|
21 Nisan 2018
Hadis İlimlerinin Temellerine Bir Bakış
Hadis İlimlerinin Temellerine Bir Bakış
Sünnetin Kur'an dan sonra ilk başvurulacak merci olması ve Kur'an'ın pratiğe geçirilmesi açısından İslami ilimler arasında hadis ilimlerinin ne kadar önemli olduğunu belirtmeye hacet yoktur. Kur'an ayetleri bize hiç bir bozulma olmadan ulaştığı için onun orijinalliğini araştırmaya gerek yok ise de, bize ulaşan sünnetin hangilerinin ne doğrulukta ulaştığını araştırmak hadis ilimlerinin konusu olmuştur.Bugün İslam'a gönül vermiş, onun derdini kendine dert edinmiş herkesin hadis ilimlerine dair temel bilgileri - yalnızca ana hatları ile de olsa - bilmesi gerektiği kanaatindeyiz. Nasıl ki matematik ile ilgili dört işlem gibi temel bilgileri bilmek bir insanı matematik uzmanı yapmıyorsa, temel hadis usulü bilgilerini bilmek de bir müslümanı muhaddis yapmayacaktır. Ama yine de bu bilgiler, hadis öğrenirken, hadis eserlerine bakarken, onların sağlıklı ulaşıp ulaşmadığını anlamada yardımcı olacak, o kişiyi hadis/haber alma ve verme şuuru ile donatacaktır. İşte bu düşünce ile müteakip bölümlerde hadis ilimlerine temel seviyede küçük bir giriş yapmak amaçlanmaktadır.
HADİS İLİMLERİ
Hadis ilimleri deyince ilk olarak akla ilm-u dirayet-il-hadis gelir. Bu ilim dalında hadisin kuvvet derecesi, doğruluğu, bizlere sağlıklı bir biçimde ulaşıp ulaşmadığı araştırılır. Dirayet/Rivayet ikilisi bir bakıma kalite/kantite ikilisine benzer. Mesela tek bir kanaldan gelen dirayeten güçlü bir hadisin, bir kaç kanaldan gelen yani rivayeten güçlü gözüken bir hadisden daha sahih olması pek ala mümkündür.Hadis ilimlerinden bir diğeri de ihtilaf-ul-hadis'dir. Bu ilim dalı sıhhaten aynı kuvvette olup birbiri ile uyuşmayan iki hadis arasındaki ihtilafı çözmekle meşgul olur. Bu durumlarda muhaddisler ve fakihler cem ve te'lif, tercih, nesh ve tevakkuf denilen metodlar kullanırlar.
Hadis rivayet eden kişilerin rivayete ehil olup olmadıklarını araştıran ilim dalına da cerh ve ta'dil veya nakd-i rical denir. Bu ilim dalı hem şahıslar hakkında bilgi toplamak, hem de bu bilginin objektifliğinin sağlanması açısından ve bu kimselerin hangi kriterlere göre hadis rivayetine ehil olup olmayacaklarının tesbiti bakımından çok zor ve çok mesuliyetlidir. İşte bu yüzden Buhari, Yahya b. Main, Ahmed b. Hanbel, Hafız Zehebi gibi az sayıda alim bu işin hakkını verebilmişlerdir.
HADİS İSTİLAHLARI
Her ilim dalının bir terminolojisi olduğu gibi hadis ilimlerinin de istilahları vardır. Hadis istilahları anlaşılmadıkça hadis usulü de anlaşılamaz. Hadis istilahları çok sayıda olduğu için aşağıda sadece bir kısmına temas edilecektir:Ravi, hadisi rivayet eden kişidir. Bir ravi hadisi başkasından aldığında aldığı kişiye o ravinin şeyh'i denir. Hadisi alan ravi de talib'dir. Hadis almaya ahz, başkasına rivayet etmeye de eda tabir edilir.
Sened, hadisi rivayet eden raviler zinciridir.
Cerh ve ta'dil ilminde ravilerin kalitesini belirtmek için sika (hadis rivayetine tam ehil kişi) dan vadda (hadis uyduran kişi) ya kadar çeşitli tabirler kullanılır. Bir ravi, durumu araştırıldıktan sonra, ya bu iki uçtan birinde, ya da arada bir yerde değerlendirilir.
"Sika" da iki şart aranır: Adl ve zabt. Adl ravinin hadisi bozmadan rivayet eden dürüst bir müslüman olması, zabt ise hafızanın kuvvetli olması özelliğidir.
Hadisin ne şekilde rivayet edildiği de önemlidir. Bunlardan bazılarına sema, kıraet, icazet denir. Sema talibin şeyhden doğrudan işitmesidir. Kiraet ise talibin hadisleri bir yazılı metinden okuyarak şeyhine arz etmesi, şeyhin de onları rivayet ettiğini onaylamasıdır.
Burada, yazılı belgelere günümüzde haber bakımından verilen önemi göz önüne alarak bir noktaya dikkat çekmekte yarar var:
Sema, hadisçilerin nazarında en sağlam ahz yoludur. Her ne kadar ilk hicri asırlarda hadislerin yazılması vuku bulmuş aksini iddia eden müsteşriklere gereken cevaplar verilmişse de bu, semanın birinci derecedeki önemini azaltmaz. Çünkü hadis tahsilinde asl olan kalitedir. Mesela tarihi bir vesika bulunsa hadisçiler şu soruları soracaklardır: Bu vesikayı kim yazmıştır? Bu kimse haber vermede ne kadar dürüsttür? Vesikada yazdığı haberleri öğrenip yazıncaya kadar hafızasında bozmadan tutabilmiş midir? Olayı bizzat kendisi mi müşahede etmiştir yoksa başkasından mı almıştır? Yazdığı haber siyasi ise, bu kişi taraf mıdır veya ona yazdırılmış mıdır? Daha sonra bu vesikada tahrifat yapılmış mıdır? Görüldüğü gibi vesikanın sahte olmadığı bilinse bile bu yetmemektedir. Halbuki haberin doğrudan raviden dinlenmesinde bu zorluklar en aza iner. Elbette ki ravi hadisi ahz ederken şeyhin hadisi hem ezberden bilip, hem de yazdığı bir kâğıttan okuması daha da kuvvetlidir. Bu konuda hadisçilerin nasıl titiz davrandığına dair bir örnek verelim:
Tirmizi (ra) bir hadisi senedi ile rivayet ettikten sonra bu hadisdeki şeyhi Abd b. Humeyd'in, Muhammed b. Fadl'in şunu anlattığını söyler:
"Yahya b. Main ilk benim önümde oturduğu zaman bu hadisi sordu. Ben de Hammad b. Seleme bize tahdis etti (diyerek hadisi edaya başladım) Yahya dedi ki keşke defterinizden rivayet etseniz? Ben de defterimi getirmek üzere kalktım. Elbisemden tuttu ve önce bana (hafızanızdan) yazdırın. (Defteri getirmeden önce) tekrar size kavuşamamaktan korkuyorum dedi. Bunun üzerine hadisi yazdırdım, sonra çıkıp defterimi getirdim ve ona (hadisi) okudum."
