27 Mart 2012

SENİ SENDEN ÇOK SEVDİĞİM İÇİN...SESLİ FLAŞH ŞİİR


Söyleyemedim , diyemedim beni bırakma. İstemedim çünkü çok seviyorum , bitmesini istemedim.
Birgün o bitmesini söylemiştim.Beni bırakma diyemedim,söyleyemedim. Özür dilerim ..
Sen hiç sevmedin ki beni. Seven bendim seni , ağlayan bendim.Sen hiç ağlamadın ki.
Bu ilişki için tek savaşan bendim,sen hiç savaşmadın ki ..

Okadar çok seviyorum dedin ki inanmıştım sana. Yeminlerine , yalanlarına ..
Yalanların mutluluğumuz olmuştu adeta. Ama , her yalan gbi buda mutsuz bitti sonunda. Mutlumusun peki?
Naptım? Naptım sana da bana bunu yaptın?
Bir yağmurlu son bahar günü hayatıma girdin. Kendine aşık ettin ..
Ve , bir yasın ortasında beni bırakıp gittin !

Yalancıymışsı,beni sevdiğini söyleyerek hep yalan söylemşsin.
Ben senin yalanlarına aşık olmuşum. Mutlumusun peki? Beni ağlattığın için.
Mutlusundur tabi , tebrikler ..

Hayallerimiz vardı seninle. Birlikte kurduğumuz hayallerimz.
Ama , o hayalleri bile kurarken sen , yanımda yokuşsun.
Tek başıma kurmuşum sensiz olan birsürü hayal .
Herşeyin yalanmış be senin! Hayatın bile yalanmış.
Ama , hayat yalanmış. Senin yalancı olman neki?

Ve,şimdi git ! Git bir kalp bul. Seni sevecek,mutlu edecek bir kalp.
Ama onu iyi tut.Düşürme kırılmasın. Bir kalp kırıldımı birdaha birleşmiyor ..
Yırttığın fotoğraflar yapışıyor , eski haline gelmesede. Bir araya geliyor ama , kırılan kalp ..
Bırak eski haline gelmeyi yapışmıyor bile. O yüzden iyi tut. düşürme.
Başka bir şansın daha olmaya bilir. Sahiplen onu. Kaybetme .

Ben ömür boyu seninle olacağımı düşünürken.Sensiz olamam,yapamam derken,sensiz kalmışm.
Gözyaşlarıma engel olamaz olmuştm. Kim görüyor bunu? Kimin için ağlıyordum?
Değermiydi peki? Ağladığım kişi,gözyaşlarıma. Belki değmezdi ama ben sevdim.
O zaman,sevgim için ağlıyorum. Bu hayatta sadece birdefa sevebilirsin. Ben o şansımı kullandım.
Değmicek biri için deliler gibi ağladım. Günlerce aylarca ...

Faydası varmıydı. Hiç birşey kapatmadı ki açılan yaramı.
Ben sevdim. Hadi çık şimdi kalbimden ! Girdiğin gibi çıksana .
Çıkamazsın. Sadece giriş kapısı var. Çıkış kapısı Yok . Daha icraat edilmedi.
Hayatından çıktım. Pardon , hayatından çıkarttın.
Nekadar kolay değil mi? Deliler gibi seviyorum diyip sonra bitirebilmek,sevmiyorm demek.
Senin için kolaydı evet.

Hayatımda hayla sen vardın.Baktığım heryerde sen. Ne kadar garip dimi?
Çok seviyorum diyordun ve ölene dek birlikteyiz diyordun. Ama şimdi ayrıyız , ne kadar garip dimi?
Sen hiç geceleri yastığa başını koyduğunda beni düşündün mü?
Ve ya birlikte yürüdüğümüz yollardan geçerken , keşkee şimdi yanımda olsaydı dedin mi?
Her yağmur yağdığında camdan bakıp , nerdesin aşkım nerdesin dedin mi?
Diyemezsin çünkü sen sevmedin. Seni senden çok sevdiğim için , özür dilerim ...

Biliyormusun? Çok çabaladım çok uğraştım çıkmam için hayatından.Ama benim hayatım sendin ki.
İstesemde çıkamıyorum.Dedim ya çıkış kapısı daha icraat edilmedi.
Seviyorum dediğin günler aklıma geldide , ne kadar yalancıymışsın. Ne kadar rahat yalan söyleyebiliyorsn?
Ve , bir insanın gururuyla ne kadar rahat oynuyabiliyormuşsun.

Şimdi mutlumusun?
Arkanda kırık bir kalp , mutsuz bir insan , hayata küsmüş bir çocuk bıraktığın için?
Değermiydi bunlara , bir insanın hayatını alt üst etmeye? Mağdem ki bırakıp gidicektin.
Niye o zaman,seni seviyorum dedin ki?
Neden sevdirdin kendini? Şu üç günlük dünyada değdimi bir insanı üzmeye?

Her sahte mutluluğun sonu mutsuzlukla bitermiş , bunu öğrendm. Ve,benimde sonum mutsuz bitti.
Benmde mutluluğum sahteymş. Ama teşekkür ederim sahtede olsa , mutlu ettin beni.
Şimdi al yalan sözlerini,sahte gülüşlerini çek git! Gelme birdaha geri.
Bırak beni benliğimle , başbaşa kalayım.
Seni unutayım,unutmak kolaysa tabi ..

Herşeyin anlamıydın birzaman benim için.Artık sadece bende sahte olan bir insan.Bu hayatta gerçekten sevdiniz mi?
Ölüm olsada ayrılmayın. Ayrılmayın ki herkez anlasın nekadar çok sevdiğinizi. Hani derler ya bazen her istediğin olmaz.
Gerçek aşklar bile birgün biter. İşte bitenler gerçek aşk değildir. bitmemesi için savaşanlardır gerçekten sevenler.
Hala sevipte sevilmeyenler. Değmezmiş ama sakın keşke sevmeseydim demeyin.
Sevginizle gurur duyun. Sevmek ; ayıp değildir. Sevilipte , onun değerini vermemektir ayıp ...

