24 Mart 2012

YANMIŞIZ SÖZLERİ ŞİİRİ

Yokluğunla var oldum anladım hatalarımı
Ve neden böyle bıraktığını
Sanki çok mutlu oldun sende gör yanlışlarını
Silebildinmi yaşananları

Başkasının kolunda bin pişman olduğunda
Bensiz kalmaktan korktuğunda
Dönmeyi düşündüğünü ne kadar üzüldüğünü
Herşeyi anladım o anda

Bile bile seni bile bile beni
Ayırmaya kıyamadım bizi
Acele kararlardan nasibimizi aldık
Artık aşkın hakkını vermeli

Yanmışız ikimizde uyandım ben uyan sende
Sevgilim geç olmadan gel herşey bıraktığın yerde
Yanmışız ikimizde uyandım ben uyan sende
Sevgilim geç olmadan gel herşey bıraktığın yerde

Başkasının kolunda bin pişman olduğunda
Bensiz kalmaktan korktuğunda
Dönmeyi düşündüğünü ne kadar üzüldüğünü
Herşeyi anladım o anda

Bile bile seni bile bile beni
Ayırmaya kıyamadım bizi
Acele kararlardan nasibimizi aldık
Artık aşkın hakkını vermeli

Yanmışız ikimizde uyandım ben uyan sende
Sevgilim geç olmadan gel herşey bıraktığın yerde
Yanmışız ikimizde uyandım ben uyan sende
Sevgilim geç olmadan gel herşey bıraktığın yerde

Yanmışız ikimizde uyandım ben uyan sende
Sevgilim geç olmadan gel herşey bıraktığın yerde
Yanmışız ikimizde uyandım ben uyan sende
Sevgilim geç olmadan gel herşey bıraktığın yerde

Yanmışız ikimizde uyandım ben uyan sende
Sevgilim geç olmadan gel herşey bıraktığın yerde
Yanmışız ikimizde uyandım ben uyan sende
Sevgilim geç olmadan gel herşey bıraktığın yerde
Herşey bıraktığın yerde herşey bıraktığın yerde
Kaynak:Hande Yener

ALTMIŞ YIL GECİKEN BİR AŞKIN HİKAYESİ



60 yıllık aşk hikayesi

Buz gibi bir günde hızlı hızlı yürürken, birden ayağımın ucunda bir cüzdan gördüm...

Hemen aldım. Sahibini gösteren bir kimlik vardır diye acele acele açtım.. Üç dolar çıktı.. Bir de buruşmuş, sararmış, eskimiş mektup...

Belli ki yıllardır, o cüzdanın içinde duruyordu. Zarf öylesine harap olmuştu ki. Sadece tepedeki "İade" adresi okunabiliyordu. Mektuba bir göz attım. Bir ipucu bulma ümidi ile.. Birden tarihi gördüm.. 1924... Mektup nerdeyse 60 yıl önce yazılmış. El yazısı belli, bir kadına ait.. Sol köşeye bir çiçek resmi çizilmiş.

"Sevgili Michael" diye başlıyor mektup... ve "Annesi yasakladığı için onu bir daha göremeyeceğini" anlatarak devam ediyor..

- "Ama sakın unutma, seni daima seveceğim" diye bitiyor.. İmza.. Hannah!..

İçimden bir ses "Bul" dedi bana.. "Mektubun sahibini bul.." Milyonla Michael var. Hangi birini bulacaksın ki.. Ama tepedeki "İade" adresi ipucu olabilir. Telefon İstihbarati aradım. Anlattım...

- "Bu adrese bağlı bir telefon varsa, bana verebilir misiniz" diye.. Sustu.. Gidip müdürüne sordu...

- "Var ama, size vermem yasak.. Ama sizin adınıza bu numarayı arar, sorarım. İsterlerse size bağlarım.. Lütfen bekleyin.."

Bekledim.. İki üç dakika sonra kızın sesi geldi.. "Bağlıyorum efendim.."

Karşıdaki hanıma "Hannah diye birini tanıyor musunuz ? " diye sordum.

- "Bu evi, 30 yıl evvel, Hannah diye kızları olan bir aileden aldık." dedi.

- "Peki yeni adreslerini biliyor musunuz?.."

- "Hannah annesini bir huzurevine yatıracakti. Oradan takip ederseniz,belki adresi bulursunuz.."

Ve huzurevinin adını verdiler.. Hemen aradım.. Yaşlı anne yıllar önce ölmüş... Ama kızına ait eski bir telefon numarası var. Belki oradan bilirlermiş...

- "Bunların hepsi aptalca aslında" dedim kendi kendime.. İçinde sadece 3 dolar ve 60 yıl önce yazılmış bir mektup bulunan cüzdanın sahibini aramak için bunca zahmete ne gerek var ki.. Aradım numarayı..

Bir kadın "Şimdi Hannah'ın kendisi bir huzurevinde" dedi ve numarayı verdi. Hemen orayı çevirdim... Bingo..

Ses "Evet, Hannah burda yaşıyor" dedi..

Gecenin saat onu, ama hemen yola çıktım, Hannah'ı görmek için..

Devasa bir binanın üçüncü katında şirin bir oda.. Gümüş saçlı, sıcak tebessümlü bir yaşlı kadın.. Gözlerinin içi ışıl ışıl ama..

Anlattım olanları.. Cüzdanı ve mektubu gösterip.. Derin bir iç çekti mektuba bakarken ve :

"Genç adam" dedi, "Bu mektup, Michael ile son kontağımdı.. Onu öyle seviyorum ki.. Sean Connery gibi yakışıklıydı.. Hani şu meşhur aktör.. Ama ben 16 yaşındaydım.. Çok küçüğüm diye annem kesinlikle izin vermedi.."

Derin bir nefes daha..

- "Michael Goldstein harika bir insandı. Eger bulabilirseniz ona söyleyin lütfen.. Onu hep düşündüm.. Hep.."

Bir ufak sessizlik.. Bir derin nefes daha.. "Ve onu hep sevdim.."

İki damla yaş damladı elindeki mektuba, ıslanan gözlerden.. "..Ve hiç evlenmedim... Michael gibi birisini bulamadım ki.."

Hannah'a teşekkür edip odadan çıktım. Binadan çıkarken danışmada beni karşılayan kız :

- "Hannah Hanım yardımcı olabildi mi size?" dedi..

- "Hiç değilse bunun sahibinin soyadını öğrendim" dedim..Cüzdanı elimde sallayarak..

O sırada yanımda dikilip duran hademe bağırdı..

- "Hey baksana.. Bu Bay Michael'in cüzdanı.. Üzerindeki bu kırmızı şeritten onu nerde görsem tanırım.. Cüzdanını hep kaybederdi zaten.. Üç kere ben buldum, koridorlarda.."

Michael sekizinci katta yaşıyordu.. Ok gibi fırladım tekrar asansöre.. Michael yatmamıştı.. Okuma odasında kitap okuyordu.. Hemşire beni ve elimdeki cüzdanı gösterdi.. Michael elini arka cebine attı, hızla.. Sonra sevinçle :

- "Evet bu benim cüzdanım" dedi...

- "Öğleden sonraki yürüyüş sırasında kaybetmiş olmalıyım.. Size teşekkür borçluyum.."

- "Hiçbirsey borçlu değilsiniz" dedim..

- "Ama özür dilerim.. İpucu bulmak için açtım ve içindeki mektubu okudum..."

- "Mektubu mu okudun?.."

- "Sadece okumakla kalmadım.. Hannah'ı da buldum.."

- "Buldun mu?.. Nerde?.. İyi mi?.. Hala eskisi gibi güzel mi.. Söyle, lütfen söyle.."

- "Çok iyi.. Hem de harika" dedim, yavaşça..

- "Bana onun telefon numarasını ver. Yarın onu hemen arayacağım.." Elime sımsıkı sarıldı..

- "O benim tek aşkımdı.. Onu öyle sevdim ki, asla evlenmedim.. Çünkü bu mektup geldiğinde hayatım, anlamsal olarak bitmişti."

- "Bay Goldstein" dedim.. "Gelin benimle.."

Asansörle üçüncü kata indik... Odanın kapısı açıktı. Hannah sırtı kapıya dönük televizyon izliyordu... Hemşire ona yaklaştı, omzuna dokundu...

- "Hannah" dedi.. "Bu bayı tanıyor musun?.."

Gözlüklerini ayarladı bir an baktı, tek kelime etmeden..

- "Michael" dedi, Michael, kapıda, kısık sesle..

- "Hannah.. Ben Michael.. Beni tanıdın mı?.."

- "Michael" diye yutkundu : Hannah.. "İnanmıyorum.. Bu sensin.. Benim Michael'im.."

Michael Hannah'a doğru yürüdü yavaşça.. Sarıldılar. Hemşire hıçkırıklar içinde koridora attı kendini...

- "İşte Tanrının sevgisi de bu" dedim.. "Olacaksa.. Olur.."

Üç hafta sonra beni huzurevinden aradılar. Pazar günü bir nikah vardı.. Gelebilir miydim?..

Harika bir nikah töreni idi. Hannah ve Michael beni nikah şahidi yaptılar üstelik. Hannah açık bej elbisesi içinde çok güzeldi.. Michael de lacivert takımı içinde hala çok yakışıklı... Huzurevi onlara, bir minik daire tahsis etti...

Eğer 76 yaşında bir gelinle 79 yaşındaki bir damadı, 16 yaşında bir kız, 19 yaşında bir delikanlı havasında görmek isterseniz, orayı ziyaret etmeniz gerek..

Nerdeyse 60 yıl süren bir aşk hikayesi için, ne güzel bir son değil mi?...


SENİ ARARKEN KENDİMİ KAYBETMEKTEN YORULDUM

Seni ararken kendimi kaybetmekten yoruldum..

Hangi sevgili var ki, senin kadar duyarsız ve kalpsiz?
Ve hangi sevgili var ki, benim kadar çaresiz?
Seni ararken kendimi kaybetmek ten yoruldum.
Bulduğumu zannettiğimde
kendimden ayrı düştüm.
bir aldanışım vardı işte ufak. Sevimli.
İvedileşmiş aşk kırıntılarının
kapatamadığı yürek boşluklarım dolmuyordu,
tipik havuz problemi.
hangi musluk gözlerim olmuştu bilmiyordum ama gidiyordum...
"Bu garip bir veda olacak
çünkü aslında hep içimdesin.
Ne kadar uzağa gitsem de
gittiğim her yerde benimlesi n."
Bu gidiş uzaklaşma olmayacak biliyorum,
nereye gitsem kendimi kovalayacağım.
Bu iç aynaların sinek pisliğiyle teması olmuyor bilirsin.
Suçuma dair bir kaç günah kefilim.
Sevaplarım senle kalsın, öyle güzelsin..
"Söylenecek söz yok.
Gidiyorum ben.
Hoşçakal, hoş akal"
Hoşçakal demek de yetmiyor,
hala söyleyecek bir şeyler arıyor,
olmadı karalıyorum en ücra yerlerini bir harita metot defterinin.
Kara kalem çalışmalarındaki suretler hep seni andırıyor,
yüz hatlarında hep hüzün..
"Ben bir kısrak gibi gelmişim dünyaya,
şahlanıp koşmak içimde var.
Hoşçakal."
Söylenecek sözleri de tüketebilirmişim meğer.
Seviyorum seni ama hoşçakal..!
Sana, göz yaşlarımı bırakıyorum.
En derin yerinden kalbimin, en derin yerine kalbinin,
sevgimi bırakıyorum!
Öyle çok seviyorum ki seni, işte o yüzden gidiyorum!