Muhaddislerin, ravilerin kalitesi üzerinde ne kadar dikkatle durduğuna da İmam Malik şu sözleri ile işaret etmektedir:
"Bu ilim, yani hadis ilmi dindir. Artık dininizi kimlerden aldığınıza dikkat ediniz. Şu direklerin dibinde Rasulullah (sav) şöyle buyurdu diyenlerden yetmiş zat gördüm ki her hangi birisine beytü'l-malı teslim ederseniz yine emin sayabilirsiniz. Böyle iken onların hiç birisinden ahz etmedim. Çünkü bu işin ehli değillerdi. Sonra memleketimize İbn-i Şihab-i Zühri gelince hepimiz kapısına koşup üst üste yığılırdık."
HADİSLERİN ÇEŞİTLİ YÖNLERDEN SINIFLANDIRILMALARISıhhat yönünden:
Sahih: Aşağıdaki üç şartı sağlayan hadise denir:
- Senedinde kopukluk olmaması (muttasıl olması)
- Bütün ravilerin sika olması
- İllet ve şazlık bulunmaması
Bu son şartın araştırılması zor olup, bunda ancak Buhari gibi büyük hadis mütehassısları derinleşebilmişlerdir. İllet ve şazlık olması durumu, ilk bakışta hadisin sened ve ravi yönünden sağlam gözükmesine rağmen, metin veya senedde gizli bir bozukluk olması halidir. Eğer muallel (illetli) veya şaz ise hemen zayıf hadis mertebesine iner.
Hasen: Sahih hadisin şartları bunda da geçerlidir. Şu farkla ki ravilerden birisi iyi olmasına rağmen hafıza gücü gibi bir bakımdan sika mertebesine çıkamamışsa o hadis "hasen" olur. Hasen hadis sahihden aşağı fakat ona yakın, zayıf hadisden yukarda bir yerdedir.
Zayıf: Genelde sahih ve hasen şartlarını, senedde kopukluk (munkati) olması, ravilerden bir veya bir kaçının zayıf görülmesi, illet, ve diğer sebeplerden dolayı sağlayamayan hadisdir.
Mütevatir: Yalan üzerine birleşmesi aklen imkansız olan bir grup insanın rivayet ettiği hadisdir. Bu şart her tabakada tahakkuk etmelidir. Mütevatir hadise "kesin" gözü ile bakıldığından inkarı tehlikeli görülmüştür. Mamafih mütevatirlerin sayıları pek azdır.
Mevzu: Uydurma hadisdir. Kimi alimlere göre mevzu hadis, zayıf hadislerin en düşük derecesidir. Bir başka görüşe göre de mütevatir ve mevzu hadisler, ilki kesin olduğundan, ikincisi de uydurma olduğundan hadis araştırmalarına dahil edilmezler.
Sahibi yönünden:
Merfu: Peygamber (sav)'e ait olan hadisdir.
Mevkuf: Söz veya fiilin sahabeye ait olduğu hadisdir.
Maktu: Söz veya fiilin tabiiye ait olduğu hadisdir.
Bir hadisin merfu olması onun sahih olduğunu göstermez. Merfu bir hadis pekala sahih, hasen veya zayıf olabilir.
Senedde uzunluğu yönünden:
Ali: Senedin muttasıl olmakla birlikte az sayıda raviden oluşmasıdır.
Nazil: Seneddeki ravi sayısının çok olmasıdır.
Elbette ki hadisin az sayıda insandan geçerek muhaddise ulaşması tercih edilir. Mamafih nazil bir hadisin ali'den daha sahih olması da mümkündür.
Hadislerin sıhhatlerine göre hükmü:
Sahih ve hasen hadisler içtihada elverişli kabul edilirler. Zayıf hadisler ise müçtehidin metoduna, hadisin zayıflık derecesine, kendini destekleyen başka hadisler olup olmamasına göre kabul veya red edilirler. Zayıf hadisler genelde içtihada elverişli görülmese bile "fedail-i a'mal" konularında, yani insanları iyi amellere teşvik etme babında anlatılabilirler. Çünkü zayıf hadis, mevzu hadis gibi uydurma olmayıp içtihadda, helal, haram gibi önemli konularda istifade edilebilecek kuvvete çıkamamış hadisdir. Mevzu hadisle, zayıf hadis arasındaki bu fark hatırda tutulmalıdır.
Mevzu hadislere gelince, muhaddisler bunların asılsız olduğu belirtilmeksizin söylenmesinin, yazılmasının haram olduğunu söylerler. Çünkü böyle bir hadisi gören kişi onu peygamberimize ait sanacaktır. Mevzu hadisler asılsız oldukları belirtilerek insanları bunlara karşı uyarmak için söylenip yazılabilir.
Hadisde metin ve sened tenkidi:
Bir hadisin makbul olup olmadığının araştırması iki safhadan geçer:
- Metin tenkidi
- Sened tenkidi
Metin tenkidi hadisin metninin incelenmesi ile içinde tutarsızlıkların olup olmadığının, daha kuvvetli ve yaygın hadislerle çelişip çelişmediğinin araştırılmasıdır.
Sened tenkidi ise senedin yapısının incelenmesi ve tarihi bilgilerle ravilerin ömürlerine bakarak kopukluk olup olmadığının, ravilerin rivayete ehil olup olmadığının araştırılmasıdır.
Metin ve senedden bahsetmiş iken muhtemel bir şüphenin izalesi için muhaddisler nazarında hadisin metin ve senedden oluştuğu bilinmelidir. Bazen büyük muhaddislerden bahsedilirken yedi yüz bin hadis yazmıştır, bir milyon hadis toplamıştır gibi ifadelere rastlanır. Bunlar şüphesiz kabaca rakamlar olmakla birlikte, yine de okuyucuya mübalağalı gelebilir. Gerçekten de peygamberimizin nübüvvet yılları, bilhassa hicret sonrası günleri göz önüne alınırsa bu rakamlar çok fazladır. Ama her hadisin muhaddislerce sened ve metni ile birlikte bir bütün olarak görüldüğü bilinirse durum anlaşılır. Mesela Ahmed Naim Tecrid-i Sarih tercümesinde şöyle der: "'Ameller niyetlere göredir' hadisini Hafız Ebu İsmail-i Ensari-i Herevi yalnız Yahya b. Said-i Ensari ashabına varmak üzere yedi yüz tarikten kayd ve zabt eylemişdir." Yani yalnız bu hadisin yedi yüzden fazla senedi var demektir ki hadis sened ve metni ile birlikte bir bütün sayıldığından bu metinde yedi yüzden fazla hadis var demektir. Artık diğer hadisler de nazar-ı dikkate alınırsa hadis sayısının ne kadar kabarık rakamlara ulaşacağı tasavvur edilebilir. Bu rakamları daha da artıran bir diğer husus sahabe ve tabiinin söz ve fiillerine de hadis denmesidir. (Yukarıda tarifi geçen mevkuf ve maktu hadisler) Böylece bir milyon, şu kadar yüz bin gibi ifadelerin hiç de mübalağalı olmadığı ortaya çıkar.