DUYGUSAL SESLİ FLAŞH ŞİİR VE ŞARKILAR

GÖRÜNEBİLİRMİYİM YA RESULULLAH

Ey Ömrünü israf eden kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz, Allah bütün günahları affedicidir…”
Gün gitti, gidiyor…
Herkeste tatlı bir telaş…
Güneş, insanların bir an evvel iftar sevincine kavuşmalarını ister gibi, gün boyunca rahvan giden alev topu atını dehlemiş kızıl ufuklarda kayboluyor.
Az sonra akşam ezanları, oruç tutmuş bir insan gibi solgun ve dingin duran minarelere can verecek, mahyaların ışıkları yanacak.
Ben yollardayım…
Acelem de yok. Nasıl olsa iftariyeliklerim yanı başımda bana bakıp duruyor.
Bu vakitte yolculuğu severim. Ezanla birlikte önünüzdeki arabalar birer ikişer buharlaşır ve yollar birden hiç umulmadık bir şekilde tenhalaşır. Yollar, benim gibi üç beş geç kalmışın olur.
Arabanın radyosu, Eyüp Sultan’dan canlı yayında; bir hafız Kur’an okuyor.
“ Ey Ömrünü israf eden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz, Allah bütün günahları affedicidir…”
Ömrü israf etmek derdinden ben de muzdaribim. Bu yüzden gurub vakti radyodan bu ayeti dinlerken tatlı bir esintinin ruhumda gezindiğini hissettim.
O akşam vakti, herkes sofralarının başında iftar ânını beklerken ben “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz…” ayetinin takip ışığında tatlı bir yolculuğa çıktım.
Bu ayetin iniş sebebi, Elmalılı gibi bazı müfessirlere göre , Hazreti Hamza’nın katili Vahşi’dir.
Uhud Savaşı’nda, özgürlük ve servet vadiyle Peygamberin amcasının katili olan Vahşi…
Vahşi’ye özgürlük ve servet vadedenler, kartallardan, kurtlardan önce Hz. Hamza’nın başına üşüşüp, acı ve öfkelerini, onun kulak ve burnunu keserek, kalbini yerinden sökerek almaya çalışırlar.
Bu öyle insanlık dışı bir katldir ki, Tebük’te taşlandığında, Mekke’den sürüldüğünde beddua etmeyen Allah’ın Peygamberinin (a.s.) dudaklarından, amcasının yetmiş parçaya ayrılmış cesedi karşısında ;
“Ben de onlardan yetmiş kişiyi öldüreceğim” sözleri dökülmüştür.
Fakat anında gökler dile gelmiş ve;
“İlle ceza vereceksen misliyle… Sabrederseniz Allah sabredenleri sever” ayeti inmiştir.
Hazreti Hamza’nın şehit olmasının bedeli ağır olur.
Allah’ın Arslanı’nın kanını taşıyan o mızrak, Vahşi’ye özgürlük kapılarını aralamış, onu servet sahibi yapmıştır. Ama Vahşi hiçbir zaman o özgürlüğün tadını çıkaramaz ve o serveti hiçbir zaman harcayamaz.
Canilerin gasbettiği hürriyetini eline almış ama yalnız insanlığa ait olan fıtri hürriyeti kaybetmişti. Artık ebedi bir köle gibi çöllerde adını gizleyerek dolaşmaya başlar.
En son, Taif’e sığınır. Yıllar önce Allah’ın Peygamber’ini kovan Taif’e.
Taif, bağlık bahçelik bir yerdi. İhtimal ki kendini suça azmettiren kadından aldığı servetle yaşar giderim, diye düşünmüştü.
Bir gün Taif’liler de topluca Müslüman olunca dünya Vahşi’ye dar gelmeye başlar.
Şefkat Peygamber’i, müslüman olması için mektuplar yazar.
Hangi insan çok sevgili amcasının katili ve bir savaşın kaderini değiştirerek kendisine bu kadar ağır bedel ödetmiş birisine şefkatle seslenebilirdi.
Ama O (s.a.v), Vahşi gibi bir katilden bile bir sahabe çıkaracak kadar merhamet sahibiydi.
Her mektupta geçmişte yaptığı vahşetleri ileri sürüyor, sürekli kaçıyor ve Sonsuz Nur’un gittikçe çölün her tarafını saran ışığını kendi karanlığından seyrediyordu.
İşte arabadaki radyonun Eyüp Sultan’dan yaptığı canlı yayında okuduğu ayet, Vahşi’nin bu kaçışının önünü kesiyor, artık ona dar gelen dünyada yere-ğöğe sığmayan varlığına bir yer açıyordu.
“Ey ömrünü israf eden kullarım Allah’ın rahmetinden ümidini kesmeyiniz, Allah bütün günahları affedicidir…”
Peygamber(s.a.v)’den, bu ayetin yazılı olduğu mektubu alan Vahşi, kaçış ızdırabına son verir ve Medine’ye gelerek, huzura çıkar. Güllerin ve Gönüllerin Efendisi (a.s);
“Sen Vahşi misin?”
“Evet”
“Amcamı nasıl öldürdün anlatır mısın?”
Vahşi’nin anlattıkları karşısında göz yaşlarını tutamaz, taze bir yara gibi kanar “ipeklere yumuşaklık bağışlayan” yüreği.
“Ne olur bana fazla görünme, seni her gördüğümde amcamı hatırlarım da korkarım sana karşı içimde bir burukluk olur.” diye buyurur Resulullah (a.s.).
Hazreti Vahşi için hicranlı yıllar başlar.
Sürekli direklerin arkasından, minberin gerisinden Güllerin Efendisi’ni gözler.
“Artık bana görünebilirsin” diyeceği günleri bekler.
Ama Gönüllerin Güneş’i bir gün bütün bütün gurup eder.
Hz Vahşi’ye “Bana görünebilirsin” sözünü demeden gitmiştir.
Hazreti Vahşi’nin geri kalan günleri, hep o büyük günahına kefaret aramakla geçer.
İslam’ın büyük bir bahadırını öldürmekten dolayı güneşin bağrında kızmış bir çöl gibi yanmakta olan yüreği ve bir cehennem gibi kaynamakta olan vicdanı birgün, kefareti için aradığı fırsatı bulur. Yemame Savaşı çıkar karşısına. Hazreti Halit’in ordusuna katılır.
Harp günlerce sürer.
Kılıçlar havada parlak kavisler çizmekte, düşman dalga dalga inananların üzerine gelmekte, yalancı Peygamber Müseyleme’nin askerleri, önüne gelenleri bir ekin tarlası gibi biçmektedir.
İkrime, Ebu Akil, Huzeyfe, Salim gibi nice bahadırlar bir bir doğranmıştır. Yemame sert bir kayadır. Binlerce Kur’an hafızı kırılmıştır. Savaşın bir anda seyri değişmiş, her tepeden bir münadi kaçan müslümanları yeniden gayrete getirmek için bağırmaktadır.
Çöl iyice kızmıştır. Ortalık toz dumandır. Göz gözü görmüyordur. Müslümanlar iyice sıkışmıştır. İşte tam o sırada Vahşi günlerden beri sabırla kalesinden çıkmasını beklediği Müseyleme’nin kalenin arka duvarından atlayarak kaçmaya çalıştığını görür.
“Ey kupkuru çölleri cennete çeviren Gül
Vaktidir, ağlayan gözlerimin içine gül…”
diyerek, yıllarca özenle sakladığı mızrağı fırlatır ve yalancı peygamberin işini bitirir. O mızrak, bir zamanlar İslam’ın en büyük bahadırı Hazreti Hamza’ya fırlattığı mızraktır.
Güneş, Yemame Çölün’ün titreşen sonsuz ufuklarında gurub etmektedir.
Hazreti Vahşi başını yere kor ve;
“ Ya Rasulallah artık görünebilir miyim? “ diye inler.
………………
Hayalim, radyoda okunan ayetin tatlı esintilerinde, Sonsuz Nur’un ikindi çölündeki renk ve ışık oyunlarında dolaşırken mahya ışıkları da yandı ve ezanlar minarelerden kanatlanmaya başladı.
Gün gitti…
Sanki sağımdaki solumdaki arabalar birer ikişer buharlaştı.
Yollar tenhalaştı.
Ben hala yollardayım…
“Ey ömrünü israf eden kullarım, Allah’tan ümidinizi kesmeyiniz, Allah bütün günahları affeder…”ayetinin, gözümün önünde mahyalaştığı o tenha yollarda…
Harun Tokak

İLM'U HAL


Sıkılmış bir yumruk mu daha çok etkiler sizi; yoksa, düşeni kaldırmak için uzanan bir el mi?
Öfkeden yuvalarından fırlayan bir çift gözü mü, yoksa, ışıldayan bir bakışı mı tercih edersiniz?
Asık ve abus bir surata mı yoksa gülümseyen bir çehreye mi bakmak istersiniz? Sert, katı, kaba, keskin ve köşeli bir üslup mu kavrar ruhunuzu yoksa, inceliğin inbiğinden süzülmüş, zarafetin potasında kıvamını bulmuş, nezaketin örsünde terbiye edilmiş ve size her daim değerli ve önemli olduğunuzu hissettiren bir eda mı?
Eskilerin tabiriyle “musafaha” ettiğiniz muhatabınızın gözlerinize bakmaması canınızı sıkar mı yoksa bu hareketi bir kalemde “es” geçebilir misiniz?
Sözünüzün ortasında cümlenizin ikiye biçilmesine tepki verir misiniz yoksa soğukkanlılıkla bekleyip konuşmanızı daha sonra da sürdürebilir misiniz?
Henüz yeni tanıştığınız birisinin size hemen isminizle hitap etmesi ve şakalar yapması karşısında asabınız mı bozulur, yoksa “ne candan biri” moduna mı geçersiniz?
Yapılan bir iyiliğin, güya çaktırmadan ama mutlaka çeşitli vesilelerle hatırlatılmasının sağlanması durumunda, “aman canım ne önemi var” safında mı olursunuz yoksa “iyiliği gördüğünüz o güne” lanet mi edersiniz?
Bağdaş kurduğunuz bir sofrada, yemeği şappada şappada acayip sesler çıkararak yiyen birisine, “kardeşim, adam yemeğin hakkını veriyor” nazarıyla mı bakarsınız yoksa içinizden bir an evvel sofradan kalkmak mı gelir?
Mahalle kıraathanesinde maç seyrederken, kendisini heyecana sürükleyen her hareketi küfürle sena ederek karşılayan biri, sizin için, “trans halinde mazur görülebilecek bir taraftar mıdır” yoksa topluluk içine çıkması zararlı primitif bir varlık mı?
Bulunduğunuz bir mecliste sizi yüzünüze karşı övdüklerinde, içinizden, “valla az bile söylüyorsun adamım, konuş” cinsinden bir dalgaya mı kapılırsınız yoksa gerçekten sıkıldığınızı ve yüzünüzün kızardığını mı hissedersiniz?
Bir hatanın söz konusu olduğu yerde payınız olmasa da, o hatayı göğüsleyip sahiplenmek cesaretini kendinizde bulabilir misiniz yoksa o hatanın kesinlikle sizinle uzaktan yakından hiç bir alakası yok mudur?
Takımdaşınız, benzeriniz, yakındaşınız, tanıdığınız, bildiğiniz, emsaliniz birinin ayağı sürçtüğünde, geride kaldığında, “meydan bana kaldı” cümlesi mi zapteder sizi yoksa sahiden içiniz acır mı?
***
Her nasılsa günahına denk geldiğiniz bir arkadaşınızın bu durumu sizde ona yardım ve dua etme hissi mi uyandırır yoksa büyük bir şaşkınlık yaşıyormuş gibi gördüklerinizi her tarafta dillendirme isteği mi?
Şeyh Galib’in ve Mehmet Akif’in mısralarda kristalleşen şu ilhamları, hal üzre uzayıp giden bu sualler kervanının neresinde, nasıl durmak gerektiğine dair o kadar çok şey söylüyor ki…
Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen
Ş. Galip
Senin mahiyetin hattâ meleklerden de ulvîdir
Avâlim sende pinhandır, cihânlar sende matvîdir
Akif
Her şey insanın kendisini keşfetmesinde gizli aslında… Değil mi?
Ali Tokul

