasındadır. Özellikle İbn Rüşd’ün dinsel yorum ve düşünceleri Yahudi haham, filozof ve bilim adamlarını derinden etkilemişti. Bunların arasında Musa bin Meymun da vardı. Yahudiler bu hareketli, dinsel özerklik içeren, felsefenin öne çıktığı dönemde kendi inanç ve dinlerini daha özgür bir akılla yeniden tanımaya başladılar. Geleneksel Ortodoks yapıdan kurtulup, kutsal metinler ile insan aklını, Tanrı’yı ve yüksek ahlakı özgür düşüncenin eşliğinde yorumladılar. Böylece Yahudilik sürekli kendini yenileyen, değişime açık, çağını yakalayan, tabulardan uzaklaşan bir döneme girmiş oldu. Bunda hiç kuşkusuz Musa bin Meymun’un katkısı büyüktür. Birçok Yahudi genci benzeri eğitimi alsa bile, aralarından hiçbiri üst düzeye çıkamamış ve Musa bin Meymun kadar Yahudi tarihinde etkili olmamıştır. 
Musa bin Meymun gökbilimci, matematikçi, dilbilimci, doktor, filozof ve bilgelik düzeyinde bir Talmudist’tir. 1935 yılında Dr. Markus, Musa bin Meymun’un doğumunun 800. yıldönümünde verdiği konferansta (İstanbul’da) onun tüm bu özelliklerini ayrıntılı olarak dile getirmiştir. Onun doğduğu yıllarda İspanya’da (Endülüs) hoşgörü, bilim, farklı inançlara saygı, matematik ve felsefe son derece ileri bir düzeydeydi. Hakem-II zamanında sarayda 44.000 cilt katalog, 400.000 kitap vardı. Ortadoğu’da yayımlanan neredeyse tüm yazılı metinler çok kısa bir sürede Kurtuba’ya getiriliyordu. Bu kültür yolculuğu sayesinde bilim, felsefe, sanat ve farklı görüşleri yansıtan inançların temel değerleri İspanya (Kurtuba) ile hemen buluşabiliyordu. İşte Musa bin Meymun böyle bir kültür zenginliği içinde doğdu ve yetişti. Kuşkusuz tüm bu hoşgörü, bilim ve felsefe zenginliğinden fazlasıyla yararlandı, kendini geliştirdi ve üst düzeyde bir din âlimi oldu. İleride değineceğimiz gibi onun kişisel görüşleri, yorumları, adeta Yahudi amentüsü olmuştur. Bugün halen İbrani üniversitelerinde ve yeşivalarda onun Talmud hakkında yazdığı yorumlar ders mahiyetinde okutulmaktadır. Aradan bunca yıl geçmesine karşın, Musa bin Meymun’un büyüklüğü, Yahudi dinine yaptığı katkılar her zaman saygı ve ilgi görmüştür. Abbasilerin işgalinden sonra Endülüs toprakları Yahudiler açısından çekilmez olur ve ülkeyi terk etmeye başlarlar. Yerel otorite tarafından prokove olaylar da başlayınca ilk kez huzur ve güven kaybolur. Kuzey Afrika, Doğu Avrupa, Ortadoğu seçenekleri Yahudi aileler arasında değerlendirilir.
  Meymun ailesi baskılar nedeniyle 1160 yılında Fas’a göçerler. Musa bin Meymun burada da eğitimine devam eder. Ancak baskılar yeniden alevlenince 18 Nisan 1165’te 1 ay süren bir deniz yolculuğunun sonunda, Filistin’e (Akka) varırlar. Bu yılın sonunda ise Mısır’da yaşamaya başlarlar. Yahudiliğin üzerinde bulunan sürekli ağır baskı, tehdit ve ölüm korkusu her yanlarını sarmıştır. İnancını yaşamak ve sonraki nesillere aktarabilmek için okumaya, öğrenmeye ve yazmaya devam eder. Onun tek ideali, yaşam arzusu ve beklentisi Talmud üzerine ve Yahudilikle ilgili bazı eksik gördüğü bilgileri derleyip toparlamak, Yahudiliği geniş bir bakış açısıyla kaleme almak ve kendinden sonraya aktarmaktır. Tüm bunların üzerine babası ve kardeşi ansızın ölünce ailesini geçindirmek zorunda kalır. Bu dönemde Yemen’de yaşayan Yahudi cemaatlerine yönelik bir risaliye yazar. Her yazdığı ve yaptığı konuşma Yahudi cemaatleri arasında büyük bir saygı ve ilgi uyandırmaktadır. 1175’te Mısır’daki Yahudilerin dinî lideri konumuna gelmiştir. Mısır sarayında hekim olarak görev yapmaktadır.
 13 Ekim 1204’te 70 yaşında Fustat’ta yaşamını kaybeder. Kudüs’te “yas orucu”, Mısır’da ise tüm Yahudiler ve büyük bir Müslüman çoğunluğun katıldığı “üç günlük yas” tutulur. Mısır’da böyle bir olay ilk kez gerçekleşmektedir… Tiberia’da gömülü bulunan Musa bin Meymun’un mezarı düzenli olarak ziyaret edilmektedir. Yahuda el-Harizi el-Endulusi tarafından mezar taşına “Musa’dan Musa’ya, Musa gibisi gelmedi” diye yazılmıştır. 

Eserleri: 
 Henüz 23 yaşında iken İbranice yazdığı Yahudi bayramlarını belirleyen takvimi, Arapça yazdığı “Mantık” üzerine kitapları daha o dönemde ilgi uyandırmıştır. Eserlerini genel anlamda üç gruba ayırabiliriz. 
 “1.İspanya Dönemi: (1148-1160): Millot ha-Higayon (makale fi sına’at’il-Mantık), Ma’amar ha-Ibbur (Astroloji Risalesi), günümüze kadar ulaşamayan bazı Talmud tefsirleri, Yahudi takvimine dair bir risale ve Mişna Tefsiri’nin sadece giriş kısmını tamamladı.
2.Fas Dönemi: (1160-1165) Ma’amar Kiddush ha-Shem (Tanrı’nın İsmi’nin Kutsallığı Üzerine) ve igeret ha-Şemad (Dinden dönenlere dair) risalelerini yazmıştır.
“3. Mısır Dönemi (1165-1204): Mişna Tefsiri (Peruş ha-Mişna)’yı tamamladı. Sefer ha-Mitzzvot ‘Emirler Kitabı), İgeret ha-Teyman (Yemen Risalesi), Mişne Tora (1170-1180), Moreh Nevukhim (Delâletü’l-Hairin 1190)” (S/32-33)
Meymun, Yahudi tarih ve geleneğin biriktirdiği çok geniş ama dağınık bir halde duran hukuk yazılarını/dinsel söylemleri/gelenekleri/temel Yahudi felsefesini sistematik bir biçimde düzenlemiştir. Bugün her Yahudi’nin inanarak okuduğu Mişna, Midraş ve Talmud yazılarının derli toplu olması onun sayesinde olmuştur. Bu açıdan yaptığı bu derleme anlayışı eşsizdir, kalıcıdır ve çok değerlidir. Musa’nın aldığı Tora’nın değişmezliğine kesin inanmakla birlikte, kendine edindiği bu misyon sayesinde, Yahudi düşüncesi, dinsel inanç ve yaşamı, Mişna’nın toparlanması/yazılması konusunda neredeyse tüm yaşamını bu uğurda tüketmiştir. 
 Temel görüşleri: 
Dr. Hatice Doğan güzel bir sıralama ile bizlere Meymun’u anlatmak istemiş. Meymun’un yazdığı kitapları tanıtırken, ondan alıntılar yaparak daha net anlamamıza yarayan bir metot seçmiş. Meymun’un, “Tanrı kavramından, öfke ve yemek-içmekle ilgili terimler, canlıların organlarına veya eylemlerine işaret eden terimler” gibi birçok kitabından örnekler vererek, yorumlarda bulunmuş. Dr. Hatice Doğan’ın kişisel görüş ve katkılarıyla bu konuda ciddi bir bilgi birikimine sahip oluyorsunuz. Yazar bize Meymun hakkında çok geniş ve ayrıntılı bir metin sunuyor. Meymun’un evren, Tanrı, yaşam üzerine olan özgün düşüncelerini bizimle paylaşıyor. Sözgelimi, Tanrı’yı ve Tanrı’nın insanı yaratmasındaki anlamı çözümlerken bilgi yoğunluğu içeren açıklamalarını okuyorsunuz. Meymun, Tanrı’yı tek ve biricik olarak görür ve öyle kabul eder. Tevrat’taki çoğul Tanrı ifadeleri için, İnsanın Tanrı’yı daha net anlamasına yönelik bir açınlama olduğunu belirtir. Tanrı’yı tüm cismani ve bildiğimiz değerlerin/kavramların üzerinde ve dışında tutar. O doğrudan ulaşılamayan, ancak Tevrat-Talmud’un doğru okunmasıyla ve yorumlanmasıyla nihayetinde duyularımızla algılanılacak bir konumda olduğunu söyler. Evreni Tanrı’nın biçimine benzetir. Bu form duyularla algılanması halinde, sonsuz boşluk ya da sonsuz ışığın/gücün kendi içselliğindeki yetkinliğe ulaşılabileceğini anlatmaya çalışır. Tanrı bu sonsuzluk içinde, kendi değerlerini yaratır, oradan bize ulaşan bu yansıma yazıya ve söze dökülür, sonunda Tevrat ortaya çıkar. İşte insanın içtenlikle ve kendini vererek okuması gereken biricik yazılı metnin Tevrat olması gerektiğinin altını önemle çizer. “Tanrı hem nihai form hem de tüm formların gerçek formudur. Dolayısıyla Tanrı, bu âlemlerin hayatıdır.” (s/105) Aristoteles’in form, Tanrı, bilgi kavramlarını anımsatmaktadır. Ayrıca İbn Rüşd’ün evrenin sürekliliği konusundaki aykırı görüşlerini de çağrıştırmaktadır.
Dr. Hatice Doğan halen “Selçuk Üniversitesi’nde İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Dinler Tarihi Anabilim Dalı Araştırma Görevlisi” olarak görev yapmaktadır. Bu çalışma onun doktora Tez’i olarak kabul görmüştür. Dr. Hatice Doğan’ın bu çalışmasını hayli yararlı, ayrıntılı, başarılı ve bilimsel bir metin değerinde gördüğümüzü söylemeliyiz. Kendisi bu kitabı yazarken, dipnotlardan ve kaynakçadan anlıyoruz ki epeyce uğraşmış, emek harcamış ve sonunda başarılı bir akademik Tez’e imza atmış. Kitabın içinde Musa bin Meymun’un yaşamı, ailesi, yazdığı kitaplar, yaşadığı dönem, onun hakkındaki görüşler belirli bir sıralama ile yazıya dökülmüş. Musa bin Meymun’u yakından tanımak isteyen her Yahudi, ayrıca bu değerli kişiye “dışarıdan” bir gözle bakmak isteyen herkesin bu kitabı mutlaka mutlaka okuması gerekir.
Tufan Erbarıştıran 
Musa bin Meymun
Rambam