SENİ SEVİYORUM AŞKIM HEMDE ÇILDIRIRCASINA..


SENİ SEVİYORUM AŞKIM,
HEMDE ÇILDIRIRCASINA..

Satırlarımı son kez yüreğine eğip sana yazıyorum. Yoksun işte. Cümlelerim bile değişti sensizliğin vurgun saatlerinde. Herşey anlamsız, herşey kapkaranlık. Seninle gülümseyen satırlarım bak şimdi yokluğunda karamsarılığa büründü \"Hayatımın hiç bir karesinde sevgi olmamıştı. Sevgi zannetmiştim yalanları, umut zannetmiştim karanlıkları. Hep severken terkedildim, hep gülümserken acıya yenildim. Belki de sevilmeyi haketmedim ben. Belki de hiçbir zaman sevginin sofrasında gülüşlerimle nefes alamayacağım.\"

Sensizliğin vurduğu dalgaların arasında ılık nefesini bekliyorum. Telefonlarım hala sessiz, yüreğim ise sensiz. Bıraktığın yerdeyim. Çok mu senden istediklerim ? Çok mu seni uzaklarda bekleyip bir yudum nefesini beklemelerim çok mu ? Haklısın. Ben sevgiyi hiç haketmedim..Hiçbir zaman da haketmeyeceğim.

Şimdi bu yazıyı okuyupta çok karamsarsın deme bana. Sensizlikte çektiğim acıları bilemezsin. Sanma senin yokluğundan kanayan yaralarımın sancı değil çektiklerim. Dört duvar yalnızlığı arasında nefes alan yüreğimin çığlıklarıdır hissediklerim. Hani senin düşlerinde gökyüzüne kanatlanmayı öğretecektin bana ? Hani gözlerimin renginden gökyüzünü \" mutluluğa \" boyamayı öğretecektin ? Şimdi yalnızlığa demlenmiş yokluğunla başbaşayım. Sevgiyi haketmeyen yüreğimle sesinden gelecek ılık rüzgarları bekliyorum odamda. Yokluğun kanıyor içimde, yetimliğin ağlıyor gözbebeklerimde....

Birkaç gün sonra doğum günüm. Haklısın dünyanın en mutlu insanı benim. Yanılıyorsun, dört duvar yalnızlığında üşüyorum. Artık dışarıya bile çıkmıyor. Herşey seni hatırlatıyor. Dört duvar yalnızlığında yokluğunu soluyorum. Çok mu istediklerim senden ? Çok mu sana dair beklentilerim....?

Düşlerinde ellerini tutmaktan öte ne istedim senden. Karanlıklarıma bir avuç güneşinle gelmeni, gecenin avuçlarında uyumaktansa avuç içlerinin arasına kıvrılıp bir cocuk gibi senin yanında gülümsemeyi istedim hep. Gelmeyeceğini bile bile bir yudum sevgini diledim. Çok mu istediklerim ? Artık kelimeler anlamsız, çaresizliğim ise yapayalnız. Şimdi beni bıraktığın yerde hala seni bekliyorum. Çok şey istemiyorum senden. Yüreğime yüreğinle dokunmak, ılık nefesinden düşüp gülüşlerinden avuçlarına yuvarlanmak..Sadece gözlerinde demlenmiş umutları sesinden duymak, kirpiklerinde ıslanmış gözyaşlarınla kanayan yokluğunu yıkamak. Söyle hadi senden istediklerim çok mu sevgili ?

Senden hiçbir zaman yollarıma serilecek bir ömür istemedim. Ya da duygularıma sunulacak bir beden diledim senden. Asla senin yüreğinde bir yudum sevgi damlası istedim. Dilinde ıslanan bir kelime, iki dudağından havaya kanatlanmış bir nefes olmayı diledim ben. Biliyorum hiçbir zaman ellerimiz birbirini tutmayacak. Yüreklerimiz hep hasretin avuçlarında \" imkansızlığı \" yaşayacak. Lakin karanlıkların içindeyim. Ne olur nefesinden bir yudum \" hayat \"yolla. Seni soluyayım havayı solur gibi. Zifiri gecenin içinde kaybolmak üzereyim. Yokluğun kanarken ne olur bir avuç güneşinle karanlıklarıma gel. Karanlıkların içinde sonbaharda solan bir yaprak gibi düşmek istemiyorum kuru toprağa. Anla sevgili; gözlerinde saklı aydınlığına ihtiyacım var benim..

Eğer gelmeyeceksen sevgili ; bırak tövbeleri yarım kalmış günahlarını ser bedenime. Sevgiyi haketmeyen kalbim bari bir işe yarayıp küllerimden yalnızlık gülleri yeşersin yalnızlığın gölgelerinde. Bir yudum sevginle düşlerime gelmeyeceksen; bırak ta sensizliğin içinde avuç içlerinden kanatlanayım sonsuzluğun satırlarına. Bir avuç güneşinle karanlıklarımı ezmeyeceksen; bırak dilinde ıslanacak son dua, gözbebeklerinde akan son damla olup toprağa ben sarılayım. Ben ellerimi uzattım yüreğine; nefesinden ya yokluğunu yolla yalnızlığa sarılayım ya da gözlerini yolla delice yüreğine soluyayım..

İLK AŞKIM,SANA VE SENİ YAZIYORUM BU GECE



 Sevgiliye..Gözlerinin gözlerime deydiği o ilk anda çatırdattın yüreğimin aynasını. Yüreğimin sevmekle görevlendirilmiş en hassas noktasına dokundun seni gördüğüm gün. Ruhuma beni seveceksin diye emir veren kıdemli asker gibiydi güzel gözlerin. Kirpiklerinin her bir teli, beni göz hapsine aldığında nöbet tuttular kaçmamam için. Oysa yeryüzünün en mutlu esiriydi o an gözlerinin esiri olan gözlerim. İşte o günden beri sen ve ben yokuz, biz varız, deli dolu sevgimiz, unutulması güç anılarımız var. Şimdi senin sesinden defalarca dinlediğim şiirin dizeleri çınlıyor kulaklarımda. Sevgileri yarınlara bıraktınız? Biz bırakmadık, bitmeyen işler yüzünden yanlış tanımadık birbirimizi. Doğan her yeni gün bizim için el değmemiş yepyeni bir tuval oldu. Her defasında farklı bir şekilde birbirine karıştırdık ruhumuzun renklerini. Bir fırça darbesi senden, sonraki benden. Bendeki kırmızı sende ki beyazla, ikimizin pembesiyle hatta bize ait olmayan siyahla harmanlandı çok zaman. Ne çıktıysa ortaya ikimizin eseriydi. Mutluluk, hüzün, tutku, özlem, sevgi, aşk tabloları çizdik beraber.
Düşünüyorum da ; ne çok şey yaşadık seninle ve ne çok güzel şeyi sığdırabilmeyi başardık geçen zamana. Şimdi sana ait ne varsa aşkı çağrıştırıyor bende. Senin kokun beraberinde aşkı getiriyor uzaklardan. Her sözünde bir aşk hikayesi saklı haberin yok. Gözlerin! Gözlerin ölümsüz aşk şarkılarına ilham verecek güzellikte. Bundan olmalı ki; uzun zaman aralıklarında düşünüyorum seni. Bir şeylerin ertelenmiş halisin sen. Tüm sıkıntılarıma mola verdiren dakikalarda saklı senin hayalin. Ne zaman aklıma gelsen aydınlanıyor karanlıklarım. Umutsuzluklarımı, korkularımı, mutsuzluklarımı göz ardı edip, seni düşünüyorum büyük bir haz duyarak. Henüz kendime dahi izah edemediğim bir duygu bu. Adını koymayı başaramadığım, daha önce yaşanmamış türden duyguların başkahramanı oldun sen. O, zırhlara bürünmüş, kabuğunun çatlamasından korkan adamı yok etti geçen zaman. Zırhlarını eritti aşkın ateşi, şimdi kırılan kabuğun altında yatan seni yaşıyorum günbegün. Nasıl sıcaksın, nasıl sevgi dolu, ne kadar şefkatli ve ne çok sevilmeye değer. İşte bu yüzden beni sana getiren adımlar birbirleriyle yarışıyor çoğu zaman. Sırt çantama ikimize de yetecek kadar umut, mutluluk ve tebessümü sığdırarak geliyorum yanına. Ve sen yalnızlığımın üstünü örten sıcacık bir sevgi oluveriyorsun içimde. Bana dost oluyorsun, bana yoldaş, bana sırdaş oluyorsun, bana yar, bana yar oluyorsun daha ilk günden beri.
Şimdi sen yanı başımda şarkılar söylüyorsun, gitarının telleri ağlıyor, ve ben yazıyorum. Sana ve seni yazıyorum bu gece, dinle sevgilim dinle?
Bastırılmış duyguların, eğitilmemiş ruhların, sindirilmiş yüreklerin harcı değildir aşk.
Sınırları önceden belirlenmiş sevdalara örnek olalım diye zorladım sınırları. Tel örgüleri aştı, mayınlarla çarpıştı yüreğim seni sınırsız sevebilmek için. Sende kendimi buldum ben. Bendeki seni sevdim delice. Şimdi ikiniz beraber büyüyorsunuz, bir sen birde sevda.
Bak; her şeyden geçtim, cevabını bilmediğim sorulara yanıt aramıyorum artık. Nereye varacağımızı bilmesem de huzurla aynı yolda yürüyorum seninle. Dünü boş verdim, yarınlar önemini çoktan yitirdi yanında olduğum bu günü yaşarken. Belki sonu olmayanım belki de sonsuza kadarımsın kim bilir? ? Seni Seviyorum?

