08 Mart 2018

ÇANAKKALE CEPHESİ’NDE 57. ALAY



ÇANAKKALE CEPHESİ’NDE 57. ALAY


Çanakkale’nin Coğrafi Özellikleri ve Kısa Tarihi
Çanakkale[1]; Türkiye’nin kuzeybatı yönüne düşen Balkan Yarımadası’nın Doğu Trakya topraklarına bir kıstakla[2] bağlanmış, Gelibolu Yarımadası ile Anadolu’nun uzantısı olan Biga Yarımadası üzerinde toprakları bulunan bir ilimizdir. Kent doğu ve güneydoğu yönünde Balıkesir ili, batıda Ege denizi, kuzeyde Tekirdağ İli ile Marmara denizi tarafından çevrelenmiştir.
Boğazlar coğrafyadan kaynaklanan durumuyla Akdeniz’in birbirinden önemli stratejik değer taşıyan su geçitlerinden Cebelitarık ve Süveyş Kanalı’yla da bütünleşmektedir. Böylece Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının, aynı zamanda Atlas ve Hint Okyanusları gibi dünyanın diğer büyük deniz ve kıta kara parçalarını da birbirine bağlayan geniş kapsamlı jeopolitik konumuyla dünya siyaset ve ekonomisi üzerine etkilerini tarih boyunca korumuştur[3].
Çanakkale, Çanakkale Boğazı ve Gelibolu’nun bulunduğu yer insanoğlunun kurmuş olduğu ilk medeniyetlerden itibaren merkezi bir özellik taşıyan Avrasya’da[4] medeniyetleri birbirine bağlayan ve taşıyan bir geçiş yeri, bir köprüdür. Dolayısıyla tabii olarak her köprü için söylenebilecek stratejik bir değere sahiptir.
Coğrafi olarak ortaya konulan bu değer, bölgenin insanlık hafızasında medeniyet, ticaret, kültürel etkileşim ve savaşlar açısından çok önemli bir yer tutmasına neden olmuştur. Tarihi MÖ. III. binyıla uzanan Çanakkale birçok uygarlığa beşiklik etmiştir. Buraya yerleşmek için gelenler olduğu gibi istila amacıyla gelenler de olmuştur.
XIX. yüzyılda yapılan arkeolojik kazılar sonucu Kumtepe[5] mevkiinde bulunan eserler Taş Çağından Tunç Çağına geçiş devresine aittir. Yine bu kazılar sonucu III. binyılda şehir olma özelliğini gösteren ve tahkimli şatoların bulunduğu Truva’da antik çağların izlerini taşıyan üst üste inşa edilmiş dokuz ayrı döneme ait şehir devletleri tespit edilmiştir. Kazılarda ortaya çıkan seramik vazolar Çanakkale’nin tarih sahnesinde yer alışından beri çanak-çömlekçiliğin medeniyet hayatındaki varlığını ispat eder. Bu durum Çanakkale adının ne kadar isabetli olduğunu da göstermektedir.[6]
Homeros’a mal edilen İlyada adlı büyük destanın ana konusunu teşkil eden Truva Savaşı, Akhalardan olan Mykenai[7] Kralı Agamemnon’un Truva Prensi Paris tarafından kaçırılan Helena’yı kurtarmak için yapılmıştır. Ancak tarihçiler bu savaşın, zamanın ticari gücü olan Akhaların Boğazların kontrolünü tamamen ele geçirme isteğinden olabileceğine de işaret etmişlerdir.
Akha, Dor, Trak,[8]Aiol, Frig, Yunan ve Lidya egemenliklerinden sonra Çanakkale MÖ VI. yüzyılda Perslerin eline geçmiştir. Daha sonra bir süre Spartalılar, Atinalılar ve Persler arasında el değiştirirken sonra MÖ IV. yüzyılda Büyük İskender’in egemenliğine girmiştir. Büyük İskender Pers ordularını bu topraklar üzerinde eski adı Grakinos[9] olan Kocabaş (Biga) Çayı kıyısında yapılan bir savaşta yenilgiye uğratmıştır.
Yöre Serevkos,[10] Pontos ve Roma egemenliklerinden ve özellikle İstanbul’un kurulmasından sonra önemini artırmış, Bizans yönetimi döneminde İstanbul’un emniyeti için Çanakkale Boğazı’nın iki yakası surlarla çevrilmiştir. Bizans’ın aldığı bu önlemlere karşın VII. yüzyılda İslam donanması Boğazı iki defa geçmeyi başarmış ve İstanbul’u kuşatmıştır.
Haçlı seferleri sırasında Çanakkale; Venedik, Ceneviz ve Pisa[11] devletlerinin çekişme alanı olmuş, İstanbul’un Latinler tarafından işgaliyle Çanakkale Boğazının iki yakasına Latin devletleri kurulmuştur. XIV. yüzyıl başlarında burada Katalan Devleti kurulduysa da çok geçmeden Çanakkale toprakları Karesioğullarının, aynı yüzyılın ikinci yarısında da Osmanlının eline geçmiştir.