Maymonides’in Hayatı ve Eserleri
Dr. Hatice Doğan
Gözlem Gazetecilik Basın ve Yayın A.Ş.
Büyük Boy, Beyaz Kâğıt, 200 sayfa

MİTOLOJİ VE DİN PDF E-KİTAP



MİTOLOJİ VE DİN   PDF E-KİTAP

Yazarlar Doç.Dr. Ahmet ÇAYCI (Ünite 1) Prof.Dr. Mehmet AKGÜL (Ünite 2) Doç.Dr. Güngör KARAUĞUZ (Ünite 3) Doç.Dr. Hasan Ali ŞAHİN (Ünite 4) Prof.Dr. Asuman BALDIRAN (Ünite 5) Prof.Dr. Remzi DURAN (Ünite 6) Yrd.Doç.Dr. Ahmet ARAS (Ünite 7,8) 

Önsöz 
Mitoloji ve Din dersi adı verilen bu kitap, insanlık tarihi ile yaşıt bir konuyu ele almaktadır. Dünyanın farklı bölgelerinde, geçmişten günümüze yaşayan bir çok din ve inanç bulunmaktadır. Şüphesiz bunların hepsini bir kitapta toplamak çok zordur. Kültürel Miras ve Turizm (Ön Lisans) öğrencileri için hazırlanan bu kitapta Ön Asya’da hüküm sürmüş büyük kültürlerin mitolojileri, din ve inançları ele alınmıştır. Bu kitabın her ünitesi alanında yetkin öğretim üyeleri tarafından kaleme alınmıştır. 
Ünitelerin daha iyi anlaşılması açısından “Kavramlar ve Terimler” başlığını taşıyan birinci ünite Doç. Dr. Ahmet Çaycı tarafından; sosyolojik ve tarihsel perspektiften konunun anlaşılmasını amaçlayan “Mit, Din ve Toplum İlişkisi” başlığını taşıyan ikinci ünite Prof. Dr. Mehmet Akgül tarafından hazırlandı. Diğer dört ünite genel olarak Anadolu’da yaşayan kültürlerin mitolojileri hakkında açıklamalı bilgileri içermektedir. “Hitit Mitolojisi” başlığını taşıyan üçüncü ünite Doç. Dr. Güngör Karauğuz, “Sumer Mitolojisi” başlığını taşıyan dördüncü ünite Doç. Dr. Hasan Ali Şahin, “Yunan-Roma Mitolojisi” başlığını taşıyan beşinci ünite Prof. Dr. Asuman Baldıran ve “Türk Mitolojisi” başlığını taşıyan altıncı ünite Prof. Dr. Remzi Duran tarafından hazırlandı. Yedinci ve sekizinci üniteler “Hint ve Uzak Doğu Kökenli Dinler” ve “Orta Doğu Kökenli Dinler” başlıklarıyla Yrd.Doç.Dr. Ahmet Aras tarafından hazırlanmıştır. Bu üniteler dünyada yaygın olan dinleri çok geniş olarak açıklamak yerine temel olabilecek bilgilerle tanıtmayı amaçlamaktadır. Kitabın hazırlanmasında teknik bilgi desteği sağlayan Dr. Nurdan Küçükhasköylü’ye ve basımında emeği geçen herkese sonsuz teşekkürler. 
 Editör Prof.Dr. Remzi DURAN 

YAHUDiLİK'TE KOŞER VE KOŞER EKONOMİSİ PDF E-KİTAP Ali Osman Kurt






YAHUDİLİK'TE KOŞER VE KOŞER EKONOMİSİ 
 PDF E-KİTAP
Ali Osman Kurt
özet
Bu çalışma, Yahudiliğin aynlmaz bir parçası sayılan "koşer" hakkındadır. Yahudilerin beslenme·yasalanna uygun üretilmiş gıdalar, günümüzde farklı din ve kültürden insanlarca da tercih edilmekte ve tüketilmektedir. Buna bağlı olarak koşer marka ürünler dünya gıda pazannda çok önemli bir yer edinmiş ve her geçen gün ürün çeşitliliği artmıştır. 

Bu da beraberinde dünyada "koşer ekonomisin diye bilinen ayn bir sektörün doğması na yol açmıştır. Burada öncelikle, konunun daha iyi anlaşılabilmesi için koşerin anlamı; dini dayanağı ve .kapsamı; koşer yasalannın vazediliş gayesi; koşer müşterilerinin kimler olduğu ve tercih nedenleri üzerinde durulacaktır. 

Sonra da, Yahudilik'teki "koşer" ile İslam'daki "helal" hükümlerinin bir mukayesesı yapılacaktır. Bu makalede amaç yalnızca bir durum tespitidir. Yoksa dini kaygılardan dolayı,_koşer ürünlerin! tercih Eden Müslümanlara, koşerin İslaami anlayıştaki "helal" konseptine uyup uymadığı, beklentilerini yeterince karşılayıp karşılayamayacağı gibi tartışmalara girmek değildir. 
Yahudilik, koşer gıda, kutsallık, İslam, helal, helal gıda, haram. 

İspanya’dan Osmanlı’ya


İspanya’dan Osmanlı’ya 
 Yahudi tarihinin en önemli olaylarından biri olan İspanya sürgününü tüm gizli kalmış yönleri ile ele aldığımız bu bölümü okurken, göz önünde bulundurulması gereken bazı noktalar vardır. Öncelikle, Yahudilerin Ortaçağ Avrupası'nda maruz kaldıkları baskı, zulüm ve kötü muameleleri vicdan sahibi ve adalete inanan her insan gibi biz de kesinlikle kınıyoruz. Bununla birlikte, aynı dönemde Yahudi toplumu içindeki bazı çevreler, tefecilik gibi bazı uygulamaları nedeniyle Hıristiyan dünyasında ciddi bir tedirginlik ve rahatsızlığa neden olmuşlardır. Bu çevreler, Hz. Musa'nın tebliğ ettiği dini yaşamayan, Tevrat'a batıl geleneklere dayanılarak sonradan eklenen bölümlere göre kendilerine bir hayat kuran çevrelerdir. Bunların savundukları değerlerin neler olduğu ise, günümüzde Siyonizmin acımasız ve bencil uygulamalarında en açık şekli ile görülmektedir. 
 Eleştirdiğimiz eğilim, Allah'a kulluk ve güzel ahlak esasları üzerine kurulmuş olan Yahudiliği gerçek anlamından çıkararak, koyu ve şoven bir ulusçuluk haline getiren, maddi menfaati herşeyden önde tutan ve diğer milletleri sömürmeyi ya da kullanmayı adeta ulusal bir görev olarak kabul eden tutucu, katı, "Yahudi ideolojisi"dir. Bu kavram, İsrail'in en önemli eleştirel yazarlarından biri olan Prof. Israel Shahak tarafından dile getirilmiş ve detaylarıyla ortaya konmuştur. Shahak'ın açıkladığı gibi, Ortaçağ'dan itibaren Yahudi cemaatlerinin içinde diğer insanlara husumetle bakan bir kibir ve bağnazlık gelişmiştir ve bu yapı, halen İsrail'in Ortadoğu'da gerçekleştirdiği insanlık suçlarında ortaya çıkmaktadır. Bu yapıyı tanımlamak için "Siyonizm" kavramını kullanabiliriz (her ne kadar bu kavram 19. yüzyılda ortaya çıkmış olsa da.) Yahudi dinini samimi bir inançla benimseyen, dünyevi amaçlara yönelik bir ideoloji olarak değil, Allah'a kulluğun yolu olarak gören tüm dindar Yahudiler -veya "liberal" Yahudiler-ise kuşkusuz burada eleştirilen bağnaz Siyonist yaklaşımdan uzaktır. Bu ayrımın titizlikle gözetilmesi gerekir. Örnek vermek gerekirse; Nazileri eleştirmek son derece haklıdır, ama bu bizim Alman milletine karşı herhangi bir olumsuz duygu ve düşünce beslememize neden olmaz. Aynı ölçü burada da geçerlidir. 