KÜLÜN İÇİNDE ATEŞ SAKLI


Küllenmiş her düşüncenin, her duygunun içinde iyi yahut kötü, acı yahut tatlı, neşeli yahut hüzünlü elbette bir kor sıcaklığı vardır ki, eşelendikçe alevi ortaya çıkar.
Bazen ısıtır bu alev, bazen yakar. Olumlu ya da olumsuz bütün hayaller, bütün idealler ve bütün arzular sonuca ulaşmadıkça, hedefini bulmadıkça elbette kül içinde saklanan kor gibi sıcak bekler. Küçük bir esinti, azıcık bir savrulma… Bir hatırlama… Küçük bir dokunuş… Hele içinizi bir yoklayın…
Zamanın hızlı akışı, feleğin hızla dönüşü içinde her şey bizim istediğimiz rengi göstermeyebilir, bizim istediğimiz biçimde tahakkuk etmeyebilir. Bağrımızı yırtmanın, yüreğimizi parelemenin, ciğerlerimizi kan doldurmanın faydası da yoktur üstelik. Bu bir ayrı sınav biçimidir. Tesellisi hep ertelenen bir sınav…
Çoğu insan kendisinin, asıl bulunması gereken yerde olmadığını hisseder. Aslında belki tam da bulunması gereken yerde olduğu için kabullenmek istemez. Çünkü küllenen hayallerine alevlenmeyi bekleyen nice korlar gömmüştür. Bedel ödemeden, yüreğini tutuşturmadan, kendini yakmadan gelinebilecek mertebelerin elbette bir seviyesi vardır; ve bir de yolları çile ile yürünmüş ve kabullenilmiş makamları… Bütün korların küller içinde gül gül olduğu makamlar… Hayret makamı, aşk makamı, sükûnet makamı, teslimiyet makamı…
İşinizde ve aşınızda, sevincinizde ve kıvancınızda, düşlerinizde ve görüşlerinizde tutuşmayı bekleyen korlar yurt tutmuşsa eğer, eskilerin düstur edindikleri şu beyti teselli babında vird edinmenizi tavsiye ederiz:
Ele girmezse eğer sevdiğimiz
Ne çâre, eldekini sevmeliyiz
Erdem, işte bu asaleti gösterebilmek, kazaya rıza ile cevap verebilmektir. Hele bir düşünün, buraya ağlamaya mı gelmiştik, gülmeye mi; ölüyor muyuz, yoksa doğuyor mu?!..
İskender Pala

HEP SENİN İÇİN SESLİ ŞARKI


Dilimde beddua, gönlümde acı
Benim Şu halimden daha beter ol
Nasılda bıraktın yıktın dunyamı
Goncası açmayan gülden beter ol

Seni sevdim diye deli dediler
Aldırmadım seni sevdiğim için
Bırakırda birgün gider dediler
Kırdım dostlarımı hep senin için

Gündüzün gecelerine karışsın
Dilerim kısmetin kapalı kalsın
Bende bu acılar tükenmedikçe
Senide bitmeyen acılar sarsın

ÇIKIP GİTSEM UZAKLARA

Çıkıp gitsem uzaklara..
Senden benden 'bizden' uzaklara..
Bu mümkünmü?
ASLA!!!
Ne kadar uzağa da gitsem içimde bir parca sen de geliyor benimle..
Engel olamıyorum Seni koparamıyorum ki sol yanımdan..
Yoksun ya şimdi..
*Burkulur içim*
Yanar Yüreğim!
Yoksun yaa.. Sebebim olur yokluğun yok oluşuma..
Çığlık atsam duyulurmu sesim?
Haykırsam bendeki seni Anlarmı yureğin yoklugumu?
Acısını?
Gözyaslarımı?
Çaresizliğimi?
Sevdamı hissedebilirmisin?
..
Yapamassın değilmi yürek sızım..
Sevemezsin beni!
Öpemezsin değilmi yoklugumda resimlerimi?
O güzel gözlerinden bir damla yaş akıtmazsın değilmi benim için?
Evet yürek sızım yapamazsın..
...
Haklısın!
Sen sevmedinki benim seni sevdiğim gibi..
Senin göz pınarların kurumadıki yokluğuma ağlamaktan..
Ahhh sen hic bir zaman ben olmadın ki!!!
Ben yana yana sana susarken sen acmadınki yüreğindeki pınarları bana..
Olmadı be yürek sızım..
Ben' olduk
Sen' Olduk
Biz' Olamadık
İkiyken bir olamadık
Biz yapamadık!
Boşversene biz aşık olmayalım birbirimize.
Konsere gidelim biz Maça gidip küfür edelim..
Uçurtma uçuralım ya da kumsalda uzanıp deli gibi içelim.
Gecede yıldızlara bakalım mesela..
Bisikletle gezerken yağmur yağsın sırılsıklam olalım..
Benimle kek yap balık tutalım sonra tekrar denize atalım.
Boşver aşık olmayalım biz..
Aşk korkutucu !
Beraber eğlenelim en iyisi
Ama hep benimle uyu.

SESLİ FLAŞH ŞİİRLER İNLEYEN NAĞMELER


ÇABUK OLALIM AŞKIM SESLİ FLAŞH ŞARKI


BU ŞİİR SANADIR SESLİ FLAŞH ŞİİR



HAKÎKÎ MÜSLİMÂN NASIL OLUR?

Nasihatlerin birincisi, Ehl-i sünnet âlimlerinin, kitaplarında bildirdiklerine göre, îtikadı düzeltmektir. Bu âlimler, kitaplarında Eshâb-ı kirâmdan işittiklerini bildirmişler, kendi kafalarından hiçbirşey yazmamışlardır. Cehennemden kurtulan, yalnız bu âlimlere tâbi olanlardır. Allahü teâlâ, o büyük insanların çalışmalarına, bol bol mükâfât versin! Dört mezhebin ictihâd derecesine yükselmiş âlimlerine ve bunların yetiştirdikleri büyük âlimlere (Ehl-i sünnet) âlimi denir. Îtikatı (Îmanı) düzelttikten sonra, şeriate uymak, yâni fıkh kitaplarının bildirdiği ibâdetleri öğrenmek ve yapmak ve yasak ettiklerinden kaçınmak lâzımdır. Beş vakit namazı, üşenmeden, gevşeklik yapmadan, şartlarına ve tâdîl-i erkâna dikkat ederek kılmalıdır. Nisap miktârı malı ve parası olan, zekât vermelidir. İmâm-ı a'zam buyuruyor ki, (Kadınların süs olarak kullandıkları altın ve gümüşün de zekâtını vermek lâzımdır.)
Kıymetli ömrü, lüzûmsuz mubâhlara bile harcamamalıdır. Haram ile geçirmemek, elbette lâzımdır. Tegannî ve şarkı ve çalgı âletleri ile meşgûl olmamalı, bunların nefse verecekleri lezzete aldanmamalıdır. Bunlar bal karıştırılmış, şekerle kaplanmış zehir gibidir.
(Gîbet) etmemelidir. Gîbet haramdır. [Gîbet, bir müslümanın veya zimmînin gizli bir kusurunu, arkasından söylemektir. Harbîlerin ve bid'at sahiplerinin, mezhepsizlerin ve açıkça günah işliyenlerin bu günahlarını ve zulmedenlerin ve alış verişte aldatanların bu fenalıklarını duyurarak, müslümanların, bunların şerrinden sakınmalarına yardım etmek ve müslümanlığı yanlış söyliyenlerin ve yazanların bu iftirâlarını herkese söylemek lâzımdır. Bunları söylemek, gîbet olmaz (Redd-ül muhtâr: 5-263).]
(Nemîme) yapmamalı, yâni müslümanlar arasında söz taşımamalıdır. Bu iki günahı işliyenlere çeşidli azâblar yapılacağı bildirilmiştir. Yalan söylemek ve iftirâ etmek de haramdır, sakınmak lâzımdır. Bu iki fenalık, her dinde de haram idi. Cezâları çok ağırdır. Müslümanların ayblarını örtmek, gizli günahlarını yaymamak ve kusurlarını afetmek çok sevaptır. Küçüklere, emir altında bulunanlara [zevceye, çocuklara, talebeye, askere, işçiye] fakirlere merhamet etmelidir. Kusurlarını yüzlerine vurmamalıdır. Olur olmaz sebeplerle o zevallıları incitmemeli, dövmemeli ve sövmemelidir. Hiç kimsenin dînine, malına, canına, şerefine, nâmusuna saldırmamalı, herkese ve hükûmete olan borcları ödemelidir. Rüşvet vermek ve almak haramdır. Yalnız, zâlimin zulmünden kurtulmak için ve ikrâh, tehdîd edilince vermek, rüşvet olmaz. Fakat bunu da almak haram olur. Herkes, kendi kusurlarını görmeli, Allahü teâlâya karşı yaptığı kabahatleri düşünmelidir. Allahü teâlânın, kendisine cezâ vermekte acele etmediğini, rızkını kesmediğini bilmelidir. Ananın, babanın, hükûmetin, şeriate uygun emirlerine itaat etmeli, şeriate uygun olmayanlara isyân etmemeli, karşı gelmemeli, fitneye sebep olmamalıdır. [Kısacası, hakîkî müslüman, medenî, ilerici insandır. (Mektûbât-ı Mâsumiyye) ikinci cilt, 123.  mektûba bakınız!]
Îtikatı düzelttikten ve şeriatin emirlerini yaptıktan sonra, bütün zamanları, Allahü teâlânın zikri ile geçirmelidir. Zikre büyüklerin bildirdiği gibi, devam etmelidir. Zikre, yâni kalbin, Allahü teâlânın ismini (Sıfât-ı zâtiyye)sini hâtırlamasına, anmasına mani olan herşeyi, kendine düşman bilmelidir. Şeriate ne kadar çok yapışılırsa, Onu anmanın lezzeti artar. Şeriate uymakta, gevşeklik, tenbellik arttıkca, o lezzet de azalır ve kalmaz olur. İslâm düşmanlarının yalanlarına, iftirâlarına aldanıp da, onların tuzaklarına düşmemeye çok dikkat etmelidir.
İhlâs ile yapılmayan ibâdetin faydası olmaz, sevabı olmaz. (İhlâs), herşeyi yalnız Allah rızası için yapmaktır. İhlâs, Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyi sevmemekle, yalnız Onu sevmekle, kendiliğinden hâsıl olur. Kalbin yalnız Onu sevmesine (Kalbin tasfiyesi), (Kalbin itmînânı) veya (Fenâ fillâh) denir. Kalbin itmînâna kavuşması, ancak Onu çok hâtırlamakla, büyüklüğünü, nîmetlerini düşünmekle olacağını, Ra'd sûresinin yirmisekizinci âyeti bildirmektedir. İnsanda, akıl, kalb ve nefis denilen üç kuvvet vardır. Aklın ve nefsin yeri dimâgdır. Kalbin yeri yürektir. Akıl, mektep dersleri, fen bilgileri, sanat hesapları, mal sahibi olmak, âhireti kazanmak yolları gibi şeyleri düşünür. İsterse düşünür. İstemezse düşünmez. Aklın bu düşünceleri ve insanın bunlara kavuşmak için çalışması câizdir. Hattâ, çok sevap olur. Bunların kalbe sirâyet etmeleri zararlıdır. Nefis, dâimâ haramları, zararlı şeyleri yapmağı düşünür. Kalbin kendinde hiç düşünce yoktur. Onu aklın ve nefsin ve his uzvlarından dimâga ve dimâgdan kalbe ulaşan haram şeylerin düşünceleri gelerek, hasta yapar. Kalbi bu hâtaralardan kurtarmak gücdür. Bu düşünceler gelmezse Allahü teâlâyı hâtırlar, düşünür. Yâni kalb, hiç düşüncesiz kalmaz. Kalbin Allahü teâlâyı hâtırlaması, ismini çok söylemekle veya bir Velîyi severek görmekle olur. Bir Velîyi bulamazsa, ismini işittiği bir Velînin hayatını okuyup öğrenir, onu çok sever. Ona (Râbıta) yapar. Yâni hep onu düşünür. Bir Velîyi görmek, Allahü teâlâyı hâtırlamaya sebep olacağı hadis-i şerifte bildirilmiştir.

