08 Ağustos 2014

İŞGAL İSTANBULU PDF E-KİTAP





İŞGAL İSTANBULU PDF E-KİTAP

PİRAMİTLERİN SAKLI SIRLARI BELGESELİ VİDEO





PİRAMİTLERİN SAKLI SIRLARI BELGESELİ VİDEO
Antik Mısırlıların ileri düzeyde teknolojik bilgiye sahip olduğu biliniyor.Antik Mısırlılar günümüz teknolojileri konusunda da bilgi sahibimiydiler.Piramitler bir çeşit enerji kaynağı olarakmı kullanılıyordu.Nikola Tesla’nın bulduğu manyetik enerji aktarımını sağlayan Tesla bobini ve Piezo elektrik teknolojisini biliyor ve kullanıyorlarmıydı?

FİRAVUN'LARIN GÖMÜLDÜĞÜ KRALLAR VADİSİ BELGESELİ VİDEO





FİRAVUN'LARIN GÖMÜLDÜĞÜ KRALLAR VADİSİ BELGESELİ
VİDEO

KRALLAR VADİSİ
Firavunların gömüldüğü krallar vadisindeki araştırmalar,pramitlerin yapılışları ve ortaya çıkan ilginç gerçekler

ANTİK MISIR'DA MUMYALAMA BELGESELİ VİDEO





ANTİK MISIR'DA MUMYALAMA BELGESELİ
VİDEO
 Antik Mısırlılarda Ölüm Sonrası Dünyaya Ait Vahşi Kutsiyet ve Ölülerini Öte Dünyaya Gönderiş Seremoni ve Mumyalama törenleri

ANTİK ÇAĞLARDA MISIR'IN GİZEMLERİ BELGESELİ VİDEO





ANTİK ÇAĞLARDA MISIR'IN GİZEMLERİ BELGESELİ
VİDEO

Antik çağlarda Mısır’ın 
piramitlerinin ve firavunlarının gizemli dünyasına yolculuk

MISIR PİRAMİTLERİ NASIL YAPILDI VİDEO






MISIR PİRAMİTLERİ NASILYAPILDI 
VİDEO


Mısır Piramitleri , Mısır’da yer alan eski piramit şekillerde yapılardır. Mısır’da 100’den fazla piramit vardır. Piramitlerin çoğu Eski Krallık Dönemi’nden Orta Krallık Dönemi’ne kadar firavunların mezarı için inşa edilmiştir. Bilinen en eski piramit 3. Hanedan döneminde inşa edilen Basamaklı Piramit’tir. Bu piramit ve etrafını çevreleyen bloklar; mimar İmhotep tarafından tasarlanmıştır. Ayrıca bu yapılar dünyanın en eski şekilli taşlardan inşa edilmiş yapısıdır. En çok bilinen piramitler Gize’de bulunmuştur. Birkaç Gize Piramidi inşa edilmiş en büyük yapılardandır. Gize Piramitleri’nin en büyüğü olan Keops Piramidi şu ana kadar zarar görmeden ayakta duran, Dünya’nın Yedi Harikası’ndan biri olarak görülmektedir

BÜYÜK GİZA PİRAMİDİ (KEOPS PRMİTİ).....VİDEO







BÜYÜK GİZA PİRAMİDİ (KEOPS PRMİTİ).VİDEO

Keops Piramiti (Khufu Piramiti, Büyük Piramit), günümüzde Mısır’ın başkenti Kahire’nin bir parçası olan Gize’yi (El Giza) çevreleyen antik “Gize mezar kenti”nde bulunan üç anıtsal piramitten en eski ve en büyük olanıdır. M.Ö. 2551-2.560 yılları civarında yapıldığı sanılan bu anıtsal kompleks, Dünyanın yedi harikasından biri olup, bu yedi harika içinde günümüze kadar ulaşan tek eserdir, varlığını günümüze dek hemen hemen tam olarak sürdürebilmiş olanıdır. Bu piramidin Mısır firavunu Khufu adına bir anıtsal mezar olarak inşa edildiğine inanılır ve yapımının yaklaşık yirmi yıl sürdüğü sanılmaktadır. 20. yy. başlarına dek, yani 3800 yıl boyunca hacmi ve kütlesi bakımından Dünya’daki en büyük yapay (insan yapımı) yapı olarak kabul edilmiş ve yükseklik rekoru 4000 yıl boyunca kırılamamıştır.

FİRAVUN AKHENETON TARİHTEN BİR YAPRAK ...VİDEO




FİRAVUN AKHENETON
TARİHTEN BİR YAPRAK
VİDEO



Akhenaton ya da IV. Amenhotep olarak da bilinir. Mısır yeni dönem 18. hanedanının bir firavunudur. Kraliçe Tiye ve III. Amenhotep’in genç olan çocuğudur. Büyük kardeşi Thutmosis babasından önce ölünce tahta önce ortak oldu, sonra da MÖ 1353-1336 ya da MÖ 1352-1334 yılları arasında (Mısır kronolojisinde değişir) firavunluk yaptı. Eşi Nefertiti’ydi.
Amenhotep Neferjeperura olarak bilinen Akhenaten (Akhenaton veya Akhenaten), saltanatının dördüncü yılına gelindiğinde adını değiştirdi.Akhenaton tahta geçişinin birinci yılında din alanında bir devrim yaparak Atenizm (bazen Atonizm) dinini kabul ettiğini ve tüm diğer Mısır tanrılarını reddederek (Ra, Maat, Hathor, İsis, Nephthys, Set, …) tek tanrı Aton’a ibadet edilmesini bir kanûnla halka duyurdu. Başlangıçta eski Mısır diniyle benzer gibi gözükse de, Atenizm tek tanrılı bir dine geçiş teşkil etmektedir.
Akhenaton öldüğünde, tahta Akhenaton’un yerine 10 yaşında olan Tutankhaton geçti. Tutankhaton ismini Tuthankhamon olarak değiştirerek Amon ve diğer pagan ilahlara tekrar tapınılmasının yolunu açmış oldu. Genç firavun 18 yaşında öldüğünde, Amon rahipleri eski sömürge ve pagan düzenin tekrar getirilmesi sebebiyle Tutankhamun’a unutulmaz bir tören yaptılar

EKMELEDDİN İHSANOĞLU'NU TANIYALIM PDF E-KİTAP






EKMELEDDİN İHSANOĞLU'NU TANIYALIM 
PDF E-KİTAP


BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ ŞİİRİ VİDEO ŞAİR HASAN YOLDIRIM





BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ ŞİİRİ 
VİDEO 
ŞAİR HASAN YOLDIRIM

Vani Mehmet Efendi



Vani  Mehmet Efendi 
müderris, müfessir Hünkâr Şeyhi 
Asıl ismi Mehmed'dir. Peygamber Efendimizin soyundan olup seyyiddir. Aslen Van'ın Hoşab (Güzelsu) kasabasındandır. Babası Vânî Bistâm Efendi'dir. Van'da doğmuş olup, doğum târihi bilinmemektedir. Babasından dolayı Vânîzâde, kendisi Van'da doğduğu için de Vânî nisbetleri ile meşhûr oldu. 1685 (H.1096) târihinde Bursa yakınlarında Kestel köyünde vefât edip, orada kendi yaptırdığı câminin girişine defnedildi.

Vânî Seyyid Mehmed Efendi, ilk tahsîline Van'da başladı. Doğunun belli başlı ilim merkezlerini dolaştı. Gence, Karabağ ve Tebriz gibi bâzı beldelerde ilim tahsîl etti. Nûreddîn Şirvânî'den Halvetî yolunun tasavvuf bilgilerini öğrenip kemâle geldi.Daha çok tefsîr, hadîs, fıkıh ve târih bilgileri üzerinde çalışan, edebiyât ve belâgatta yükselen Mehmed Efendi, Erzurum'a yerleşti. Câmilerde vâz ve nasîhatler ederek, insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi. Erzurum'da bulunduğu sırada evlenip çoluk çocuk sâhibi oldu. Sonra yetişen iki kızından birini talebelerinden Şeyhülislâm Seyyid Feyzullah Efendiye, diğerini de, yine talebelerinden Bursa Sultâniyesi müderrislerinden Mustafa Efendiye verdi. Bu dâmâdı daha sonra "Vânîdâmâdı" diye tanındı.