GÜLÜŞLERİNİ ÖRT ÜZERİME KALPSİZİM

Hasretinin kanayan yüreğinle dön yüreğime. Geldiğinde yokluk kelimelerini dudaklarında ezip yavaşca sokul yanıma. Usulca saçlarını çöz. Bahar kokulu saçlarını yüreğimin kıyılarına getir. Başını koy göğsümün sen kokan yastığına. Sesinle dokun üşümüş kirpiklerime. Yokluğunu söküp dudaklarımdan yüreğini ser yüzümün yalnızlığında bitap düşmüş gamzelerine. Nefesini bir an tutup benim nefesime ver nefesini. Yanan tüm ışıklarını söndürüp gülüşlerini ört üzerimize.
“ Yokluğunun ödülü olarak Cennette sensiz yaşamaktansa Cehennemin avuçlarında közlenip güller öreyim baharımsı saçlarına.. “
Kar yangını gecenin en dar vaktinde seni düşünüyorum yokluğunu yüreğimde kanatarak. Suskunluğuna uzanmış bedenimle demlenmiş yalnızlığını yudumluyorum dudaklarımı acıtarak. Başucumda yokluğun bir beden bol gelen hüznün gömleği sırtımda kan ter içinde yalnızlığına akıyorum. Yetim düşlerimi ezip karanlıkların içinde sensizliğini kanatıyorum.
Dağ başı ıssızlığına inat rüzgarın avuçlarında açan kır çiçekleriydik biz seninle. İmkânsızlığın toprağına sımsıkı tutunmuş çınar ağacının umuda gülümseyen kökleriydik biz. Ne sen Mecnun’un Leyla’sı ne de ben Şirin’in Ferhat’ ı. Biz seninle aynı uçurumun birbirine hiçbir zaman kavuşmayacak iki yakasıydık.
Sevdamızda hep bahar mevsimini yaşadık. Hüznün göğsünden acıyı emip yarılan gökyüzünü ıslak düşlerimizle yamadık bir terzi inceliğiyle. Durmadık seninle zamanın avuçlarında.
Aşkın köpüksüz sularında sevdayı hiç kirletmedik. Yalancı baharlara tutunup aynı tomurcuğun ıslak dudaklarında yaşadık aşkın tutsaklığını. Kirpik uçlarımızı bulutlara eğip aynı yağmur tanesinde yıkadık hasretin kör karanlığını. Lakin unuttuğumuz bir şeyler vardı sevdanın geceye örüldüğü zamanlarda. İmkânsızlığın avuçlarında eriyen iki güneş tanesi olduğumuzu unuttuk. Kelimelerin en yalın hallerinde sevişirken dudaklarımız hasretin çöl sıcağında yavaş yavaş eriyen tenimizi fark edemedik. Aynı kalbin yurdunda sevdaya nefes alırken bir gün terimizin birbirimizin sırtından ayrı yerlere süzüleceğini düşünemedik. Ektiğimiz umut tanelerini ellerimizle biçemedik. Evet yenildik. Lakin biz zamana değil; imkânsızlığa yenildik. Şimdi bir nefes kadar yakın tenine dokunamıyorum dudaklarından semaya yükselen nefesinden havaya kanatlanamıyorum. Seni görüyorum lakin görmemezlikten gelmemi istiyorsun benden. Varlığında yaşarken yokluğunda sevmemi bekliyorsun benden. Haklısın belki de. Sana söz sevdiğim; ben seni “ sensizliğin “ avuçlarında seveceğim. Senden tek istediğim; her zaman hayata gülümse. Gülümse ki; gülüşlerin duam olsun kanayan yaralarıma.
Bir nefes uzağımdaki sana bir demet gülüşlerimi yolluyorum eriyen umut bahçelerimden. Ellerimle topladım birtanem. Aslında imkânsızlığın duvarını aşıp kavuşabilseydik bu çiçekleri senin saçlarına taç yapacaktım bir kır düğününde. Söz açılmışken seninle bir bahar günü kır düğününde evlenmek isterdim. Saçlarında sarıpapatyalardan örülmüş bir taç durmalıydı ve üzerinde beyaz bir elbise Melek’lerin kollarında gelmeliydin bana. Kelebeklerin gözlerinden düşen yağmur taneciklerinin ıslak havasında ellerimiz birbirini bulmalıydı. Ne olursa olsun senin gözyaşların tek yağmurum senin gülüşlerin tek güneşim olsaydı. Offf..İmkansızlığını topluyorum bulutların ıslak dudaklarından…
Şimdi sensizliğin içinde yokluğunun kıvılcımlarında kurutuyorum ıslak kirpiklerimi. Sıcak nefesini üşüyen tenimin üzerine örtüp avuç içlerinin terine sığınıyorum. Yalnızlığını dudaklarımdan parmaklarıma akıtıp satırlarımda tek başıma ağlıyorum. Ve sen diye karanlık duvarlara yaslanıp geceye kapatıyorum yorgun gözlerimi. Gülüşlerinle yüreğimi öpmeden bu ayrılık uykusundan uyanmayacağım.
Bir gün gelmek istersen yalnızlığın sen kokan satırlarına umutlarınla gel. Tövbeleri yarım kalmış günahlarınla gel. İçinde yutkunduğun kelimelerini dudaklarıma sürüp imkansızlığın avuçlarından bana gel. Gözyaşlarınla gel kurumuş dudaklarıma ab- ı hayat olsun tuzlu yağmurların. Hasretinin kanayan yüreğinle dön yüreğime. Geldiğinde yokluk kelimelerini dudaklarında ezip yavaşca sokul yanıma. Usulca saçlarını çöz. Bahar kokulu saçlarını yüreğimin kıyılarına getir. Başını koy göğsümün sen kokan yastığına. Sesinle dokun üşümüş kirpiklerime. Yokluğunu söküp dudaklarımdan yüreğini ser yüzümün yalnızlığında bitap düşmüş gamzelerine. Nefesini bir an tutup benim nefesime ver nefesini. Yanan tüm ışıklarını söndürüp gülüşlerini ört üzerimize.

AŞK VAZGEÇMEDEN BEKLEMEKTİR

 

aşk vazgeçmeden beklemektir, bazen isyan edip bazende umursamayarak hiç kavuşmayacağını bile bile...diyor kim bilmiyorum ama böyle bir şey okumuştum ..
....duygusal dalgaların güven med cezri ile küçük sandalımıza vurduğu bu minicik kısacık boylu hayatımızda , iri bir yanlızlık mı ardakaşımız hamiyette yol alırken...
alırken aklımı her saniyesi uzakta olmak nekadar uzak içime...
herşey uzak geliyorsa sana, masa üstündeki sigaran dışında,bir şeyler hiç yakın olmayacak artık....yakın kelimesi nekadar uzak artık...
... yanıbaşımdasın ey sevgili.. görüyorum seni ama neden sesin yok..nerelere gittin sen... ""geç buldum~~tez yitirdim" nerdesin...
akşam olmuyor
ne yiyorum ne içiyorum,
kaşığını hala yıkamadım,
bardağında hala kokun var.
iyiki havlun var..
yürümeyi unuttum sensiz,
havalandırmadım evi hiç,
hala açtığın kanal duruyor,
en sevdiğin şarkılar çalıyor hep,
okuduğun kitapta hala aynı sayfadayım,
en sevdğin resime bakıyorum sürekli,
silmedim masayı el izlerin hala burda,
haa birde çorabını buldum sana aldığım,
hep ayağımda bu temmuz sıcağında,
terliyorum aynı senin gibi.
nerdesin narsuyum,ekmeğim tuzum..
nerelere gittin sen uyanmak istemiyorum
rüyalarımda hep galan var,
nerdesin...nerdesin....
unutuyorum bazen yüzünü,
sileyim diyorum o içili bakam gözünü,
pamuk tıkadım burnuma duymayayım kokunu,
bir dakika sürdü kanımın seni arzulaması,
beynim unutsa kanım, kanım unutsa canım,canım unutsa elim,elim unutsa burnumda sızlayan o direk var o özlüyor seni...
özlüyorum , yanıyor içim,sadece oturmak bakmak istiyorum sana bir resmin varmı diye düşünüyorum,nereye baksam ordasın, sen nesin nasıl bir şeysin.. çok özledim..çok çok özledim...
beni bul gel beni al nolur,
kalsın herşey arkada
sadece ikimiz ve yeryüzü
al beni nolur
alla pulla ama al
...deniz yok gönlümde, adalar iskelesindeyim......

EY CAN ÖZÜM, EY GÖNÜL GÖZÜM


Ey can özüm!
Ey gönül gözüm!
Ey söylenmemiş sözüm!
Ey eski başkentin sultanı Türkü Gözlüm!
Nasılsın? Bak her zamanki gibi sıradan basit bir nasılsın sorusunun ardına gizliyorum
aşkımı hasretimi ve o koca sevdamı.
Nasılsın bahar sözlüm?
Nasılsın ay yüzlüm?
Nasılsın Türkü Gözlüm?

Sensizliğin katran karası vakitlerinde yokluğunun öldürücü suskunluğunda; kat kat ve rengârenk perdelerle örttüğün gönlünden gönlüme düşen ışıkla aydınlanan bir vakitte gene sana sesleniyorum. Bilesin!

Tarihin talihsiz sevdalarında figüran olmak yerine; tarihin mirasını da talihin yükünü de omuzlayıp sevda yorgunu gönlüne derman olayım diye sesleniyorum. Bilesin!

Ama sevda cümlelerimin gizli öznesi olan Türkü Gözlü Güzel olduğunu bir ben bileceğim bir de sen. Bilesin!

İki günlük nefsanî arzularına
aşk adını verip AŞK’ın adını kirletenlere inat onca hasrete onca sevdaya rağmen yan yana gelince birbirinin gözlerine bakmaktan ellerini tutmaktan hayâ eden edepli nezih sevdaların bu çağda da var olduğu bilinsin diye sana sesleniyorum. Bembeyaz bir sevda benimkisi arabesk şairlere siyah-beyaz Türk filmlerine 21. y.y’ın gündelik sevdalarına inat bembeyaz bir isyandır bu. Bilesin!

Bazen sen bile anlamakta zorlanıyorsun bu çağda böyle
aşk olmaz diyorsun. Acabalar sarıyor zihnini oysa senden öğrendim karşılıksız sevmeyi beklemeyi ve dua etmeyi… Seven kişi sevdiğine sitem etmez sevdiğini suçlamaz kendinden ziyade sevdiğinin mutluluğunu düşünür; Canına canan değil cananına can diler mevladan. Biz aşkı bu çağın şehvet ihanet rezalet üçgeninde değil çağlar öncesinden kalma sadakat Letafet zarafet üçgeninde yaşıyoruz. Bilesin!

Çünkü sevda dediğin; Hz. Yakup gibi beklemek; bekleye bekleye gözden olmaktır. Ondan gayrısını görmemektir. Hani şair diyor ya; "Sensizlik ışık olacaksa gözlerime ben karanlığa razıyım Varsın güneş hiç doğmasın sevdiğim"

Gözlerinin içine bakarak şimdiki zaman çekiminde senli cümleler kurmak dururken boğazımın dokuz boğumuna dizilen sevda sözleri yerine havadan sudan konuşmak ölümün diğer adıdır. Sensiz cümlelerim yetim kaldı suskunluğa vurdum kendimi terk ettim cümlelerin cümlesini… Bilesin!

Her sabah aynanın karşısında adını Türkü koyduğum gözlerinle göz göze gelince yüreğinin derinlerinden bir sevda alır başını yürür yaş olur damla damla gözlerinden süzülür. Ve sen seher vakitlerinde ağlıyorsundur gene. Harf harf damlıyordur gözyaşların kâğıda. O damlalar şiir olur nâme olur gelir yüreğimin orta yerinden beni vurur. Bilesin!
Sen İbrahim misali yangınlardasın. Ben ateşi söndürmek için su taşıyan karınca misali dua taşıyorum sana. Biliyorum bu su bu ateşi söndürmez. Ama sevdamız belli olur. Çünkü bu bir hikâyedir bu hikâye di'li geçmiş zaman rivayetlerinden ziyade şimdiki zaman çekiminde geçmektedir. Bilesin!