 Sürgünün Başlangıcı Üstte XV. yüzyıldan itibaren Yahudilerin Avrupa'da yayılmaları gösteriliyor. Dört Sefardi bilim adamının göç yolu, Osmanlı topraklarına, dolayısıyla Kutsal Topraklar'a doğru uzanmakta. Yahudi toplumunun 1492'de İspanya'dan sürülmesi, tarihlerinde çığır açan bir olay olarak kabul edilir. Sefarad Yahudilerinin İspanya'dan göçü stratejik açıdan Yahudileri, Kutsal Topraklar'ı ve Osmanlı'yı en çok etkileyen olaylardan biridir. Yahudiler, huzuru, güvenliği ve refahı İslam topraklarında bulmuşlar, sığınabilecekleri tek yer Müslümanların hoşgörüsü olmuştur. Ancak İspanya sürgününün bir de görünmeyen yüzü vardır. İspanya, o dönem çok sayıda Yahudinin yaşadığı son Hıristiyan ülkesiydi. Bunların 200 binden fazlasını "Conversolar" (dönmeler) yani sonradan Hıristiyan olanlar oluşturuyordu. Ancak conversoların tamamına yakını gizli şekilde Yahudi şeriatını uygulamaya devam ediyordu. 1290'da İngiltere'den ve 1394'de Fransa'dan sürülen Yahudiler, 1492'de de İspanya'dan sürüldüler. 200 binden fazla Yahudi, büyük bir bölümü Osmanlı İmparatorluğu olmak üzere Kuzey Afrika kıyılarına ve Avrupa'nın çeşitli bölgelerine yerleştiler. 

 Tevrat'ın ve Yahudi ideolojisinin temelleri dikkatli şekilde incelendiğinde, Yahudilerin İspanya'dan kovulmalarıyla başlayan sürecin, büyük bir anlam taşıdığı görülüyor. Kutsal Topraklar'a varılması, bu sürecin getirdiği önemli sonuçlardan biri. Çünkü İspanya sürgünü Yahudilere, Kutsal Topraklar'ın kapısını açan anahtarlardan biri olmuştur. Yahudilerin çeşitli ülkelerden niçin peş peşe sürüldükleri sorusu ise konunun diğer bir ilginç yönüdür. Bu sürgünlerin nedeni yüzlerce yıldır, Hıristiyan halkın kapıldığı bağnaz bir Yahudi aleyhtarlığı olarak gösterildi. Bunda kuşkusuz haklılık payı vardır. Ancak, bu konuda Yahudi toplumunun içinde yer alan bir kısım insanların da etken olabileceği ihtimali hep görmezlikten gelindi. Her fırsatta, Yahudilere yöneltilen bütün suçlamaların iftira olduğu vurgulandı. Kuşkusuz bu suçlamalarda masum ve kötülükle hiçbir ilgisi olmayan insanlar da iftiralara ve baskıcı uygulamalara maruz kalıyorlardı. Ancak bu durum, Yahudi toplumu içindeki belli bir kesimin halkı rahatsız eden, onlara sıkıntı veren uygulamalarda bulundukları gerçeğini de değiştirmiyordu. Bu uygulamaların ne olduğunu, Yahudi şeriatını incelediğimizde görebiliriz. 
 Yahudi şeriatının temeli kabul edilen Talmud'un büyük bölümü Yahudi olmayanlara karşı kin ve öfkeye teşvik eder. Aşağıdaki küçük resimde Talmud çoğaltan bir haham görülmektedir. "Yahudi şeriatı"nın kaynağı "Halakha"dır. Halakha, hahamların "bir Yahudi nasıl yaşamalı" sorusunun cevabını en ayrıntılı biçimde vermek için hazırladıkları ve asırlar boyu yeni eklemelerle genişlemiş yazılı bir dini kaynaktır. Klasik Yahudiliğe göre, bir Yahudi günlük hayatını nasıl geçirmesi gerektiğini öğrenmek için Tevrat'a ya da Eski Ahit'in öteki kitaplarına bakmamalıdır. Bunlar, sıradan insanlar tarafından anlaşılamazlar çünkü. Bunların anlamını sadece hahamlar kavrar ve Yahudi toplumu da dini onlardan öğrenir. Halakha, hahamların Yahudi toplumuna verdiği bu eğitimin toplandığı kaynaktır. Halakha'nın en önemli kaynağı ise, "Talmud" adı verilen çok ciltli bir kitaptır. Talmud'un büyük bölümü, Yahudi olmayanlara karşı kin beslemeyi ve imkan buldukça da bu kini eyleme dönüştürmeyi emretmektedir. Öncelikle, diğer iki İlahi dine karşı son derece saldırgan bir tutum göze çarpar. Talmud yazarlarının tüm yeryüzünde şiddetle karşı oldukları insan Hz. İsa'dır. Yine Talmud'a göre, Yahudiler ellerine geçen İncil'leri, eğer şartlar uygunsa, yakmakla yükümlüdürler. Talmud'un Yahudi olmayanlar hakkında verdiği diğer bazı ilginç hükümler şöyledir:

 Bir Yahudi bir mezarlığın yanından geçerken, eğer o yer bir Yahudi mezarlığı ise orada yatanları takdis eden kısa bir dua okumalı, ancak mezarlık Yahudi olmayanlara ait ise orada yatanların annelerine lanet etmelidir. (Tractate Berakhot, sf. 58b; Jewish History, Jewish Religion, Israel Shahak, sf.23.) Talmud yazarlarının en büyüklerinden olan Maimonides, bir Yahudi olmayanın hayatının kurtarılması konusunda da önemli hükümler vermiştir. Bu hükümlerin biri şöyledir: Kendileriyle savaş halinde olmadığımız Yahudi olmayanlara gelince, ölümlerine doğrudan sebebiyet vermek yanlıştır, fakat eğer ölüm anındaysalar onların hayatlarını kurtarmak yasaklanmıştır. Örneğin bir Yahudi olmayanın denize düştüğü görülürse, boğulmaktan kurtarılmamalıdır. 
(Maimonides, Guide, "Murderer", 4, 11; Israel Shahak. Jewish History, Jewish Religion, sf.80) Maimonides'e göre, bir Yahudi doktorun bir Yahudi olmayanı iyileştirmesi de, karşılığında para kazanılsa dahi, yasaktır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir noktaya değinir: Eğer Yahudi bir doktorun bir Yahudi olmayanı iyileştirmekten kaçınması, Yahudiler'e karşı toplumsal bir tepki gelişmesine neden olacaksa, o halde yasak ortadan kalkar ve hastanın iyileştirilmesi gerekir. (Guide, "Idolatry", Maimonides, 10, 1-2; Israel Shahak. Jewish History, Jewish Religion, sf.80-1) Talmud'un en büyük yazarlarından biri olan Maimonides'in ırkçı fikirleri de oldukça ilginçtir. Bir yerde şöyle yazar: 
 Talmud sayfası 
 Türklerin bir kısmı ve kuzeydeki göçebeler ve zenciler ve güneydeki göçebeler ve bizim coğrafyamızda yaşayıp da onlara benzeyenler; bunların tabiatı daha çok düşük sesli bazı hayvanların tabiatına benzer. Benim düşünceme göre, bunlar insan seviyesinde değildirler. Seviyeleri bir insan ile bir maymunun seviyeleri arasında bir yerdedir. Çünkü görünüşleri maymundan daha çok insana benzemektedir.
 (Guide Kitap III, Maimonides. Bölüm 51; Jewish History, Jewish Religion, Israel Shahak, sf.82) Haham Sofer, Responsum adlı Talmudik çalışmasında, Osmanlı İmparatorluğu içindeki Müslümanlar ve Hıristiyanlar hakkında ilginç yorumlar yapar. Buna göre, bunlar, "başka İlahlara tapan putperestlerdir ve dolayısıyla dolaylı yoldan öldürülmeleri doğrudur". Dahası, Sofer bu iki grubu, Eski Ahit'te adı geçen Amalek kabilesine benzetir. 
(Jewish History, Jewish Religion, Israel Shahak, sf.84) 
Eski Ahit'te Amalekler hakkında verilen hüküm ise şöyledir: Orduların Rabbi şöyle diyor: Amalek'in İsrail'e yaptığını, Mısır'dan çıktığı zaman yolda ona karşı nasıl durduğunu arayacağım. Şimdi git, Amaleki vur ve onların herşeylerini tamamen yok et ve onları esirgeme ve erkekten kadına, çocuktan emzikte olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür. 
(I. Samuel Bölümü, 15:1) Talmud'un cinsel suçlar (zina) hakkında verdiği hükümler de ilginçtir. Eğer bir Yahudi erkek, bir Yahudi kadınla evlilik dışı bir cinsel ilişkiye girerse, her ikisinin de öldürülmesi gerekir. Oysa eğer kadın bir Yahudi olmayan ise, bu kez erkek sadece dayak yer; kadın ise yine ölüm cezasına çarptırılır. Aynı hüküm, Yahudi bir erkeğin Yahudi olmayan bir kadına tecavüz etmesi durumunda da geçerlidir. Bunun arkasında yatan mantık ise, Yahudi olmayan kadının her durumda "baştan çıkarıcı" sayılmasıdır. Kadın, "bir Yahudiyi günaha sokmuş" olduğu için ne olursa olsun birinci dereceden suçlu sayılmaktadır. 
(Guide, "Prohibitions on Sexual Intercourse", Maimonides, 12, 10; "Goy", Talmudic Encyclopedia; Israel Shahak, Jewish History, Jewish Religion, sf.87) Nitekim Maimonides, Yahudi olmayan tüm kadınlar için "N.Sh.G.Z." kısaltmasını kullanır. Bunlar, İbranice'deki "niddah, shifhah, goyah, zonah" kelimelerinin baş harfleridir. Kelimelerin anlamı ise şudur: "Kirli, köle, Yahudi olmayan, fahişe" (Maimonides, Guide, "Prohibitions on Sexual Intercourse", 12, 1-3; Jewish History, Jewish Religion, Israel Shahak, s.87) 