Bilgisi ve hitâbetiyle, herkesin hayranlığına mazhar olan Mehmed Efendi, Erzurum beylerbeyi Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa ile sohbet edip, nasîhatlerde bulundu. Fâzıl Ahmed Paşanın babasının vefâtı üzerine sadrâzam tâyin olunarak İstanbul'a çağrılmasından sonra,MehmedEfendinin nâmı İstanbul'da da duyulmaya başladı.Pâdişâh Dördüncü MehmedHanın emriyle İstanbul'a çağrıldı. Pâdişâh hocası (Hünkâr şeyhi) ve Yeni Câmide ilk kürsü vâizi oldu. Şehzâde Mustafa'nın da hocalığını yaptı. Pâdişâh vâizi olunca, şehzâde Mustafa'nın terbiyesini, talebesi ve dâmâdı Feyzullah Efendiye bıraktı. Pâdişâh hocası olmasından dolayı "Şeyh Mehmed" nâmıyla anılmaya başlanan Mehmed Efendinin Yeni Câmi kürsüsünden ettiği vâzlar, büyük îtibâr gördü. Zühd ve takvâsı, dünyâya ehemmiyet vermeyip, Allahü teâlâdan çok korkması, îtibârını yükseltti. Vâz ve nasîhatleri pek tesirli oldu. 1665 senesinde bâzı sahte tarîkatçıların çığırdan çıkan, zaman zaman İslâmiyetin dışına taşan hâl ve hareketlerinin durdurulması için ferman çıkarttı. 

Sabetay Sevi meselesi

Zamânında Sabatay Sevi adında bir haham kendisinin Mesih olduğuna dâir bir takım sapık fikirler ileri sürmüştü. Bir ihbâr üzerine yakalanıp Edirne'ye getirildi. Edirne sarayında Şeyhülislâm Minkarizâde Yahyâ Efendi ve Sultanın imâmı Vânî Mehmed Efendi'den müteşekkil bir dîvân kuruldu.Pâdişâhın bitişik odadan tâkib ettiği görüşmeler sonunda Sabatay kendisinin müslüman olduğunu söyledi ve dönme olduğunu îlân etti. Onun müslüman olmuş görünmesiyle ilgili olarak Vânî MehmedEfendi; "Bu adamın müslümanlığı kalbî hisler ve ihlâs ile kabûl ettiğine kâni değilim. Fakat dînimiz şüpheyi reddeder ve kişinin îmânı üzerinde hüküm ancak cenâb-ı Hakk'ındır. Bu îtibârla ihlâs ile müslüman olmasını niyâzdan başka bir şey yapamam." diyerek İslâmiyetin hükümlerine bağlı olduğunu gösterdi.

Vânî MehmedEfendi 1683 senesinde Sadrâzam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa komutasındaki İkinci Viyana Seferine ordu şeyhi olarak katıldı.Seferden sonra Bursa yakınlarındaki Kestel köyüne gönderildi. İstanbul'da boğazda kendi adıyla anılan Vanîköy'de bir câmi ve medrese yaptırdığı gibi, Kestel'de de büyük bir câmi ve mektep yaptırdı. Ömrünü orada tamamladı.

Vânî Mehmed Efendinin vakfiyesi özetle şöyledir: "Hamdü senâ Allahü teâlâya mahsustur. O'nun Resûlü'ne salât ve selâm ederim. Kullarına rahmetini ihsân etmekle kalplerini nûrlandırmış ve bunlar arasında zenginleri de hayır yapmak, kendilerine ihsân ettiği mallarını sırfAllahü teâlâdan sevâb umarak ve rızâsına tâlib olarak herkese faydalı şeyleri vakfetmekle seçip ayırmış ve cömert zenginlere dünyânın ve dünyâ zevklerinin fânî, geçici, âhiretin ve onun nişanlarının bâkî, kalıcı olduğunu ilhâm buyurmuştur.

Cenâb-ı Hak insanı şu fânî dünyâda, bâkî ve ebedî olan âhirete azık toplamak için yarattı. Dünyâda yarattığı cevher ve mâdenleri ve mallarını da, Cennet'in yüksek makamlarını onlarla elde etmek için bu hikmetle yaratıp îcâd etti. Dünyânın yokluğa gidişi ve âhiretin bâkî ve ebediyete mazhâr olduğu, Kur'ân-ı kerîmde bildirildi. Sonra âhiret için azık tedârik etmek ve muhtâc olanlara yardım husûsunda teşvikte bulunuldu. Mescid yapanlar ve tâmir edenlerin fazîletleri bildirildi. Gam ve endişenin insanları sardığı bir günde ümmetine şefkat buyuracak olan Peygamber efendimiz, birçok hadîs-i şerîfleri ile evkafın menfaatlerinden haber verdi.

Bundan sonra kardeşlerim ve sevdiklerim: Biliniz ki, günâhı çok ve ayakların toprağı olarak şu sahifeleri karalayan ve suçunu, kusûrunu îtirâf eden ve Rabbin rahmetini ve yardımını uman Van'da doğanBursa'da oturan Muhammed bin Molla Bistam bin MollaRüstem bin Şeyh Halil şöyle der: Tefekkür ederek dünyânın karar yeri olmadığını ve insanın elde ettiği malların ancak günâh ve zarardan ibâret bulunduğunu ve âhiret için dünyâ servetlerine dalıp infak ve tasadduk yönünden geçmenin mutlaka kötü bir alışkanlıktan ibâret olduğunu anlayınca, Bursa'da Kestel Karyesinde cenâb-ı Hakk'ın bana ihsân ettiği mal ile içinde müslümanların her namazı ve bilhassa Cumâ ve bayram namazlarını edâ etmeleri için bir mescid ve câmi yaptırdım.

Ey Rabbim! Kulunu bu mübârek binâların inşâsına muvaffak kıldığın gibi, bunların güzelce kabûlünü ve bereketini de ihsân eyle. Rızâna yakın olarak dîninin ihyâsına sebep kıl."

Pekçok talebe yetiştiren Vanî Mehmed Efendi, birçok kıymetli eser kaleme aldı. Arâis-ül-Kur'ân, Hülâsât-üt-Tefâsîr, Risâle-i Mebde' vel-Me'âd, A'mâl-ül-Yevm vel-Leyl adlı eserleri yanında devlet büyüklerine gönderdiği nasîhat mektuplarını ihtivâ eden bir de münşeâtı vardır. Eserleri çeşitli kütüphânelerde mevcuttur.

1) Târih-i Râşid; c.1, s.483
2) Güldeste-i Riyâz-ı İrfân; s.409
3) Osmanlı Müellifleri; c.2, s.50
4) Kâmûs-ül-A'lâm; s.4679
5) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1159
6) Vekâyi-ül-Fudelâ, Üniversite Kütüphânesi, Türkçe Yazmalar Bölümü, No: 3216, c.2, v.218a
7) Hadîkat-ül-Cevâmi'; c.2, s.168

8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.245

AYDINOĞULLARI BEYLİĞİ-BİZANS DEVLETİ İLİŞKİLERİ (1308-1390)






AYDINOĞULLARI BEYLİĞİ
BİZANS DEVLETİ İLİŞKİLERİ
(1308-1390)