İSLAM DİNİNDE BİLMEMİZ GEREKEN ZARURETLER

YARDIM DERNEKLERİ, KUMAR, SİGORTA
 
213 - Yeşilay, Kızılay, Çocuk Esirgeme Kurumu, İhlâs Vakfı gibi çeşidli ismler altında kurulmuş olan yardım teşkilâtı, dînin (Hibe) ahkâmına tâbidirler. Yâni bunlar, yardım yerleridir. Vakf değildirler. Vakf malı, vakf eden kimsenin koyduğu şartlara göre idare edilir. Yardım müesseseleri [dernekleri] ise, reîslerinin [başkanlarının] emrine, arzusuna göre iş görür. Dernekte toplanan hediyeler [mallar, paralar], başkanın mülküdür. Bunlar, başkanın emri ile, fakirlere, âfet, zarar görenlere, her nev' hayrât ve hasenâta ve din, fen, ahlâk kitapları bastırılıp, dağıtılmasına, mekteplere, hastahânelere sarf olunur. İdare heyeti üyeleri, başkanın müşâvirleridir. Müşterek alınan kararlar, dinde, başkanın emri demektir. Ücretli ve ücretsiz iş görenler, başkanın memurları, vekîlleridir. Başkası başkan seçilince, eskisinin, bütün malları buna temlîk ve teslim etmesi lâzımdır. Derneğe yapılan her bağış, başkanın şahsına hibe edilmiş olur.
(İhtiyâr) kitabı (Hibe)yi anlatırken diyor ki: Hibe, hediye vermek, karşılıksız temlîk, bağışlamak demektir. Bağış sahipleri verdim der, başkan [veya vekîlleri] de aldım der ve sözleşilen yerde veya sonra, hibeyi yapanın izni ile kabz eder. Yâni teslim alır. Kabzdan önce, Îcap veya kabûlden vazgeçebilirler. Bu Îcap ve kabûl ve kabz işlemleri yapılınca, bağış başkanın mülkü olur. Küçük çocuğa verilen hediyeyi, kendisi, anası veya velîsi kabz edebilir. Taksîmi mümkün olmıyan malı hibe etmek câizdir. Mal hibe olunur. Menfaat hibe olmaz. Bir malın yalnız menfaatini, yâni kullanılmasını hibe etmeye (Âriyet) denir. Bu mal, kullananın elinde emânet olur. Evi, oturmak için âriyet vermek câizdir. Taksîmi mümkün olan malın parçası taksîmden sonra hibe olunur. Binânın parçası, ağaçtaki meyve ve tarladaki ekin böyledir. İki kişinin ortaklaşa mâlik oldukları bir malı [meselâ bir evi], bir kişiye hibe etmeleri câizdir. Bir kişinin [bir malı] iki [veya daha fazla] kişiye hibe etmesi câiz olmaz. [Taksîmi mümkün ise, ayırıp, parçalarını herbirine ayrı ayrı vermelidir. Bunun için, bağışın yardım kurumuna değil, kurumun başkanına yapılması lâzımdır. Bağış, hükmî şahsa değil, hakîkî şahsa verilince, sahih olur.] [Bir malın] iki fakire sadaka verilmesi câizdir. Fakire hibe edince, sadaka olur. Zengine sadaka diyerek verilen, hibe olur. Mahrem akrabâsı veya nikâhlısı olmıyan kimseye hibe edilen malı geri almak câizdir. Fakat karşılığı verilmiş ve kabz edilmiş ise, verilen şey çoğalmış ise yâhut ikisinden biri ölmüş ise veya verilenin mülkünden çıkmış ise, geri alınamaz. Hayvanın yaşlanması, büyümesi, nebâtın büyümesi, kumaşın boyanması, kesilip biçilmesi, çoğalması sayılır. Verilen şeyin miktârının veya kıymetinin azalması, geri alınmasına mani olmaz. Karşılığı bir başkası da verebilir. Karşılık olduğu söylenmiyerek verilen şey karşılık olmaz. Karşılık az veya çok olabilir. [Hibeyi alanın verdiği makbûz karşılık olur.] Belli bir şeyi karşılık vermesi şartı ile hibe etmek câizdir. Karşılığı kabzdan önce herhangi biri vazgeçebilir. Kabz edildikten sonra, ancak ikisinin rızası ile vazgeçilebilir. Birisine, (Ölünciye kadar evimde otur!) demek câizdir. Ölünce ev, sahibine, ölmüş ise vârisine geri verilir. (Evimde otur. Birimiz ölünce, ev kalanın olsun!) demek bâtıldır. Biri birinin ölmesini bekleyeceği için, buna (Rukbî) denildi. Mülk sahibi olmayı ölüme ve başka tehlikelere bağlamak sahih değildir. [Yangın, ölüm, kaza gibi sigortalar, bu bakımdan câiz olmadıkları gibi, kumar oldukları için de haramdırlar.] Sadaka verilen şey, hiç geri alınamaz. Malından bir miktârını sadaka vermeyi adayan kimse, bu sadakayı zekât malından verir. [Ticâret malı yoksa, altın veya gümüşten geçerli olanı verir.] Başka mallardan veremez. Miktâr bildirmedi ise, her cins zekât malından mâlik olduklarının hepsini verir. [Kâğıd ve her metal para, zekât malı değildirler. Altın ve gümüşten para olarak geçerli olanın karşılığı olarak kullanılan senetlerdir. Bunların yerine, kıymetleri kadar, altın, gümüş verilir.] Evini [veya belli bir malını] sadaka etmeyi adayan kimse, bunu veya kıymeti kadar altın, gümüş sadaka verir. (İhtiyâr)dan tercüme tamam oldu.
214 - Aşağıdaki yazılar, (Mecelle) kitabından alınmıştır:
833) Bir malı, karşılıksız olarak başkasına vermeye (Hibe) denir. Malı teslim aldığı zaman, onun mülkü olur.
834) Hibe etmek için birisine getirilen veya gönderilen mala (Hediye) denir. [Birisine hediye göndermek, ona olan sevgiyi bildirmek olur. Hadis-i şerifte, (Bir din kardeşinizi seviyorsanız, sevdiğinizi kendisine bildiriniz!) buyuruldu. Bunun için, hediye vermek ve hediye kabûl etmek sünnettir.]
835) Sevap kazanmak için fakire hibe olunan mala (Sadaka) denir.
836) Birşeyi karşılıksız yimesi için birine izin vermeye (İbâha) etmek denir.
839) Birşey demeden karşılıklı vermek, hibe olur.
840) Birinin göndermesi, ötekinin kabzı hibe olur.
841) Bu malı sana hibe ettim dese, öteki de, orada kabz etse, yâni alsa hibe tamam olur.
845) Müşteri, malı teslim almadan başkasına hibe edebilir.
847) Alacağını borçluya hibe etse veya borçluyu (ibrâ) etse, yâni alacağım yoktur dese, borç kalmaz.
849) Kabz olunmadan önce, ikisinden birisi ölse, hibe bâtıl olur.
850) Âkıl, bâlig olan çocuğuna hibe edince, kabz etmesi lâzımdır.
853) Bâlig olmamış, âkıl çocuğun da kabzı lâzımdır.
854) Gelecek ay başında, şu malı sana hibe ettim demek sahih olmaz.
855) Bir kimse, kendi borcunu edâ etmek şartı ile birine birşey hibe ettikte, borç ödenince, hibe lâzım olur. Ödemezse, hibeden vazgeçebilir. Ölünciye kadar nafakasını vermek ve kendine hizmet etmek şartı ile evini birine hibe ve teslim ettikte, hizmete başlarsa, evi geri alamaz.
856) Hibe ederken malın mevcut olması şarttır. Hazır olması şart değildir.
857) Başkasının malı, ondan izinsiz hibe edilmez.
858) Mal mâlûm ve mu'ayyen olmalıdır.
859) Hibe edenin âkıl ve bâlig olması şarttır. [Bundan dolayı, meyyitin günahlarını, borçlarının iskâtı için devr yapılırken, fakirler arasına çocuk oturtulmaz.] Fakat, çocuğa hibe etmek sahihdir.
860) Cebr ve ikrâh ile hibe sahih değildir.
861) Hibe kabz edilince mülk olur. Satın alınan mal ise, söz kesilince, kabz edilmeden evvel mülk olur.
862) Kabz edilmemiş hibe geriye alınabilir.
873) Alacağını borçlusuna veya başkasına hibe eden, vazgeçemez.
876) Düğünlerde getirilen hediye, getirilen kimse belli değil ise, memleketin âdetine bakılır.
879) Ölüm hastası, vârislerinden bir kısmına hibe edemez. Malının üçte birini vârislerinden başkasına hibe ve vasıyet edebilir.
Bir kimse, birkaç kişi arasından dilediğine hibe yapabileceği gibi, bunlar arasında (Kur'a) çekerek isâbet edene de hibe yapabilir. Kur'a, başkası tarafından yapılan ikrâmiyyeye, yardıma kavuşmak istiyenler arasında çekilir. Kur'aya katılacaklardan hiçbir karşılık istememek şarttır. Birşey alırsa, aldıklarını dağıtmış olur. Aldıkları kendinde emânet olup, bunları sahiplerine vermesi lâzım idi. Kullanması haram idi. O ise kullandı ve çoğunun haklarını ödemeyip, diğerlerine verdi. Haram olarak verdiklerine kendi malından da ekledi.