Keşkeler sarıldı boğazıma nefes alamıyorum ne beni sana ne seni sana anlatamıyorum diye çırpınırken ve yokluğunun hüznüyle biten gün hayalinle aydınlanan geceye devrederken kendini bir türkü çalınır kulağıma. “Ellerini çekip benden /Yârim bu Gün gider oldu. /Hem sever hem sevilirken /Bu ayrılık neden oldu”
“Ama senden ayrı gezen. / Yürek değil beden oldu.” Bilesin!

Ve bir hikâye düşer hatırıma gene bülbül ve beyaz güle dair;

“Gülün yüzünde hep bir hüzün vardı. Nicedir uzaktan onu seyretmekte olan bülbül gülü böyle görünce içinin yandığını hissederdi. Gül neden böyleydi ki? Etrafında nice kuş pervane oluyor ve bakanlar hayranlıklarını gizleyemiyorken… Böylesine gözde ve güzelken neden bu kadar hüzünlüydü? Herkes gidince yalnız kalan ve gözyaşları yapraklarından süzülen gülün dalına kondu…

“-Ah güzeller güzeli niçin ağlıyorsun?” dedi fısıltı gibi bir ötüşle… İnilti gibi bir sesle cevapladı gül:

“-Dikenlerimin acısıyla yanmayacak ve dikenimin batmasıyla şu ipek yaprağımın okşamasını bir görecek olanın hasretindeyim. Dikenimin de yaprağım kadar rahmet olduğunu sezecek… Ve canını yaktığı için dikenimin varlığına şükredecek olanın hasretini çekmedeyim… Bülbüller ipeksi yapraklarıma şiirler yazdılar; kokumla mest olup tavafıma durdular. Nice serenat dinledim nice
aşk îlanına muhatap oldum. Fakat ne vakit o âşıklık iddia edenlerden birine dikenimi değdirecek oldum canının derdine düştü de çekip gitti. «Senin için ölürüm!..» diyenlerin daha tenlerini çizmeme bile dayanamadıklarını ve yalancı olduklarını görmek beni böyle mahzun etti.”

Bülbül gülün söylediklerini duyunca hiçbir şeyin göründüğünden ibaret olmadığını anladı. Sonra bir an kendi duygularını sınadı. Acaba dedi ben de diğerleri gibi miyim? Gülü sevdiğimi zannederken yoksa canımın sevgilisi miyim?

Gül gözlerindeki ağlamaklı bakışla uzun uzun daldı önce. Sonra devamla dedi ki:

“-Ağlamayı sevmeyenler gülmeyi de sevemezler…”

Bir bülbüle hasretim ki dikenim kanadını yırtıp geçtiği hâlde kanadının derdine düşmeyip yine gözlerimin içine aşkla bakmaya devam etsin… Oysa bakıyorum öncesinde rengim ve kokumla güya sarhoşa dönenler canlarını azıcık yaktığımda gaflete düşüp yüzüme bakmaz oluyorlar…

Böylece devam etti gül anlatmaya gül anlattı bülbül dinledi saatlerce. Bülbül sadece hayranlıkla gülün gözlerine baktı… Cevap vermedi… Tam o sırada gülün nicedir gülmeyen yüzünde tatlı bir gülümseme belirdi. Bu gülümsemeyl etrafa öylesine güzel bir koku yayıldı ki duyan bilir…

Bülbül gülünün gülmesiyle gönlü temelli coşarak ve gülümseyerek sordu:

“-Nasıl da yakıştı gülmek sana… Hele deyiver neye güldün gülüm!?”

Gül hiçbir şey söylemedi… Bir yandan gülen bir yandan yaşlar akan gözleriyl sadece başını eğdi… O vakit bülbül gülün dalına geçmiş olan tırnaklarını ve dikenlere takıldığı için saatlerdir kanamakta olan kanadını ve kanıyla beyaz gülün kırmızıya döndüğünü fark etti.”

Hele deyiver sen neye güldün Türkü Gözlüm?

Canım canında kaderim duanda yazılıdır. Halim ruhunda tecelli ruhun kalbime aynadır. Şimdi;
Sensizim sessizim kimsesizim.
Gözlerinin
Sözlerinin
Gönlünün
Hatırına
Ya bırak beni düşeyim uçuruma
Ya da çekiver yanına…

Ben her şeye rağmen sana geliyorum… Ardımda bırakıp sensiz geçmişi gönlünde yeniden dirilmek için. Yiğit düştüğü yerden kalkar Türkü Gözlüm! Asırlar önce düştüğüm gönlünden şimdi kıyama kalkıyorum. Bilesin!

“Seni ben gönlüme sultan beni kurban bilirim.
Seni beklerken ağarmış nice tan bilirim.
Seni pençesi kandır canavardır dediler
Seni gene de canıma can derdime derman bilirim.”
Dörtlüğünden

“Cânı kim cananı içün sevse cânânın sever
Cânı içün kim ki cânânın sever cânın sever” beytine kadar tüm zamanlar boyu senin için yazılmış en güzel şiirleri ve sözleri bilirim ama ben gene ve sadece;

Bir seni hep seni tek seni sevdiğimi
Bir sana hep sana tek sana seslenerek;

Şiir diye yüreğimi sunuyorum yüreğine… Bilesin!

Her ne kadar sürçü lisan etti isem

AŞK OLSUN!

GÖRMESİNİ BİLEN GÖZLER



GÖRMESİNİ BİLEN GÖZLER


Küçük kız, kendini bildiği günden beri annesinden
büyük bir şefkat görmüş ve ondan duyduğu sözlerle,
pamuk prensesten daha güzel olduğuna inanmıştı.
Ona göre; nur yüzlü ve badem gözlüydü. Bir tanecik
yavrusuydu her zaman. Ama ilk okula başlayınca işler
değişti. Arkadaşları onun hiç de güzel olmadığını, hatta
çirkin bile sayıldığını söylemekteydi. Küçük kız, ilk
önceleri onlara inanmadı çünkü herkes birbirini
kıskanıyordu. Ama bir kaç yılda gerçeklerle yüzleşti.
Annesinin bir pamuğa benzettiği yüzü, çiçek bozuğu
bir cilde sahipti. "Badem" dediği gözleri ise şaşıydı.
Vücudu da bir serviyi andırmıyordu. Demek ki, annesi
onu aldatmış ve yıllar yılı çekinmeden yalan söylemişti.

Genç kızın anne sevgisi, kısa bir süre sonra nefrete
dönüştü. Evlenme çağına gelmiş olmasına rağmen yüzüne
bakan yoktu. Üstelik de gözleri, bütün tedavilere rağmen
düzelmiyordu. Genç kız, doktorların gizlice yaptığı
konuşmalardan kör olacağını anladığında çılgına döndü
ve kendisini hâlâ çocukluk yıllarındaki ifadelerle seven
annesinin bu yalanlarına dayanamayıp evi terk etmeye
karar verdi. Fakat annesi, uzak bir yerde iş bulduğunu
söyleyerek ondan önce davrandı ve kazandığı paraları
bir akrabasına gönderip, kızına bakmasını rica etti.
Genç kız bir süre sonra görmez oldu. Karanlık dünyasıyla
baş başaydı. Bu arada annesini hiç merak etmiyordu.
Yalancıydı annesi, ölse bile bir kayıp sayılmazdı.
Bir gün doktorlar, uygun bir çift göz bulduklarını
söyleyerek kızı ameliyat ettiler.

Ancak o, gözünü açtığında yine aynı yüzü görmekten
korkuyordu. Fakat kör olmak zordu. En azından kimseye
yük olmazdı. Genç kız, ameliyat sonunda aynaya baktığında,
müthiş bir çığlık attı. Karşısında bir dünya güzeli vardı.

Gerçekten de harika bir kızdı gördüğü. Yüzündeki
bozukluklar tamamen kaybolmuştu. Çok kemerli olan
burnu düzelmis, kepçe kulakları normale dönmüş ve
yaban otlarını andıran saçları, dalga dalga olmuştu.
Genç kız, yanındaki yaşlı doktora sevinçle sarılarak:
"Sanki yeniden dünyaya geldim!" dedi. "Yüzümde hiçbir
çirkinlik kalmamış, estetik ameliyatı siz mi yaptınız?"
Yaşlı doktor: "Böyle bir ameliyat yapmadık kızım!."
diye gülümsedi. Annenin bağışladığı gözleri
taktık. Sen, onun gözünden gördün kendini!."

ÖMÜR AĞACI YAPRAĞINI BİR BİR DÖKERKEN...


Ömür ağacım yaprağını bir bir dökerken,
Her sabah şafağım umûda hasret sökerken,
Hayâtın bahârını, artık tükettim derken;
Ya sen bana geç kaldın, ya da ben sana erken…
Daha sen doğmamıştın şâir denildiğinde bana,
Daha sen yoktun ilk defâ yüreğimin sızlatıldığında
Daha toydum, çocuktum;
Geceleri uykuya düşmân,
Gidenin ardından ağlamaklı olduğumda,
Vefâsız, vicdânsız, insafsızın sancısını çektiğimde,
Yeni yeni emekliyordun sen…
Sen yürümeye başladığında, ben de sigaraya başlamıştım
Ve sen henüz iki yaşında, ben ise lisedeydim
Lisedeydim, bıyığı yeni terleyen
Toz pembe bir hayâtın içerisinde,
Yine pembe hülyâlarda yaşıyor olmam gerekirken,
Aşk cenderesine düşmüş,
Nefret pençesinde kıvranıyordum
Hayâta küsmeyi daha o zaman öğrenmiştim
Kahretmeyi,
Hayâta küsmeyi…
***
Sen İlkokul’a başladığında,
Yüreğimi lime lime doğrayıp,
Terkedip giden insanlık yoksunu,
Merhamet mahrûmu, diplomalı şerefsizlerin sayısı
Senin yaşından fazlaydı
Sana, öğretmen’in hayâtın güzelliklerini anlatırken,
İnsanları sevmeyi, sıcak kanlılığı öğütlerken,
Ben ise sıtma nöbetlerindeydim
Üşüyordum
Sütü bozukların enkâzında,
Izdırâb zemherîsindeydim
Sen umut pırıltılarıyla bakarken etrâfa,
Benim gözpınarlarım taşmıştı aldığım darbelerle
Kan rengi görüyordum Dünyâ’yı
Her nefes kan soluyordum
Ve kan kusuyordum hayâta
Kan kusuyordum! ..
***
Sen, Ondokuz’unda yüreğinin ilk çarpıntılarındayken,
Ben Otuz Yıllık Ömrüm’ü iki kat yaşamıştım âdetâ…
Altmış, belki de Yetmiş yıllık bir hayâtın yükü vardı omuzlarımda
Her biri On Yıl’a bedel aşkların yenilgisi,
Tahribâtı bitirmişti beni…
Gidenin ardından bakıp durmanın,
Ağıt yakmanın,
Gözyaşı dökmenin faydasız olduğunu anladığımda,
Çok yaşlanmıştı kalbim
Bir râhip edâsında,
Bir inzivâ hâlet-i rûhiyesinde,
Umûdu yitirmiş
Histen, tutkudan uzak,
Sıcağını, ışıltısını, fer’ini kaybetmiş,
Donuk donuk bakışlarla;
Bedenimin kalbime uymasını beklerken,
Yaşamak çok anlamsız, hayât ne de boş derken,
Mutlak karşılaşmamız, Kaderimiz’de varken;
Ya sen bana geç kaldın, ya da ben sana erken! ..
15.08.2006 Münih 04:10
Mustafa Engin Karatay