SAADET PARTİSİ YİK BAŞKANI Oğuzhan ASİLTÜRK





SAADET PARTİSİ YİK BAŞKANI Oğuzhan ASİLTÜRK 

Değerlerimize aykırı adaya oy vermeyiz
08 Ağustos 2014 Cuma 00:00
Saadet Partisi Yik Başkanı Asiltürk, Önemli Açıklamalarda Bulundu…
Saadet Partisi YİK Başkanı Oğuzhan Asiltürk, cumhurbaşkanlığı seçimi ve İsrail’in Gazze’de uyguladığı vahşet ile ilgili değerlendirmeler yaptı. Asiltürk, Türkiye’nin İsrail’e yaptırımlar uygulaması gerektiğini söyleyerek, “İsrail’in her türlü ihtiyaçlarını bu iktidar karışılıyor. Ondan sonra da ‘çocukları öldürüyorsunuz’ diyorlar” dedi.
Asiltürk: “Erbakan Hoca’nın çok meşhur bir tabiri vardı; “Bunlar demokrasi derler ama demokrasi değil, demokratur diye bir şeyi taklit ederler.” Şimdi halk cumhurbaşkanını seçecek. Peki, cumhurbaşkanları adayları kim gösterecek? Halk göstermeyecek. Partiler de göstermeyecek. Meclis’te grubu olan partilerin milletvekilleri gösterecek. Niye birbirimizi aldatıyoruz. Şimdi normal olarak cumhurbaşkanını halk seçmiyor. Cumhurbaşkanını seçilmesini tespit edenlerin seçtikleri arasında halk tercih yapmak zorunda bırakılıyor. Bu halkın seçmesi değildir.”
Ankara Bürosu
Saadet Partisi Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Oğuzhan Asiltürk, gündemin iki konusu olan cumhurbaşkanlığı seçimleri ve Siyonist İsrail’in Gazze saldırılarıyla ilgili önemli açıklamalarda bulundu. Cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda anti demokratik bir sürecin sürdürüldüğünü kaydeden Asiltürk, her partinin kendi adayını çıkarabileceği bir sistemin uygulamaya konulması gerektiğine dikkat çekti. Asiltürk, milletin iradesine saygı duydukları için sandığa gideceklerinin altını da çizerek, hiçbir adaya oy vermeyeceklerini açıkladı.
Halkın Önüne Zoraki Adaylar Konuluyor
Cumhurbaşkanlığı seçimlerini de değerlendiren Asiltürk “Erbakan Hoca’nın çok meşhur bir tabiri vardı; “Bunlar demokrasi derler ama demokrasi değil, demokratur diye bir şeyi taklit ederler.” Şimdi halk cumhurbaşkanını seçecek. Peki, cumhurbaşkanları adayları kim gösterecek? Halk göstermeyecek. Partilerde göstermeyecek. Halkı aldatmak için çeşitli yollar var. Grubu olan partilerin milletvekilleri gösterecek. Niye birbirimizi aldatıyoruz. Bizim birçok söylediklerimiz zamanında değerlendirilmese bile, bir zaman sonra halklı olduğumuz ortaya çıkıyor. Şimdi normal olarak cumhurbaşkanını halk seçmiyor. Cumhurbaşkanını seçilmesini tespit edenlerin seçtikleri arasında halk tercih yapmak zorunda bırakılıyor. Bu halkın seçmesi değildir.
Partiler Anayasa’ya göre, siyasetin temel unsurlarıdır. Partiler olmadan siyaset yapılamaz. Demokrasinin temel unsurları olacaklar ama seçime aday gösteremeyecek. Bu nasıl olur; Türkiye gibi bir memlekette olur. Bunun adı; demokrasi değil, demokraturdur. Partiler aday gösterirse, oyu millet verecek ama baştan “Milletin oy vermeyi isteyeceği kişileri istemiyoruz. Kendi seçeceğimiz adayları milletin önüne koyacağız. Kabul edersen et, etmezsen etme” anlayışı var.” değerlendirmesinde bulundu.
Bizim İstediğimiz; Adayı Halkın Seçmesi
Asiltürk konuşmasının devamında şunları söyledi: ”Hangi milletin cumhurbaşkanını seçiyoruz. O millet için kendi düşüncelerine göre adaylarını düzenleyenler diyor ki;  “Sizin aklınız ermez, partilerde aday belirleyemez. Çünkü onların içerisinde milli görüşçüler var. Ahlaki ve manevi değerlere bağlı bir parti var. Bunun göstereceği aday sizin adayınız olacağı için onu da gösteremeyiz. Biz kendimiz adayları tespit ederiz. İster oy ver, istersen verme” deniliyor. Bu demokrasi değildir. Bizim savunduğumuz cumhurbaşkanı halkın hem aday göstermesi hem de seçmesidir. İleride bu olacak ve biz iktidarda olacağız Allah’ın izniyle. Bütün bu yanlışları da düzelteceğiz.
Bunun Adı Kandırmaca
Milletin seçimlere girmesi için kabul ettiği, Anayasa ve siyasi partiler kanunu da, “Bunlar seçime girerler, seçimde eğer birinci parti olurlarsa başbakan bile olurlar” diye kabul ediyor. Bu seçime giren partilerin aday göstermesini kabul etmiyorsun da cumhurbaşkanlığı için niye kabul etmiyorsun. İşte bizim demokrasimiz bu. Demokrasi falan değil bu; halkı kandırmacadır. Böyle bir şey dünya da yok.  Bu milletin istediği inançlarına manevi değerlerine bağlı bir adayı gösteririz biz. Millette onu seçer, seçmezse ona bir şey demiyoruz. Ama burada aday gösterilmesi engelleniyor. YSK ilan ediyor şu kadar parti adaylara oy verebilir. Bunun manası; onlar adaylardan hangisini isterse cumhurbaşkanı olur ama onlar kendileri aday gösteremezler. Böyle bir demokrasi olmaz. Allah imkan verirde geçmişte olduğu gibi TBMM’de temsil edilecek hale gelirsek, biz oraya girdiğimiz zaman bütün yanlışlıklar önleniyor. Geçmiş dönemde böyle oldu.”
Adayların Kişiliği Bizi İlgilendirmez, İcraatlara Bakarız
“Biz adayların kişiliği ile ilgili değiliz”  diyen Asiltürk Asıl burada önemli olan devletin idaresine geldiği zaman inançları nedir, uygulamaları nedir? Adaylardan üçü de şuandaki dış politikaya benimsemiş durumdalar. Biz AB’yi girmek için yıllardır kapısında nöbet bekliyoruz. Bunlar bize emir veren bizi elli sene bekleten bir topluluğun kapısında bekleyecekler. Biz böyle bir cumhurbaşkanı adayına oy vermeyiz. Bu kişisel bir mesele değil. Ayrıca dış politikada Türkiye, Batının uydusu haline gelmiş bir ülke konumunda. Hâlbuki Türkiye o kadar önemli bir konuma sahip” ifadelerini kullandı.
Biz Onlara da Akıl Veririz
Asiltürk konuşmasında şu hususlara da dikkat çekti: “Dünyada iki tane kutuplaşma var. Birisi; Amerika, İsrail ve etrafındakiler. Diğeri ise; Rusya, Çin ve Şanghay Beşlisi. Bizim menfaatimiz bir yere yaranmak değildir. Bizim menfaatimiz konumumuz itibariyle, birisine teslim olmadan ilişki kurmaktır. Dış politika bakımından biz adayların hiçbirine oy veremeyiz. Biz toplumun ahlaki, manevi değerlerine inançlarına bağlı olan bir insanı cumhurbaşkanı görmek isteriz. Öyle görünenleri değil. Bu durumda biz mevcut adayların hiçbirine oy vermeyeceğiz ancak sandığa gideceğiz. Neden mi? Bizim ve bizim gibi düşünenlerin sandığa gitmemesi halinde seçmen sayısının çok daha altında bir seçmen sandığa gitmiş olacak. Onların geçerli oyları alınacak. Cumhurbaşkanı birinci turda seçilemeyecek öyle sanıyorum. Bu durumda çok az oyla da ikinci turda cumhurbaşkanı seçilebilir.  Cumhurbaşkanı demek; hangi inançta olursa olsun cumhurun adıdır. Cumhur;  toplumun adıdır. Nutuk atarken “Şöyle yaparız, böyle yaparız” diye reklamlarda ne yaparlarsa yapsınlar ama gerçeği değiştiremezler. Biz bu durumu düzeltmek istiyoruz. Darılmasınlar kendilerin düzeltmeye akılları yetmiyorsa, biz onlara bu akılları veririz.
Cumhurbaşkanlığı Seçimlerinden Sonra Gerilimler Devam Edecek
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra gerilimler devam edecek. Bir grup diyeceki; “Bu benim cumhurbaşkanın değil.” Oy başka bir şeydir. Bir partinin tabanı başka bir şeydir. O taban Türkiye’de çoğunluk olabilir ama diğerlerin temsil edilmesi nasıl olacak? Türkiye’de sınırlı bir kesimin seçtiği cumhurbaşkanı olacak. Biz bazı şeyleri millet uyanmadan söylüyoruz. Bizim söylediklerimiz ortaya çıkınca da “Milli Görüşçüler demişti” diyorlar. Bu konuda devamlı bir şey söylememiz lazım. Bizim elimizden gelen yanlışlıkları söylemektir. Biz iktidar olsak Gazze’de böyle bir şeyin yapılması mümkün değil ama şimdi her gün birçok insan ölüyor ve Amerika’da onları destekliyor. Bizim iktidarımızda Amerika’yla ortak. Hafızaları çatlatacak ölçüde büyük yanlışlık var. İsrail bütün bunları yapıyor. Bizim ticari ilişkilerimiz de artarak devam ediyor. Hatta bakanların ve önemli noktada olanların söyledikleri şeyler var ki insan hayret ediyor. Bu uygulama yapılırken Başbakanın aleyhte konuşmasının hiçbir anlamı olmaz. Gazze’deki insanları vuranların benzin ihtiyacını Türkiye karşılıyor. Bu iktidar karşılıyor. İsrail’in her türlü ihtiyaçlarını bu iktidar karışılıyor. Ondan sonra da “Çocuklarını öldürüyorsunuz” diyorlar. “

BORALTAN KÖPRÜSÜ GERÇEK HİKAYESİ VİDEO





BORALTAN KÖPRÜSÜ GERÇEK HİKAYESİ VİDEO


Türk tarihinde Türk’ün Türk’e yaptığı büyük ihanetlerden biri, Azerbaycanlı soydaşlarımızın ’nü geçerek Türkiye’ye sığınma isteklerini, Türk hükümetinin geri çevirip Ruslara teslim edilmesi olayıdır. Bu olay, tarihin ve Türklüğün bir yüz karası olarak hatıralarda kalmıştır. Çanakkale’de düşman askerinin bile yarasını sarmayı şeref bilen, destanlar yazan, çağ açıp çağ kapatan Türk ulusunun vicdanı, şerefi ve soydaşlık bağı, diplomasiye ve bürokrasiye yenik düşmüştür!