Çanakkale Boğazının sık sık batıdan gelen yabancı donanmalar tarafından tehdit edildiğini gören Osmanlılar, Boğaz’ın her iki yakasında kaleler yaptırmışlardır. İlk defa 1354’te Süleyman Paşa’nın Çimpe Kalesi’ni fethinden sonra Türkler tarafından Çardak Kalesi inşa edilmiştir. Yıldırım Bayezid Bizans sularını yıktırıp iç kaleyi düzelttirmiştir.[12]
Çanakkale Boğazı, Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul’a Akdeniz yolundan açılan kapı niteliğini taşıdığı için Boğazlardan İstanbul’a yönelik bir saldırı olabileceği erken tarihlerden itibaren tahmin edilmiştir.[13] Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u aldıktan sonra denetimi sağlamak amacıyla Çanakkale Boğazı kıyılarındaki kalelere önem vermiş ve Boğaz’ın en dar yerinde Rumeli yakasında Sestos[14]denilen yere Kilidülbahir[15], Anadolu yakasında Abydos[16] denilen yere Sultaniye (Kale-i Sultaniye) ya da Çanak Kalesi adı ile anılan kaleler yaptırmıştır.
1645 Girit Seferi sırasında Çanakkale Boğazı’nı abluka altına alan Venedikliler Türk donanmasının Girit’e yardım götürmesini engellemişlerdir. 1770’de Rus donanması Boğaz’ı zorladıysa da başarılı olamamıştır. Bu tarihten sonra da Çanakkale Boğazı önemini korumuş, zaman zaman devletlerin arasında önemli bir sorun olmuş, birçok savaş ve çatışmalara neden olmuştur. Savaşlardan sonra yapılan barış anlaşmalarında mutlaka Boğazlar ile ilgili maddeler yer almıştır.
Çanakkale, tarihinin en önemli olaylarını I. Dünya Savaşı’nda yaşamıştır. Türk ve dünya tarihinde Çanakkale Muharebeleri olarak geçen bu olay, I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu ile İtilaf devletleri (İngiltere, Fransa) arasında, Çanakkale Boğazı ve dolaylarında yapılan kara ve deniz savaşlarını kapsamaktadır.[17]
Birinci Dünya Savaşı’nın Çıkışı ve Osmanlı Devleti’nin Savaşa Katılması
1. Dünya Savaşı’nın sebep ve sonuçları, Fransız İhtilali ve bir çeyrek yüzyıl süren ihtilal savaşlarını, müteakip yüzyıl içinde meydana getirdiği gelişmelerin devamlı ve tabii bir sonucudur. Fransız İhtilali’nin ortaya çıkardığı yeni fikirler devletlerin kendi sınırları içinde olduğu kadar, devletlerarasındaki münasebetlerde de yeni bir çerçeve içinde akmaya başlamıştır.[18]
Ayrıca Almanya ve İngiltere arasındaki ekonomik ve siyasi rekabet, Avrupalı diğer devletleri de bu iki devletten birinin yanında yer almaya zorluyordu. Bu şekilde oluşan taraflara daha sonra Osmanlı Devleti, Japonya ve ABD gibi devletler de katılacaktı.[19]
Birinci Dünya Savaşı’na yol açan adımlar çok iyi belgelenmiştir ve 28 Haziran 1914’te Arşidük Franz Ferdinand’ın öldürülmesi savaşın başlangıç noktası olarak kabul edilmektedir.[20] Bu olay Avrupa’yı bir hafta içinde dünya çapında büyük bir savaşa sürüklemiştir. Osmanlı Devleti ise Balkan Savaşlarından aldığı ağır yenilgiden sonra yalnız kalmış ve iki bloğa ayrılmış olan Avrupa’da kendisini yalnızlıktan kurtarmak için birtakım ittifak teşebbüslerinde bulunmuştur. İlk ittifak teşebbüsünü geleneksel dostu saydığı İngiltere nezdinde, ikincisini Bulgaristan, üçüncüsünü ise Fransa nezdinde yapmış ve bu girişimlerde başarılı olamamıştır. Almanya’nın Osmanlı’yı savaşa koyma girişimleri neticesinde İngiltere, Fransa ve Rusya Osmanlı Devletine savaş ilan etmiştir ve böylece Osmanlı Devleti’nin sonu yaklaşmıştır.[21]