215 - Birşey satan kimsenin, akt yaparken, yâni söz kesilirken, müşterîye hediye vereceğini şart eylemesinin câiz olmadığı, fakat fâsid şartı aktten evvel söyleyip, akt yaparken söylemezlerse, câiz olacağı (Se'âdet-i Ebediyye) kitabının (Fâsid olan satışlar) maddesinde yazılıdır. Buna göre, bazı müşterîlerine ayrıca hediye vereceğini ve hediye vermenin kaç satış devam edeceğini ilk satıştan evvel haber verip, akt esnâsında şart etmez ise, aktten sonra bu vaadini söylemesi ve yerine getirmesi câiz olur. Çünkü hediyeyi böyle şart etmesi, aktten sonra, semenden bir miktârını tenzîl etmek olup câizdir. Semen kabz edilmiş ise, bu tenzîl, yeniden akt olur. Tenzîl edilen miktârı müşterîye geri verir. Semen kabz edilmemiş ise, birinci akt, tenzîlli semen ile yapılmış olur. Her iki hâlde de, hediye müşterinin malı, mülkü olmaktadır. Müşterîler arasında piyango çekerek, hediyeyi yalnız kazananlara vermesi haramdır. Çünkü, kazanmayanların malını gasb edip, bunları kazananlara vermiş olur.
İbnî Âbidîn (Redd-ül-muhtâr) dördüncü cildi, Mısr baskısının yüzyirmibirinci sayfasında diyor ki, (Bey'in îcâbı olmıyarak, satıcıya veya müşterîye faydası olan bir şart ile yapılan satış fâsid olur. Bâyı'den buğdayı un yaptıktan veya meyveyi topladıktan sonra teslim etmesini veya peşin olarak pazarlık edince, semeni [parasını] vermeden önce malı teslim etmesini yâhut semeni başka köyde vermeyi veya bâyı'in müşterîye birşey hediye etmesini, mebî'i belli bir zaman sonra teslim etmesini şart etmek, bey'i ifsâd eder. Fâsid satış yapmak haramdır. Feshetmeleri [vazgeçmeleri] vâcibdir. Başka yerdeki birine, falanca malımı sana şu kadara sattım veya seni nikâh ettim yazsa veya haberci gönderse, o da, teklîf olunanı anlayınca, kabûl etse, sahih olur.) Görülüyor ki, satıcının, alıcılara bir mal hediye edeceğini gazete ile önceden ilân etmesi, okuyanların da, bu malı bunun için satın almaları, fâsid satış olmaz. Meselâ, satın alınan mal arasından çıkan kâğıdda, (Size şu hediyemiz verilecektir. Gelip alınız!) yazılı ise, bunu alması câiz olur. Gazeteci önceden bildirip, gazete satın alınırken söylenmezse alması câiz olur. Tüccârın ve gazetecinin şart eylediği hediyeler, ilim kitabı ise, emr-i mâruf da olur.
(Hindiyye)de diyor ki, (Falandan alacağım para ile diyerek satın almak fâsiddir.) Borçlusundan almış olduğu (Bono) denilen senedi vererek birşey satın almanın câiz olmadığı, buradan da anlaşılmaktadır. Kendisi, yeniden yazıp vermelidir.
216 - Birkaç kimse, aralarında para, mal toplıyarak piyango çekip, isâbet etmiyenlerin, isâbet edenlere mal, para vermelerini sözleşmelerine (Kumar) denir. Oyun, yarış, torbadan ism, numara çekmek, içinde kendi ismi yazılı birşeye kavuşmak veya bir zarara, felakete yakalanmak, bir suâlin cevabını bulabilmek gibi şartların hâsıl olması şekllerinde piyangolar vardır. Satıcıların yaptıkları piyangolar ve ziyân ve felaket sigortaları, milletleri, fakirleri, işçileri sömürme vâsıtalarıdır. Çünkü, ziyân ve felaket sigortaları, kumarhâneler ve bankerler, birçok kimsenin malını elinden alarak, bunu kumar ve fâiz ile başkalarına vermekte, başkalarından aldıkları haram paranın arslan payı da piyangocunun, bankacının, ceblerine girmektedir. İşçi sigortaları yukarıdakiler gibi düşünülmemelidir. Bu sigortalarda ve emânetcide toplanan ve maaşlardan kesilen malların, paraların (Lukata) hükmünde olduklarını, büyük âlim Abdülhakîm efendi, vaazlarında bildirmiştir. Lukata, yerde bulunan mal demektir. Bunlar ve mâl-ı habîs, sahiplerine geri verilir. Sahipleri bulunamazsa, fakirlere verilir. Eline geçen fakirin mülkü olurlar.
İbni Âbidîn beşinci ciltte diyor ki, ok atmak ile, at koşusu ile yarışmak câizdir. Yarışan iki kimseden yalnız birinin, (Beni geçersen, sana şunu vereceğim. Ben geçersem, senden birşey istemem) demesi veya yarışmaya karışmıyan birinin, (İkinizden kazanana şunu vereceğim. Kazanmıyan birşey vermiyecek) demesi câizdir. (Kazanamıyan, kazanana şunu verecek) denirse, kumar olur. Haram olur. Kumar sözü, kamerden gelmektedir. Kumarcılardan herbirinin malının artmak ve azalmak ihtimali vardır. Birinin malının yalnız artması, ötekinin yalnız azalması ihtimali varsa, kumar olmaz. Eğer, üçüncü bir kimse, ikisinin atlarını geçmesi şüpheli olan bir at ile yarışa katılıp, (Sizi geçersem, ikinizden de alırım. Siz beni geçerseniz, size birşey vermem, hanginiz ötekini geçerse, ondan alır) demesi de câiz olur. İki ilim adamı, bir suâle farklı cevap verdiklerinde, mal üzerinde sözleşmeleri de böyledir. Evkaf idare meclisi reîsi Kemâl Âtıf bey, 1330 [m. 1912] tarihli (Mecelle şerhi), 1151. maddesinde diyor ki, (Kur'a üç nev'dir: Ortaklardan bazısının hakkını ibtâl etmek, bunu hakkından mahrum etmek için olur ki, bâtıldır. Haramdır. Aynı vasfları, şartları hâiz kimseler arasından birini seçerken, kalbleri kırılmasın diye aralarında kur'a çekmek câizdir. Bir mala müşterek mâlik olanlardan her birinin hissesini ayırmak için de, kur'a çekmek câizdir.)
217 - Büyük fıkh âlimi İbni Âbidîn (Ukûd-üd-dürriyye) fetvâ kitabında diyor ki:
Bir mescide vakf veya hediye edilen mumun yarıdan azı kalsa, imamın, müezzinin alıp evine götürmesi âdet olan yerlerde almaları câiz olur.
Tarladan alacağı mahsûlün belli kısmını Ömere vereceğini vaat edince, vermesi lâzım olmaz. Verirse, iyi olur.
Yabancı kadınla bir yerde yalnız kalmaya (Halvet) denir ki, haramdır. Fakat, borclusu kadın kaçarsa, arkasından evine girip, borcunu almak, ihtiyâr kadınla kalmak ve aralarında perde olunca kalmak câiz olur.
Erkeğin, nikâh ile alması ebedî haram olan kadınların, meselâ zevcesinin annesinin ve büyük annelerinin ve kendi halasının, teyzesinin ve anası, babası halalarının, teyzelerinin başlarına, kollarına ve bacaklarına şehvetsiz bakması câizdir. Süt ile akrabâ da, neseb ile akrabâ gibidir. [Âhıret kardeşi böyle, akrabâ değildir.]
Çalgı ve oyun âletlerini satmak, satın almak ve bunları ve çalgıcı, şarkıcı insanları ve zinâ eden kadını kira ile tutmak câiz değildir.
Evliyânın kabirlerine örtü, sarık koymak, üzerlerine türbe yapmak, câhilleri, gâfilleri edebli, terbiyeli yapacağı için câizdir. Onların mübârek ruhları, kabirlerinde hazır olurlar. Burada edebli, terbiyeli bulunanlar, ruhlarından feyz, bereket alırlar. [Sanduka, türbe yapmak, örtü, sarık koymak, ölüler için değildir. Dirilerin edebli olarak feyz almaları, faydalanmaları içindir. Görülüyor ki, bunlar, ölü için değil, diriler için yapılmaktadır.]
Dirilerin yaptığı duâların ölülere fayda vereceğini, âlimler sözbirliği ile bildirmişlerdir. Kur'an-ı kerim okuyup da sevabını ölülerin ruhlarına gönderince, onlara fayda vereceğini üç mezhep âlimleri bildirmiştir.
Kandil, bayram gecelerinde minârelerde ve başka yerlerde fazla ışık yakmak câiz değildir.
Kadının güzelliğini ve başka haram şeyleri bildiren şarkı, bunları tegannî haramdır.
Âlimin, delîllerini bilerek [dîne hizmet niyeti ile] mezhep değiştirmesi câizdir. Câhilin, dünyalığa, şehvetine kavuşmak için başka mezhebi taklîd etmesi câiz değildir, mekruhtur. Âlimin böyle yapması haramdır. Bulunduğu mezhebin fıkh bilgilerini öğrenmesi güç olan kimsenin, öğrenmesi kolay olan mezhebe geçmesi vâcib olur. Zîrâ, dört mezhepten birinin fıkh bilgilerini öğrenmek, câhil kalmaktan hayrlıdır.
Fena kokulu şey yiyenlerin ve üstü, başı, yarası fena kokanların câmilere ve toplantılara girmeleri câiz değildir.
Biti, akrebi ve her hayvanı diri iken yakmak câiz değildir. İçinde karınca bulunduğu zan olunan odunu [bir yere çarparak silkeledikten sonra] yakmak câizdir. Kuduz köpek gibi zararlı hayvanları eziyyet etmeden öldürmek câizdir. Başka çâre olmayınca yakmak câiz olur. Zarar vermiyen hayvanları öldürmek mekruhtur.
Kabûl edeceği zan olunan kimseye emr-i mâruf yapmak vâcibdir. Kul hakkıdır.