HADİSLERİN TOPLANMASI, HADİS KİTAPLARI
Hicri ilk asırda hadisler yazmaktan daha çok sözlü olarak ve ezberden rivayet ediliyordu. Daha sonra çıkan fitne ve kargaşalıklarda bazı siyasi gurupların kendi lehlerine hadis uydurmaları, asr-ı saadetin giderek daha çok geride kalması gibi sebepler, ashab-ı kiramın öğrencileri olan tabiin hazeratının ve onlardan sonraki muhaddislerin hadisleri toplamalarına ve bu konuda çok titiz davranmalarına yol açtı. Pek çokları bir iki hadis almak için günlerce, haftalarca süren yolculuklara çıktılar.Hadislerin yazılarak mecmualarda toplanması Ömer b. Abdülaziz zamanında, ikinci hicri asrın ortalarında başlamış, aşağı yukarı üçüncü hicri asrın ortalarında Buhari ve Müslim'in sahihleri ve diğer bazı sünenlerin yazılması ile kemale ermiştir.
Hadis kitaplarının türleri:
Hadis kitaplarının türlerinden bir kısmı şunlardır:
Cami: Akaid, ahkam, zühd, edeb, tefsir, siyer, fitneler, menakib konularındaki hadisleri toplayan eserlere denir. Mesela Buhari'nin sahihi bir "cami" dir.
Sünen: Yalnızca namaz, oruç, taharet vb. ahkam hadislerini havi kitaplardır. Sünen-i Ebu Davud, Sünen-i Nesai gibi. Tirmizi'nin sünenine cami de denilir.
Müsned: Hadislerin onları rivayet eden sahabe adları altında gruplandığı kitaplardır. Mesela önce Ebu Bekir (r.a) in rivayet ettiği hadisler, sonra Ömer (r.a) in rivayet ettiği hadisler... diye devam eder. Müsnedlerin en meşhuru
Ahmed b. Hanbel'in müsnedidir.
Hadis kitaplarının sıhhatçe en kuvvetli olan altısı Kütüb-ü Sitte adı altında toplanmıştır. Bunlara "sıhah-i sitte" veya "usul-ü sitte" de denir. Bu altı kitaptan ilk beşi Buhari ve Müslim'in sahihleri, Nesai, Ebu Davud ve Tirmizi'nin sünenleridir. Altıncı kitap olarak İmam Malik'in Muvatta'sını veya Darımi'nin sünenini koyanlar olmuşsa da sonunda İbn-i Mace'nin süneni ağırlık kazanmıştır. Bu demek değildir ki İmam Malik'in Muvatta'sı sıhhat bakımından İbn-i Mace'den geridedir. Sebep, Muvatta hadislerinin diğer hadis kitaplarında zaten mevcut olmasıdır.
Kütüb-ü Sitte'nin her birinin kendine göre ayrı bir meziyeti vardır. Ravilerin ahzında daha sıkı şartlar koymuş olan Buhari'nin Sahihi Kütüb-ü Sitte'nin sıhhatçe en kuvvetli kitabıdır. İmam Müslim'in sahihi sıhhat bakımından Buhari'den sonra gelir. Fakat tertibi daha güzel, metin ve senedlerdeki ifadelerde daha titizdir. Subhi es-Salih Ulum-ul-Hadis'inde şöyle der:
"Hadis rivayeti mevzuunda daha çok bilgi almak isteyen Tirmizi'nin camiine, sadece ahkam hadisleri isteyen Ebu Davud'un sünenine, fıkhi babların mükemmel sıralanışını görmek isteyen İbn-i Mace'nin sünenine müracaat etmelidir. Nesai'nin süneninde ise bu meziyetlerin bir çoğu bulunmaktadır."
Ayrıca Nesai'nin süneni Buhari ve Müslim den sonra sıhhatçe en kuvvetli olan, en az zayıf hadis ihtiva eden kitaptır. Diğer üç sünende de az da olsa zayıf hadisler bulunmaktadır.
Bunlardan başka Taberani'nin mu'cemleri, Hakim'in Müstedrek'i, daha bir çok müsnedler, müstahrecler vb. varsa da bunlar sıhhat bakımından Kütüb-ü Sitte'nin aşağısındadır.
Mevzuat kitapları: Alimler, asılsız olduklarını bildirmek maksadı ile mevzu hadisleri topladıkları bir çok kitaplar yazmışlardır. Bunlardan bazıları Huseyn b. İbrahim el-Cuzekani'nin Kitab-ul-Ebatil ve Kitab-ul-Mevzuat'ı, Suyuti'nin el-Leali el-Masnua'sı, Aliyyul-Kari'nin el-Masnu fi Ma'rifet-il-Mevzu adlı kitaplarıdır.
SONUÇ
Hadis ilmi dünyada yalnızca müslümanlara has bir ilim olup tarihçilere parmak ısırtmış, bu ilmi değersiz göstermek isteyen müsteşrikleri de bir çok sıkıntılara sokmuştur. Dünya tarihinde, peygamberimizden başka, hayatı ve risaleti, bütün ayrıntıları ile ve çok titiz metodlarla günümüze kadar ulaşan başka hiç bir şahsiyet yoktur. Bu sebeple, hadis ilmi müslümanların medar-ı iftiharları olup aynı zamanda sünneti bize ulaştırdığı için ona sahip çıkmak, onun metodolojisini, bize bıraktığı muhteşem ilmi mirası sonraki nesillere aktarmak vazifemiz olmalıdır.
Hadislerden bahsederken de, uluorta ve kulaktan dolma şeyleri değil, muteber kitaplardan aldığımız hadisleri söyleyerek, ilmimiz az da olsa, sünnete aşık, mesuliyetini müdrik bir müslümana yaraşır titizlik gösterilmelidir.
Ayrıca, muhaddislerin hadis rivayeti ve metin/sened tenkidi metodlarından bugünkü haber alma/verme ve değerlendirmede öğreneceğimiz bir çok dersler vardır.Hadis ilimleri hakkında daha çok bilgi için, bu yazıyı hazırlamada çok faydalanılan Ahmed Naim'in Tecrid-i Sarih tercemesinin birinci cildine yazdığı nefis mukaddimesine bakılabilir. Bilhassa 82. ve 91. sayfalarda yazdığı çok kaliteli "Metodolojiden bir bahis" ve "Bir Mukayese" ünvanlı makalelerinin okunması hararetle tavsiye edilir. Bundan başka Subhi es-Salih'in Ulum-ul-Hadis'i (Türkçesi: Hadis İlimleri ve İstilahları) da bu konuda ağır olmayan, kolay anlaşılır bir kitaptır.
Eski "Yeni" Dünya Düzeni
Eski "Yeni" Dünya Düzeni
Merhum Akif "Hiç ibret alinsaydi tekerrür mü ederdi" demis tarih için. Içinde bulundugumuz günlerde "yeni" dünya düzeni diye lanse edilen duruma, tarihi perspektiften bir bütün halinde bakilinca bütün olan-bitenin aslinda "eski" dünya düzeninin devami oldugu görülüyor.