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girişi için atılan ilk adım Almanya ile yapılan gizli ittifaktır. İttihat ve Terakki Partisi’nin üç paşasından biri olan Enver Paşa savaşa derhal girilmesi taraftarıydı. Talat Paşa tereddütlü, Cemal Paşa ise henüz karar vermemişti. Sadrazam ve Hariciye Nazırı olan Said Halim Paşa, Dahiliye Nazırı Talat Paşa ve Meclis Reisi Halil Beylerin hazırladıkları anlaşma metni Almanya ile paylaşıldı. Bu anlaşmadan haberdar olan İngiltere, sipariş edilen Reşadiye ve Sultan Osman isimli harp gemisine el koydu. Böylece yapılan gizli anlaşmayla savaşa giden yola girilmiş oldu.[22]
Kaybettiği toprakları geri alma ümidiyle savaşa dahil olan Osmanlı Devleti umduğunu bulamamış ve daha savaşın başında dört cephede savaşmak durumunda kalmıştır. İngiltere de Osmanlı Devleti’ni hassas noktalarından vurmak için ilk önce Irak’ta sonra da Çanakkale’de cephe açmıştır. Ancak Osmanlı’nın savaştığı cephe sayısı giderek artmış ve Osmanlı Devleti savaştan en ağır yenilgiyle ayrılan devlet olmuştur. Nitekim 30 Ekim 1918’de imzalanan ve Osmanlı Devleti’ni yok sayan Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasıyla da savaş Osmanlı Devleti için sona ermiştir.[23]
Neden Çanakkale
İngiliz ve Fransız donanmalarının Çanakkale Boğazını aşmak üzere 18 Mart 1915’te denizden yaptıkları saldırının başarısızlığı sonucu, Gelibolu Yarımadasında Arıburnu ve Seddülbahir[24]bölgelerine asker çıkarmalarıyla kurulan cephedir.[25]
3 Kasım 1914’te başlayan Çanakkale muharebeleri 9 Ocak 1916’ya kadar aralıklarla yaklaşık 14 ay devam etmiştir. 18 Mart 1915 İngiliz deniz harekâtının ardından Nisan, Haziran ve Ağustos aylarında çok kanlı muharebeler cereyan etmiştir. Nihayet Aralık ayından itibaren çekilmeye başlayan İtilaf devletleri ordusu 9 Ocak 1916’da Çanakkale’yi tamamen terk etmek zorunda kalmıştır.
Çanakkale Savaşı, deniz harekâtı başta olmak üzere onu izleyen kara taarruzlarıyla sıradan bir askeri harekât olarak değerlendirilemez. Öncelikle Çanakkale Boğazı stratejik açıdan Osmanlı Devleti’nin payitahtı İstanbul’un anahtarı olduğu gibi iki kıtayı birbirine bağlayan iki önemli geçitten biridir. Boğazlara hakim olmak demek bir ölçüde Akdeniz’de üstünlüğü ele geçirmek demektir.
Dolayısıyla Türk tarihinde bir inanç, cesaret ve kararlılık sembolü haline gelen Çanakkale Savaşı’nın sonuçları Birinci Dünya Savaşı’ndaki diğer cephelerden farklı olarak sadece Türkler değil savaşa katılan diğer ülkelerle birlikte yakın çevresini de derinden etkilemiştir.[26]
Çanakkale Cephesinin Açılma Nedenleri
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yanında yer alması ile “Boğazlar Meselesi” savaşın ana gündem maddelerinden biri olarak ortaya çıkmıştır. İtilaf Devletleri, Çanakkale Boğazı yoluyla İstanbul’a ulaşmak istiyordu. Böylece Osmanlı Devleti daha savaşın başında etkisiz hale getirilecek, Kafkaslarda rahatlayacak olan Rusların, Avrupa cephesinde Almanlara karşı daha etkin bir şekilde savaşmaları sağlanacaktı. Bu açıdan Boğazlardaki bir başarı sıkıntılı günler geçiren Rusya’yı rahatlatacağı gibi başta Bulgaristan olmak üzere Balkan ülkelerinin de müttefikler safında savaşa katılmalarına zemin hazırlayacaktı. Bütün bu beklentiler sonuçta Avrupa’da büyük bir taarruza hazırlanan Almanların, ağırlaşacak baskı neticesinde bozguna uğratılmasına kilitlenmiştir.
İtilaf devletlerinden İngiltere için bu cephenin yararı daha çok Rusya’dan dolayı idi. Ruslar, İngiltere ve Fransa’nın Çanakkale’de savaşıp Boğazları açmasını istiyordu. Çünkü Boğazların açılması sağlanırsa Rusya ile bağlantı kurulabilecek, böylece her türlü yardım ve savaş araç gereci gönderilebilecekti. Trakya ele geçirilince Almanya’nın Balkanlardaki üstün durumu güneyden gelecek güçler karşısında tehlikeye girecekti. Ayrıca İtalya ve Romanya gibi İtilaf devletlerine eğilim gösteren devletlerin İtilaf devletleri yanında savaşa girmeleri sağlanacaktı. Ayrıca Churchill’e göre Boğazlar ve İstanbul Ruslardan önce ele geçirilirse İngiltere barış masasına daha karlı oturabilirdi.