YABANCI ŞAİR ANTONIA MACHADO HAYATI VE ŞİİRLERİ


ANTONIO MACHADO hayatı ve şiirleri
İspanyol şair Antonio Machado y Ruiz 26 Temmuz 1875'te Sevilla'da doğdu, 21 Şubat 1939'da Colliuse'da öldü. Madrid'te Institucion Libre de Ensenanza'da ve Paris'te Sorbonne Üniversitesi'nde edebiyat üzerine öğrenim gördü. Çevirmenlik ve öğretmenlik yaptı. İç Savaş sırasında Cumhuriyetçilerin safındaydı, 1939'da annesiyle birlikte başka mültecilerle sınırı geçip Fransa'ya sığındığı yıl öldü.İspanyol edebiyatında döneminin umutla umutsuzluk arasındaki gerilimini yansıtan ürünler vermiş,1898 Kuşağı denilen hareketin önemli temsilcilerindendir.
SEVGİLİM MELTEMDİR SÖYLEYEN

Sevgilim, meltemdir söyleyen
fırsatının bembeyazlığını...
Gözlerim seni görmeyecek;
bekliyor seni yüreğim!

Rüzgâr getirdi bana
adını sabah alacasında;
dağ tekrarlıyor
ayak seslerinin yankısını...
Gözlerim seni görmeyecek;
bekliyor seni yüreğim!

Kuytu çan kulelerinde
alabildiğine çalıyor çanlar...
Gözlerim seni görmeyecek;
bekliyor seni yüreğim!

Çekiç sesleri
anlatıyor tabutun kasvetini;
küreğin sesi de
mezar yerini...
Gözlerim seni görmeyecek;
bekliyor seni yüreğim!

------------------------------
CİNAYET GIRNATA'DA İŞLENDİ

CİNAYET

Tüfekler arasında yürürken görüldü o,
Uzun bir sokaktan
Çıktı soğuk kıra,
Gün doğarken daha
Şafakta, yıldızların altında
Öldürdüler Federico'yu.
Cellâtların mangası
Bakamıyordu yüzüne.
Kapadılar hepsi gözlerini.
Dua ettiler: Tanrı bile kurtarmayacak seni!
Düşüp öldü Federico
- Alnında kan, kurşun barsaklarında. -
Cinayet Gırnata'da işlendi.
Biliyorsunuz, - zavallı Gırnata'da. -
Onun Gırnata'sında.
-------------------------------------

OZAN VE ÖLÜM

Ölümle başbaşa yürürken görüldü o,
Korkmadan tırpanından.
- Gene de kuleden kuleye güneş
Çekiçler örste, örste, demirci ocaklarının örsünde.
Konuşuyordu Federico
Okşayarak, ölümle. Ölüm dinliyordu onu.

"Daha dün mısralarımda can yoldaşım,
Kuru avuçların şaklıyordu senin
Daha dün mısralarımda,
Daha dün kırağını verdin şarkıma
Ve ağlatı'ma gümüş tırpan keskinliğini,
Seni şakıyacağım, sende artık kalmayan eti,
Olmayan gözlerini,
Rüzgârın dağıttığı saçlarını şakıyacağım
O öpülen kırmızı dudaklarını...
Ölüm, güzel çingenem, ölümümsün dün de bugün de,
İçime çekerken Gırnata'nın havasını, Benim Gırnata'mın."

Yürürken görüldüler onlar...
Bir mezar yontun bana dostlarım
Ozan için
Taştan ve düşten, -Elhamra'da,
Suyun ağladığı bir çeşme üstüne,
Sonsuza kadar desin o:
Cinayet Gırnata'da işlendi! Onun Gırnata'sında!

----------------------------------------

DAĞ KELEBEĞİ

Platero ile Ben adlı kitabı için Juan Ramon Jimenez'e

Sen değil misin, kelebek,
şu kimsesiz dağların canı,
derin uçurumları ile
sivri tepelerinin?
Sen doğabilesin diye
büyülü değneğiyle
taş fırtınalarına, emretti bir gün
durup susmalarını bir peri
ve zincirlendi o dağlar birbirine
sen uçabilesin diye.
Portakallı karalı,
esmer ve altın rengi,
dağ kelebeği,yabangülü üstünde
kat kat kanatçıkların, ya konar kalkarsın
oynaşarak güneşle, ya da bir günışını
üstünde çarmıha gerilmiş.
Dağ kelebeği,
kırların tepelerin kelebeği,
rengini resme dökemez kimse senin; yaşarsın
onu ancak sen ve kanatların
havada, güneşte, yabangülünde,
öylesine özgür ve öyle tatlısın ki
Juan Ramon Jimenez Fransisken lirinin tellerini
senin için okşar usul usul.

-----------------------------------------
DÜŞÜMDE GÖRDÜM Kİ

Düşümde gördüm ki alıp götürüyorsun beni
beyaz bir patika üzeri
yemyeşil kırlar ortasında
mavi tepelere
dingin bir sabah vakti.

Hissettim ellerini ellerimde,
senin dost elini,
ve kız çocuğu sesin çaldı kulaklarımda
yeni bir çan gibi,
baharın şafağından
bakire bir çan gibi.
Ordaydılar, sesin ve ellerin,
düşümde, nasıl da gerçektiler!...
Sen yaşa, ey umut: Kim der ki
toprak aldı sinesine seni.
-----------------------------------
SAVAŞ

Kinden garazdan bir elle, ey canım İspanya
-Denizler arası, denize inen, enli lir-
Çizildi üstüne savaş bölgeleri bir bir,
En yığılı dağlar ovalar, siper her kaya.

Garaz bir fırtına, alçaklık bir toz bir duman
Dalmış öz meşeliklerine elinde balta
Senin altın salkımlarından şarap sıkmakta
Toprağının tohumudur kaldırdığı harman

Bir kez daha - bir kez daha! - Ey gamlı İspanya,
Nen varsa rüzgâr taşan, denizle yıkanır ya
Hıyanete kurban, tüm kırdı geçirdi fesat

Nen varsa kutsal kirletildi unutularak
Tüm ne kaldıysa arıtmış bağrında toprak
Sunuldu bir yağmaya, satıldı haraç mezat!

BUNU NİÇİN YAPTIN SORUSU

Bunu niçin yaptın?
Allahü teâlâ kalbe ve niyete bakar. Bu kulum bu ibadeti yapıyor; ama niçin? Bu hayır ve hasenatı yapıyor; ama niçin? Doğru olmak şartıyla, ilim öğreniyor, ilim yayıyor; ama niçin? İşte, bunu niçin yaptın sorusu, Müslümanlara ahirette sorulacaktır. Bunun da cevabı var. Ya Allah için veya meşhur olmak için yahut zengin olmak için. Yahut da aferin desinler diye. İşte bu çok kötü… O zaman da Cenab-ı Hak ahirette diyecek ki:
(Sen bunları kimin için yaptıysan, git ücretini de ondan iste! Eğer benim için yaptıysan, hatasıyla sevabıyla gel seni affedeyim. Başkası için yaptıysan, bana niye geliyorsun?)
Peygamber efendimiz buyuruyor ki: (Allahü teâlâ, sizin şeklinize, görünüşünüze ve mallarınıza değil, kalblerinize ve amellerinize [o işi ne niyetle yaptığınıza] bakar.)
Yaptıkları işler bakımından kâfirlerle müminler arasında farklar vardır.

 Kâfirler her yerde ve her zaman, nasıl sorusuna cevap arar. Nasıl bina yapılır, nasıl şu yapılır vs. Ama mümin, niçin sorusuna kendini ayarlar. Allahü teâlâ ahirette kullarına niçin sorusunu soracaktır. O halde, fark buradadır. Yani birisi dünyalık, diğeri ahiretlik olacaktır.
Bu yüzden niyetleri de ıslah etmek, düzeltmek lazımdır. Büyükler, (Allahü teâlâ vermek istemeseydi istek vermezdi) buyuruyor. Ondan, hayırlı ömür, hayırlı ölüm istemeli. Hayırlı ömrün yanında, hayırlı ölümü de unutmamalı. Ölümü hiç unutmamak gerekir.
Allahü teala nasıl dilerse öyle olur.