Müslüman açisindan mücadelenin adi ve karakteri degismiyor, Hak ve batil arasinda süregelen ve devam etmesi tabiî olan mücadele degisik format ve karakterlerle de olsa halen en açik sekilde mevcut.
Bugünün hadiselerine bakip da tarihteki devletler mücadelesinin seyrini bilmeden atilacak adimlar ve yapilacak degerlendirmeler yanlis olacaktir.
Bir Avrupa'nin yapilanmasi, iç mücadeleleri, dostluk ve düsmanlik anlayislari, kimin çikarinin önünde kimin nasil engel olusturdugunu bilmeden Avrupa hakkinda yorum yapmak, bir çarlik Rusya'sinin tarihi emellerini buna erismek için uyguladigi stratejileri gözardi ederek yeni "Common Wealth" denen yapilanma ve gelecegi hakkinda yorumlarda bulunmak, bir Balkanlarin çifit çarsisini andiran mozayigini anlamadan strateji tesbit etmek; bunlarin hepsi büyük hatalar vermesi ihtimali olan yaklasimlardir.
Hele Türkiye gibi bir ülke, kendini Osmanli'dan tamamen ayri görüp kafasini kuma sokarcasina bazi gerçekleri göz ardi ederek politika yürütmeye kalkamaz.
AT kapilarinda kuyruk sallayip sallayip karsiliginda tekmelenen bir hayvan muamelesi görmekten de ders almaz, islâm dünyasina açilan kapida yeni imkanlarini görmezlikten gelir, kendisine büyük ümitler baglayan kardeslerine, ilâve olarak dil ve kültür bagiyla da olan yakinligini bile,
Batinin siçrama tahtasi olarak kullanmasina ve bu kardeslerine kapitalist boyundurugun takilmasina vesile olursa büyük vebal altina girer. Fakat ülkedeki resmi ideoloji ve siyasi yapilanmanin üstüne kuruldugu temeller böylesi bir vebal altina girilecegini simdiden garanti ediyor.
Yine de dis görünüste resmi ideolojinin bir parçasini olusturan bir nevi milliyetciligin etkisi ve devlet kadrolarinda az da olsa söz söyleme imkani bulabilen üç bes nisbeten kökünden kopmamis bürokratin tesiriyle (!) Orta Asya cumhuriyetleriyle temaslar sIkI sekilde devam ediyor.
Asil merak konusu olan, bu temasin devam etmesinin esas sebebinin su "milliyetçilik" anlayisi ve üç bes bürokrat mi, yoksa Türkiye'nin tam teslimiyet esasli Amerikanci politikasinin geregi, Sam Amca'nin izniyle ve destegiyle sürdürülen bir politika mi oldugudur.
Dünya çapinda kendi tabirleri ile Islamic Fundamentalism'i durdurmak su anda Bati'nin bir numarali görevi olduguna göre, Orta Asya'da Iran'dan ve Afganistan'dan gelip "tehlikeli (!)" mesajlar tasiyabilecek olan unsurlar yerine, laik (!) ve usak bir ülkenin kontrollu etkisi çok daha tercihe sayandir.
Orta Asya'daki cumhuriyetleri Türkiye ve Suudi Arabistan gibi birisi millî (!) digeri dinî duygulari oksayacak ama hiç bir zaman "tehlikeli (!)" boyutlara ulastirmayacak iki client state vasitasi ile kontrol altinda tutmak su anda ABD için hiç de fena bir strateji degil, belki de takib edilebilecek en akilli yol. ,
Bu planin tatbikinde de gerek Turkiye'de ve gerekse Suudi Arabistan'da mevcut rejimlerin yasatilmasi ve hatta giderek daha fazla ABD'ye ihtiyaçlari oldugunun hissettirilmesi ana unsurdur.
ABD açisindan, bu ülkelerde herhangi bir islâmî hareket ve hele rejim degisikligine gidebilecek bir kipirdanma kesinlikle kabul edilemez.
Bu kabul edilemezlik tabiî ki sadece Orta Asya'ya dayali politikalar için degil, tüm islâm dünyasina yönelik muhtemel tesirler açisindan daha da önem kazaniyor.
Cezayir'deki son gelismelerin isiginda, aslinda dünyanin herhangi bir yerinde islâmî bir rejimin kurulmasina karsi her seyin mübah oldugu ve herseyin yapilabilecegini söylemek yanlis olmasa gerek.
Bütün demokrasi anlayislari, insan haklarina yönelik nutuklar vs. islâmî bir rejim sozkonusu olunca askiya aliniyor.
Burada, bizdeki yari aydin, yari laik, yari putperest, yari komunist (pardon ex-komunist) takimin da gözdesi olan ve Cezayir'deki olaylar üzerine bati basininda da karsimiza çikan ve islâm düsmani bütün çevrelerin gözdesi olmasi muhtemel görüs, defalarca mazeret olarak sunuluyor.
"Efendim islâmî bir rejim kadin haklarini elden alir, insan haklarini tanimaz, demokratik ilkeleri tanimaz vs. vs." hey gidi günler. Osmanli'nin basini agritan nutuklari hatirliyor insan ister istemez.
Hani her seferinde gündeme getirilen su azinlik haklari, katliam iddialari, reform istekleri Tanzimat fermanlari ve basimizin taci (afedersiniz sapkasi diyecektim, olur ya taç da suç sinifina, girebilir), her derdimizin ilaci inkilâplar. Yani nefesleriyle Allah'in nurunu söndürmek için olanca güçleriyle çabalama....
Karakterleri ve stratejileri pek degismemis beklendigi üzere.
Bati için Cezayir'in en büyük önemi Islâm Dünyasina baska bir örnek teskil edebilmesi ihtimalidir.
Oysa Türkiye gibi bir ülkenin örnek olmanin ötesinde kisa vadede de Bati'nin hayatî çikarlarini etkilemesi ihtimali vardir. Bu nedenle Türkiye'ye vurulacak boyundurugun çok daha kuvvetli olmasi gerekir.
Bu sartlarin icabi da Türkiye'de basinda ve resmi otoritede müslümanlara karsi takibin daha amansiz hale getirilebilecegi gibi, bütün ülkenin oyalanacagi millî (!) birlik ve beraberlik sarkilarinin yüksek tonda söylenerek, düzene yan bakanin vatan haini ilan edilebilecegi bir ortamin dogurulmasi da beklenmelidir.
Yani kontroldan çikmasin diye çifte yular vurma politikasi. Müslümanlarin üzerinde çalisan zehir hafiyelerin faaliyetlerinin hizlanmasi yaninda Türkiye'nin de ülke olarak bazi problemlerle yüz yüze getirilmesi ve bunlardan kurtulmasi veya en azindan az zarar görmesi için de yine problemi körükleyenlerin kapisinda el pençe divan durmasinin kaçinilmaz hale getirilmesi gelecekte beklenen gelismeler olmalidir.