Hadis-i şerifte, (Sakalınızı uzatarak ve bıyığınızı kırkarak müşriklere muhâlefet ediniz!) buyuruldu. Üstü, başı, elbisesi temiz, güzel olanın sözü, nasihatı, te'sîrli, kıymetli olur. Böyle olmak sünnettir. Bunun için, bıyığın kısa olması sünnettir. [İbni Âbidîn (Redd-ül-muhtâr)da, orucun mekruhlarında diyor ki, (Hadis-i şerifte (Sakalı uzatın!) buyuruldu. Bu emr, sakalı bir tutamdan kısa yapmayın ve kazımayın demektir. Sakalı bir tutam, yâni dört parmak eninde uzatmak sünnettir. Fazlasını kesmek de sünnettir. Bir tutamdan kısa olmasına hiçbir âlim izin vermemiştir. Bir tutam, çeneyi alt dudak kenârından avuçlıyarak ölçülür. Kazımak da, yahudilere ve mecûsîlere benzemek olur.) Kâfirlerin kötü işlerini taklîd etmenin mekruh olduğu, namazın mekruhlarında yazılıdır. Zamana uymak için kazımak mekruhtur. Sakalı, kadınlara benzemek için kazımak haramdır. Özr ile kazımak câizdir. Bâzan da lâzım olur. Sakalı bir tutamdan kısa yaparak, sünnet olan sakalı uzattığını zannetmek bid'attir. Bid'at işlemek haramdır. Büyük günahtır. Böyle kısa sakalı bir tutama kadar uzatmak vâcib olur.]
Peygamberimizin dedeleri, nineleri, Âdem aleyhisselâma kadar, hep mümin idi. Mâlikî âlimlerinden Ebû Bekr Arabî, (Resûlullahın mübârek babası Cehennemdedir diyen mel'ûndur) buyurdu. Bu, îtikat mes'elesi değildir. Kalb ile bir ilgisi yoktur. Resûlullahı incitecek şey söylemek câiz değildir.
Müctehid bulunmadığı zamanda, evvelce vefât etmiş olan müctehidin fetvâsı ile amel etmek câizdir. Menfaati olan bir şeyin haram olduğu bildirilmemiş ise, o şey mubâh olur. Zararlı olan şeyi yimek, içmek haramdır. Menfaati ve zararı bilinmiyen şeye helâl denir. Bunun için, tütün içmeye haram dememelidir. Hem de, dinde bid'at değildir. Âdette bid'attir. Bazı kimselere zarar verirse, yalnız bunlara zarar verecek miktârda içmek haram olur.
Bir şeyin, zamanın, yerin uğursuz olması, yahudilikte vardır. İslâmiyette uğursuzluk yoktur. Câhillerin sünnet veya vâcib sanacakları şeyi yapmak mekruh olur.
Avâmın, yâni câhillerin fıkh kitaplarına göre amel etmeleri lâzımdır. Âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden hükm çıkarmaları câiz değildir. Yüzsekizinci sayfaya bakınız! Fıkh kitaplarına uymıyan bir âyet-i kerime veya bir hadis-i şerif görülürse, bunun mensûh veya tevilli, yâhut mercûh olduğu anlaşılmalıdır. Bunun için, imam-ı a'zam Ebû Hanîfenin bir sözü, bir hadis-i şerife uygun olmazsa, bu hadis-i şerifi bilmiyormuş demek câiz değildir. Çünkü, bu hadisi işitmiş, fakat sahih olduğuna inanmamış veya tevil edilmesi lâzım olduğunu anlamıştır demelidir. [Bu satırlar, (Berîka)nın doksandördüncü sayfasında de yazılıdır. Vehhâbîlerin, Seyyid Kutubcuların ve Teblîg-ı cemaatcı denilen mezhepsizlerin yanlış yolda ve haksız olduklarını göstermektedir.]
Câizdir demek, sahih olur, helâl olur demektir.
Bağlı olduğu mezhebe sâdık olmak, her işini mezhebine uygun yapmak vâcibdir. Fakat, teassub câiz değildir. Teassub, diğer üç mezhebi haksız bilmek, onları incitmektir. Çünkü, dört mezhebin herbiri haktır, doğrudur.
[Bir mezhepte bulunan, diğer üç mezhepteki müslümanları kardeş bilir. Onları incitmez. Birbirlerini severler, yardım ederler. Allahü teâlâ, müslümanların îmanda birleşmelerini, Eshâb-ı kirâm gibi inanmalarını emrediyor. Eshâb-ı kirâmın îmanlarını öğrenip, kitaplarına yazanlara, (Ehl-i sünnet) denir. Bütün müslümanların, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îman etmeleri lâzımdır. Sonradan çıkan selefiyye ve mezhepsizlik inanışlarının bozuk olduğunu bilmemiz lâzımdır.
İnanışları birbirine uymayan ve Eshâb-ı kirâmın inanışlarına hiç benzemeyen kimselerin birleşmeleri, kardeş olmaları düşünülemez. Müslümanları aldatmak için, kendi felaket yollarına sürüklemek için, kardeşlik maskesi altında bölücülük yapıyorlar.
Bütün müslümanların tek ve doğru olan Ehl-i sünnet inanışında birleşerek Allahü teâlânın emrine uymaları, bu ortak inanışın hâsıl edeceği rahmet-i ilâhiyyeye, kardeşliğe, sevişmeye kavuşmaları lâzımdır. Ehl-i sünnetin amelde dört mezhebe ayrılmalarını dînimiz emretmekte, bu ayrılığın rahmet ve merhamet netîcesi olduğunu bildirmektedir.
Amelde mezheplerin bir aded olmayıp, dört olmasının, lüzûmlu, faydalı olduğu, akıl ile de kolay anlaşılmaktadır. İnsanların yaratılışları birbirlerine benzemediği gibi, sıcak çölde yaşıyanlara, bir mezhebe uymak kolay olurken, kutublara yakın yerlerde yaşıyanlara, başka mezhebe uymak kolay geliyor. Dağda yaşıyanlara, bir mezhep kolay iken, denizcilere, bu mezhep güç oluyor. Bir hastaya bir mezhep kolay iken, başka hastalık için, başka mezhep kolay oluyor. Tarlada çalışanlarla, fabrikada, askerlikte çalışanlar için de, bu ayrılış görülmektedir. Herkes, kendine daha kolay gelen mezhebi seçip, taklîd ediyor veya bu mezhebe tamamen intikal ediyor. (Cemaat-i teblîgıyye) denilen mezhepsizlerin, Mevdûdîcilerin, Abdühün ve Seyyid Kutb gibilerin istedikleri gibi, tek bir mezhep olsaydı ve herkes tek bir mezhebe uymaya zorlansaydı, bu hâl çok güç, hattâ imkânsız olurdu.]
Hakkını kurtarmak için ve zâlimden kurtulmak için, yalan söylemek [ve rüşvet vermek] câiz olur.
Arabîden başka dillerdeki fıkh kitapları delîl, senet olamaz. İçlerinde tercüme hatâsı bulunabilir.
Namazdan sonraki tesbîhleri okurken otuzüç adedine dikkat etmek lâzımdır. İslâmiyetin emirlerinde, hikmetler, faydalar vardır. Bu adedler, ilâcın miktârı gibidir. Ziyâde veya noksan olursa, istenilen fayda hâsıl olmaz.
Ekmeği öpmek, âdette bid'attir. Niyete göre müstehab veya mekruh olur.
İmâm-ı Muhammed Gazâlî, kendi zamanındaki fıkh âlimlerinin en üstünü idi. Şâfi'î fıkh kitapları, hep onun kitaplarından vesikalar vermektedir.
[Kâfirler, mezhepsizler, vehhâbîler, bu büyük islâm âlimine ve benzerlerine, (İslâm filozofu), yazılarına ve bütün (İlm-i kelâm), yâni (Akâid) kitaplarına da, (İslâm felsefesi) diyorlar. Hâlbuki, islâmiyette felsefe yoktur. İslâm âlimleri, filozof değildir. Felsefe, din, ruh ve ictimâî bilgi câhillerinin, bu bilgilerden, kendi kısa akılları ile ve zamanlarındaki fennî keşflere göre, anladıklarına, yâni bozuk düşüncelerine denir. İslâm âlimlerinin kitapları ise, ilim sahiplerinin, Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden çıkardıkları bilgilerdir. İslâm bilgilerine felsefe demek, pırlantayı cam parçalarına benzetmek gibidir. İslâm âlimlerine felsefeci demek de, aslana kedi demek gibi olup, bu yüksek âlimlere hakâret etmek olur.]
Hadis-i şerifler, Kur'an-ı kerimin örtülü mânalarını açıklamaktadır. Müctehidlerin ictihâdları bu ikisini açıklamaktadır. Hanefî mezhebindeki müctehidler, İmâm-ı a'zamın sözlerini açıklamaktadır. Fıkh ve fetvâ kitapları da, bu imamların sözlerini açıklamaktadır.
Diğer üç mezhep de böyledir.
Fetvâ vermek ve ilim öğretmek farz-ı kifâyedir.
Müslümanlar arasında sene tarihleri, Hz. Ömerin emri ile başladı. Tarih başlangıcının, hicret senesi Muharrem ayının birinci günü olması, Eshâb-ı kirâmın sözbirliği ile kabûl edildi.
Tarladaki meyve ağaçları kesilip satılınca uşru verilmez. Meyvelerinin uşru verilir. Meyvesi olmayıp bey' için yetiştirilen ağaçların ve istifâde edilen dut yapraklarının uşru verilir. Bahçedeki meyvelerin uşru verilmez.
Namaz borçlarının iskâtı için vasıyet etmek ve iskâtı defnden sonra da yapmak sahihdir. [Mezhepsizlerin, vehhâbîlerin, dînimizde, iskât diye birşey yoktur. İskâtı, devri hocalar uydurmuştur, gibi sözlerine inanmamalıdır.]