 Yahudiler ile Yahudi olmayanlar arasındaki mal mülk ilişkileri hakkında da Talmud'un önemli hükümleri vardır. Eğer bir Yahudi kayıp bir eşya bulur da onun sahibinin bir Yahudi olduğunu fark ederse bunu sahibine geri vermekle yükümlüdür. Fakat eğer malı yitiren kişi bir Yahudi olmayan ise, malın ona geri verilmemesi emredilir. Bir Yahudi olmayana hediye vermek ise kesin biçimde yasaklanmıştır. (Ancak hahamlar, bir sonraki aşamada Yahudilere maddi kar getirebilecek hediyelere -bir başka deyişle rüşvetlere- izin verirler.) 
Alışveriş sırasında Yahudi olmayanlara hile yapmak ise, eğer "dolaylı" yoldan olursa, meşru sayılır. Örneğin bir Yahudi, karşısındaki müşterinin kendisine yanlışlıkla fazla para verdiğini fark ederse, "senin yaptığın hesaba güvendim, benim saymama gerek yok" demelidir. Böylece eğer karşı taraf durumu sonradan fark ederse, suçlu duruma düşmez.
 (Jewish History, Jewish Religion, Israel Shahak, sf. 88-89) 
 Bu saydıklarımız, Talmud'un Yahudi olmayanlara yönelik düşmanca hükümlerine yalnızca birkaç örnektir. Yahudi geleneğinin bu geleneksel "şeriat kitabı" araştırıldığında, buna benzer daha pek çok hükme rastlamak mümkündür. Ancak bu birkaç örnek bile, "Yahudi ideolojisi"nin içeriği hakkında fikir sahibi olmak için yeterlidir. Söz konusu "Yahudi ideolojisi", Tevrat'ın ve Eski Ahit'in diğer kitaplarının hükümlerini de kendi düşüncesine göre yorumlamakta ve çarpıtmaktadır. 
Örneğin Hz. Musa'ya verilen "On Emir"den sekizincisi olan "Çalmayacaksın" (Çıkış Bölümü, 20:15) hükmü, "bir Yahudiyi çalmamak" (yani kaçırmamak ya da rehin almamak) konusunda konulmuş bir yasak olarak açıklanır. Hükmün mal değil de insan "çalmak" şeklinde yorumlanmasının nedeni, "On Emir"in yalnızca ölümcül suçları içerdiğine dair Talmud yazarlarınca yapılmış bir kabuldür. Öte yandan, Yahudi olmayanların rehin alınması zaten Talmud tarafından izin verilen bir eylemdir. (Çıkış Bölümü, sf.36)
 "Kardeşini kendin gibi seveceksin" (Levililer Bölümü, 19:11) hükmünün yorumlanması da aynı şekildedir; "kardeşler" yalnızca Yahudilerdir. Nitekim bir Yahudi genel olarak Talmud tarafından bir Yahudi olmayanın hayatını kurtarmaktan alıkonur, açıklaması da şöyle yapılır; "çünkü o senin kardeşin değildir." (Levililer Bölümü, sf.37) Yahudilere yönelen antisemitizm uygulamalarında, Hıristiyan toplumların bağnazlığı ve barbarlığının yanı sıra, üstte açıkladığımız hükümlerde ortaya çıkan "Yahudi ideolojisi"nin de bir rolü olduğuna dikkat etmek gerekir. Yahudilerin bu nedenlerden dolayı içinde bulundukları toplumdan aldıkları tepki, İspanya'da eski yöntemleri geliştirip yeniden uygulamalarına yol açtı. Bu "dönmelik" sistemiydi. Yahudi dinini terk edip Hıristiyan olduğunu ilan eden on binlerce Yahudinin tamamına yakını bundan sonra bu iki taraflı sistemi uygulamaya başladılar. Bu kimlik sayesinde daha rahat faaliyet gösteren Yahudiler, devlet yönetiminde önemli noktalara geldiler. "Yahudiliklerini gizlice devam ettiren bir Yeni Hıristiyan kesimi meydana geldi ki bunlar çok kısa süre içinde devletin (İspanya Devleti) kilit noktalarına yerleştiler. Bu 'dönmeler'i diğer Hıristiyan kesimden ayıran özellik, koşullardan dolayı dışarıya Hıristiyan görünüp evlerinin içinde -gizlice- Yahudi olarak yaşamaya devam etmeleriydi... Bu gruba dahil kişiler, yeni kimlikleri sayesinde, devletin en üst düzeylerinde görev almayı başarmışlardır." 
(Türkiye Yahudileri, Moshe Sevilla-Şaron, sf.27) 
"Yahudiler, Hıristiyanlığa döner dönmez üzerlerindeki baskıdan kurtuldular ve birkaç senede nüfusun en zengin kısmı haline geldiler. Daha da ilginç olanı, devlet memuriyetlerinde görev aldılar. Bazıları asil ailelerle evlendiler. Ülkedeki kargaşa dönemlerinde fakirleşmiş olan aristokratlar, Yahudilerle evliliğin getireceği zenginlikten hoşnuttular. Dönmeler kiliseye bile girmişlerdi." (The Rise of Spanish Inquisition, Robert Hale, sf.107) Bütün bu gelişmelerin ardından Yahudilerin İspanya'dan sürgün olayı yaşandı. Kimin samimi Hıristiyan, kimin göstermelik Hıristiyan olduğunu belirlemek üzere Engizisyon Mahkemeleri kuruldu. Engizisyon Mahkemeleri ise, Avrupa'nın tarihine, vahşetin had safhalarda yaşandığı, karanlık bir sayfa olarak geçti. 
Bunu takiben 31 Mart 1492'de Kral Ferdinand ve Kraliçe Isabella, Yahudilerin İspanya'dan kovulmasına dair fermanı ilan ettiler ve bu ferman Mayıs 1492'de yürürlüğe kondu. 
Yahudileri İspanya'dan çıkartan 
fermanı imzalayan Kraliçe Isabella 
ve Kral Ferdinand'ın da Yahudi olması
 son derece gariptir.