Aralık 1914’te Sarıkamış Harekâtı’ndan endişeye düşen Rusya, İngiltere’den Çanakkale Cephesinin açılmasını istemiştir ve Churchill’in kabinedeki baskısıyla cephenin açılması kararı verilmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nın en önemli cephelerinden olan Çanakkale Cephesi İtilaf devletlerine umduğunu vermemiştir.[27]
Çanakkale’de Ordu ve Harekât Planı
Çanakkale Cephesi Birinci Dünya Savaşının çok sayıdaki cephelerinden biridir. Sekiz ay süren bu muharebelerde yaklaşık 1 milyon asker çarpışmıştır.
Osmanlı ordusu Çanakkale Cephesine sürüldüğünde, daha yeni Balkan Savaşlarından çıkmış, yorgun, moralsiz daha da önemlisi inancını yitirmişti. Balkan Harbi’ndeki ağır yenilgi, subay kadrosunu hayal kırıklığına uğratmakla birlikte mesleki açıdan da birçok şey öğretmiştir. Atatürk bunu Nuri Conker’e şu şekilde ifade etmiştir; “savaş askerlik sanatının öğrenilmesine yarayan vasıtaların en mükemmeli ve en gerçeğidir.”
Ordunun 1914’lerin başındaki durumu bu şekildeydi. Ancak Osmanlı ordusunun yine de sağlam bir kuruluş yapısı vardı. Kısa süre içinde Alman disiplin anlayışıyla Enver Paşa’nın orduda yaptığı düzenleme sonucunu göstermiş, teknik güce ulaşamasa da insan niteliği artırılmıştı.[28] Çanakkale savaşları başlamadan önce Boğaz’a yapılacak taarruzlara karşı çeşitli önlemler alınmıştı.
Boğaz’ın karadan yöneltilebilecek taarruzlara karşı savunulması görevi, 26 Mart 1915’te Liman von Sanders’in komutasında oluşturulan 5. Orduya verilmiştir. 3. ve 5. Kolordulardan oluşan ordunun savunma birlikleri, altı piyade tümeni (3’üncü, 5’inci, 7’inci, 9’uncu, 11’inci ve 19’uncu Tümenler), 1. Süvari Tugayı, 64. Piyade Alayı ve dört Seyyar Jandarma Taburu (Gelibolu, Bursa, Çanakkale, Balıkesir)’ydu.
3. Kolorduyu Tümgeneral Esat, 15. Kolorduyu ise Alman Generali Weber Paşa komuta etmekteydi. 1. Bağımsız Süvari Tugayı, Saros[29] Körfezinin kuzeyinde, Enez Kasabasına kadar uzanan kıyı hattında, Seyyar Jandarma taburları aralık saha ile güney kanattaki Bababurnu[30] dolayları, Edremit Körfezi kesiminde gözetleme ve güvenlik görevine sürülmüşlerdi. 5. ve 7. Tümenler Gelibolu, Bolayır,[31] Kavak kesiminde 9. Tümen; Ağıldere’den itibaren Gelibolu Yarımadasının kıyılarını koruma görevi, 19. Tümen; genel ihtiyat olarak Bigalı Köyü bölgesinde, 3. ve 11. Tümenler Boğaz’ın dışındaki Anadolu yakası kıyılarında (Kumkale, Ezine) gruplandırılmışlardı. 5. ve 19. Tümenler doğrudan ordu komutanlığına bağlı olup 7. ve 9. Tümenler 3. Kolordu emrinde bırakılmış, Anadolu yakasında, 3. ve 11. Tümenlerden oluşan 15. Kolordu kurulmuştur.[32]
57. Alay ve Oluşumu
Kuruluşu
57. Alay’ın kuruluşu için iki kaynakta 9 Aralık 1880 ve 25 Aralık 1892 tarihi verilmektedir. İlk Alay komutanı İstanbullu Albay Mehmet Rıza Bey’dir. Alayın bağlı bulunduğu 29. Tugay ve Alay karargâhı İzmit sancağındadır. Alayın 4 taburu bulunuyordu. Taburlar o zamanlar farklı illerde görevlendirilmişti.
57. Alay 1896 tarihinde 71 subay ve 1642 erle Trablusgarp’a gitmiştir. 16 Eylül 1911 tarihinden sonra Trablusgarp’ta İtalyanlarla savaşmış ve bu savaşta büyük yararlılıklar göstermiştir. Burada bağlı bulunduğu tümen ise Trablusgarp Tümeni’dir. Trablusgarp’ın elden çıkması üzerine 57. Alay, 8. Kolordu emrine verilmiştir, bu savaşta bir şehit verildiği bilinmektedir.