 Mümine lazım ve layık olan, hastalık ve sıkıntıda sabretmek, sağlık ve rahatlıkta şükretmektir. O halde müminin iki vasfı vardır: Sabır ve şükür. Bir musibet gelince, neden benim başıma geldi derse, zarar eder. Bu Rabbimin bana ihsanıdır, hediyesidir derse, o zaman kurtarır.
 Sağlığa kavuştuğu zaman da azmamalı; çünkü çok sağlam insanlar, hastalardan daha çabuk ölebilir. Mümin her zaman ve her yerde Rabbiyle beraber olmalı ve başına bir musibet geldiği zaman, sabretmeli. Nimetlere kavuştuğu zaman da şükretmeli; çünkü Allahü teâlâ, şükretmenin de ayrıca sevabını verir.
İyiliği Allah için yapmak gerekir: İyilik ticaret, yani tüccarlık değildir. Ben bunu yaptım, sen ne yaptın veya ne yapacaksın denmez.
 Yaptığımızı unutsak da, hiç ummadığımız yerde karşımıza çıkar.
Hazret-i Lokman buyurdu ki: İki şeyi unut, iki şeyi unutma! Yaptığın iyilikleri unut, sakın bir daha bahsetme! Çünkü her anlatışta, bir miktar daha sevabı azalır. O yazılmış bir sevab, onu unut! Sana yapılan kötülükleri de unut! Çünkü sabrettin, Allahü teâlâ sana bir ecir verdi, her söylediğinde kaybediyorsun. İki şeyi de unutma! Allahü teâlâyı bir de ölümü unutma
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Dünya hayaldir. Öldükten sonra iki yer var: Cennet ve Cehennem. Ortası yok.
İman ve küfrün de, ortası yok. Burada insanın karar vermesi gerekir.
İki yol var: Birisi Cennete, diğeri Cehenneme götürüyor. Bunlardan birine karar verip, orada yürümek lazım. Yolsuz yürümek mümkün değil. Bir anda iki yolda birden yürümek, hiç mümkün değil. Aynı anda hem doğuya hem batıya gidemeyiz.
Elhamdülillah, biz Allahü teâlâya iman ettik, Peygamber efendimize iman ettik, ne bildirdiyse kabul ettik, beğendik, ahiret gününe iman ettik; ama bu iman ettiğimiz yolda, şüphesiz ki günahlar işliyoruz. Peki, bizim sonumuz ne olacak?
Bunu, bir talebesi hocasına sorar:
— Efendim biz, dinimizde bildirilen her şeye iman ettik, bu yoldayız; fakat bazen namaz kılarken kaç rekât kıldığımızı bile şaşırıyoruz. Namazda türlü türlü işler hatırımıza geliyor. Böyle ibadetlerimizin, hiçbirisinin kabul olmadığını düşünüyoruz. Hizmetlerimiz de öyle, peki Allahü teâlâ ahirette nasıl muamele edecek? Yani bütün bu hatalarımıza rağmen, bütün kusurlarımıza rağmen, bizim halimiz ne olacak?
Bu soru hepimizin hatırına gelir. Mübarek zatın verdiği cevap şöyle olur:
— Evladım, bana bir bardak su getir!
Talebesi hemen koşup, bir bardak su getirir. Kendisine dört beş adım kala:
— Orada dur, buyurur.
Talebe durur. Hocası devam eder:
— Şimdi aksilik bu ya, ayağın takıldı ve halıya bardakla birlikte düştün, bardak kırıldı; içindeki su da döküldü. Yani su gelmedi. Suyu bana getirirken, başına gelen bu kazadan dolayı sana, kızar mıyım, acır mıyım? Elbette acırım; çünkü o suyu siz bana getiriyordunuz; ama böyle oldu ne yapalım. İşte, bizim ibadetlerimiz de böyle. Allahü teâlâ da Ona giderken yaptığımız hatalar ve kazalar sebebiyle kızmaz. Onun merhameti sonsuzdur, acır ve affeder.
Yeter ki biz, suyu Ona götürelim. Yani Ona doğru gittikten sonra korkmayalım;

MEVLANA'DAN HAKİKATE ULAŞMAK

Mevlana’ya göre hakikate ulaşmak için dört kapıdan geçilir.

1- Şeriat kapısı
2- Tarikat kapısı
3- Marifet kapısı
4- Hakikat kapısı
Öğreti olarak bu kapılar birer birer geçilerek hakikate ulaşılır. Öğrencilerinden biri Mevlana’ya sormuş; “Efendim, bu 4 kapı meselesini ben pek anlayamıyorum. Bana anlayabileceğim bir lisanla anlatır mısınız?”

“Şimdi bak, karşı medresede dersini çalışan dört kişi var ve hepsi rahlelerine eğilmiş. sen git bunların hepsinin ensesine bir şamar at, sonra gel sana anlatayım.”

Öğrenci gitmiş, birincinin ensesine bir tokat akşetmiş. Tokadı yiyen derhal ayağa kalkıp arkasını dönmüş ve daha kuvvetli bir tokatla Mevlana’nın öğrencisini yere yıkmış. öğrenci dayağı yemiş, geri dönecek ama hocasına itaat var. Yaradana güvenip ikinciye de bir tokat akşetmiş. O da derhal ayağa kalkıp elini kaldırmış. Tam tokadı vuracakken vazgeçip yerine oturmuş. Öğrenci devam etmiş, üçüncüye de bir tokat atmış. Üçüncü şöyle bir kafasını çevirip baktıktan sonra çalışmasına devam etmiş. Dördüncü, tokadı yemesine rağmen hiç oralı bile olmadan çalışmasına devam etmiş. Öğrenci Mevlana’ya dönmüş, olanları anlatmış.Mevlana; “İşte sana istediğin örnekler…

- Birinci, şeriat kapısını geçememiş biri idi. Şeriatta kısasa kısas olduğu için, tokadı yiyince kalktı, aynısını sana iade etti.

- İkinci, tarikat kapısındadır. Tokadı yiyince o da kalktı, tam tokadı iade edecekti ki, tarikat öğretisinde verdiği söz aklına geldi.

“Sana kötülük yapana bile iyilik yap”. Onun için döndü, oturdu.

- Üçüncü, marifet kapısına kadar gelmiştir. İyinin ve kötünün tek Yaradan’dan geldiğini bilir, inanır. Yaradan bu kötülüğe hangi iblisi alet etti diye merakından şöyle bir dönüp baktı.

- Dördüncü, hakikat kapısını da geçmiştir. İyinin ve kötünün tek sahibi olduğunu ve aynı olduğunu bilir. Onun için dönüp bakmadı bile…

MANEVİ HASTALIĞIMIZ "ŞİKAYET ETME"


Sıkıntılarını bağıra çağıra ilan eden, elindekiyle yetinmeyen, halinden memnun olmayan insanlar çoğalıyor.