 İspanya Sürgünü mü, Provokasyonu mu? Yahudilerin İspanya'dan sürgün edilmeleri, klasik anlatımlarda Hıristiyan dünyasının, Yahudileri dini bağnazlık nedeniyle kovması olayı olarak geçer. Bu dönemin, yanlış ve radikal yorumlamalar nedeniyle Hıristiyan dünyasının en karanlık dönemlerinden biri olduğu reddedilemez bir gerçektir. Bu dönemde dini kendi menfaatleri için kullanmak isteyen bazı din ve devlet adamları Avrupa'yı savaşlarla, vahşetle ve şiddetle dolu karanlık bir dönemin içine sokmuşlar, bu dönemden en çok payını alanlar da Hıristiyan olmayan bazı unsurlar olmuştur. Endülüs Müslümanlarının acımasızca katledildiği ve yurtlarından zorla çıkarıldıkları bu dönemde, Yahudiler de İspanya'dan sürülmüşlerdir. Yahudileri İspanya'dan çıkartan fermanı imzalayan Kraliçe Isabella ve Kral Ferdinand'ın da Yahudi olması son derece gariptir. Bu dönemde, zarara uğrayan masum insanlara gerçek yardım elini uzatanlar ise Müslümanlar olmuştur. Öte yandan yakından incelendiğinde, bu sürgün olayının altında başka sebeplerin olduğuna dair kuvvetli deliller de görülmektedir. Bunlardan birisi, "Türkiye Yahudileri" kitabında anlatıldığı gibi, Yahudilerin İspanyol yönetiminde büyük ölçüde etkin durumda iken bu kovma olayını nasıl engelleyemedikleri sorusudur. Hele bu kişilerin ülke yönetimlerini yönlendirmedeki profesyonelliği göz önünde bulundurulursa, bu sorunun cevabını bulmak gerçekten zorlaşmaktadır. Üstelik, sürgün olayını birinci dereceden yönlendiren kişileri incelediğimizde, olay daha da ilginç hale gelmektedir: Yahudi sürgününe karar verenler arasında, ne ilginç ki Yahudiler de vardır. "1469'da Ferdinand, IV. Henry'nin kız kardeşi ile evlendi. Bu evlilik Yahudiler ve dönmeler tarafından da desteklendi. Çünkü Ferdinand annesi tarafından Yahudi kanı taşıyordu ve Ferdinand'ın da babası gibi Yahudilere dostça davranacağı umuluyordu." 
(Christoph Kolomb and The Participation of The Jews, M. Kayserling, sf.25) "Ferdinand ve Isabella iki ayrı Krallık olarak ittifak ettiler. Ayrı Kraliyet konsülleri bulunuyordu. Konsüllüklerdeki en önemli görevler Yahudi dönmeler tarafından alınmıştı." (Christoph Kolomb and The Participation of The Jews, M. Kayserling, sf.28) "Hazine Bakanı Aragon, Saragassa'da sinagogu olan bir Yahudi dönmeydi." (Christoph Kolomb and The Participation of The Jews, M. Kayserling, sf.36) "Vergi memurlarının pek çoğu dönme Yahudilerdi." (The Rise of Spanish Inquisition, Robert Hale, sf.107) Diğer yandan İspanya sürgününün baş sorumlusu olarak gösterilen Engizisyon'un başı Rahip Torquemada'nın da Yahudi olması dikkat çeken diğer bir konudur. "Kraliçe Isabella'nın sekreteri, yazar Hernando del Pulgar, Torquemada'daki Yahudi kanından söz eder. Bazı tarihçilere göre Pulgar'ın kendisi de bir Yahudi ve yeni Hıristiyandı (dönmeydi)" (The Rise of Spanish Inquisition, Robert Hale, sf.125) Yine aynı kitapta Torquemada'nın Engizisyon'u İspanya'ya geri getiren Kraliçeyi bu konuda başından beri zorlayanlardan biri olduğundan bahsedilmektedir: 
 "Isabella, Engizisyon'u geri getirdi. Tomas de Torquemada, Isabella'ya bu konuda ısrarda bulunarak, bu fikri sağlamlaştırmasında yardım eden kişilerden biri oldu." (The Rise of Spanish Inquisition, Robert Hale, sf.124) Kraliçe Isabella'ya Engizisyon konusunda destek veren Yahudiler sadece Torquemada ile kalmıyordu: "Alanso de Spina 1460'da, dönmelerin ikiyüzlülüğüne dikkat çeken bir doküman yayınladı. Doküman oldukça sertti. Ama ilginç olan, kendisinin de bir dönme olmasıydı... Alanso de Spina, dışta Hıristiyan görünüp, gizlice Yahudiliği uygulayan dönmelerle ilgilenmesi için Castil'de Engizisyon kurulmasını istedi." 
Engizisyon'un başı Torquemada'nın da 
Yahudi asıllı olması sürgün olayına 
ilginç bir yön kazandırıyor.

(The Rise of Spanish Inquisition, Robert Hale, sf.107) Aynı kaynakta, bu iki Yahudi dönmesi dışında Kral ve Kraliçenin yanında yine çok sayıda Yahudinin görev aldığı belirtilmektedir: "Isabella'nın kişisel hizmetinde birçok Yahudi dönme bulunuyordu." (The Rise of Spanish Inquisition, Robert Hale, sf.126) Dolayısıyla, Kral ve Kraliçe de dahil olmak üzere, bütün yönetim mekanizması Yahudilerin elindeyken, Hazine Bakanlığı'na varana kadar hemen hemen tüm kilit noktaların başında Yahudiler varken, Krallık Konsüllükleri Yahudilerce yönetilirken, Kral ve Kraliçenin pek çok danışmanı Yahudiyken, Engizisyon Mahkemeleri'nin en yetkili kişisi dahi Yahudiyken, nasıl olmuştu da böyle bir sürgüne mani olunamamıştı ya da olunmamıştı? Tabi bu durumda akla ikinci bir ihtimal daha gelmektedir: Bu sürgün olayının bir kısım Yahudi önde gelenlerinin direktifleri doğrultusunda yapılmış olması. Yani sürgünün bir provokasyon olma ihtimali. Yahudilerin böyle geniş çaplı bir sürgünü planlamış olma ihtimalini kuvvetlendiren çeşitli sebepler vardır. Bunlardan bir tanesi, bu batıl inançlara göre, Yahudilerin dünyanın her yerine dağılmadan önce Mesih'in gelemeyeceği düşüncesidir. Yahudi Ansiklopedisi Judaica'da bu inanç şöyle anlatılmaktadır: "Mesih'in tekrar geleceğine dair son kehanetin gerçekleşmesi ancak Yahudilerin dünyanın dört bir köşesine yayılmasıyla söz konusu olabilecekti." 
(Encyclopedia Judaica, cilt 15, sf.1006) Bu, Mesih düşüncesine sıkı sıkıya bağlı Yahudilerin tüm dünyaya yayılmalarının, kendi inançları açısından şart olduğunu ortaya koymaktadır. İspanya sürgününün dünyaya dağılma açısından çok önemli bir aşama olduğu düşünülürse, bazı Yahudi liderlerinin bu sonuçtan memnun olduklarını hatta bu sonucu düzenlediklerini düşünmek de oldukça mantıklıdır. Bu sürgün olmadan Yahudi halkın büyük çoğunluğunun göçe ikna edilmesi oldukça zor olacağı açıkça görülmektedir. Gerçekten, sürgünün Yahudi liderlerce provoke edilmesi ihtimalini destekleyen en önemli sebeplerden biri de Osmanlı'ya göçün gerçekleştirilmesidir. 
O dönemde, Osmanlı İmparatorluğu Avrupa'nın en güçlü devleti idi. Yunan ve Bizans döneminden kalan az sayıda Yahudi, Osmanlı'nın içinde son derece iyi şartlar altında yaşamaktaydılar. Osmanlı İmparatorluğu, doğuya ve batıya doğru sürekli bir genişleme halindeydi. Bu, "Vaat Edilmiş Topraklar'ın" Osmanlı İmparatorluğu yönetiminde olması ve Yahudilerce kutsal kabul edilen Kudüs şehrinin de bu gelişim sonunda Osmanlı topraklarına dahil olması anlamına geliyordu. Yahudilerin Kudüs'e ve 'Vaat Edilmiş Topraklar'a ulaşmaları, Osmanlı İmparatorluğu'na yerleşmelerine bağlıydı. Elbette yüz binlerce Yahudinin kendiliğinden Avrupa ve Osmanlı'ya yerleşmesi mümkün değildi. Bunun makul bir sebebi olması şarttı. İspanyol Engizisyon'u ve sürgününün diğer bir sonucu ise, pek sözü edilmeyen ama gerçekte sürgünün asıl ceremesini çeken İspanyol Müslümanlarıyla ilgilidir. İspanyol Müslümanları sürgün sırasında sistemli şekilde tasfiye edildiler. Bunun amacı, Avrupa'daki Müslüman tehlikesini ortadan kaldırmaktı. Hıristiyanlar, Müslüman Endülüs Emevi Devleti'nin yıkılmasından sonra İspanya'ya hakim olmaya başladıkları yıllarda, bölgedeki Müslümanları kontrol altında tutmak ve idari sorunları çözmek için Yahudileri göreve getirmiş, hatta yurt dışından Yahudi uzmanlar bile getirmişlerdi.
II. Murat
 (Türkiye Yahudileri, Moshe Sevilla-Şaron, sf.25) Ancak Müslüman Osmanlı o dönemde her geçen gün daha güçlenerek yayılmaktaydı ve bundan endişe eden İspanya Kralları, gelecekte kendileri için, sorun olabilecek İspanya'daki Endülüs Emevi Devleti'nden kalan Müslümanlarını tamamen tasfiye etmeleri gerektiğini düşünüyorlardı. Öncelikle İspanya'nın Gırnata bölgesinde, Müslümanların "tasfiyesi" gerçekleştirildi. Engizisyon'un başı Torquemada'nın da Yahudi asıllı olması sürgün olayına ilginç bir yön kazandırıyor. "İstanbul'un fethiyle gelişen Türk yayılışı karşısında Granada (Gırnata)'nın kendileri için tehlikeli bir durum yaratabileceğini hisseden Katolik Krallar, bölgenin Müslümanlardan arındırılmasına büyük bir önem verdiler ve bu işi on sene (1481-1492) gibi kısa bir sürede başardılar." (Meydan Larousse, cilt:4, sf. 255) "İspanya'dan Yahudilerle birlikte 3 milyon kadar Müslüman kovulmuştu."
I. Murat (Kürdistanlı Yahudiler, Dr. A. Medyalı, sf.16 ) "1492'de Müslümanların kovulması, Avrupa'nın en büyük günahı ırkçı baskılardan biri olmuştur." (NPQ Türkiye, Nisan 1993, sf.43) İspanya'daki bu geniş çaplı tasfiye sonucu, 3 milyon kadar Müslüman sürüldü. O dönemde İspanya'dan kovulan Yahudilerin sayısının 250.000 kadar olduğu düşünülürse, bu sayının ne kadar büyük olduğu daha kolay anlaşılır. Nitekim o dönemde başlayan Müslüman tasfiyesi 1600'lü yıllara kadar sürecek ve Kuzey Afrika'ya sürülen Müslümanlarla birlikte İber Yarımadasında neredeyse hiç Müslüman kalmayacaktı. Yani sürgün ile hem Yahudilerin "dünyaya yayılmaları" sağlanıyor, hem de Müslümanların tasfiyesiyle, Avrupa'da bir tehlike olarak görülen İslamiyet'e karşı tedbir alınmış oluyordu. 