TÜRK BÜYÜKLERİ – 59 : NİHAL ATSIZ




TÜRK BÜYÜKLERİ

NİHAL ATSIZ

Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra söndürülmek istenen Türklük ateşini ve ocağını yeniden alevlendiren doğudan batıya, kuzeyden güneye bütün Türk Dünyasında önemli bir yere sahip olan Atsız Beğ’in hayatına dair fazla bir şey yazacağımızı sanmıyoruz. Çünkü bu güne kadar binlerce şey kaleme alındı. Yani onun 1905 yılında doğumu ile 1975’te ölümüne değin biyografisini vermektense, daha çok onun Türklüğü ve Türklüğe kazandırdıkları üzerinde durmayı düşünüyoruz.
Mustafa Kemal Atatürk, Nihal Atsız ve Ebulfez Elçibey, son yüzyılda Tanrı’nın Türk milletine rehber olmaları için gönderdiği üç abide şahsiyet. Ama şu bir gerçektir ki, Türk milleti olarak hiçbirisinin değerini henüz yeterince anlamış değiliz ve onların ülkülerini hakikat yapmak uğruna ciddi bir gayretimiz de yok.
Çocukluğu Osmanlı Devleti’nin çöküşüne ve Cumhuriyetimizin kuruluşuna rastlayan Nihal Atsız, o vakitlerde Türklere reva görülen kötü muamelelere tanık olmuş, belki de Türkçülük, Türk milletini sevme, onu yeniden ihtişamlı günlerine döndürme ülküsü böylece doğmuş, bu yüzden etrafındaki insanları da teşvik etmiştir.
Öğrencilik hayatı talihsizlikler içinde geçen Atsız Beğ’in ilk yüksek okul deneyimi Harbiye olduysa da, her Türk milliyetçisinin bildiği sebeplerden dolayı buradan ayrılarak İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde kendini bulmuştur. Edebiyat Fakültesindeki bu öğrenim hayatı Atsız’a hem iyi bir edebiyatçı, hem de tarihçi olmasının yolunu açtı. Okulunun başarılı talebeleri içindeki Atsız, 1926’da girdiği Edebiyat Fakültesinde de komünistlerle yaptığı mücadelelerle dikkati çekiyordu. Daha talebelik yıllarında hocalarıyla yaptığı tartışmalar, onların Türk dili ve tarihi konusundaki yanlışlarına dikkat çekmeler gibi birtakım nedenlerden ötürü üniversitedeki asistanlık hayatı da kısa sürdü.
Türkiye’deki ilk edebiyat tarihi çalışmalarından birisini gerçekleştiren Atsız Beğ, Türk tarihine de çevriler ve telif eserleriyle katkıda bulunduğu gibi, kendisinden sonra “Milli Tarih Akımı” diye söylenecek olan yeni bir anlayışı yerleştirmeye gayret etti. Bugün tarihi bir ilim ve milletlerin hayatında hız verici bir vasıta olarak gören tarihçiler tarafından örnek alınmaktadır. Atsız Beğ’e göre, Türk tarihi bir bütündür. Mesele onu sistemleştirmekten ibarettir. O, “milli menfaatlerimiz ve bugünkü bilgilerimiz ışığı altında Türk tarihini ikiye ayırabiliriz” deyip, şöyle bir izahta bulunuyor:
1- Anayurttaki Türk tarihi.
2- Yabancı illerdeki Türk tarihi.
Anayurttaki Türk tarihi en eski çağlardan 11. yüzyıla kadar, Doğu Türk-ilinde geçer. Bu Doğu Türk-ili veya Türk yurduna Moğolistan ve Doğu Sibirya da girer. 11. asırda batıda ikinci bir anayurt daha kurulmuştur ki, bunun adı Türkiye’dir. Bu vatanın sınırlarına bugünkü Türkiye, Kafkasya ve Azerbaycan, Irak ile Kuzey Suriye dâhil olmaktadır. Doğu Türk-ili ve Türkiye tarihleri aralıksız bir bütün halinde halâ sürmektedir. Üstelik zaman zaman bu iki yurt birleşmişlerdir (Çingiz, Temür ve Osmanlı).