Allah (C.C.) nurunu layik olmayan ellere verip heba ettirmez. Islâmî nizam çok çok degerli bir nurdur ve layik olanlarin basinda parlayacaktir.
Bütün yukarida sayilan olmus veya muhtemelen olabilecek gailelere gögüs gerip dünya ile hesaplasabilecek ve Üstad Necip Fazil'in deyimiyle "çetinler çetini bu isin" üstesinden gelebilecek cevherimiz var mi sorusu müslümanlarin kendilerine soracaklari ilk soru olmalidir.
Sahsî hayatin küçük gibi görünen detaylarindan tutun da aile, cemaat ve ümmet seviyesinde olan sorumluluklarin tam idraki, islâmin adim adim, bilindigi kadariyla sindirile sindirile yasanmasi gibi çok önemli adimlarin atildigini görürsek o nura liyakata biraz daha yaklastigimizi söyleyebiliriz.
Toplum hayatinin her kesiminde egitim, ticaret, üretim, hizmet gibi dallarin her birinde, müslümanlari aktif is beceren ve liderlige oynayan kadrolarla, kendi yerel sartlarinda çevresiyle boy ölçüsüyor görmek ümitleri arttiracaktir. Maalesef yasadigimiz günlerde bu ümide kaynak olacak örneklerin sayisi çok çok az.
Kime benzeyeceklerini nasil hareket edeceklerini teoride çok iyi bilenlerin bunu pratige geçirmede hiç olmazsa baskalarinin kusurlarini bulmaya çalismak ve sayip dökmekde gösterdikleri gayret kadar olsun bir gayret göstermeleri gerekir. Kendi kusurlarini gidermek yönünde ilk adimi atmak olumlu degismenin ilk isaretidir.
Asirlardir bakimsiz kalmis gül bahçesinden çiçek toplamak isteyenlerin önce ellerini kanatmayi göze almalari, sonra da çiçegi dikenlere az kurban vererek, içine ayrik otu karistirmadan dermenin yollarini ögrenmeleri gerekir.
Gerekli teçhizatini hazirlamis, icabinda gülü dalindan biçakla keserek almayi bilecek gül derleyicilerini bekliyor asirlar.
Hayati Günes
ABD, Türkiye’deki Isgalini Kalicilastiriyor!..
ABD, Türkiye’deki Isgalini Kalicilastiriyor!..
Afganistan'da baslayan ABD, Israil ve Ingiltere öncülügünde Irak'la devam edecek olan istila ve imha amaçli küresel kirli savasla, Ortadogu'nun tamaminin isgali hedeflenmektedir. Her ne kadar savasin asil amacinin Irak'taki biyolojik ve kimyasal silahlar oldugu söylense de, bunun gerçekle hiçbir ilgisinin olmadigi, birazcik ABD emperyalizmi hakkinda bilgisi olan herkes tarafindan bilinebilir. ABD, Irak savasi dolaysiyla Ortadogu'ya yerlesmek istiyor. Is bununla bitecek mi? Hayir! Çünkü, Afganistan dolaysiyla Orta Asya'da -Av-rasya- baslayan, Irak dolaysiyla Ortadogu ile devam edecek olan bu isgal ve hegemonya savasinin asil hedefi dünya hegemonyasidir. Bu hedef gerçeklesinceye kadar da, stratejik önemi olan bölgelerde yeni savaslarin olmasi kaçinilmazdir. Aslinda ABD, bu tür savaslarla, dünya hegemonyasini gerçeklestirmeye dönük, lokal bir takim amaçlar da gerçeklestirmektedir. Nitekim, Bosna savasi ile Balkanlar'i, Afganistan'la Orta Asya'yi yeniden sekillendirmistir. Irak savasi ile de bir taraftan Ortadogu'yu yeniden dizayn ederken, diger taraftan da Ortadogu'da ileri karakolu durumunda olan Siyonist Israil Devleti'ni güvence altina almayi amaçlamaktadir. Bu nedenle de, Irak savasi son degildir, hatta tam tersine Irak'a yapilacak savas bir baslangiçtir. Çünkü, Irak'tan sonra bu savas, Bölge'de ABD açisindan tehlike potansiyeli tasiyan ülke ve bagimsiz grup-lara dönük olarak devam edecektir. Bunlarin basinda ise Iran, Suriye, Lübnan gibi ülkelerle; Hizbullah, Hamas, Islami Cihad, Hareketi-l Ensar gibi Islami olusum ve hareketler gelmektedir. ABD ve Siyonist Israil, bu ülke ve gruplari Ortadogu'da, bölgesel çikarlari önünde bir engel olarak görmektediler. ABD bu engeli kaldirmak için, sadece kendi imkanlarini degil, bölgede bulunan kendi güdümündeki kukla devletlerin de imkanlarini seferber etmektedir. Bu konuda yavas hareket eden, ayak sürter gibi davranan ülke yöneticilerini ise tehdit, santaj ve rüsvetle, bunlarla da olmazsa iç darbe yaptirmakla boyun egdirmektedir. Isin en üzücü tarafi ise, AKP'den, ABD öncülügündeki küresel teröre karsi, mazlumlarin yaninda ve mazlumlarla birlikte ortak tavir almasi beklenirken, henüz BMGK'de (Birlesmis Milletler Güvenlik Konseyi) birakin uzlasmayi, görüsme bile yapilmamisken, Tayyip Erdogan tarafindan savas çigirtkanligi yapilircasina ABD ile ortak hareket edileceginin açiklanmis olmasidir. Simdiye kadar savasa karsi çiktiklarini ve savassiz bir çözüm istediklerini dillerinden düsürmeyen Tayyip ve ekibinin birden bire savas taraftari olarak tavir belirlemeleri gerçekten düsündürücüdür. Hele yalniz AKP'nin oylariyla Meclis'te üs ve limanlarda gerekli onarim, modernizasyon için ABD'ye izin verilmis olmasi ve oylama öncesinde de -ne olur, ne olmaz- Parti genel merkezinde milletvekillerinin Tayyip tarafindan iknaya çalisilmasi perde arkasi gizli görüsmelerde verilen sözlerin var oldugunu hatira getirmektedir. AKP'li milletvekillerinden onurlu bir tavir beklenirken, maalesef, geçmis meclislerde oldugu gibi parmak kaldirma görevini basariyla yerine getirmislerdir. Bu utanç ve kara leke, sadece bu milletvekillerinin degil, gelecekte torunlarinin da alinlarinda silinmeyecek bir leke olarak kalacaktir. Aldiklari bu karardan utanma-lidirlar!
ABD’nin Istekleri Isgal Amaçlidir!..