 Bütün bunları göz önünde bulundurunca, İspanya sürgününün perde arkası daha iyi anlaşılıyor. Ancak bu olayın ardında bir Yahudi planı varsa bile, bu bir kısım Yahudi hahamlarının ve bazı Yahudi önde gelenlerin planı idi. İspanya'daki Yahudiler kendi önderleri tarafından, Yahudi planı için kullanıldılar. Evlerini, işlerini, eşyalarını bırakıp, yeni ülkelerde, hiç tanımadıkları topraklarda ev ve iş kurmak, hayata yeniden başlamak zorunda kaldılar. Elbette ki çok büyük zorluklar, güçlükler yaşadılar. Ancak, onların yaşadıkları bu zorlukların sorumlusu, klasik tarihi kaynaklarda belirtildiği gibi, sadece Katolikler değil, bizzat kendi ırklarının, kendi dindaşlarının liderleri olan Yahudilerdi. Sonuçta 200 binden fazla Yahudi çeşitli ülkelere dağıldılar. Bir kısmı İtalya'ya göç ederken, bir kısmı da Fas ve Kuzey Afrika'nın diğer yerlerine yerleşti. 1492'de Sefardi diasporasının büyük bir kısmının gittiği yer Osmanlı İmparatorluğu oldu. 

Bu tarihte 90 bin kadar Sefarad Yahudisi Osmanlı'ya yerleşti. Portekiz'e giden diğer bir bölüm ise, Portekiz'in İspanyol egemenliğine girmesinden sonra 1497'de Osmanlı'ya göçtüler. Bu tarihten sonra Osmanlı Devleti, Sefarad Yahudilerinin en yoğun yerleştikleri yer haline geldi. O dönemde Osmanlı toprakları içinde bulunan Selanik ise, Avrupa'daki bu en büyük Yahudi topluluğunun merkezi oldu. Bir yüzyıl sonra, Sefarad Yahudiliğinin bir kolu olan Portekiz diasporasının yoğun olarak göç ettiği diğer bir ülke ise, İspanya'dan bağımsızlığını alan Hollanda'ydı. 17.yüzyıl, Amsterdam Yahudiliğinin altın çağı oldu. Yahudiler, o dönemde ayrıca Bordo ve Hamburg gibi Batı Avrupa merkezleri ile İngiltere ve Amerika'ya da göç ettiler. Osmanlı İmparatorluğu'nda Yahudiler Osmanlı İmparatorluğu Yahudiler için her zaman, güvenle sığınabilecekleri bir ülke olmuştur. Osmanlı idarecilerinin İslam ahlakı ile hareket ediyor olması, onların farklı millet ve dinlerden insanlara karşı hep hoşgörü ve anlayış ile yaklaşmalarını sağlamış, bu anlayıştan en çok fayda gören toplumlardan biri ise, dönemin Avrupası'nda büyük sıkıntı ve zulümlerle karşılaşan Yahudiler olmuştur. Müslüman Osmanlı halkı ve Yahudiler hep barış içinde yaşamışlardır. 

Ne var ki, Yahudi toplumu içindeki bazı kişiler, Osmanlı'nın anlayışını ve hoşgörüsünü suistimal edebilecek tavırlarda bulunmuşlardır. Ancak bu durum, Yahudi toplumu içindeki küçük bir azınlık için söz konusudur. Osmanlı'daki Yahudilerin büyük bölümü ise, devlet otoritesine saygıyla ve kendilerine gösterilen anlayışın bilinciyle, Osmanlı'nın menfaati ve iyiliği için faaliyet göstermişlerdir. Dolayısıyla bu bölümde ele aldığımız bilgilerin amacı, Musevi yurttaşlarımızı incitmek veya eleştirmek değil, birtakım tarihi gerçekleri tarafsızca inceleyebilmektir. Unutulmamalıdır ki Osmanlı Devleti, toprakları içinde yaşayan diğer pek çok millet ve topluluktan da zaman zaman ihanet görmüş, pek çok farklı toplum (bazı Arap kabileleri, bazı Balkan halkları vs.) Osmanlı'yı yıkabilmek için Osmanlı'nın düşmanları ile ittifak yapmıştır. Ancak kitabımızın konusu Siyonistler ve eylemleri olduğu için burada yalnızca bazı Yahudilerin faaliyetlerini inceleyeceğiz. Yahudilerin,1492'de İspanya'dan kovulduktan sonra Osmanlı'ya göç ederek buraya yerleşmelerinden önce de Osmanlı topraklarında az sayıda Yahudi bulunuyordu. 

 I. Murat zamanında Edirne fethedilip, başkent Bursa'dan Edirne'ye nakledildiğinde Roma yönetimi altında bulunan pek çok Balkan Yahudisi fırsat buldukça Trakya'ya ve Balkanlar'daki Osmanlı topraklarına göç etti. Bunlar, Sofya, Niş ve Larisa cemaatlerinden gelmiş büyük Yahudi gruplarıydı. Edirne Hahambaşılığı, yine o dönemde bütün Osmanlı topraklarında ve Balkan bölgesinde Yahudiler tarafından güçlü bir dini otorite olarak tanındı. Sultan I. Mehmet zamanında İzmir, önemli bir merkez haline geldi ve Akdeniz ticaretini ellerinde bulunduran Yahudiler, Ege kıyılarına yerleşerek buradaki şehirleri liman olarak kullandılar. Yahudiler, Tire, Söke, İzmir, Aydın gibi şehirlerde yoğunlaşmıştı. 

 Şeyh Bedrettin İsyanı I. Murat II. Murat Şeyh Bedrettin, Marxizm'e çok benzeyen düşüncelerini yaymaya çalışmış, bu, sonunda Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklanmaya kadar varmıştır. Babası "İsrail" isimli bir Yahudi olan Şeyh Bedrettin'in sağ kolu ise sonradan din değiştirerek Torlak Kemal adını almış, gerçek adı Samuel olan bir Yahudi idi. Torlak Kemal, Şeyh Bedrettin'in emriyle 3000'e yakın dervişin başında Balkanlarda faaliyet göstermiştir. Torlak Kemal, Şeyh Bedrettin İsyanı'na, yanındaki pek çok Yahudi ile katılmıştı. "Balivet'e göre, Torlak Kemal, Şeyh Bedrettin ayaklanmasında, Manisa yöresindeki kalabalık Yahudi cemaatinden yandaş toplamış bulunmaktadır." (Türkiye'nin Devlet Yaşamında Yahudiler, Çetin Yatkın, sf.26) Şeyh Bedrettin ve Torlak Kemal'in yaydığı felsefe, İslam dininden uzaklaşan materyalist bir felsefeydi. Şeyh Bedrettin isyanı, Osmanlı ordusunun bastırmasıyla sona erdi. Torlak Kemal, yakalanarak idam edildi. Şeyh Bedrettin de kısa bir süre sonra yakalanarak Serez'de asıldı.

 II. Murat (1421-1451) dönemine gelince, bu dönemde Yahudiler açısından en önemli olay, Aşkenaz Yahudilerinin gruplar halinde Osmanlı Devleti'ne göç etmesi oldu. Fransa Yahudilerinin bir kısmı da Fransa'dan sürüldükten sonra Osmanlı topraklarında yerleştiler. Ayrıca yine bu dönemde ilk kez bir Yahudi, saray doktoru olarak görevlendirilmiştir. Doktor İshak Paşa'dan sonra bu bir gelenek olarak yerleşti ve saray doktorları hep Yahudiler oldu. İstanbul'un fethinin ardından, Fatih Sultan Mehmet, Osmanlı topraklarındaki tüm Yahudilerin İstanbul dahil olmak üzere istedikleri büyük kentlere yerleşmelerine izin vermişti. Bu devirde İstanbul Cemaati, Osmanlı Cemaatleri'nin en önemlisi haline geldi. Yahudiler burada ticaret alanında güç kazandıkları gibi, yönetimin değişik kesimlerinde de görev aldılar. O dönemde Saray doktoru Hekim Yakup, önemli konularda söz sahibiydi. 

İspanyol Yahudileri'nin Osmanlı'ya Göçü Yahudilerin, Osmanlı'daki bu iyi durumu, Avrupa'daki soydaşlarının gözünden kaçmıyordu. 1430'da Osmanlı'ya yerleşen Haham İzak Sarfati, Osmanlı ve Orta Avrupa'nın değişik yerlerinde yaşayan Aşkenaz cemaatlerinin lideriydi. Sarfati, Avrupa'daki soydaşlarına Osmanlı'ya göç etmelerini önerirken Kudüs ve İsrail'e giden yolun Osmanlı'dan geçtiğini vurguluyordu: "Buraya, Togarma (Osmanlı) Ülkesi'ne geldim. Burada hiçbir şey eksik değildir. Togarma, Hayat Ülkesi'ne (İsrail) giden yoldadır. Kudüs'e kadar bütün yol, denizin üzerinde altı millik bir geçiş dışında, karayoludur." (Togarma, Rozanes, cilt1, sf.20) Nitekim Kudüs, Osmanlı'ya ait oldu ve yeni fetihlerle gün geçtikçe büyüyen Osmanlı İmparatorluğu, 1517'de Yavuz Sultan Selim zamanında İsrail'i de topraklarına kattı. Bu zaten önceden beklenen bir gelişmeydi. 31 Mart 1492, İspanya Yahudileri için Osmanlı topraklarına büyük göçün başlangıç tarihi oldu. 