Yabancı illerdeki Türk tarihi ise, Türklerin yerli ahaliler üzerinde üstünlük kurdukları devletlerin tarihidir. Bunlar sürekli olmamış, sonunda bu Türkler hükmettikleri milletlerin arasında erimişlerdir. Bunun çeşitli sebepleri vardır; en belli başlıcaları nüfus meselesidir. Mesela bugünkü Mısır devleti, Türk askerlerine dayanan bir hanedan tarafından kurulduğu halde, günümüzde Mısır tamamıyla bir Arap devleti olmuştur. Buna benzer olarak, Orta Avrupa’daki Avar ve daha sonraki Kuman-Kıpçak hâkimiyetleri gösterilebilir.
Bütün bunlardan sonra söyleyebileceğimiz şey, Türk tarihi bir bütünlük içerisinde değerlendirilip, olayları buna göre yorumlamak milli menfaatlerimiz açısından tek çıkar yoldur, diyen Atsız Beğ’in bu doğrultuda kaleme aldığı Türkiye Tarihi, maalesef kayıptır.
Atsız Beğ’in romanları ile hikâyeleri de Türk edebiyatının klasikleri arasına girmiştir. Özellikle Bozkurtlar (bu ilk önce iki kitap halinde neşrolunmuştur: Bozkurtların Ölümü, Bozkurtlar Diriliyor) ve Deli Kurt gibi tarihi romanları Türk gençlerine vatan ve millet sevgisinin verilmesi yanında, bu aşkın her şeyden üstün olduğunu vurgulayan harikulâde eserlerdir. Tabiki onu bu konuda başarılı kılan tarih bilgisiyle, edebiyatçılığını birleştirmesidir ki, bugün Türkiye ve Türk Dünyasının her yerinde Atsız’ın eserleri üzerine çalışmalar yapılmaktadır. Çünkü o, bu yüce milleti karşılıksız sevmiştir. Bununla birlikte edebiyatımızda “Ruh Adam” misali psikolojik bir roman örneği çok azdır
Ünlü Türk sosyoloğu Z. Fahri Fındıkoğlu onu; “Türklük davası yolunda yılmadan çabalayan tek bir adam” olarak tarif ediyor. İşte Türk ve tavizsiz Türkçü olması nedeniyle, kasıtlı biçimde Atsız Beğ’in tarihçiliğine, edebiyatçılığına ve Türkçülüğüne birtakım densizler dil uzatmaktadırlar ki, bunu yapanların çoğunun soyunun bozuk olduğunu biliyoruz. Kendisini bir halt sanan ve ünlü kılmak isteyen zavallı insanlar ona saldırarak bir yerlere geleceklerini sanıyorlar. Atatürk’e şimdilik açıkça dil uzatmaktan çekinen yaratıklar, Atsız Beğ gibi Türk milliyetçilerine yüklenerek Türklüğü yıpratmak düşüncesindeler.
Onun şiirleri de, yine milli havayı yansıtması bakımından bu konudaki tek numunedir. İstisnasız bütün Türk milliyetçileri bu manzum eserlerden etkilendikleri gibi, pek çok sıradan kişinin de içindeki Türklük ateşinin parlamasına vesile olmuştur.
Atsız Beğ’in gözden kaçtığını sandığımız bir hususiyeti de, Türk milliyetçiliğini sistemleştirme çabalarıdır. O, Mustafa Kemal’in altı ilkesi de içinde olan dokuz ülkü belirlemişti ki, bu daha sonra Türk milliyetçilerinin 9 Işık’ı haline geldi. Atsız aynı zamanda bir Türkçü nasıl olmalıdır, onu da tarif etmiştir. “Türkçü, Türk soyunun üstünlüğüne inanmış olan kimsedir. Türkçü, milli çıkarları şahısların üzerinde tutan, milli mukaddesata ve geçmişe saygı gösteren, görev ahlakı yüksek olan, haksızlıklarla savaşta korkusuz bir insandır”, diyordu.