Gerçi bugün de ziyaretlerine gidip “Nasılsınız?” dediğimizde “Hamd olsun” diyebilen hastalarımız, halini sorduğumuzda “Çok şükür” diyebilen fakirlerimiz hâlâ var çok şükür. Fakat nesli tükenmek üzere.
“Herhangi bir sebepten dolayı hissedilen elem, rahatsızlık veya hoşnutsuzluğu dışa vurma, sızlanma, yakınma” anlamına “şikayet”in bazı çeşitleri, hem mahiyeti itibariyle hem de beşerî bir tavır olarak masiyetten sayılmıştır dinimizde. Zira farkında olalım olmayalım, çoğu şikayette ilâhi takdire itiraz, kazaya muhalefet vardır. Bir kısım şikayetlerimiz ise itminansızlığın eseridir; nefsin ve dünyanın zebunu olduğumuzu ifşa eder.
Cennetin vizesi
İslâm’da kerih görülen bu kabil şikayetlenmelerin neler olduğuna geçmeden önce aslî hedefimizi, niçin bu dünyada bulunduğumuzu hatırlamamız gerekiyor. Zira hedefini şaşırıp yanlış istikamete yönelerek bir şekilde kendilerini kaybedenlerin, ne kadar çaba gösterirlerse göstersinler, kalplerini sükuna erdirecek bir netice almaları mümkün değildir. Beyhude gayretler ise yersiz şikayetlerin anasıdır.
İnsanın aslî hedefi, imtihan için gönderildiği bu geçici dünyada kulluğunun icaplarını yerine getirerek ahiret yurdundaki ebedi saadete erişmektir. Var gücüyle Allah’ın rızasını kazanmaya, kendisini Allah’a sevdirmeye çalışır. Bütün ibadetleri, hayır hasenatı bunun içindir. İnsan namaz kıldığı, oruç tuttuğu, zekât verdiği, hacca gittiği, nafile ibadetler yaptığı için, bunların karşılığı veya bedeli olarak cenneti hak edemez.
Bütün bunları muhabbet ve taziminin nişanesi, şükrünün ve kulluk şuurunun ifadesi olarak yapmış, böylece Allah’ın rızasını kazanabilmişse eğer, “Gir cennetime!” (Fecr, 30) hitabına mazhar olabilir. Yani ebedî saadet yurdu için esas vize ibadetlerimiz değil, Allah’ın rızasıdır. Şu halde dünya hayatını Allah’ın rızasını ve sevgisini kazanma imtihanı olarak da anlamak gerekir.
Peki insan bu imtihanı nasıl başaracak, kendisini Allah’ın razı olduğu bir kul yapacaktır? Denilmiştir ki “Allah’ın rızası, kulun Allah’a olan rızasındadır”. Allah’a bağlılığımız, itimadımız ve O’nun kazasına rızamız, Allah’ın bizden razı olmasına sebeptir. Eğer kul Allah’ı hakikaten sever ve O’ndan razı olursa, Allah da o kulu sever ve O’ndan razı olur.
Allah’ı seviyorsak eğer
Sadece dil ile “Ben Allah’ı seviyorum” demek, hakiki bir sevgiye, samimi bir rızaya delalet etmez. Bunun ibadetlerde olduğu gibi amel halinde tezahür etmesi lazım bir; hakikatinin ve samimiyetinin test edilmesi lazım, iki. Kriter Âl-i İmran Suresi’nin 31. ayetinde verilmiş. Peygamberimiz s.a.v.’e hitaben şöyle buyuruluyor: “De ki, eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” Rasulullah s.a.v.’in sünnetine sarılmak, Allah Tealâ’yı hakikaten sevmenin işareti demek ki.
Bütün şikayetlerin neticede bir “razı olmama hali”ni yansıttığını ima etse de, şu söylediklerimizin asıl mevzuun biraz dışında kaldığı düşünülebilir. Sadede şöyle gelelim: Bugün müslümanların şikayetlerinin çok büyük bir kısmı dünyalık hırsı veya mahrumiyetiyle ilgilidir. Hz. Peygamber s.a.v.’in bu meseledeki çok net ve açık tavrına rağmen müslümanların dünyayı “dert edinmesi”, sünnete uymadığımızın, dolayısıyla Allah Tealâ’ya muhabbetimizde samimi olmadığımızın göstergesidir.
Bizi günaha sokan, huzurumuzu bozan şikayetlenmelerden kurtulmak, rıza makamına ulaşmak, nefs-i mutmainne mertebesine çıkabilmek, “salih” kullar arasına girebilmek için Efendimiz s.a.v.’in dünya karşısındaki tavır ve tavsiyelerini bir daha hatırlamamız gerekiyor öyleyse. Çünkü O, Allah’ın kendisinden en çok razı olduğu kulu, en çok sevdiği habibidir. Rasul-i Ekrem s.a.v. de “Allah’ı seven ve O’ndan razı olan bir kul”un en ideal örneği.
Sahi, biz hangi peygamberin ümmetiydik?
Bazen günlerce sıcak yemek bulamayan, sadece su ve hurma ile iftar eden, hane-i saadetlerinde bir ay ocak yakılamayan, yamalı ayakkabı giyen ama bunlardan asla şikayet etmeyen bir peygamberin ümmetiyiz. İstese dünyanın bütün zenginliklerini kendisine verecek Cenab-ı Allah’tan ailesi ve soyu için sadece “kifaf miktarı”, yani yaşamalarına yetecek kadar rızık talep eden; dünyalık terekesi ibrik-leğenden ibaret bir peygamber.
Böyle bir peygambere ittiba edenlerin dünyalık diye bir derdi de, bundan kaynaklanan şikayetleri de olmamalıydı. Halbuki halini beğenmemek, kendisine verilenlerle yetinmemek, daha fazlasını elde edemediği için üzülmek ve bütün bunlardan dolayı şikayetlenmek sıradanlaştı neredeyse.
Sanki Rasulullah s.a.v.: “Dünyalıkta kendisinden aşağısına, dinde de kendisinden üstününe bakan (ve buna göre davranan) kimseyi Allah Tealâ hem sabreden hem de şükredenlerden yazar. Fakat dünyalıkta kendisinden üstününe, dinde de kendisinden aşağıda olana bakanları da Allah Tealâ ne sabreden ne de şükredenlerden yazar.” buyurmamış gibi, “Ben şu kadar zamandır namaz kılıyor, dua ediyorum; istediklerim gerçekleşmiyor da falancada namaz niyaz olmadığı halde Allah ona veriyor.” türünden yakınmalarla sık sık karşılaşır olduk.
Sahibine zarar veren şikayet
Sadece bu hadis değil, Zeyd b. Sabit r.a.’den gelen başka bir rivayet de dünyalık talebi ve hırsının başlı başına bir problem olduğunu haber veriyor:
“Kimin emeli dünya olursa Allah onun işini aleyhine darmadağın eder, fakirliği iki gözünün arasında kılar, dünyadan eline geçen miktar da kaderine yazılandan fazla olmaz. Kimin de kastı ahiret olursa, Allah onun (dağınık) işlerini lehinde toplar, zenginliği kalbine koyar, dünya nimetleri ona (kendiliğinden) koşarak gelir.”
Şu halde Peygamberimiz s.a.v.’in, üzerinden “garip bir yolcu gibi” geçip gitmemizi tavsiye buyurduğu dünyayı mülk edinmeye çalışmak, asıl maksadı, yani Cenab-ı Hakk’ın rızasını ve bu sayede kazanılabilecek ebedi saadet yurdunu unutturmakla, bizi yanlış istikamete yöneltmekle kalmıyor, boş yere yorulup şikayetlenerek huzursuz olmamıza da yol açıyor. Şikayet, bir problemin çözümüne, bir mahrumiyetin giderilmesine imkan veriyorsa anlamlı ve gereklidir. Oysa daha yüksek bir hayat standardı tutkusu veya talebinden kaynaklanan şikayetlenmelerimiz hem dünya hem ahiret mahrumiyetlerimizi çoğaltıyor.
Müslüman meşru çerçevede elbette dünyalık da isteyecek, bunun için dua ve niyazda bulunacak, çalışacak, sebeplere tevessül edecek ama neticeye de rıza gösterip böyle takdir buyuran Rabb’ine hamd ü senadan geri kalmayacak.  
Önce “lâ” demeyi unutmayalım
Modern cahiliyyenin sürekli bulandırması sebebiyle müslümanlar olarak “dünya tasavvuru”muzu her fırsatta berraklaştırmamız gerekiyor. Burada da akıllara takılabilir; dünyalık hususunda neticeye rıza, yetinme, kanaat, kendimizden aşağıdakilere bakıp şükretmek, acaba dünyayı ihmal anlamına mı geliyor? İddia edildiği üzere böyle yapageldiğimiz için mi geri kaldık?
İmanın ilk şartı kelime-i tevhide “lâ” diyerek başlarız. Önce zihnimizdeki bütün kabulleri, bütün anlayışları, bütün tasavvurları yıkar, siler, yok ederiz yani. Sonra oraya vahyin öğrettiği “tevhid”i yerleştiririz. Dünya konusunda da böyle yapmaz, modernizmin zihnimize yerleştirdiği peşin kabulleri yıkmazsak, yukarıdaki soruların sancısından kurtulamayız. Dahası, kendimize mahsus bir dünya tasavvuru kuramadığımız için savrulur dururuz orta yerde.
Nitekim dünya anlayışını “lâ” demeden inşa eden nice müslüman “aydın”, Efendimiz s.a.v.’in “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışın” ibaresinin geçtiği hadis-i şerifini Bektaşî’nin namaz ayetini okuduğu gibi okuyarak konforu meşrulaştırmaya, izzeti servete bağlamaya, modernizmin dünya telakkisine şirin görünmeye çalışıyor.
Müslümanın dünya diye bir hedefi yoktur. “Fani” bir varlığa bağlanmaz. “Dünya sevgisi her çeşit hatalı davranışın başıdır.” hadisini düstur edindiği için dünyayı kalbine almaz. Onun dünyadaki hayat anlayışı da, refah, rahat, huzur, fakirlik, zenginlik, izzet, zillet anlayışı da modern cahiliyyeninkinden farklıdır.
Dünyayı ihmal mi ediyoruz?
Dünya müslüman için amaç değil araçtır. Asıl maksada götürmeye hizmet ettiği ölçüde değer ve önem kazanır. Bizatihi değerli ve önemli değildir. Bir vasıtanın hedef haline getirilmemesi, onun ihmal edildiği anlamına gelmez. Tam tersine, bir aracı “amaç” ittihaz etmek, sapkınlığa ve akamete yol açtığı için o “araç”ın kendisinden beklenen faydasını zarara, değerini değersizliğe dönüştürmek demektir.
Müslümanın çok tüketerek “mutlu” olunacağına, ancak kuştüyü yataklarda “rahat” uyunabileceğine dair bir kabulü olamaz. O, bölüşerek ve infak ederek mutlu olur, komşusunun tok yattığından eminse rahat uyur. Dünyayı değil ahireti önceler. Aslında dünya ve ahiretin “önem” bakımından mukayesesinin çok da anlamlı olmadığını bilir. Çünkü biri vasıta, diğeri hedef olan iki şeye eşit oranda değer verilemeyeceğini fark edecek kadar feraset sahibidir.
Yukarda işaret ettiğimiz ve halk arasında “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışın.” şeklinde meşhur olan hadis de zannedildiği üzere dünya ile ahireti dengelemez. Bu hadis-i şerifin muteber kaynaklardaki metni “Hiç ölmeyeceğini zanneden kişi gibi (dünya için) çalış; yarın öleceğinden korkan kimse gibi de (dünyaya bağlanmaktan) kaçın.” mealindedir. Dikkat edilirse hadis, müminin dünya ile münasebeti sadedindedir. Ahiret için yapılacaklarda acele etmeyi, dünya için ise daha teennili davranmayı salıklar.
Nitekim ulema bu hadisin özellikle ilk bölümünü tevil ederken, “İnsan ebedî yaşayacağını farz ederse dünya hırsı azalır. Bilir ki arzu ettiği dünyalık, onu talepteki hırs ve koşuşturmayı bir kenara bıraksa bile elinden kaçacak değildir.” demişlerdir. Peygamberimiz s.a.v.’in aşırı hırs ve tamahtan imtinayı tavsiye eden “Dünya talebinde mutedil olun; çünkü herkes kendisi için takdir edilmiş olana müyesserdir.” hadisi de bu tevili desteklemektedir.  
Aziz-i vakt olduğumuz zamanlar
Bir “vasıta” olduğuna, ahiret saadeti ancak bu vasıta ile temin edilebildiğine göre, müslümanın dünyayı büsbütün yok sayması, ona sırt çevirmesi söz konusu değildir. Bizimle mezara gelmeyecek, orada bulunmayacak şeylerden ancak zaruret miktarı faydalanma temayülümüz de zenginliğe, dünyalık kazanma talep ve çabamıza engel değildir. Zira infak etmek suretiyle bunları dahi mezara getirmek mümkündür. Bununla beraber dünyalık bir mahrumiyetten dolayı asla elem çekmez müslüman. Hatta “Dünyalıktan bir şey kaybettiğine üzülen kimse, cehenneme bir aylık (veya bir senelik) mesafe yaklaşmış olur.” hadis-i şerifi mucibince bundan özellikle kaçınır.
Nihayet aza kanaat ettiğimiz, kaderciliğimiz, bir lokma bir hırka ile yetindiğimiz için geri kaldığımız, izzetimizi yitirdiğimiz iddiaları tevil götürmez birer zırvadır. Hz. Ömer r.a., hilafeti devrinde bir gün, Ashabın “Ondan daha doğru sözlü olan birisini ne gök gölgeledi, ne de yer taşıdı” diye övdüğü Ebu Zer r.a.’ı çağırır ve ona “halkın halife aleyhine neler konuştuğunu” sorar. Bu soruşturmayı, varsa eğer hatalarını görmek ve telafi etmek için sık sık yapmaktadır Halife. Ebu Zer r.a., hürmetinden dolayı susmak istese de ısrar edilince şöyle der: “Halk arasında senin sofranda iki çeşit yemek bulunduğu ve üzerindekinden başka bir kat elbisen daha olduğu şayiası var.” Hz. Ömer r.a. mahçup olur, başını eğer, “Evet, öyleydi.” der, “Fakat çok şükür şimdi dedikleri gibi değilim.”