Bu tarihte yayınlanan sürgün fermanı ile 200 binden fazla Seferad Yahudisinin yaklaşık yarısı, Sultan II. Beyazıt (1481-1512) zamanında Osmanlı topraklarına yerleştiler. Daha sonra da, Kudüs de dahil olmak üzere, özellikle büyük şehirleri tercih eden Yahudiler, buralarda ticarette ve yönetimde söz sahibi oldular. "Yeni gelenler başta İstanbul, Selanik, Edirne olmak üzere Osmanlı topraklarının sınırları dahilinde Korfu, Manastır, Kudüs ve Sefat'a varana dek yayıldılar. İstanbul 30.000 nüfus ve 44 sinagoguyla Avrupa'nın en büyük Yahudi yerleşimini oluşturdu." (Şalom, 6 Haziran 1990) "Göçmenler hemen hemen geldikleri andan itibaren yükselmeye başladılar. Aralarında İspanya'da iken yüksek görevlerde bulunmuş olanlar derhal saraya alındılar, bu kişiler Osmanlı maliye ve dış işlerinde söz sahibi oldular. Hatta denilebilir ki, 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nun yönü, bu danışmanların fikrine göre de tespit edildi." (Türkiye Yahudileri, Moshe Sevilla-Şaron, sf.42) 
Garcia Nasi
Osmanlı'da İlk Yahudi Lobisi: Nasiler Kuşkusuz Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan Yahudilerin en önemlileri arasında, Kanuni Sultan Süleyman döneminde yaşamış olan Donna Gracia Nasi ile yeğeni Josef Nasi bulunmaktadır. Garcia Nasi "Nasiler, İsrail tarihine geçmiş başlıca Yahudi ailelerindendir. Muazzam bir servete sahip olan bu aile Avrupa'nın en güçlü hükümdarlarıyla arkadaşlık ilişkileri kurmuş, Osmanlı Sarayı'nda çok önemli görevlere ulaşmış, Yasef Nasi, siyasal Siyonizmden 350 yıl önce, İsrail ülkesinde özerk bir Yahudi kolonisi kurmayı tasarlamıştır." (Türkiye Yahudileri, Moshe Sevilla-Şaron, sf.44)

 Her zaman Osmanlı yönetiminden çok hoşnut olduklarını söyleyen Yahudiler, bu devletin topraklarında özgürce yaşadılar. Siyonizm de aynı dönemde filizlenmeye başladı. Donna Gracia, Yahudi kaynaklarınca tarih sahnesine çıkan Yahudi kadınların en büyüklerinden biri olarak kabul edilir. Donna Gracia'ya bu önemini kazandıran şey maddi gücü ve Avrupa'daki ilişkileri sayesinde, Avrupalı converso (dönme) soydaşlarına sağladığı olanaklar oldu. Gracia Nasi bir keresinde Ancona kentinde baskı altında bulunan Yahudilerin durumu hakkında Kanuni Sultan Süleyman'a başvurmuş ve Kanuni'nin bu Yahudilerin kendi tebasında olduğunu söylemesi üzerine, Ancona Yahudilerinin büyük bir kısmı Osmanlı'ya göç etmişlerdir. Ayrıca Gracia Nasi, Osmanlı kentlerinde pek çok sinagog kurmuştur.
 

Yasef Nasi, Herzl'den 400 yıl önce Osmanlı topraklarında, Filistin'de özerk bir Yahudi kolonisi kurma projesiyle Siyonizmin temellerini atmıştı
 Yasef Nasi'ye gelince, Nasi'nin önemi, Siyonizm fikrini, İsrail Devleti'nin 1948'de kurulmasından dört asır önce taşıyor olmasıydı. Nasi, Osmanlı toprakları üstünde özerk bir Yahudi kolonisi kurmak istemişti. "Yasef Nasi Portekiz'de doğmuştur, ancak köken itibarıyla İspanyol Yahudisidir. Yavuz Sultan Selim'in gözüne girmeyi başarmış Osmanlı Sarayı'nda saygın bir yer edinmiştir. Nasi, Süleyman'a Filistin'in Tiberya şehri ve çevresini Yahudiler için imtiyazlı bir bölge olarak kabul ettirmiştir." (Israel: A History of Jewish People, Refus Learsi, sf.331) Yasef Nasi, Herzl'den 400 yıl önce Osmanlı topraklarında, Filistin'de özerk bir Yahudi kolonisi kurma projesiyle Siyonizmin temellerini atmıştı. "Tiberya için Yasef Nasi Sultan tarafından muhtariyet idaresi verileceğini umuyor, burada büyük bir Yahudi yerleşim merkezi kurma hayali besliyordu." (Israel: A History of Jewish People, Refus Learsi, sf.331) "Nasi bütün Yahudileri imtiyazını aldığı Tiberya'a göçe çağırdı." (The House of Nasi Dona Garcia, Cecil Roth, sf. 88) "Yasef Nasi, Tiberya'nın etrafını kale duvarları ile çevirmiş, fakat yeterli sayıda Yahudiyi buraya toplayamamıştır. Bunun üzerine padişahtan Kıbrıs Krallığını istemiştir." (A History of the Jewish People, James Parkes, Penguin Books, sf. 101) "Kıbrıs ile ilgili emelleri gerçekleşmeyen bu krallık hırslısı, 1566 yılında Sultan Selim'den Naksos Adaları Dükalığı'nı almıştır." (Saffet, Naksos Dükalığı, Tarihi Osmani Encümeni, sayı 23) "Yasef Nasi'nin İsrail tarihindeki önemi, İsrail ülkesinde Tiberya kentinde bağımsız ya da yarı-bağımsız bir Yahudi kolonisi kurmak ve bu koloniye Avrupalı Yahudileri yerleştirmek istemiş olması noktasındadır." (Türkiye Yahudileri, sf.49) Yasef Nasi'nin Tiberya'da özerk bir Yahudi kolonisi kurma projesi o zaman gerçekleşmemiştir, ama Aliyah'a (Kutsal Topraklara geri dönüşe) doğru bir başlangıç olması açısından önem taşır. "Şurası kabul edilmelidir ki (Tiberias Projesi) Yahudilerin anavatanlarına yeniden yerleşmelerine dönük ilk projelerden biri, 19. yüzyıl Siyonistlerinin uygulayacakları planın öncüsüdür. Gerçekten de Joseph (Yasef), birçok yanıyla, Siyonistlerin en büyüğü Theodor Herzl'e çok benzer." (Türkiye Yahudileri, Moshe Sevilla-Şaron, sf.50) "Ayrıca Yasef Nasi, Türkiye'de kurulan ilk istihbarat örgütünün de Başkanıdır." (Panorama, 5 Nisan 1992, sf.13) 
 Osmanlı Yönetiminde Diğer Yahudiler Yasef Nasi, Osmanlı toprakları üstünde, Tiberya'da özerk bir Yahudi kolonisi kurmak istemiş ve burayı imtiyazlı bölge olarak kabul ettirerek şehrin etrafını surlarla çevirtmişti. XVI. yüzyılda, Ben Natan Eskenazi ve Ester Kira da Osmanlı yönetiminde söz sahibi Yahudiler arasında sayılırlar. Eskenazi, Saray'da Divan Danışmanlığı görevine gelmişti ve özellikle dış ilişkilerde etkili bir diplomattı. Öyle ki, Polonya Kralının seçilmesi konusunda, Osmanlı Sadrazamı Sokollu Mehmet Paşa'nın desteğini sağlayarak belirleyici bir rol bile üstlenmişti. O dönemde Saray'da harem kadınları kapalı yaşadıkları için harem ile dış dünya arasındaki alışveriş gibi bağlantıları kurmak için 'Kira' adı verilen kadınlar görev yaparlardı. Bu kadınlar harem çevresiyle kurdukları ilişkiler sayesinde devlet işlerinde de rol oynarlardı. Ester Kira da bunlardan biriydi ve bu ilişkileri menfaatleri doğrultusunda son derece kötüye kullanmıştı. "Ester Kira, saraydaki ilişkileri sayesinde kendine yakın olanlara imtiyazlar, asalet ünvanları ve çeşitli menfaatler sağlarken dosttan çok düşman edinmiştir. Anlaşıldığı kadarıyla Ester Kira bu türden işlere gerektiğinden fazla karışmış ve işi (özellikle oğullarına) vergi muafiyetleri elde etme, hatta sipahi beyliklerinin dağıtımına karışmaya kadar götürmüş, büyük oğlunu İstanbul Gümrüğü'nün yönetimine almıştır." (Türkiye Yahudileri, Moshe Sevilla-Şaron, sf.54)

Sahte Mesih Sabetay Sevi XVII. yüzyıla gelince, bu dönemde Osmanlı Devleti'ndeki en önemli Yahudi hareketi kuşkusuz Sabetay Sevi'nin Mesihliğini ilan etmesi oldu. Planları arasında Osmanlı tahtını ele geçirmek de olan bu sahte Mesih, tüm dünya Yahudilerinin beklediği büyük kurtarıcı olduğunu iddia etti ve Avrupa'daki Yahudiler de dahil olmak üzere büyük bir taraftar kitlesi toplamayı da başardı.