Atsız Beğ her şeyden önce bir Türk milliyetçisiydi. Kanında Küçük Yabgu’nun, Kür Şad’ın genlerini taşıdığına inanan, Türk gibi yaşayan, Türk gibi düşünen bir şahsiyet idi. Onun Ülkü ve Ülkücü tarifi de başkadır. Dolayısıyla günümüzde kendisini Ülkücü olarak vasıflandıranların bunu çok iyi öğrenmeleri gerekir. Ben Ülkücüyüm demekle Ülkücü olunmuyor! Ülkücülüğün ne anlama geldiğini dahi bilmeyenler, herne hikmetse kendilerine böyle bir elbise biçiyorlar. Atsız Hoca milli ülküyü şöyle tarif eder: “Milletleri savaşa hazır bulunduran iki vasıta vardır. Biri maddidir, buna teknik diyoruz. Biri ruhidir, ülkü adını veriyoruz. Türk ülküsü, Türk büyüklüğü, Türk kudreti isteği ve inancıdır. Milli ülkü insanları sürükleyen, güçlendiren, asilleştiren duygu ve düşüncedir”. Bütün bunlar bir yana Ülkücü görevini en iyi yapan kişidir. Aslında o da Mustafa Kemal gibi, Türklere ve Türk milliyetçilerine çağdaş medeniyetlerin üstüne çıkmayı hedef gösteriyordu.
Atsız, Atatürk’ün izinden giden büyük bir Turancı’dır. Turan’ı gerçekleştirmek için, bugün ille de sınırları ortadan kaldırmak gerekmediğini vurgular. Dünyadaki devletlerin ve ülkelerin yaşaması için gerekli herşey Türk topraklarında yeterince bulunuyor. Bir cumhuriyet veya bölge diğerindeki eksiklikleri çeşitli şekillerde tamamlayabilir. Ancak bunun için bir Türk ortak pazarının kurulması şarttır. İstenildiği takdirde bunun gerçekleşmemesi için de bize göre hiçbir neden yoktur. Ama ne yazık ki Türkler bu avantajlarını kullanamıyorlar. Yıllardır bu konu defalarca dile getirilmesine rağmen kimse de meseleye ciddi anlamda eğilmiyor. 1993’lerde Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan böyle bir girişimde bulunduysa da, sonunu getiremediler. Bugün Avrupa’da ekonomik ve siyasi arenada tek bir çatı altında biraraya gelip, ortak para birimi kullanmaya ve bunu daha da ileri götürüp, müşterek bir ordu meydana getirmeye kadar işi vardırıyorlarsa, neden Türkler yapamasın. Bunun ırkçılık veyahut da Turancılıkla da hiçbir ilgisi yoktur. Bizim iş adamlarımız ta Güney Afrikalarda yatırım gerçekleştirirken, Türk Cumhuriyetlerine gidip, orada iktisadi teşebbüslerde bulunmuyorlar. Büyük dediğimiz şirketlerimiz bile süpermarket işletmeciliğinden öteye geçmiyor. Dünya bir yandan birbirine yaklaşırken, bir yandan da yeni iktisadi ve siyasi teşekküller ortaya çıkmaktadır. Ancak bunların da yapılarına bir baktığımızda umumiyetle dilce, dince, soyca birbirlerine yakın insanlardan oluşmaktadır. Dünyada haysiyetli bir şekilde ayakta durabilmek ve söz sahibi olabilmek için birbirleriyle kenetleniyorlar. Avrupa Topluluğu, Arap Ülkeleri Birliği, İngiliz Devletler Topluluğu, Latin soylu memleketlerin birbirlerine yakınlığı bunun en güzel göstergeleridir.