Hac etmemiş fakirin başkası yerine hacca gitmesi câiz ise de, Kâbeyi görünce kendisine de hac etmek farz olur. Bunun için Mekkede kalıp, sonraki sene de kendi haccını yapması lâzım olur. Evvelki haccında, memleketine dönmediği için, meyyitin haccı noksan kalmış olur. Hac için vekîl yapılan kimseye para verilirken, istediğini yap dense, bunun meyyit için bir başkasını vekîl etmesi câiz olur.
Bâliga, âkile ve reşîde olan kızı, babası bundan izinsiz ve vekâletini almadan tezvic etse, kız haber alınca red edebilir. Bâliga, âkıle, reşîde kız, babasından, amcasından izin almadan kendini küfvüne nikâh edebilir.
İlm, din ve salâh sahibinin kızını, vekîli olan kimse, bir câhile, fâsıka nikâh etse câiz olmaz. Çünkü, zevc ile zevcenin küfv [denk] olmaları lâzımdır.
Vefât eden adamın zevcesine, iddeti zamanında, adamın bıraktığı maldan nafaka vermek lâzım olmaz. İddet zamanı dört ay on gündür. Bu zaman tamam olmıyan kadın evlenemez.
Zevcesini bırakıp kaçan kimsenin babasının, gelinine nafaka vermesi vâcib olmaz. Zevcenin birisinden ödünç istemesi, zevci gelince ödemesi lâzım olur.
Hasta kadının zevci zengin ise, zevcesinin ve hizmet eden kadının nafakasını vermesi lâzım olur.
Fakir olan yetîmlere, amcalarının oğlunun nafaka vermesi lâzım olmaz. Çünkü, bunların vârisi ise de, mahremleri değildir. Çalışamaz hâlde fakir adamın kızının oğulları, fıtra verecek kadar zengin iseler, bunun ve zevcesinin nafakalarını verirler. Fakir ve âciz kadının, erkek kardeşinin yetîm oğlu zengin ise, bunun malından kadına nafaka vermesi için, vasîsine emrolunur. Vasî, vasıyeti kabûl eden kimsedir.
Buğday öğütemiyen ve ekmek pişiremiyen kadına zevcinin hazır ekmek ve taâm getirmesi lâzımdır.
Ana çocuğunu emzirmek istemezse, babanın süt anne tutması lâzım olur. Kızının çocuklarını besliyen, masrafını babalarından istiyebilir.
Fakir ve âciz kadının nafakasını, zengin olan erkek ve kız çocukları müsâvî olarak verirler.
Fakir, hasta adamın nafakasını zengin kardeşi verir. Zengin akrabâsı yoksa, Beytül-mâl verir.
[Hasta veya ihtiyâr olduğu için çalışamayan adam ve her kadın fakir iseler, zengin olan yedi mahrem akrabâsının bunlara bakmaları vâcibdir. Bakmazlarsa, mahkemenin tâyîn ettiği maaş bunlardan alınır. Zengin akrabâları yoksa, devlet, beytülmâlın uşr ve hayvan zekâtları bedellerinin toplandığı kısmından bol maaş verir. Dâr-ül-islâmda bulunan her müslüman fakire böyle yardım edilmesini islâm dîni emretmektedir. Bunun için, dâr-ül-islâmda muhtaç kimse yoktur. İslâm dîninin bu nîmetinden faydalanmak için, dâr-ül-harbdeki müslümanların dâr-ül-islâma hicret etmeleri vâcibdir. Dâr-ül-islâmdaki ve dâr-ül-harbdeki müslümanların zekâtlarını kolay verebilmeleri için, (Zekât toplama merkezleri) kurmaları iyi olur.]
Mürted olanın nikâhı hemen fesholur. Talâk adedi azalmaz. Tecdîd-i nikâh etmeden evvel olan çocuğu veled-i zinâ olur. [Bir kadını nikâh etmeden evvel, bununla cimâ' yapmak, zinâ olur. Zinâdan hâsıl olan çocuk (veled-i zinâ) olur. Bunun babası olmaz (Feyziyye). Bu kadını sonra nikâh ederse, bu çocuk bu erkeğin meşru çocuğu olur.] Mürted, âdet üzere kelime-i şehâdet söylemekle müslüman olmaz. Küfrüne sebep olan sözünden tevbe etmesi lâzımdır. Sözünün küfre sebep olacağını bilmemesi özr olmaz.
Veresiye satışta, paranın kıymeti değişse, sözleşilen miktârda ödenmesi lâzım olur. Ödünç almak da böyledir. (Ukûd-üd-dürriyye)den tercüme tamam oldu. İşbu tercümenin arabî aslı, Hakîkat Kitabevinin bastırdığı (Habl-ül-metin) kitabının sonuna ilâve olarak bastırılmıştır.
İbni Âbidîn, hazar bahsinin sonunda diyor ki, (Bazı yerleri altın ve gümüş ile kaplı eşyayı, kaplı yerlerine temâs etmeden kullanmak câizdir. Üzerlerine temvîh, tılâ yapılmış, yâni yaldıza temâs ederek de kullanmak câizdir.
Her kâfirin, müslümandan satın aldığını söyliyerek verdiği eti yimek câizdir. Mecûsîden, mürtedden satın aldığını söylerse, yinilmez. Zîrâ, bu sözleri dünyalık işleri haber vermektedir. [Çünkü, eskiden kasablar kendileri kesip satarlardı.] Bu eti satın almış ise, bey' bâtıl olmaz. Semenini kâfire öder. Bu eti müslüman veya mürted kesti derse, inanılmaz. Zîrâ, bu söz din işini haber vermektedir. Kâfirin, fâsıkın, muamelattaki sözü kabûl edilir. Diyânâttaki sözü kabûl edilmez. Diyânâtta âdil bir müslümanın sözü kabûl edilir. Mülk zâil olması için haber verenin iki kişi olması lâzımdır. Fâsıkın ve hâli bilinmiyenin muamelattaki haberinin doğru olup olmadığı (Teharrî) edilir, araştırılıp, kendi zann-ı gâlibine göre hareket eder. Bir âdil bir suya temiz dese, diğer âdil necis dese, tâhir kabûl edilir. Biri ete tâhir dese, diğeri necis dese, necis kabûl edilir. İki âdilin sözü bir âdile tercîh edilir. Tahtâvî, (Merâk-ıl-felâh) hâşiyesi başında, (Teharrî) faslında diyor ki, [Dâr-ül-harbdeki veya ıssız bir yerdeki] bir ete, bir âdil müslüman, bunu mürted kesti dese, diğer bir âdil müslüman ise, bunu müslüman kesti dese, yimesi helâl olmaz. Çünkü, bu hayvanın kendiliğinden ölerek veya dinsiz keserek, vurarak leş olması asldır, esastır. Müslümanın şeriate uygun kestiği anlaşılınca helâl olur. Bu misâlde, müslümanın kestiği anlaşılmamış, esas olan haramlık devam etmiştir. Müslümanların ve dinsizlerin karışık olduğu bir yerde, ele geçen eti, müslümanın kestiği anlaşılmadıkca, yimesi helâl olmaz. Çünkü, haram olması asldır, esastır. Haramlığın gitmiş olduğu ise, şüphelidir. Müslümanlar çok ise, yimesi helâl olur. Bir suyun necis olması şüpheli ise, temiz kabûl edilir. Çünkü, suyun aslı temizdir. Malı haram ile karışık olanın bu malını satın almak, alınan haram malın kendisi olduğu bilinmedikce, câiz olur. Çünkü, malının aslının nasıl olduğu bilinmemektedir. Bunun için, bundan satın almak mekruh olur.)
Düğün yemeğine dâvet olunanın gitmesi sünnettir. Başka ziyâfetlere gitmek müstehabdır. Haram şarkı, [çalgı, kumar, içki, kadın], oyun, bid'at, gıybet bulunan dâvetlere gidilmez. Düğün, bayram gibi günlerde yerlere ipek örtüler sermek ve altın, gümüş zînet eşyasını raflara koymak, sultânın emrine uymak için olup, kibrlenmek, öğünmek için olmazsa câizdir. Fakat, bunlara temâs etmemek, kullanmamak lâzımdır. Meş'ale, kandil, mumlar, elektrik lambaları yakmak isrâf oldukları için câiz değildir. Böyle şeyleri yapmak, ancak hükûmetin cezâ, ikâb yapmasından korkulunca câiz olur. Haram şeyler bulunan, kadın erkek karışık olan yere (Fısk Meclisi) denir. Bunlara gitmek de böyledir. Tegannî, düzgün sözü düzgün ses ile okumaktır. Kadın, içki, çalgı, gıybet bulunan sözü veya bunların bulunduğu yerde okumak haram olur. Düğünlerde davul, zilsiz def ve sahur davulu, hamam borusu ve harbde, resmî yerlerde, belli zamanlarda [müzika, mehter ile millî ve askerî] şarkılar çalmak câizdir. Tekkelerde, ibâdethânelerde her nev' çalgı haramdır.)
218 - İşbu (Ey Oğul) kitabında yazılı olan hadis-i şerifler ve kelâmlar sahihdir. [Lâtin harfleri ile basılırken ilâve edilen tenbîhler de, (Ehl-i sünnet) âlimlerinin kitaplarından alınmıştır. Bu kitabı kalbine yerleştir! Müslümanlığı, mezhepsizlerin kitaplarından öğrenmiş kimselerin sözlerine ve yazılarına ve yurd dışındaki vehhâbî kitaplarından yapılan tercümelere aldanıp da, îmanını ve amelini zâyi' eyleme!]
Bu eseri tasnîf ederken, müellif fakir Süleymân ibni Cezâ'ın istifâde eylediği kitaplar şunlardır:
İhyâ-i Ulûm, Câmi-ül-Usûl, Resûl-i Enver, Bostânül ârifîn, Mesâbih, Meşârık, İrşâdüssâbirîn, Kûtül kulûb, Câmi-i Tirmüzî, Câmi-ül-Cinân, Behcet-ül Envâr, Mev'izâ-i Mûsâ, Vasıyet-i Ebû Hüreyre. Bu onüç kitaptan ihtisâr edip çıkardığım şu eseri, müslümanların çocukları için, hazırladım.
 