İşte böyle yaşayan Hz. Ömer r.a.’ın fethettiği yerlere ve müslümanlara kazandırdığı itibara, mesela her türlü zenginlik, konfor ve şaşaa içinde dem süren bazı Emevî sultanlarının bırakın yenilerini katması, bunları muhafaza etmesi bile nasip olmamıştır. Biz samimiyetle “bir lokma bir hırka” dediğimiz devirlerde aziz-i vakt idik. Çünkü dünya ayaklarımızın altındaydı. Şimdiki zilletimiz ise dünyayı başımızın üstünde taşımamız gerektiğine inandırılmaktan kaynaklanıyor. Ezikliğimiz, perişanlığımız, feryad ü figana dönüşüp göklere yükselen şikayetlerimiz bundan.
Asıl nimetin farkında değiliz
Şikayet, bazen bir şükürsüzlük veya sabırsızlık halinin dışa vurulmasıdır. Halbuki müslümanın dünya hayatı şükür ve sabırdan ibaret olmalıdır. Hatta Peygamberimiz s.a.v.’in, “Mümin kişinin durumu ne kadar şaşırtıcıdır. Zira her işi onun için hayırdır. Bu durum sadece müminlere hastır, başkalarına değil: Ona memnun olacağı bir şey gelse şükreder; bu ise hayırdır. Bir zarar gelse sabreder; bu da hayırdır.” hadisinde “şükür” ve “sabr”ı özellikle mümine tahsis etmesi, Maide Suresi’nin 23. ayetinde de “Gerçek müminler iseniz Allah’a tam bir itimatla tevekkül ediniz.” buyurulması, şükür ile sabrın imanın önemli bir rüknü olduğuna işarettir.
Şükür gerekirken şikayet etmek böyle bir iman zafiyetinin sürüklediği nankörlük olur ki vebali vardır. “Siz beni anın, ben de sizi anayım. (Bir de) bana şükredin; nankörlük etmeyin.” (Bakara, 152) ayetinde beyan buyurulduğu gibi Allah’a şükretmemek nankörlüktür. Kendisine verilen nimeti fark etmeyene, ihsanın kadrini bilmeyene, iyiliği inkâr edene nankör derler. Dünyalıkta kendisinden yukardakilere bakıp “Allah bana ne verdi ki şükredeyim” deyip şikayetlenenler Allah’ın nimetlerinden gafil olanlardır. Böyleleri genele ait nimetleri göremez, özel servet ve imkanlar umar.
Allah kendisini var kılmıştır, insan yaratmıştır, İslâm’a dahil etmiştir, yaşaması için gerekli havayı suyu vermiştir, sağlıklıdır, azaları tamdır, herkesinkiyle birlikte pazara çıkarılsa yine kendisine ait olanı alacağı bir aklı vardır, vs… Bunlara nisbetle kendisinin nimet bildiği şeyler çocuk oyuncağı mesabesindedir. Fakat neylersiniz ki çocuk kalmışsanız eğer, oyuncaklara meyleder; onlar elinizde bulunmadığında şikayetlenirsiniz.
Bir bardak suya şükür
Abbasî halifelerinden biri, huzuruna çağırdığı vaizlerin efendisi İbnü’s-Semmâk’a “Bana öğüt ver” dedi. Halife bu sırada içmek üzere olduğu bir bardak suyu elinde tutuyordu. İbnü’s-Semmâk, “Bir çölün ortasında çok şiddetli bir susuzluğa yakalandığın vakit, şu elindeki suyu bütün servetin karşılığında sana teklif etseler ne yapardın?” diye sordu. Halife, “Bütün servetimi verir, bu suyu alırdım.” dedi hiç tereddütsüz. Bunun üzerine İbnü’s-Semmâk şunu söyledi halifeye: “O halde bir bardak su değerinde olan servetinle daha niye böbürlenirsin?”
Bu hikâye bir yanıyla dünya servetinin değersizliğine dikkat çekerken, diğer yanıyla bir bardak suyun dahi ne kadar büyük bir nimet olduğunu anlatıyor. Şükredecek küçük gibi görünen o kadar büyük nimet var ki.. Cehalet ve marifet eksikliği bunların fark edilmesini engelliyor; şükür yerine şikayete sevk ediyor insanı.
Alemlerin Efendisi, kendisine bahşedilen ilim ve marifet sebebiyledir ki geceleri kalkıp gözyaşları içinde ayakları kabarıncaya kadar namaz kılar, “Ya Rasulallah, senin geçmiş ve gelecek bütün günahların bağışlanmıştır. Neden kendini bu kadar hırpalıyorsun?” diyenlere “Şükredici bir kul olmayayım mı?” cevabını verirdi.
Peki, bir bardak suya olsun şükredelim, bundan dolayı şikayetlenmeyelim ama ya onu da bulamıyor, geçim sıkıntısıyla bunalıyor, hastalıklarla boğuşuyor, musibetlere maruz kalıyorsak; Allah verdi diye bunlara da mı rıza göstereceğiz?
Rıza bazen de sabırdır
İmam Gazalî rh.a., belalara rıza, sabır ve dua ile bunların izalesini istemektir, diyor. Yani sıkıntı ve musibeti talep etmek, bunlardan dolayı sevinmek yok ama şikayet de yok. Sabır rızayla çelişmez. Zira sabr-ı cemil, Allah’ın takdir ettiğine razı olabilmenin semeresidir. Dua da rızaya münafi değildir; sahibini rıza makamından çıkarmaz.
Peygamberimiz s.a.v., rıza makamının en üst derecesinde olduğu halde dua etmiş, Allah Tealâ Enbiya Suresinin 90. ayetinde dua edenleri övmüştür. Dua ile Allah’tan medet, çare ve ihtimam istemek şikayet olmaz, denilmiştir. Esasen kulluğun icaplarına riayetle, tevazu ile baş eğerek müptela olduğu bir derdi Allah’a açmak tarzındaki bir şikayetlenme de kerih görülmemiştir.
Buna rağmen başımıza gelenin hakkımızda daha hayırlı olduğunu düşünmek, isterken de hayırlı ise istemek evlâdır. Mesela az kazançta, fazlanın hesabındaki zorluk, şımarma, harama bulaşma gibi tehlikeler de azdır ve bunlar kazanç azlığı gibi mukayyet değil mutlak birer musibettir. Nasıl nimete şükür, nimetin kendisinden ziyade onu verenin ilgisinden dolayı ise, belada da belanın üzüntüsü değil, verene bağlılık öne çıkarılmalıdır. Fakirlik ve hastalıktan dolayı halini insanlara açarak şikayetlenmek hoş karşılanmamıştır.
Toplumsal plandaki aksaklıkları, yönetimden kaynaklanan arızaları şikayet ise bir tesbit yapmak ve çare aramaya teşvik etmek maksadı taşıyorsa mubahtır. Aksi halde bir aczin ve kaçışın ifadesidir. Görünen sebeplerinin de ötesine geçerek böyle sıkıntıların bize niye verildiğini, niye hep böyle şeylere düçar olduğumuzu, kendimizi tenzih etmeden anlamaya çalışmak, durumdan vazife çıkararak sorumluluk üstlenmek, hiç değilse dua etmek, şikayetlenmekten daha soylu bir davranıştır.
Şikayeti şükre dönüştürmek
Şöyle toparlayalım: Ya nimeti azımsadığımız ya sıkıntıyı çok bulduğumuz için şikayet ederiz. Her iki halde de bu kadarını hak etmediğimiz kabulü var. Yani bir haksızlığa uğradığımızı düşünürüz hep. Böyle bir düşüncenin aradaki sebepler zincirine rağmen rıza-yı ilâhiye dokunabileceğini hesaba katmak lazım. Bir de şikayet etmeden önce hakikaten neye müstehak olduğumuzun muhasebesini adaletle yapmak… Neyi ne kadar hak ettiğimizi insafla düşünürsek eğer, bütün şikayetlerimiz şükre dönüşecektir.
Kuraklık sebebiyle sık sık yağmur duasına çıkan ama netice alamayan bir belde halkı, kendilerine katılmayan bir Allah dostunun yanına varır, sitem ederler. Derler ki:
- Perişanlığımızı gördüğün, ne çektiğimizi bildiğin halde bizimle gelip yağmur duası etmiyorsun!
Bu Allah dostu şöyle cevap verir onlara:
- Siz yağmur yağmadığı için şikayet ediyorsunuz. Ben ise başımıza taş yağmadığı için gece gündüz şükürle meşgulüm!
Birbirimizden Şikayet
“Bana faydalı bir şey öğret” diyen ashabına Rasul-i Ekrem s.a.v.’in “Müslümanların yolundan rahatsızlık veren şeyleri kaldır.” tavsiyesini düstur edinmiş bazı müslümanlar, hem kendileri yol almak hem de arkadan gelecek diğer kardeşlerine yol açmak için bir araya gelip hasbî bir çabayı sürdürmek konusunda sözleşir öteden beri.
İşte böyle cemaatlerin yürüyüşünü aksatan en büyük tehlikelerden biridir şikayetlenme. Soğumaya, şevk ve heyecanın kaybına sebep olarak verimimizi düşürmekle kalmaz, insanı kardeşleri hakkında su-i zan ve gıybet gibi günahlara da sürükleyebilir.
İnsanın olduğu her yerde poblemler de olacaktır. Bazen bunlar karşısında üzülmemek, şikayetlenmemek, hatta öfkelenmemek kaçınılmazdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de müttakiler için bile “hiddet etmeyenler” değil, “hiddetini yenenler” ifadesi kullanılır (Âl-i İmran, 134). İhmaller, sürçmeler, yanlışlar karşısında haklı bile olsak öfkemizi yutmak, şikayet etmemek, kardeşlik hukukuna uygun davranmak gerekir. Kardeşlik hukuku bağışlamayı, mazur görmeyi, kusurları araştırmamayı, ikinci kez fırsat vermeyi, iyilikle ve yumuşaklıkla muameleyi icap ettirir.
Bunlar problemleri görmezlikten gelmek, tekrarlanan hatalara tahammül etmek demek değildir. Müdahaleler ya gizlice nasihat yoluyla, ya sorumlulukları daha ehil olanlara vermekle yapılır. Yahut Peygamberimiz s.a.v.’in “Bazı kimselere ne oldu ki şöyle şöyle yapıyorlar” diyerek isim vermeden, ima etmeden, zatları değil, sadece yanlış sıfat ve fiilleri eleştiren tarzı örnek alınabilir.
Haklılığa rağmen yol kardeşlerinden “sürekli şikayet” sevgisizliğin alâmetidir. Sevilenin veya sevildiği iddia edilenin kusurları görülebiliyorsa, muhabbet kalbi istila etmemiş demektir.
“Dualarım Kabul Olmuyor!”
Bir an için insanları “Şikayet etme, dua et!” diyerek yönlendirdiğinizi düşünün. Muhtemelen çok kısa bir süre sonra büyük kısmı “Dua ettim ama kabul olmadı” şikayetiyle gelecektir yanınıza. Ebu Hüreyre r.a.’ın rivayet ettiği bir hadis-i şerif tam da bu tutumumuzu anlatıyor:
“Acele etmediğiniz müddetçe her birinizin duasına icabet olunur. Ancak şöyle diyerek acele eden var: Ben Rabbime dua ettim, duamı kabul etmedi.”
Yapılanın “dua” olması şartıyla Allah kulunun ellerini boş çevirmez. Dua, insanın aczi karşısında Allah’ın kudretini itiraftır. Bu hal ile netice hususunda sabırsızlık göstermemek, günah kapsamında bir şey istememiş olmak, sıla-i rahmin kopması talebinde bulunmamak, dilindekini kalbiyle de temenni etmek ve kulun imkanları çerçevesinde fiilen de tahakkukuna çalışmak kaydıyla bütün dualara icabet olunur.
Fakat bu icabet ya dünyada peşin olur, ya ahirete saklanır, yahut da dua miktarınca kulun günahlarından hafifletilmek suretiyle gerçekleşir. Duada özellikle bir şeyler istemek şart değilse de, dünyalık bir talepte bulunulmuşsa eğer, böyle duaların kabulü kulun fiilî iradesine, yani o istikamette çalışmasına, sebeplere tevessüldeki kararlılığına bağlıdır.
Allah hakkında beslememiz gereken hüsn-i zan icabı, duanın kabul olacağına inanmak ve acaba hepsini verebilir mi şüphesine düşmeden bol bol istemek tavsiye edilmiştir. Bu meyanda dualarımızda kardeşlerimizi, bütün müslümanları, hatta insanlığı unutmamak, “Onlar için de istersem bana bir şey kalmaz” diye düşünmemek gerekir. Hadislerle sabittir ki kişinin kardeşi hakkındaki duası daha çabuk icabet bulur ve bir melek Allah’tan o duanın aynısını dua eden için ister.
Giderek asık suratlı, somurtkan, sürekli sızlanan, şikayet eden bir toplum haline geliyoruz.
Bu, müslüman fertler olarak bizim dışımızdaki birtakım olumsuzluklardan ziyade, kalbimizle ilgili bir problem.
Zira farkında olalım olmayalım, çoğu şikayette ilâhi takdire itiraz, kazaya muhalefet vardır.
Eskiler, selamdan sonra her fırsatta birbirlerine “Nasılsın?” diye sorar; “Hamd olsun” yahut “Allah’a şükür iyiyim” gibi cevaplar almak suretiyle, kardeşlerinin şükrüne vesile olmak isterlermiş.
Bu öyle laf olsun kabilinden bir mükâleme değil. Efendimiz s.a.v.’in bize her hâl ü kârda şükretmemizi ihtar eden bir sünneti.
Ali YURTGEZEN

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...