Türkiye ile ABD arasindaki iliskiler, II. Dünya Savasi'ndan hemen sonra basladi. Ilk savunma anlasmasi 23 Subat 1945'de imzalandi. Askeri nitelikli ilk yardim anlasmasi ise 12 Temmuz 1947 yilinda Truman Doktrini çerçevesinde yapildi. Bu Doktrin'e göre ABD'nin Sovyetler Birligi'ne karsi 'çevreleme' (containement) siyasetinin ve Soguk Savas'in da bas-langicini simgelemekteydi. Truman Doktrini Türkiye ve Yunanistan'i, Eisenhover Doktrini de Ortadogu'yu Komünizm tehlikesinden korumak amaçli gösterilmesine ragmen asil sebep, Bogazlar ve Anadolu yarimadasinin stratejik konumu ve Ortadogu ve Iran'in zengin petrol yataklarinin ele geçirilmesi idi. (Haydar Tunçkanat, Amerika Emperyalizmi ve CIA. Tekin Yayinevi, 1. baski, Ist. 1987, s.17,18) Bu antlasmalari, Türkiye'nin NATO'ya kabulü ile birlikte çesitli ve çogu gizli olan bir çok ikili antlasmalar izlemistir. ABD tarafindan Türkiye'ye yapilan askeri yardimlarin dis politikadan ordunun düzenlenis ve modernizasyonuna, Türkiye topraklari üzerinde üsler kurulmasindan nükleer füzeler yerlestirilmesine, Amerikan askeri personeline Türkiye'de önemli ayricaliklar verilmesinden Amerikan yasam biçiminin egemenligine kadar uzanan bir dizi kökten etkileri ortaya çikmistir. Bir baska de-yisle, ABD'nin Türkiye'ye yaptigi kapsamli ve sürekli askeri yardimlar Türkiye'nin iç ve dis politikasini, temel kurumlarini, ekonomik, siyasi ve kültürel alanlardaki temel tercihlerini derinden etkilemistir. (Haluk Gerger, O Yillar, Dost Kitabevi Yayinlari. Ankara. 1987. s.154-155)
Bu anlasmalar vesilesiyle ABD Türkiye'ye öylesine nüfuz etmistir ki, ülkenin sivil ve askeri yöneticileri ABD nezdinde adeta birer memur konumunda gö-rülmüslerdir. Ülke adeta bastan asagiya ABD standartlarina göre yeniden sekillendirilmistir. Ordu yeniden dizayn edilerek hem ülke içinde, hem de ABD'de egitilmeleri saglanmistir. Terfi ve tayinler adeta ABD tarafindan yapilir hale gelmistir. MIT'e de (o günkü ismi MAH) yeni sekil verilmis ve MIT elemanlarinin maaslari bile ABD yani CIA tarafindan ödenmistir. Sendikacilar, is adamlari, basin mensuplari kisacasi toplumu yönlendirme konumunda olan her kesimden insanlar ya gezi adi altinda ya da baska vesilelerle ABD'de, ABD menfaatlerine uygun egitilmeleri saglanmistir. Bu egitimlerin amaci ABD'ye bagli, kendi ülkelerinde bile ABD menfaatlerini koruyan ve kollayan insan yetistirmektir. Nitekim, ABD eski Genelkurmay Baskani William Crowe asker egitmedeki amaçlarini söyle açiklamaktadir; "Washington'in dost ve müttefik ülke su-baylarina ABD'de egitim görmeleri amaciyla saglanan burslarin Uluslar arasi Askeri Egitim ve Talim (IMET) programi denilen bir program dahilinde verildigini, bu programin dost ve müttefik ülkelere yapilan en etkili ve en çok karsilik alinan yatirim oldugunu ve nüfuz saglamak açisindan son derece basarili oldugunu, bugün dünyada ordularinin basinda olan hatta bazi durumlarda ülkelerini yöneten pek çok askerin bu program sonucu ABD'de egitim gören kisiler oldugunu, IMET'in diger ülkelerin askeri ve sivil liderlerine yaklasabilmek açisindan ABD'ye önemli imkanlar sagladigini, bu ögrencilerin çogunun üst kademe askeri lider olma vasfina sahip subaylar oldugunu, söz konusu subaylarin geçmiste oldugu gibi gelecekte de ülkelerinde önemli görevler üstleneceklerini, örnegin bugün dünyada bakan, büyükelçi, kuvvet komutani ve askeri okul komutani pozisyonlarinda IMET egitimi görmüs 1500 kisinin bulundugunu, IMET'in uzun vadeli bir yatirim olarak çok degerli bir güvenlik araci oldugunu, ABD'ye sayisiz yararlar sagladigini" ifade etmistir. Ne yazik ki, ABD'nin IMET programi çerçevesinden sagladigi kredilerde Türkiye liste basidir. Nitekim, ABD Savunma Bakanligi'nin bir sözcüsünün Hürriyet gazetesine yaptigi bir açiklamaya göre, bugüne kadar IMET prog-ramiyla ABD'de egitim gören Türk subaylarinin sayisinin 4461 oldugu bilinmektedir. 1988 yilinda 180 Türk subayi IMET burslariyla ABD'ye giderek egitim görürken 1989 yilinda 1974 subay için tahsisat çikarilmistir. (Muharrem Balci, MGK ve Demokrasi. Yönelis Yayinlari. Istanbul. 1997. s.152-153) Acaba 28 Subatçi darbeci ve darbe yanlilari arasinda bu program çerçevesinde ABD egitim görmeyenler var midir? Hiç sanilmasin ki, 28 Subat darbecileri arasinda ABD'de de egitim görmemis subay olsun.
Bu ve benzeri nedenler Türkiye'yi ABD'nin müs-temlekesi hatta 51'nci eyaleti konumuna düsürmüstür. Türkiye'yi yönetenler ise bu zillete birakin itiraz etmeyi, ABD'nin en militan bir yandasi gibi davranir olmayi bir avantaj olarak degerlendirmislerdir. Zaten bu nedenledir ki, ABD menfaatlerini korumak için seve seve Kore'ye asker gönderilmistir. Bu çerçevede Siyonist Israil'i taniyan ilk devletlerden olmustur. 1964'de, hiç ilgisi olmamasina ragmen, sirf ABD'yi memnun etmek için Küba dolaysiyla meydana gelen krizi bahane ederek Küba'yla ticari iliskisini ilk kestigini açiklayan da yine Türkiye olmustur. Bu nedenle de, Sovyetler Birligi'nin boy hedefi haline gelmistir!