1944 yılında Orta Asya, Sovyet Rusya’sı tarafından işgal edilmiş ve komünist sisteme karşı koymak için atılan en ufak adımın bile önüne geçilmek istenmiştir. Bu baskıdan kaçarak kendileri için “anayurt” olarak gördükleri Türkiye’ye sığınmak isteyen 146 tane Azerbaycan Türkü soydaşımız, Iğdır’daki sınır kapısına yakın yerdeki Aras Nehri üzerindeki Boraltan Köprüsü‘nü geçmiş ve hürriyete kavuşmanın sevinciyle Türk sınır karakoluna sığınmışlardır.

Bu yıllar Türkiye’de “” * döneminin yaşandığı, “Türk yurdunda TÜRK’üm demenin suç olduğu” bir dönemdir. 146 tutsak Azerbaycanlı soydaşımızın Türkiye’ye sığındığını duyan  hükümeti, bu kişilerin derhal ’ye iadesini istemişlerdir. Türkiye’ye sığınan soydaşlarımız, kuşkusuz kendilerinin azılı Rus askerlerine geri verileceğine olasılık bile vermemektedirler. Çünkü kardeşlerinin, anayurttaki soydaşlarının yanına gelmişler ve kendilerini hiç olmadığı kadar güvende hissetmişlerdir. Fakat Milli Şef‘in Türklüğe ve Türk’e olan düşmanlığı, burada da devreye girerek akıllarda olmayan olasılığın Türk’ü adeta bir soykırıma sürüklemeye yetmiştir.

Sovyetler’den gelen istek üzerine karakoldaki askerler panik içinde Ankara ile temasa geçiyor ve Türkiye’ye sığınan soydaşlarımızın geri verilip verilmeyeceği ile ilgili bilgi almak istiyor. Hem Türk askerleri hem de sığınan kandaşlarımız öz yurtlarının böyle vatan sevdalısı kardeşlerimize kucak açacağından emin bir şekilde Ankara’dan gelecek yanıtı bekliyorlar. Ankara’dan gelen yanıt, herkesin tüylerini ürpertiyor:
- “Esirleri derhal iade edin!“

Bu korkunç yanıt, herkeste bir korku ve şaşkınlık uyandırıyor ve Ankara’nın cevabı tekrar isteniyor. Fakat sonuç aynı: “Ülkelerine iade edin!“
Azerbeycanlı kandaşlarımız bu yanıt karşısında “Lütfen bizi o azılı düşmanlara teslim etmeyin, bizi siz öldürün. Kendi vatanımızda, kendi bayrağımızın altında ölmüş oluruz.” deseler de, karakol komutanı içini kan ağlaya ağlaya 146 esir TÜRK’ü yeniden Sovyet Rusya’sına, Türk’ün bağımsızlığa hasret kaldığı soysuz yere, teslim etmek zorunda kalıyor. Ruslara zorlukla teslim olan 146 Türk evladı, hemen elleri ayakları bağlanarak oracıkta, Türk askerlerinin gözleri önünde kurşuna dizilerek öldürülüyor!

Tutsak Türklerin kurşuna dizilmeden önce söyledikleri bir ağıt şöyle:
Boraltan bir köprü, aşar geçer Aras’ı,

Yuğsan Aras suyuyla, çıkmaz yüzün karası.
Karası, karası, merhamet fukarası,

Karası, karası, merhamet fukarası,
Düşman bekler karşıda, önüne kattı beni,

Can alınan çarşıda, kardeşim sattı beni.
Dönüp seslendim geri, merhametsiz birine,

Beni siz vursaydınız, şu gavurun yerine.

’ın büyük milli şairi
 Almas Yıldırım, bu olayı
“Dönek Kardeş” adlı şiirinde şöyle dile getiriyor:
Türk denince özü, sözü mert olur,

Dost deyince ayrılmaz bir fert olur,
Kardeş deyip dara düşsem, sığınsam,
Şimden geru bu bana bir dert olur.
Ben ne diyem bu vefasız dağlara,
Öz kardaşı dönek olan ağlara!

Türk; o Altayların dünkü eri mi?

Yolunda can koydum, verdim serimi,
Düştüğü ağlardan kurtulsun diye,
Serdim ayağına doğma yerimi…
Kardaş armağanı, dökülen kanlar,
Bana mükâfat mı giden kurbanlar?

Ben diyorum, Kayıhan’dır soyumuz,

Bir kaynaktan varlığımız, boyumuz,
Dilim dili, yolum yolu, emel bir,
Bir bayrakta, yıldız’ımız, ay’ımız.
Azerî, Türk, Türkmen; var mı ayrılık,
Nerden doğdu bu imansız gayrılık?

Alnımın yazısı, karadır kara,

Karadan bir mendil yolladım yara,
Yol uzun, el uzak, yetişmez eller,
Türklüğün kanayan kalbini sara.
Felek kıymış beslenen bu dileğe,
Lânet Türk’ü hançerleyen bileğe.

Bir suç mu düşmana göğüs gerdiğim?

Günah mı Türklüğe gönül verdiğim?
Rusların açtığı yaradan derin,
Anayurtta öz kardaştan gördüğüm.
Seslenseydim, ses çıkardı her taştan,
Ne beklersin sağırlaşan bir baştan.

Kaçtır, eli kanlı çıktı oyundan,

Ne bilem, kahpelik varmış soyunda,
Girdiğim öz yurttan döndürülürken,
Kanımın aktığı sınır boyunda
Açan lâlelerden bir çelenk örsem,
Türklük dünyasına armağan versem.


Karakol komutanı genç subay evine döndükten sonra yaşananlara dayanamayıp intihar etmiştir.
 Bu olay, Türk’ün (?) Türk’e ihanetidir. 
Bu olay, bir devlet yönetiminin ne kadar soysuzlaşabildiğinin apaçık kanıtıdır. 
Bu olay, ruhları uçmağa varan bağımsızlık aşığı 146 bozkurtun kutlu direnişinin yankıları misali, hâlâ kulaklarımızda çınlamaktadır.
Tanrı, TÜRK’ü önce kendinden; sonra nice soysuzdan korusun!
Orkun KUTLU

YE’CÛC VE ME’CÛC:



YE’CÛC VE ME’CÛC:
[ÖZET SONUÇ: 
18Kehf/93-94-Nihayet iki sedd arasına ulaştığında iki kavmin astlarından, hemen hemen hiç söz anlamayan bir kavim buldu. 94-Onlar [söz anlamaz kavim] dediler ki: “Ey Zülkarneyn! Şüphesiz Ye’cûc ve Me’cûc bu topraklarda bozgunculardır. Onun için, bizimle onlar arasında bir sedd kılman üzere [şartıyla] sana bir vergi versek olur mu?” 21Enbiya/92–97-“… Ve helak ettiğimiz bir kent üzerine, “kendilerinin dönmemeleri” haramdır [dönmemeleri düşünülemez]. Hatta Ye’cûc ve Me’cûc [akıncılar] açıldığı zaman, onlar, yüksek tepeden akın edip çıkarlar. Ve gerçek vaat yaklaştığı zamano küfretmiş olan kişilerin gözleri dönüverir: “Eyvah bizlere! Kesinlikle biz bundan gaflet içindeydik. Aslında biz zalim kimseler idik.” Kitab-ı Mukaddes, İncil ve Kur’ân’daki anlatıma göre Ye’cûc ve Me’cûc’ün ortak özelliği akıncılık, istilacılıktırDolayısıyla, bu iki sözcüğün çağrıştırdığı güç bir ordunun gücüdür. Bu durumda Ye’cûc ordu komutanı, Me’cûc de onun askerleri anlamındadırYe’cûc ve Me’cûc’ü belli bir tarihe ve coğrafyaya sıkıştırmak yanlıştır. Her devirde ve her bölgede Ye’cûc Me’cûc olabilir. Geçmiş devirde Büyük İskender ve ordusu Ye’cûc Me’cûc idi. Anadolu’yu istila/feth eden Alpaslan ve ordusu da Anadolu halkı için Ye’cûc ve Me’cûc idi. Bizansı istila/feth eden Fatih ve ordusu Bizans için, bugün Irak’ı işgal/istila eden Amerika ve müttefikleri de İslâm dünyası için Ye’cûc ve Me’cûc dür. Afganistan’ı, Çeçenistan’ı, Filistin’i, Vietnam’ı, Mısır’ı, Libya’yı, Fas’ı, Tunus’u istila edenler de hep Ye’cûc ve Me’cûc’dür. 94. Âyette, sözcüklerin hakikat anlamlarına göre, laf anlamaz, kanun nizam dinlemez toplum’ un sanki üçüncü şahıslardan bahseder gibi Zülkarneyn’e Ey Zülkarneyn! Şüphesiz Ye’cüc ve Me’cüc bu topraklarda bozgunculardır şeklinde hitap ettikleri görülmektedir. Üzerinde yeterince tefekkür edilmediği için ayette nakledilen bu konuşma yanlış değerlendirilmektedir. Hâlbuki sözü edilen laf anlamaz, kanun nizam dinlemez toplum Zülkarneyn’e doğrudan Sen ve ordun, bu topraklarda bozguncularsınız demeyip nazik ve diplomatik bir üslupla Ey Zülkarneyn! Şüphesiz Ye’cûc ve Me’cûc bu topraklarda bozgunculardır şeklinde kinayeli bir lisanla seslenmektedirler. Bütün bu açıklamalardan varacağımız sonuç şudur: Hayber’i istila eden komutan [Muhammed] ve askerleri [Sahabe] de Hayberliler için Ye’cûc ve Me’cûc’dür.”
Bu sözcüklerle ilgili birçok abartılı nakiller ortaya atılmıştır. Bunların en sadesini naklediyoruz:
Ye’cûc ve Me’cûc hakkında yaptığı nakilde ise şunlar bulunmaktadır: Bazıları Ye’cûc ve Me’cuckelimelerinin Arapça asıldan geldiğini, ateşin tutuşup alevlen­mesi anlamında olduğunu söylemiştir. Veya bunlar, yabancı kelimeler olup Arapçalaştırılmıştır. Bu iki kavim Yafes b. Nuh’un çocuklarından olup Türklerden bir nesildir. Ya­hut Türkler onlardan bir grup olup, Zülkarneyn seddi inşa etmeden oradan çıkmışlar ve dışarıda kalmışlardır. Sonra da Türk diye adlandırılmışlardır. 22 kabile olup Âdemoğullarının onda dokuzunu oluşturmaktadırlar. Onlar iki millet olup her millet de dört bin millettir. Erkeklerinin her biri, neslinden bin kişinin yetişip silah kullanabilecek duru­ma geldiğini görmeden ölmez. Bunlar Âdem Peygamberin çocuklarından olup dünyayı tahrip etmek için dolaşırlar. Onlar hakkında anlatılanlara göre, bunlar üç sınıftır: Bir sınıf Şam’daki çamlar gibidir; boyları göğe doğru 120 zira’dır [Bir zira' yaklaşık 70 cm uzunluğundadır]. Diğer bir sınıf, genişliği ve uzunluğu eşit olarak 120 zira’dır, bunların karşısında ne dağ ne de demir duramaz. Üçüncü sınıf ise, bir kulağını yere yayıp üzerine yatar, öbür kulağıyla da sarınıp örtünür. Bunlar, karşılaştıkları her türlü vahşi hayvanı, fili, domuzu, köpeği hatta kendilerinden öleni bile yerler. Önleri Şam’da arkaları Horasan’dadır, doğu nehirlerinin hepsini içerler. Bununla beraber bunlardan bir karış uzunlu­ğunda olanlar da vardır. Zülkarneyn onlardan, boyu orta boylu adamın yarısı kadar olan­lar da buldu, onların ellerinde pençeler vardı. Dişleri vahşi hayvanların dişleri gibiydi, kendilerini sıcak ve soğuktan koruyan cesetlerinde kıllar vardı ve hayvanlar gibi çiftleşirlerdi. Âdem Peygamber bir gece ihtilam olmuş, menisi toprakla karışmış, Allah da bu sudan Ye’cûc ve Me’cûc’u yaratmıştır. Onlar Âdemoğulları ile baba cihetinden birleşmektedirler. Onlar yırtıcılara benzeyip hayvanları, yırtıcıları parçalarlar; yılan, akrep ve her türlü canlıyı yerler. İlkbaharda ülkelerinden çıkıyorlar ve yaş, yeşil olan her şeyi yiyor; kuru olanları ise beraberlerinde götürüyorlardı. [69–46](Derveze; et Tefsirü’l Hadis)
Bizim bu konuyla ilgili tahlilimiz ise şöyledir:
Ye’cûc ve Me’cûc sözcüklerinin Arapça olmadığı hakkında görüşler ortaya atılmıştır. Hatta Kur’ân’daki Arapça olmayan kelimelerin tespit ve açıklaması konusunda yapılan çalışmalarda, bu sözcüklerin “Harutve Marut” sözcükleri gibi yabancı [Yunanca] olduğu, sonradan Arapçalaştırıldıkları nakledilmiştir. [69–47](el Cevaliki ; el Muarreb, Dr. Semih Ebu Muğuli; Fi’l Kur’âni min Külli Lisan)
Bu sözcüklerin yapılarına ekleme çıkarma yapılmak suretiyle Arapça olduğu da kabul edilmiştir. Bu konuda bizim de bir hayli gayretimiz olmuş, ancak bu gayretler de boşuna olmuştur.
Şöyle ki: Bu sözcükleri Arapça kabul edebilmek için, bu sözcüklerden يأجوج - Ye’cûc sözcüğünün “ateşi alevlendirmek, ateş sesi, acı vermek [tuz acısı] anlamındaki ا ج ج - ecc kökünden; مأجوج - me’cûcsözcüğünün de “atmak, saçmak” anlamındaki م ج ج - mcc kökünden türediği düşünülebilir. [69–48](Lisanü’l Arab, c. 8, s. 204)
Ne var ki, bu kökten her ne kadar يأجج - yecûcü veya يؤجج - yücicü,  يمجج - yemcicü kalıbında geniş zaman fiili oluşturulabilse de, hiçbir zaman “Ye’cûc” veya “Yâcûc”; “Me’cûc” veya “Mâcûc” kalıbında isim oluşturulması mümkün değildir. Bu durumda, isim olan bu sözcüklerin Arap diline başka dillerden geldiğini kabul etmek zorunluluğu doğmaktadır. Tüm dillerde bu tarz yapılandırmalar vardır. Buna “Hercü Merc, Harut Marut, herrü merrü” gibi sözcükleri örnek verebiliriz.
Ye’cûc ve Me’cûc sözcükleri, bizim kanaatimize göre de, genel kabule uygun olarak Arapça kökenli değildir. “Teogog ve Demogog” sözcüklerinin kısaltılmışları olan “Gog ve Magog” sözcüklerinin Arapçalaşmış halleridir.
Bu sözcükler ile ilgili olarak Ehl-i Kitab’ın [Yahûdi ve Hıristiyanların] kutsal kitaplarında metinler vardır:
 ”Bin yıl dolunca, şeytan zindanından çözülecektir ve yerin dört köşesinde olan milletleri, Gog ve Magog’u, saptırmak ve onları çenk için bir araya toplamak üzere çıkacaktır. Onların sayısı denizin kumu gibidir.” [69–49](İncîl /Vahiy 20. Bab 7–8)