Türk dilinin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılmasında son derece duyarlı olan Atsız Hoca, yazılarında da dilimizi en mükemmel şekilde kullanmaya gayret göstermiştir. Mümkün olduğu kadar öz Türkçe yazan Atsız, herne olursa olsun dilin korunması taraftarıdır. Elbette ki dile sahip çıkmak, dildeki kelimeleri kendi kaynaklarıyla zenginleştirme ve kullanmayla mümkündür. İnsanlar hangi kültür çevresinde bulunurlarsa bulunsunlar veyahut da hangi dine girerse girsinler, bu o kadar mühim değildir. Ancak bir milletin dili yok olduğu an, o toplumdan söz etmek de imkânsızdır. Türkler dünyada yazısı, yani kendilerine ait bir alfabesi bulunan ender milletlerden birisidir. Büyük medeniyetler ve kültürlerin temelinde de yazı olduğuna göre, biz Türkler bu açıdan oldukça şanslı bir milletiz.
Atsız Beğ, sosyal devletin toplumun bütün problemleriyle ilgilenmesi gerektiğini düşünüyordu. Milli gelirin adaletlice dağıtılmasını söylerken; sosyal sınıflar arasındaki uçurumun milleti felakete sürükleyeceğinin de altını çizmiştir. Türkiye’nin bugünkü halini belki de yıllar önce görmüş, bu konuda yetkilileri uyarmış, Kürtçülüğün ileride milletin başına bela olacağını dile getirmiş, ama bunları ifade etti diye, hapse atılmıştır. Atsız’ın Türklüğe yönelik tehditlerin neler olduğunu belirttiği hususlar bugün birer birer başımıza dolanmaktadır. Maalesef zamanında büyük Atatürk’ün, Atsız Beğ’in bizi uyardığı bu meseleler için tedbirler alınmadığından, Türk milletinin kuyusu kazılmaya çalışılıyor. Dışarıdan Türkiye’nin düşmanları, içeriden bir kısım hainler dayanışma halindeler.
Mustafa Kemal Atatürk: “Yüksel Türk! Senin için yüksekliğin hududu yoktur”, derken; Atsız Beğ de: “Yüzde yüz Türk olduğun gün cihan senindir” diyerek, milli ülkümüzün mihenk taşını belirlemişlerdir. Türk milliyetçileri için tek gerçek budur ve birilerinin sürekli ırkçılıkla suçladığı bu adam Türkleri şöyle tarif ediyor: “Türkler, Türk soyundan gelenlerle Türk soyundan gelmişler kadar Türkleşip kendini o soya bağlayan ve beyninde hiçbir yabancı ırk düşüncesi bulunmayan fertlerin topluluğudur”.
Bugün Türkçüler, Atatürk’ün ve Atsız’ın fikirlerinden ilham alarak, dimdik ayakta duruyorlar. Ve onlar hem Türkiye’nin hem de bütün Türk Dünyasının muhafızlarıdır.
Alıntı Kaynak: “Türk Tarihinin Kahramanları: 59- Nihal Atsız”, Orkun, Sayı 123, İstanbul 2008


BÜYÜK OSMANLI TARİHİ HASIRCIZADE METİN HASIRCI



BÜYÜK OSMANLI TARİHİ
HASIRCIZADE METİN HASIRCI

KENZÜL RUHAN-İTÜL ERVAH



KENZÜL RUHAN-İTÜL ERVAH

ERRİSALETU TESHİRİ RUHANİYE VE CELBU MUHABBET



ERRİSALETU TESHİRİ RUHANİYE VE CELBU MUHABBET

TILSIMLAR MECMUASI



TILSIMLAR MECMUASI

HAVASSUL ESRAR İLMİ RUHANİ


HAVASSUL ESRAR İLMİ RUHANİ

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...