 "Sabetay Sevi, 1629'da İzmir'de doğdu. Etkileyici bir kişilik ve üstün hatiplik yeteneğiyle Sevi, Hıristiyan tarihçilerin 1666 yılında 'Mesih'in geleceği yıl olarak kabullenmelerine görüş birliği ederek kendisinin Mesih olduğunu yaymaya başladı." (Şalom, 27 Haziran 1990) Sabetay Sevi'nin Mesih olduğu iddiasıyla ortaya çıkması, bütün Yahudi cemaatlerinde heyecan ve hareketlenmelere yol açmıştır: "Avrupa Yahudileri arasında Kabala felsefesinden beslenen mistik kurtuluş umudu, İsrail tarihinde 'sahte Mesih' kavramının doğmasına yol açtı. Sahte Mesihler, bu mistik felsefenin verdiği coşkuyla mesih olduklarına ve Tanrı tarafından İsrail'i sürgünden kurtarmaya memur edildiklerine inanan ya da çeşitli eylemlerinden dolayı toplumun Mesih olduklarına inandığı kişilerdi."

(Türkiye Yahudileri, Moshe Sevilla-Şaron, sf.68) "Sabetay Sevi, sahte peygamberler fırtınasının en büyüğü oldu." (Şalom, 17 Haziran 1990) Talmut ve Kabala konusunda uzmanlaşmış olan Sabetay Sevi, 1665'te İzmir'de mesihliğini ilan etti. "Sevi İstanbul'a gelerek kısa sürede Büyük Türk'ün (Padişahın) tacını alacağını duyurdu." (Encyclopedia Judaica, cilt 14, sf.1230) Sevi, İzmir'den sonra, İmparatorluğun çeşitli yerlerine giderek taraftar toplamaya çalıştı: "Sabetay Sevi hakkında, gayri ahlaki tavırlar da dahil, pek çok suçlamalar, şikayetler bulunuyor." (Encyclopedia Judaica, cilt 14, sf.1239) "İzmir'i terk eden Sevi, Selanik, İstanbul, Mora, Atina, Mısır, Sefat ve Kudüs'e giderek görüşlerini yaymaya çalıştıysa da, 1666'da Çanakkale'de Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa'nın emriyle tutuklanıp hapsedilmiştir." (Şalom, 17 Haziran 1990) Sabetay Sevi'nin sahte peygamberliğinin yanı sıra üzerinde durulması gereken önemli bir konu daha var ki, bu Sevi'nin dönmelik sistemini Osmanlı'ya getirmiş olmasıdır. 

Sevi'nin önderliğinde kendilerini dışarıda Müslüman gibi gösteren Yahudiler, gizlice kendi dinlerini yaşamaya devam ettiler. Yahudiler, 17. ve sonraki yüzyıllarda, Osmanlı'nın devlet yönetiminde de son derece etkin konumda oldular. Tefecilik yaparak zenginleşen Yahudiler de, kimi zaman bunu bir politika aracı olarak kullandılar. Gazeteci Çetin Altan, Yahudilerin Osmanlı'daki etkilerini şöyle anlatır: "Belgeler, anlaşmalar, hepsinin altında Yahudi adı var. Mesela al Karlofça'yı, Pasarofça'yı... Zaten Osmanlı'da Yahudi büyük çapta egemen: Saray geliyor ondan borç para istiyor. Üstelik I. Ahmet'in bir sadrazamını Yahudiler idam ettirmişlerdir." (Şalom, 6 Ocak 1993) Galata Bankerleri Yahudiler Osmanlı devleti içinde sadık milletlerden biri olarak yaşamışlar, huzur ve güvenlik buldukları Osmanlı devletinde, kendi inançlarına uygun olarak onurlu bir yaşam sürmüşlerdir. Ancak 19. yüzyılda tüm Batı dünyasını etkileyen ideoloji ve eğilimler, Osmanlı toplumu içindeki bazı Yahudileri de etkilemiştir. 

Bu akım ve ideolojilerin biri Siyonizm'dir. Bir diğeri ise, kapitalist sistem ve kapitalist yaşam biçimidir. Galata Bankerleri, bu ikincisinin bir temsilcisi sayılabilir. Yahudiler ve diğer bazı Hıristiyan azınlıklardan gelen bu bankerler, Osmanlı'nın mali çöküşünde önemli bir rol oynamışlardır: "Yüzyıllardır Avrupa ticaretinin bütün para işlemlerini ellerinde toplayan Yahudiler, Osmanlı devletine yepyeni bir mesleğin öncülüğünü yapmak için gelmiş gibidirler... Sarraflığa soyunan Yahudiler, kendilerine iş mekanı olarak Galata'yı seçmişlerdir." (Hürriyet, 12 Mayıs 1988) "1860'lardan itibaren Galata'daki Komisyon Hanı ve Havyar Hanı'nda finans imparatorlukları kurmuş olan Galata Bankerleri, saraydan başlayıp, vezir, vükela, memur ve subaydan imparatorluğun en uzak köşesindeki tahıl ya da meyve üreticisine, oduncusuna kömürcüsüne ve her türlü esnafına kadar uzanan bir ağ kurmuş bulunuyorlardı. Adeta imparatorluğun milli geliri ve dışarıdan aldığı borçların hatırı sayılır yüzdesi borsa oyunları, tefecilik murabahacılık işlemleri ile bu bankerlerin eline geçer hale gelmişti." (Prof. Dr. Haydar Kazgan, Galata Bankerleri, sf. 45)

 "Spekülatif oyunlara halk da alışmıştı. Vekil vükela ellerine geçen parayı sarraflar aracılığı ile oyunlara katılarak değerlendiriyordu. Bu işlerden en ziyanlı çıkan ise İslam-Türk halkı oldu." (Prof. Dr. Haydar Kazgan, Galata Bankerleri, sf. 9) "Galata Bankerleri devleti iki koldan soyan şapkalı beyler olarak görülüyorlardı." (Vakit, 28 Mayıs 1881) Galata Bankerleri, kurdukları tekel sayesinde, devleti varlıklarına izin vermeye mecbur etmişlerdi: "Zengin tüccarların çoğunun Yahudi oluşu dikkatimi çekti. Bunların nüfuzu çok kuvvetli, imtiyazları Türklerinkinden çok fazla. Kendi kanunları ile idare edilen bir cumhuriyet gibidirler. Yahudiler birlik meydana getirdiklerinden devletin bütün ticaretlerini ellerine almışlardır. Yahudiler kendilerine her zaman ihtiyaç duyulmasını sağlamışlar ve bu nedenle saray da onları korumuştur. Bunların tüm hileleri bilindiği halde tüm işler ister istemez onlara yaptırılıyordu. Velhasıl ticaretle ilgili olan ne varsa onların elinden geçiyordu." (Lady Montaqu, Türkiye Mektupları, 1001 Temel Eser, sf.84)

 "Osmanlı hükümeti 4 Şubat 1862 sirküleri ile İstanbul'daki yabancı ülke temsilciliklerine, Galata borsasını düzenleyen bir kanun teklifi göndermiştir. (Baron de Testa, `Recueil des traites de la Porte Ottomane', cilt 4, sf.336) Böylece Galata Borsası'nda oynanan kirli oyunlara bir son vermek isteniyordu. Anlaşıldığına göre, bu sirkülerin yaptığı etki dolayısı ile Galata Bankerleri, hemen aralarında toplanıp teşkilatlanarak yeni düzenlemeye hazırlıklı olmak istemişlerdi. Fakat hükümet, elinde bir kanun teklifi olduğu halde bunu yürürlüğe tam 10 yıl sonra koyabilecekti. Hükümetin bu düzenleme içinde geç kalması ve meydanı bankerlerin otokrasisine terk etmesi anlamlıdır. 

Hükümet tasarısını hazırlayanlar A. Abraham, Teodor Baltazzi, Abraham Kamando gibi Yahudi bankerler olduğundan, hükümet tasarısının yürürlüğe konmama sebebini de bu ünlü bankerlerin menfaatlerinde aramak gerekir." (Galata Bankerleri, Prof. Dr. Haydar Kazgan, sf. 41-42) "Türkiye adeta memleketin zararı pahasına zenginleşmiş birkaç paşa ve elli altmış tefeci ve sarrafın çıkarlarını sağlamak için varlığını sürdürmekte idi." (Galata Bankerleri, Prof. Dr. Haydar Kazgan, sf.7) Galata Bankerleri ile o dönemde neredeyse herkesin ilgisi vardı. Bu gerçeğe dikkat çeken kaynaklardan birinde şöyle denilmektedir: "Abdülaziz'in annesi Pertevnihal Sultan bile bu işte birçok paralar batırmıştı. Abdülaziz'in istekleri karşısında her türlü oyuna başvuran Sadrazam Mahmut Nedim Paşa kaybettiklerini almak için her türlü oyuna başvurmuştu. Bu işe bulaşmayan kimse yoktu. Namık Kemal, Ziya Paşa, Mithat Paşa... Abdülaziz devrinde saray kadınlarının hepsinin mücevherleri rehinde idi." (Galata Bankerleri, Prof. Dr. Haydar Kazgan, sf.46)

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...