 ”Yâfes’in oğulları: Gomer, ve Me’cûc, ve Maday, ve Yavan, ve Tubal, ve Meşek, ve Tiras…” [69–50](Tekvin 10/2)
“Rab uzaktan, dünyanın ucundan bir milleti, dilini anlamayacağın bir milleti kartal uçar gibi senin üzerine getirecek; kocamış olanın şahsına itibar etmeyen ve çocuklara acımayan, sert yüzlü bir millet ve o seni helak edinceye kadar, hayvanlarının semeresini ve toprağının semeresini yiyecek ve seni bitirinceye kadar sana buğday, yeni şarap ve yağ, hayvanlarının yavrularını ve koyunlarının yavrularını bırakmayacaktır. Ve bütün memleketinde güvenmiş olduğun yüksek ve dayanıklı duvarların düşünceye kadar seni bütün şehirlerinde muhasara edecekler ve Allah’ın Rabbin sana verdiği memleketinde, seni bütün şehirlerinde muhasara edecekler. [69–51](Tesniye 28/49–51)
“Âdemoğlu, Magog diyarından olan, Roşun, Meşekin ve Tubal’ın beyi Gog’a yönel ve ona karşı peygamberlik et ve de: Yehova şöyle diyor: “Roşun, Meşekin ve Tubalın beyi Gog, işte, ben sana karşıyım.” [69–52](Hezekiel 38/2–3)
“Bundan dolayı, Âdemoğlu peygamberlik et ve Gog’a de: ‘Rab Yahova şöyle diyor: ‘Kavmim İsrâil emniyette oturunca, sen o gün öğrenmeyeceksin. Ve sen ve seninle beraber birçok kavimler, hepsi atlara binmiş, büyük bir cumhur ve kuvvetli bir ordu olarak, şimalin sonlarından, kendi yerinden geleceksin ve diyarı örtmek için bir bulut gibi kavmim İsrail’e karşı çıkacaksın, son günlerde vaki olacak ki, milletlerin gözü önünde sende takdis olunacağım zaman, ey Gog, onlar beni tanısınlar diye, seni kendi diyarıma karşı getireceğim.” [69–53](Hezekiel 38/14–16)
“Ve Gog İsrâil diyarına karşı geldiği zaman, Rab Yehova’nın sözü, o günde vaki olacak ki, ateş püsküreceğim. Ve sen Ademoğlu, Gog’a karşı peygamberlik et, ve de: ‘Rab Yehova şöyle diyor’: ‘Roşun, Meşekin ve Tubalın beyi Gog, işte, ben sana karşıyım; Ve seni geri çevireceğim, ve seni ileri götüreceğim, ve şimalin sonlarından seni çıkaracağım; ve seni İsrâîl dağları üzerine getireceğim; ve sol elinden yayını ve sağ elinden oklarını vurup düşüreceğim. Sen, bütün ordularınla ve yanında olan kavimlerle, İsrâil dağları üzerinde düşeceksin; yesinler diye her çeşit yırtıcı kuşa ve kırın canavarına seni vereceğim. Açık kırda düşeceksin; çünkü ben söyledim, Rab Yehovanın sözü. Ve Magog üzerine ve adalarda emniyette oturanlar üzerine ateş göndereceğim ve bilecekler ki; ben Rabbim.” [69–54](Hezekiel 39/1–6)
“Ve o gün vaki olacak ki, İsrâil’de, denizin şarkında Geçiciler deresinde [Abarim deresinde] Gog’a kabir yeri vereceğim ve oradan geçenleri o durduracak ve orada Gog’u ve bütün cumhurunu gömecekler ve oraya Hamon-Gog [Gog cumhuru] deresi denilecek. Ve memleketi temizlesinler diye İsrail evleri yedi ay onları gömmekte devam edecekler. Ve onları memleketin bütün kavmi gömecek ve onlara izzet bulduğum günde nam olacak, Rab Yehova’nın sözü. Ve devam üzere memleket içinden geçecek adamlar ve o geçenlerle beraber memleketi temizlemek için yerin üzerinde kalanları gömecek adamlar ayıracaklar; onlar yedi ayın sonunu da araştıracaklar. Ve memleket içinden geçecek olanlar geçecekler ve biri insan kemiği görünce gömecek olanlar onu Hamon-gog deresine gömünceye kadar yanına bir nişan koyacak. Ve Hamona da bir şehrin adı olacak. Memleketi temizleyecekler.” [69–55](Hezekiel 39/ 11–12)
“Ve bin yıl tamam olunca, şeytan zindanından çözülecektir ve yerin dört köşesinde olan milletleri, Ye’cûc ve Me’cûc’ü, saptırmak ve onları çenk için bir araya toplamak üzere çıkacaktır; Onların sayısı denizin kumu gibidir. Ve yerin genişliği üzerine çıktılar ve mukaddeslerin ordusunu ve sevgili şehri kuşattılar ve gökten ateş inip onları yedi.” [69–56](Yuhannâ’nın Vahyi 20/7–8)
“İşte, ey İsrâîl evi, uzaktan evinize bir millet getireceğim, Rab diyor; o zorlu bir millet, eski bir millettir, bir millet ki, sen onun dilini bilmez ve ne dediklerini anlamazsın. Onların ok kılıfı açık bir kabirdir, hepsi yiğitlerdir. Oğullarının ve kızlarının yiyecekleri harman mahsulünü ve ekmeğini onlar yiyecekler; asmalarını ve incir ağaçlarını yiyecekler; güvenmekte olduğun duvarlı şehirlerini kılıçla vurup yıkacaklar. Fakat o günlerde bile sizi bütün bütün bitirmeyeceğim, Rab diyor. [69–57](Yeremya 5/15)
Bu anlamları Ye’cûc ve Me’cûc’ün ikinci kez yer aldığı Enbiyâ Sûresindeki paragrafta tetkik edelim:
(Enbiya: 92–97) Şüphesiz bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde bana kulluk edin. Hâlbuki onlar [müşrikler], işlerini aralarında paramparça ettiler. Hepsi yalnızca Bize dönücülerdir. Öyleyse kim inanmış olarak sâlihâtı işlerse onun emeği için nankörlük edilmeyecektir. Biz, hiç şüphesiz onu yazanlarız da. Ve helak ettiğimiz bir kent üzerine, “kendilerinin dönmemeleri” haramdır [dönmemeleri düşünülemez]. Hatta Ye’cûc ve Me’cûc [akıncılar] açıldığı zaman, onlar, yüksek tepeden akın edip çıkarlar. Ve gerçek vaat yaklaştığı zaman o küfretmiş olan kişilerin gözleri dönüverir: “Eyvah bizlere! Kesinlikle biz bundan gaflet içindeydik. Aslında biz zalim kimseler idik.”
Gerek Kitab-ı Mukaddes ve İncil’deki, gerekse Kur’ân’daki anlatıma göre Ye’cûc ve Me’cûc’ün ortak özelliği akıncılık, istilacılıktır.
Dolayısıyla, bu iki sözcüğün çağrıştırdığı güç bir ordunun gücüdür. Bu durumda Ye’cûc ordu komutanı, Me’cûc de onun askerleri anlamındadır.
Dikkat çeken bir diğer nokta da, bu sözcüklerin “yakıp yıkma, atıp saçma” sözcüklerini çağrıştıran kelimelerle Arapçalaşmış olmalarıdır.
Ye’cûc ve Me’cûc’ü belli bir tarihe ve coğrafyaya sıkıştırmak yanlıştır. Her devirde ve her bölgede Ye’cûc Me’cûc olabilir. Geçmiş devirde Büyük İskender ve ordusu Ye’cûc Me’cûc idi. Anadolu’yu istila/feth eden Alpaslan ve ordusu da Anadolu halkı için Ye’cûc ve Me’cûc idi. Bizansı istila/feth eden Fatih ve ordusu Bizans için, bugün Irak’ı işgal/istila eden Amerika ve müttefikleri de İslâm dünyası için Ye’cûc ve Me’cûc dür. Afganistan’ı, Çeçenistan’ı, Filistin’i, Vietnam’ı, Mısır’ı, Libya’yı, Fas’ı, Tunus’u istila edenler de hep Ye’cûc ve Me’cûc’dür.
Bütün bu açıklamalardan varacağımız sonuç şudur: Hayber’i istila eden komutan [Muhammed] ve askerleri [Sahabe] de Hayberliler için Ye’cûc ve Me’cûc’dür.
94. Âyette, sözcüklerin hakikat anlamlarına göre, laf anlamaz, kanun nizam dinlemez toplum’ un sanki üçüncü şahıslardan bahseder gibi Zülkarneyn’e Ey Zülkarneyn! Şüphesiz Ye’cüc ve Me’cüc bu topraklarda bozgunculardır şeklinde hitap ettikleri görülmektedir. Üzerinde yeterince tefekkür edilmediği için ayette nakledilen bu konuşma yanlış değerlendirilmektedir. Hâlbuki sözü edilen laf anlamaz, kanun nizam dinlemez toplum Zülkarneyn’e doğrudan Sen ve ordun, bu topraklarda bozguncularsınız demeyip nazik ve diplomatik bir üslupla Ey Zülkarneyn! Şüphesiz Ye’cûc ve Me’cûc bu topraklarda bozgunculardır şeklinde kinayeli bir lisanla seslenmektedirler.