Iste ABD ile kurulan ve gelistirilen bu iliskiler, ülkeyi yönetmeye talip olan darbecileri de, siyasetçileri de önce ABD'de görücüye çikmaya zorlamaktadir. Isin ilginç yani, darbe yapmak isteyenler de, halkin oyuyla iktidara gelmek isteyenler de tezgahta geçmek üzere ABD'ye gitme zorunlulugunu hissetmislerdir. Dolayi-siyla, ülkeyi yönetmek üzere basa gelen her yönetim mutlaka ABD'nin okeyini almak zorunda kalmistir. Halkin oyu ya da egemenligin kayitsiz sartsiz millete aittir sözü, sadece bir göstermeliktir. Bu nedenle, ABD'ye ragmen Sovyetler Birligi ile is yapmaya kalkisan Menderes hükümetinin 1960 darbesiyle, hashas üretimini yasaklamayan Demirel hükümetinin 1970 darbesiyle ve D-8'ler olusumunu baslatan Erbakan hükümetinin 1997 postmodern darbeyle iktidardan uzaklastirilmis olmalari, ülkeyi yönetmeye talip olanlarin siyaset tarihinde ögrenmeleri gereken ilk ders olarak anilmalidir. Türkiye'de 'our boys'lar (ABD'li yöneticilerin 'bizim çocuklar' dedigi) tarafindan yapilan her darbe ve verilen her muhtiranin arkasinda ABD vardir. ABD'nin 50 yildan bu yana Türkiye'de devam eden varligi, ancak isgalle izah edilebilir. Iki kutuplu dünyada gizli iliskiler normal karsilanmakta idi; ancak artik buna gerek kalmamistir; çünkü, artik dünya tek kutupludur ve o tek kutup da ABD'dir. Dolaysiyla isgalin alenilesmesi fazla önem tasimamaktadir. Bu nedenledir ki, ABD birakin isgal anlamina gelecek, sömürgelestirme türü isteklerini bile açiktan açiga gündeme getirmesi de bunu göstermektedir. Zaten Türkiye'nin dört bir tarafindaki üsleri, havaalanlarini, limanlari istemesinin arkasinda yatan gerçek de budur. 150 kisilik uzman grubuyla yapilan denetlemenin de anlami budur. Gerçi bu planlar yapilmasa da IMET çerçevesinde egitilen sivil ve askeri kadrolar, ABD'liler olmadan da görevlerinin geregini yerine getirecek tarzda egitilmislerdir. Adi uzman olan, ama aslinda isgalin öncüleri olan bu ABD'liler, Diyarbakir 2'nci Taktik Hava Kuvvet Komutanligi, Batman Hava Üssü'nde askeri tesislerini, Mus Havaalani'ni Istanbul Sabiha Gökçen Havaalani'ni ile Tasucu Limani ve Çorlu, Afyon, Mardin Gaziantep Oguzeli Havaalanlarini denetlemeleri, Mersin Lima-ni'nin ABD gemilerinin yanasabilecegi sekilde yeniden insa edilmek istenmesi, bu isteklere Samsun ve Trabzon limanlarinin da dahil edilmesi, isgalden baska hiçbir anlama gelmez. Üstelik ABD'nin bu kadar üs, liman ve havaalanini istemesi sadece Irak krizi ile ilgili olarak degerlendirmek de mümkün degildir. Bu, bir taraftan bütünüyle Türkiye'nin isgali, diger taraftan da Türkiye'yi bir üs olarak kullanarak Türkiye'nin komsu ülkelerine mütecaviz saldirilarda bulunmak anlamina gelmektedir.
AKP Kirli ve Çirkin Bir Pazarlik Içinde!..
AKP ve yönetimi, ABD ile girdigi kirli ve çirkin pa-zarlik neticesinde, hakkinda kamuoyunda var olan bütün olumlu düsünceleri de bir çirpida silip yok etmistir. Aslinda ta parti kurma asamasinda baslayan kan kokan bu kirli pazarlik, iktidar olma, basbakan olma bedeli karsiliginda simdiye kadar gizlice ve sinsice devam ettirilmistir. Bir oyun oynanmistir; ama oynanan bu oyun, hem AKP'ye iktidar, genel baskanina ise basbakan olma yolunu açmis, hem de ayni zamanda AKP'nin politik ömrünün de sonunu hazirlamistir. Çünkü, halkina dayanmayan ve halkindan ve mazlum halklardan yana tavir koymayan hiçbir kimse ya da hiçbir iktidar ayakta kalamaz. Hele hele, bebek, çocuk, kadin ayrimi yapmaksizin katliam gerçeklestiren, vahset sergileyen eli kanli katillerin ellerini sikanlarin iflah olmalari hiç mi hiç mümkün degildir. Bush'un, Putin'in ve Zemin'in kirli ve kanli ellerini sikan ve onlarin katliamlarini destekleyen türden açiklamalar yapan AKP lideri Erdogan, bu tavri ile, ayni zamanda bu caniler güruhunun islemis oldugu katliamlari da olumlulamistir. Bu ise, Erdogan'i ve AKP yönetimini Filistin'de, Çeçenistan'da, Afganistan'da, Dogu Türkis-tan'da ve diger cografyalarda bu katiller güruhu eliyle islenen vahsetlere ortak hale getirmistir.
Türkiye halkin %94'ü (Anar, Ocak-2003 anketi) eylemlere yansimasa da savasa karsidir. Sadece halk degil, devletin sivil ve askeri kesiminin de -kimi dinozorlarin disinda- savasa karsi olduklari defalarca açiklanmistir. Nitekim, "22 Ekim 2002 tarihinde, Bülent Ecevit Basbakan olarak katildigi MGK toplantisinda, 18 Aralik 2002 tarihinde, Çankaya Köskü'nde Cumhurbaskani Sezer, Basbakan Abdullah Gül ve Genelkurmay Baskani Özkök'ün katilimiyla yapilan Irak Zirvesi'nde ve 27 Aralik 2002 tarihinde, son MGK'da sivil ve askeri üyeleri Irak konusunda BM kararini bekleme karari alarak, "sorunun BM kararlari ve uluslar arasi hukukun mesruiyeti temelinde barisçil yollarla çözümü için gerekli çabalarin sürdürülmesi" yönünde karar aliniyor. Ayrica, AK Parti'nin Seçim Beyannamesi'nde de, Irak konusunda farkli bir yaklasim bulunmuyor: "Türkiye, yakin komsusu Irak'la ilgili belirsizlikten tedirginlik duymaktadir. Irak'in toprak bütünlügünün bozulmasi Ortadogu'daki tüm dengeleri degistirecektir. Ak Parti, Irak yönetiminin BM kararlarini tam olarak uygulamasi ve sorunun barisçi yönden çözümünden yanadir." Hükümet programinda da ayni satirlar tekrarlanirken, yalniz son cümleye "... kitle imha silahlarindan arinmis, komsulariyla baris içinde yasayan bir Irak'in uluslar arasi toplum içindeki yerini almasi..." ibaresinin eklendigi görülüyor.
Tayyip Erdogan'in gerek ülke içinde ve gerekse ülke disina yaptigi gezilerde Irak'la ilgili olarak sorulan sorulara yukarida izah edilenler çerçevesinde cevap vermekteydi. Nitekim baris çabalari için bölge ülkelerine yapilan geziler ve sonrasinda gerçeklestirilen baris için bölgesel zirve de bu politikalar çerçevesinde yapilmisti. Peki aksamdan sabaha bu kadar çaba nasil bir çirpida yok sayildi. Seçimlerden önce baslayan, seçimlerden sonra da devam eden savas karsitligi, birden bire nasil oldu da hizlica savas taraftarligina döndü. Elbette ki, bu tavir degisikligi, bu ilkesizlik sadece Erdogan ve AKP yönetiminden kaynaklanmiyor, bir bütün olarak ülke yönetiminde katkisi olan herkeste var olan bir tavir degisikligidir. Isin aslina bakilirsa, ortalikta bir tavir degisikligi falan da yoktur. Çünkü, Türkiye'yi yönetenlerin tavri ta basindan beri böyle idi. Geçici olarak takinilan savas karsitligi tavri ise sadece bir oyun ve oyalamadan ibaretti. Çünkü, her seyiyle ABD'ye ba-gimli olan bir ülkenin ve yöneticilerinin kendi basina bagimsiz karar alabilmesi zaten mümkün degildir. AKP iktidar olmanin bedelini ödemektedir.