Kinaye sanatı” Kur’ân’da ve Arap edebiyatında sıkça başvurulan bir yoldur. Hatırlanacağı üzere, Alak Sûresinde “Salât ettiğin [eğitim öğretim verdiğin, sosyal destek sağladığın] za­man seni engelleyen kişiyi gördün mü?” yerine, Salât ettiği [eğitim öğretim verdiği, sosyal destek sağladığı] zaman bir kuluengelleyen kişiyi gördün mü? (Alak Sûresinin 9–10. Âyetleri. denmiştir. Yine aynı şekilde, Abese Sûresinde de “Yüzünü ekşittin ve sırt çevirdin; sana o kör geldi diye” yerine, Yüzünü ekşitti ve sırt çevirdi; kendisine o kör geldi diye … (Abese Sûresinin 1–2. Âyetleri. denmiştir. Her iki ayette de muhataba doğrudan değil, kinayeli bir anlatımla üçüncü şahıs olarak hitap edilmiştir.
TOPRAKLARDA BOZGUNCULUK:
Âyette, kanun-nizam tanımaz toplumun [Hayberli Yahudilerin] Zülkarneyn’e: Ey Zülkarneyn! Şüphesiz Ye’cûc ve Me’cûc bu topraklarda bozgunculardır. Onun için, bizimle onlar arasında bir sedd kılman üzere [şartıyla] sana bir vergi versek olur mu? diye teklifte bulundukları nakledilmektedir.
Âyetin orijinalindeki الآرض - el-arz sözcüğünün başındaki ال - el takısı “ahd” anlamına alındığı zaman, anlam da “yeryüzünde” değil, “bu yerde, bu topraklarda” şeklinde olur. Sözcük bu anlamıyla ele alındığında ise, Hayberlilerin Zülkarneyn’e [Rasûlullah'a] “İstilacılar [sen ve askerlerin] çiftçilikten anlamazsınız, bu toprakları ekip biçmesini bilmezsiniz, bu topraklara yazık edersiniz, tarlaları bozup dağıtırsınız. O nedenle, bu toprakları elimizden almayın. Bu toprakları yine biz ekelim, dikelim. Karşılığında da size vergi verelim” diye teklifte bulundukları anlaşılır.
95.        O [Zülkarneyn] dedi ki: “Rabbimin beni içinde bulundurduğu imkânlar daha hayırlıdır. Haydin siz bana kuvvetle yardım edin de sizinle onların arasında çok sağlam bir sedd kılayım.
96.        Bana, demir kütleleri getirin/ince zekânızla hazırladığınız teklif metinlerini bana getirin.” Nihayet iki tepe/hedef eşitleştiği zaman: “Üfürün! ” dedi. Nihayet onu [demiri] bir ateş haline getirince, ‘getirin bana üzerine su boşaltayım’ dedi.
Bu Âyetlerde, Zülkarneyn’in vergi karşılığı sedd yapmasını teklif eden laf anlamaz kavme verdiği cevap ve yaptığı işler konu edilmiştir. Zülkarneyn [Rasûlullah], verdiği bu cevapta, Allah’ın kendisine lütfettiği zaferin oradan alınacak ganimetten daha değerli ve yararlı olduğunu dile getirmiş, sonra da “gelin, çok sağlam bir anlaşma yapalım” demiştir. “Çok sağlam bir sedd” anlamı verdiğimiz redm sözcüğü, “sedd” sözcüğünden daha şümullü bir anlam ifade etmektedir. [69–58](Lisanü’l Arab, c. 4, s. 121, “rdm” mad.)
Hak-hukuk bilmez kavim Zülkarneyn’e “bize bir sedd yapıver” demişken, Zülkarneyn onlara çok daha sağlam bir sedd [redm] yapmaktan bahsetmektedir. Buradan anlaşılan o ki, Hayberlilerle yapılacak sözleşme, Medinelilerle yapılan sözleşmeden de, Mekkelilerle Hudeybiye’de yapılan sözleşmeden de daha sağlam olacaktır. Zaten de öyle olmuştur.
زبر الحديد - ZÜBERE’L-HADİD
الزّبر - Züber sözcüğü “parça, kütle” anlamında kullanıldığı gibi, “kitap, küçük kitap, broşür, yazılı notlar”anlamında da kullanılır. Dâvûd peygambere verilen kitabın adı olan Zebur da bu sözcükle aynı kökten gelmektedir. [69–59](Lisanü’l Arab, c.4, s. 332–335]
الحديد - Hadîd sözcüğü demir anlamında olduğu gibi, “keskin zeka, keskin görüş, göz keskinliği” anlamında da kullanılmaktadır. Sözcükle ilgili olarak daha evvel Sebe’ Sûresinin 10 , 11. Âyetlerinin tahlilinde açıklama yapıldığından, detayın oradan okunmasını öneriyoruz. [69–60](Tebyinü’l Kur’ân; c.6, s. 79–82)
Hadîd sözcüğü, Kaf Sûresinin 22. Âyetinde Kesinlikle sen bundan gaflet içinde idin. Şimdi senden perdeni kaldırdık. Artık bugün gözün keskindir şeklinde “keskin görüşince zekâ” anlamında kullanılmıştı. Sözcük konumuz olan Âyette de yine “keskin görüş, ince zekâ” anlamındadır.
Zübere’l-hadid tamlamasını, bu anlam doğrultusunda değerlendirdiğimizde, cümlenin anlamı da “keskin zekânızın notlarını bana getirin” demek olur. Diğer bir ifadeyle “ince zekânızla hazırladığınız teklif metinlerini bana getirin” demektir. Böylece yapılacak anlaşma için Zülkarneyn ilk teklifi onlardan beklemektedir.
Âyetteki Nihayet iki tepe /hedef eşitleştiği zaman ifadesi ise “her iki tarafın kabul edeceği şartlar oluşunca” demektir. Bu gerçekleşince onlara “üfürün” denmiştir. Üfürün ifadesi, “siz hazırlayınca biz de imzalayalım, anlaşma sapasağlam olsun” demektir. Zira sözcüklerin lafzî manalarına göre, demiri ateş haline getirip üzerine su boşaltmak, demire, çeliğe su vermektir. Demire, çeliğe su vermek, onu daha sağlam, eğilmez, bükülmez, bozulmaz kılmaktır.
Zülkarneyn Nihayet onu bir ateş haline getirince yani, her iki tarafın şartları ortaya konup anlaşma sağlanınca, getirin bana, üzerine su boşaltayım demiştir. Burada da yine çok anlamlı sözcüklerle sanatsal bir anlatım icra edilmektedir. Bu nedenle, ifadelerin mecazî anlamlarına dikkat edilmelidir. Klasik kabullerdeki gibi, iki dağ arasına demir kütükleri yığdırıp sonra üzerine erimiş bakır dökmek, aklın alacağı şey değildir. Halkın o kadar demiri ve onu eritecek körüğü olsaydı Zülkarneyn’den yardım da istemezlerdi. Ayrıca iki dağ arasına yığılmış binlerce ton demirin körükle ısıtılıp eritilmesi de imkân dışı bir şeydir.
Âyette genellikle “erimiş bakır” anlamı verilen قطر - k-t-r sözcüğü bu anlamı ifade etmekle birlikte, esas anlamı “suyağmur ve gözyaşı” gibi sıvılardır. [69–61](Lisanü’l Arab, c. 7, s. 410, 411)
Biz burada su anlamını tercih etmiş bulunuyoruz.
97.        Artık onlar [o söz anlamaz kavim], onu [sağlamca yapılan sözleşmeyi] aşmaya güç yetiremediler, onu delmeye de güç yetiremediler.
98.        O [Zülkarneyn] dedi ki: “Bu [Sağlamca yapılan sözleşme] Rabbimden bir rahmettir. Artık Rabbimin vaadi geldiği vakit de onu dümdüz yapacaktır. Rabbimin vaadi de haktır.”
Bu ayetlerde sözleşmenin hayırla, rahmetle sonuçlandığı ve bu sözleşmenin bozulmadığı açıklanmıştır.
Bu ayetler indiği zaman bunların hiç birisi olmamıştı. Dolayısıyla, Rasûlullah’ın bu olayları yaşayıncaya kadar Kur’ân’da konu edilen Zülkarneyn’in bizzat kendisi olduğunu anlayıp anlamadığını bilemiyoruz.