Bu Kirli ve Emperyalist Savasa Hayir!..
Uzun zamandan bu yana, AKP de dahil bir çok kesim, 'vurun abaliya misali' Irak'i ve dolaysiyla Sad-dam'i suçlamaktadir. Elbette Saddam zalimdir, diktatördür, halkina zulmetmektedir. Saddam için söylenenlerin hepsi dogru, peki ya ABD ve yönetimi çok mu masum?! Bunlarin hiç mi suçu yok? Ayrica, Saddam'in Iran ve Kuveyt'e saldirisi sayilmazsa -ki bu ülkelere de ABD'nin tesvik ve zoruyla saldirmistir- Saddam'in za-limligi, katilligi, diktatörlügü kendi ülkesi ile sinirli iken, ABD'nin zalimligi, katilligi, terörü bütün dünyayi kapsamaktadir. Sadece Guantanamo' da sorgusuz, sualsiz ve hukuksuz olarak Müslümanlara yapilan insanlik disi iskence ve muameleler bile Saddam'in zulmünü çok gerilerde birakacak tarzdadir. Ya Afganistan'da, Filis-tin'de, Vietnam'da, Afrika'da, Güney Amerika'da ve daha sayilmayacak kadar daha birçok yerde isledigi insanlik disi katliamlar?!. Saddam'i suçlayanlar, -Sad-dam'i savunmak elbette mümkün degildir- neden Bush ve çetesinin isledigi bu katliam ve vahsetlerden dolayi suçlamamaktadirlar. Çünkü Bush ve çetesi güçlü bir devletin, Saddam ise yoksul bir devletin basinda bulunmaktadir. Elbette Halepçe unutulmamali, ama Halepçe'deki katliami gerçeklestirmek için kimyasal silahlari Saddam'a veren ve hala Filistin'de jenosit uygulayan Siyonist katillerin arkasinda bulunan ve onlari destekleyen Bush ve çetesidir. Birazcik insanlik onuru tasiyanlar öncelikle ABD emperyalizminin bu bölgede ve diger bölgelerde isledigi ve isleyecegi katliamlara dur demesi ve hatta, mazlumlarin yaninda ABD'ye karsi mücadele etmesi gerekmektedir. Ama kendi sahsi iktidar ihtiraslari pesinde olanlarin ABD'nin yaninda çanak yalayiciligi yapmalarini ise ne tarih, ne de insanlik affedecektir!..
AKP, ABD'yi yöneten insanlik düsmani Bush ve cuntasi ile girdigi kirli pazarlik neticesinde, bugün halkin %94'ünün savas karsitligina ragmen ABD'nin yaninda yer aldigini açiklamistir. Aslinda, AKP'nin ABD isbirlikçiligine soyunmasi, AKP yönetiminin seçimlerden önce, hatta parti kurulduktan kisa bir süre sonra ABD'de de görücüye çiktigi zaman bunun ilk isaretini vermisti. Gül'ün ifadesiyle Amerika'da beklentilerinin üzerinde ilgi görmüslerdi. Herkes biliyor ki Tayyip Erdogan'in daha önceki ziyaretlerinde görüsecegi bir ABD'li yetkili bile bulunamamisti. Ancak daha sonra ne oldu ise, ABD'nin Erdogan ve ekibine karsi ilgisi -sanki- birden bire artmisti. Heyetlerin biri gitmeden digeri geliyordu. Ankara'da, Erdogan'la yedikleri aksam yemeginden sonra çok olumlu olarak ayrildiklarini ifade eden Paul Wolfowitz ve Mark Grossman, Erdo-gan'in Bush'la görüsmesinin yolunu açmislardi. Erdogan'in ayaklarinin altina kirmizi halilarin serildigi ve bir devlet baskani gibi karsilanip pohpohlandigi bu görüsmede, Ecevit zamaninda ABD'ye verilen savasa katilma sözü (Bkz: Yilmaz Tunçer, Genç Birikim Dergisi, Ocak 2003, sayi:51) Erdogan tarafindan da teyit edildi. Baris görüsmeleri için Ortadogu'nun bazi ülkeleri ile görüsmeler ve diger çabalar sadece bir göstermelikti. Yani biz Türkiye olarak üzerimize düseni yaptik, ama bir türlü baris saglanamadi, günah bizden gitti demek içindi. Nitekim Erdogan'in grupta, Gül'ün de daha sonra yaptigi konusmada, bu anlama gelecek tarzda ifadeleri bu düsünceyi hakli çikarip dogrulamaktadir.
Onurlu durus, ancak onuruna düskün insanlar tarafindan gerçeklestirilebilir. Bugün onuruna düskün olan insanlarin ayaga kalkma ve her türlü zulme, sömürüye isgale ve emperyalist yayilmaciliga karsi çikma, mazlumlarla omuz omuza verme günüdür. ABD, Israil ve Ingiltere öncülügünde katliamlar gerçeklestirmek üzere baslayacak kirli ve emperyal savasa katildigini açiklayan Türkiye egemenlerine karsi ortak tavir takinma, insan olmanin ve onurlu yasamanin bir geregidir. Elbette, Türkiye'nin bu kirli ve insanlik disi savasa katilmasina yalniz basina AKP karar vermemistir; bu bir devlet kararidir. Böyle olmasina ragmen AKP'nin ve liderinin takindigi pragmatik, ilkesiz ve kisiliksiz tavir tel'in edilmelidir. Hiç kimse bu topraklarda, ABD ve Siyonist çapulculara üs vererek bu ülke insaninin onuruyla oynayamaz ve bu zilleti yasatamaz. Buna hiç kimsenin hakki yoktur. Bir gün mutlaka, bu topraklar, hem ABD ve Siyonist çapulcularina ve hem de onlarin yerli isbirlikçilerine mezar olacaktir.
Kaynak: Yilmaz Tuncer, Genc Birikim Dergis
Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...
-
Online Yıldızname Burcu Hesaplama 1. Yol: Arapça Harflerle Ebced Yöntemi Öncelikle "cinsiyet"inizi seçin ve aşağıdaki ...
-
Harflerin Enerjileri A-Z Alfabedeki bütün harflerin enerjileri ve anlamları. İsminizde bulunan, isminizin başladığı harflere göre ka...
-
1 / 24 1 AMAL'İ MÜCERREB-1 2 Bilinmeyen Yönleriyle Satanizm - Bulent Kısa 307 say...