Son olarak şunu da ifade edelim: Rasûlullah’ın “Zülkarneyn [İki Çağ Sahibi]“ oluşu, peygamberlikteki hayatının iki aşamalı oluşundan dolayıdır. Müslümanlar daha sonraki yıllarda Hicret’i takvimlerinin başlangıç yılı olarak kabul ettiler. Böylece olaylar “HÖ [Hicretten Önce]“ ve “HS [Hicretten sonra]“ diye ayrımlanarak tarihe girdi. Tıpkı “MÖ [Milattan önce] ve “MS [Milattan sonra]“ ifadelerindeki “Milat” gibi, “Hicret” olayı da tarih düzleminde iki ayrı çağa işaret eden bir referans noktası olarak kabul edildi.
HAYBERLİLERLE YAPILAN ANTLAŞMA:
Konumuzla alakası bakımından Hayberlilerle yapılan sözleşmenin özellikle bilinmesi gerektiğine inanıyoruz. Hayber Yahudilerinin ellerindeki toprakları yarıcı olarak işletmelerinin öngörüldüğü bu antlaşmanın şartları şöyleydi:
Hayber Yahudileri, hususan Vatîh ve Sülalim Yahûdileri, kendilerine Peygamberimiz Aleyhisselam tarafından verilen eman ve söz üzerine, bütün mallarını, mülklerini bırakarak Hayber’den çıkıp gideceklerdi. Peygamberimiz Aleyhisselamın onları Hayber’den sürüp çıkarmak istediği sırada, Yahûdiler şöyle dediler:
—Bizi Hayber’de bırak da, şu Hayber toprağında bulunalım, onları imar edelim, görüp gözetelim. Yâ Muhammed! Biz mal mülk sahipleriyiz. Biz mülk bakımını, işletmesini sizden daha iyi bilir ve başarırız. Sen bu mülkleri bize işlettir! “.
Böylece Hayber mülkleri üzerinde yarıcı olarak çalışmak istediklerini belirttiler.
Gerçekten de ne Peygamberimiz, ne de ashabının Hayber mülklerine bakabilecek işçileri bulunmadığı gibi, orayı bizzat görüp gözetmeye de vakitleri yoktu.
Peygamberimiz şöyle buyurdu:
—İstiyorsanız, şu malları işlemek üzere size vereyim, mahsul ve meyveler aramızda bölüşülsün! Sizi bu mallar üzerinde Allah’ın durdurduğu müddetçe durdurayım! ” buyurdu.
Hayber Yahûdileri kabul ettiler. Bunun üzerine, Peygamberimiz dediki:
—Sizi çıkarmak istediğimiz zaman, çıkarmamız şartıyla! ” diyerek ve mahsulü yarı yarıya bölüşmek üzere, onlarla anlaşma yaptı. Hayber arazisini böylece onlara işletti. Buna göre; Yahudiler çalışacaklar, ekecekler, dikecekler, elde edilecek ekin ve hurma mahsullerinin yarısını hizmetlerinin karşılığı olarak alacaklardı
Abdurrezzak’ın İmam Zührî’den rivayetine göre:
Peygamberimiz, Hayber Yahûdilerini, Hayber’den çıkıp gidecekleri sırada yanına çağırdı. Mahsulünü yarı yarıya bölüşmek üzere Hayber hurmalık ve ekinliklerini onlara teslim etti ve kendi­lerine şöyle dedi:
–”Allah sizi durdurdukça, bu iş üzerinde duracaksınız”.
Hayber’de ne Peygamberimiz, ne de ashabı hesabına Yahudilerden başka işçi çalıştırılmamıştır.
Ketibe’de yetişmiş 400.000 hurma ağacı vardı. Peygamberimiz, mahsul zamanında Abdullah b. Revâha’yı, sonra da Cebbar b. Sahr’ı Hayber’e gönderir, mahsul ve meyveleri adalet ve hakkaniyet üzere tahminlettirip yarı yarıya bölüştürürdü.
Abdullah b. Revâha, mahsulü tahminleyip ikiye böldükten sonra, istedikleri bölüğü almakta Yahûdileri serbest bırakır yahut onlara şöyle dedi:
–”Siz tahminleyip bölünüz, birisini almakta beni serbest bırakınız”.
Buna rağmen, Yahûdilerin Abdullah b. Revâha’ya:
–”Bize haksızlık ettin! ” diyecek kadar ileri gittikleri olur, Abdullah b. Revâha:
Size düşen de bizim olsun! ” diyerek olgunluk gösterirdi.
–”İsterseniz, bize düşen sizin olsun!
Yahudiler, kadınlarının zinet takıntılarını toplayıp Abdullah b. Revâha’ya:
“Bunlar senin olsun da, bize bölüştürmede iyilik et! Göz yum! ” dediler.
Abdullah b. Revâha şöyle karşılık verdi:
–”Ey Yahûdi cemaati! Vallahi, siz bana Allah’ın yaratıklarının en sevimsizi ve iğrencisinizdir! Sizin bana teklif ettiğiniz ücret, bir rüşvettir. Rüşvet ise haramdır! Biz onu ağzımıza koymayız, yemeyiz! ” dedi
Bunun üzerine Yahûdiler, rüşvetin kendilerince de haram olduğunu söyleyerek itiraf ettiler:
–”Gökler ve yer durdukça, hak ve gerçek olan da budur! “
Abdullah b. Revâha, mahsulü 40.000 vesk olarak tahminlemiş, her iki tarafa yirmişer bin vesk düşmüştü
Hayber Yahudileri, Abdullah b. Süheyl’i öldürünceye kadar, Müslümanlardan hiçbir sert muamele görmediler. Peygamberimiz Aleyhisselam’ın vefatından sonra, Hz. Ebu Bekir de, Hayber Yahudileri hakkında aynı şekilde hareket etti. Hz. Ebu Bekir’in vefatından sonra Hz. Ömer de Hayber Yahudileri hakkında onlar işi azıtıncaya kadar böyle hareket etti. Hz. Ömer’in devrinde Müslümanların elinde işçiler çoğalmış, toprağı işlemek kolaylaşmış, Yahûdilere pek ihtiyaç kalmamıştı.
Ketibe’nin yıllık hurma mahsulü tahminen 8.000 vesk idi. Bunun yarısı olan 4.000 vesk hurma yarıcı olan Yahûdilere bırakılıyordu.
Ketibe’de ekilen arpanın yıllık hâsılatı 3.000 sa’ idi. Bunun yarısı olan 1.500 sa’ arpayı Peygamberimiz alıyor, 1.500 sa’ını da Yahûdilere bırakıyordu.
1.000 sa’ tutan hurma çekirdeğinin de yarısı Peygamberimiz Aleyhisselama aitti.
Peygamberimiz, bütün bu arpa ve hurma mahsulleriyle hurma çekirdeğinden Müslümanlara vermekte idi.[69–62](Tüm İslam Tarihi Belgeleri)
99.        Ve Biz, o gün [kıyamet günü] onları [şirk koşan kimseleri]dalgalar halinde birbirlerine girer halde bırakıvermişizdir. Sûr’a da üfürülmüştür. Böylece onların [şirk koşan kimselerin] hepsini bir araya toplayıvermişizdir.
100–101.   Ve Biz, cehennemi o gün, Beni hatırlatan ayetlerimden gözleri bir örtü içinde olan ve dinlemeye [vahye kulak vermeye] güçleri olmayan kâfirler için genişlettikçe genişlettik.
Zülkarneyn tanıtıldıktan sonra, bu ayet grubunda Rabbimiz insanları uyarmak için konuyu yine Kıyamet’e getirmiştir. Pasajda konu edilen kimseler, Sûrenin giriş kısmında konu edilen müşriklerdir.
Kıyamet gününde müşrikler mutlak bir hayal kırıklığına uğrayacaklardır. Öyle ki, inanmadıkları, olmaz dedikleri kıyamet ile artık yüz yüze kalmışlardır. İster istemez mahşerde toplanmışlar, hesaplarının görülmesini beklemektedirler. Karşılarında tüm inançsızları içine alacak kadar genişletilmiş bir cehennem vardır.
(Kamer: 6–8) O hâlde onlardan geri dur [sırt çevir]. O günde Çağırıcı’nın, nüküre [bilinmedik, inkâr edilen, yadırganan bir şeye] çağırdığı o günde gözleri düşkün düşkün, o davetçiye hızlıca koşarak kabirlerinden çıkarlar, sanki onlar darmadağın çekirgeler gibidirler. O kâfirler, “Bu, zor bir gündür” derler.
(Tâ–Hâ: 100–102) Kim ondan [Bizim verdiğimiz zikirden; Kur'ân'dan] yüz çevirirse, şüphesiz o, kıyamet günü; Sûr’a üfürüldüğü gün, sürekli içinde kalacakları bir yük yüklenecektir. Ve kıyamet günü onlar için bu ne fena bir yüktür! Biz suçluları o gün, gözleri göğermiş olarak toplayacağız.
(Nebe’: 18) O gün Sûr’a üflenir: Siz de hemen bölükler halinde gelirsiniz.
102.       Peki o kâfirler, Benim astlarımdan bir takım veliler edineceklerini mi sandılar? Şüphesiz Biz cehennemi o kâfirlere bir konukluk olarak hazırladık.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...