      Son baskısı                     Birinci tab' tarihi            Kitabın te'lîf tarihi
      1416 [m. 1996]                 1302 [m. 1895]              960 [m. 1553]
    Hicrî Şemsî: 1374             Hicrî Şemsî: 1273           Hicrî Şemsî: 931

İSLAM DİNİNDE BİLMEMİZ GEREKEN ZARURETLER

KADINLARIN HAYZ VE NİFÂS HÂLLERİ
 
Tenbîh: İbni Âbidîn (Menhel-ül-vâridîn)de diyor ki: Her erkek, evleneceği zaman, kadınların hayz ve nifâs hâllerini öğrenmeli, zevcesine öğretmelidir. Her müslüman kadının hayz ve nifâs bilgilerini öğrenmesi farzdır.
Osmanlı devletinin yetiştirmiş olduğu büyük islâm âlimlerinden Akşehrli Mustafâ Fehîm bin Osman (Mürşid-ün-nisâ) kitabında diyor ki:
(Hayz), dokuz yaşını doldurmuş sıhhatli bir kızın veya âdet zamanı son gününden onbeş gün geçmiş olan kadının önünden çıkan kana denir. Beyazdan başka her renge ve bulanık olana hayz kanı denir. Bir kız, hayz görmeye başlayınca (bâliğa) olur. Yâni kadın olur. Kan görüldüğü andan, kesildiği güne kadar olan günlerin sayısına (Âdet zamanı) denir. Âdet zamanı en çok on gündür. En az üç gündür. Şâfi'î ve Hanbelî mezheplerinde, en çoğu onbeş, en azı bir gündür.
Hayz kanının durmadan hep akması lâzım değildir. İlk görülen kan kesilip, birkaç gün sonra tekrar görülürse, aradaki üç günden az olan temizlik, sözbirliği ile hep aktı kabûl edilir. Üç gün ve daha çok süren temizlik, imam-ı Muhammede göre, hayzın onuncu gününden önce biterse, yine kan aktı kabûl edilir. Kan aktı kabûl edilen bu temizlik günlerine (Fâsid temizlik) denir. Bir gün, tam yirmidört saat demektir. (Kürsüf) denilen bez veya pamuk üzerinde, aylarca hergün kan lekesi gören kız her ay on gün hayzlı, sonra yirmi gün istihâzalı kabûl edilir. Eskiden âdeti olan böyle bir kadın ise, âdetine göre hareket eder. Bir kız, üç gün kan görüp, bir gün görmese, sonra bir gün görse, iki gün görmese birgün daha görüp bir gün görmese yine bir gün görse, bu on günün hepsi hayz olur. Her ay, bir gün kan görse, bir gün görmese, böyle on gün birer gün görüp görmese, gördüğü günlerde namazı ve orucu terk eder. Ertesi günlerde gusül abdesti alıp namazlarını kılar. (Mesâil-i şerhı vikâye.) Üç günden, yâni yetmişiki saatten, beş dakika bile az olan ve yeni başlıyan için on günden çok süren ve yeni olmıyanlarda âdetten çok olup, on günü de aşan ve hâmile ve âyise [ihtiyâr] kadınlardan ve dokuz yaşından küçük kızlardan gelen kanlar, hayz olmaz. Buna (İstihâza) denir. Kadın ellibeş yaşlarında (Âyise) olur. Âdeti beş gün olan, güneşin yarısı doğunca kan görüp, onbirinci sabahı, güneşin üçte ikisi doğarken kan kesilse, yâni on günü birkaç dakika aşmış olsa, âdet zamanı olan beş günden sonra gelenler, istihâza olur. Çünkü, güneşin doğma zamanının altıda biri kadar, on günü ve on geceyi aşmıştır. On gün tamam olunca gusledip, âdetten sonraki günlerde kılmadığı namazları kaza eder.
İstihâza günlerinde bulunan bir kadın, idrârını tutamıyan veya sık sık burnu kanayan kimse gibi, özr sahibi olur. Namaz kılması ve oruç tutması lâzım olur ve kan gelirken dahî vaty câiz olur.
İmâm-ı Muhammede göre, bir kız, ömründe ilk olarak, bir gün kan görse, sonra sekiz gün görmese ve onuncu gün yine görse, on günün hepsi hayz olur. Fakat, birgün görse, dokuz gün görmese, onbirinci günü yine görse, hiçbiri hayz olmaz. Kan görülen iki gün istihâza olur. Çünkü, onuncu günden sonra görülen kandan önceki temizlik günlerinin hayz sayılmıyacağı yukarıda bildirilmişti. Onuncu ve onbirinci günleri kan görürse, aradaki temizlikler de hayz sayılarak, on günü hayz, onbirinci günü istihâza olur.
İstihâza kanı, hastalık alâmetidir. Uzun zaman akması, tehlikeli olur. Tabîbe mürâce'at etmek lâzım olur. Kardeş kanı (sang-dragon) denilen kırmızı sakızı veya damla sakızı toz edip, sabah-akşam birer gramı su ile yutulursa, kanı keser. Günde beş gram alınabilir.
Bir kadının hayzı, çok defa her ay aynı gün sayısında olur. Burada bir ay, bir hayz başından, ikinci hayz başına kadar geçen zamandır. Her kadının kendi gün sayısını ve saatini (Âdetini) ezberlemesi lâzımdır. Âdet çok sene değişmez. Değişirse, yeni âdetini ezberlemelidir.
(Bahr) ve (Dürr-ül-müntekâ)da diyor ki, (Kan âdet zamanını aşıp, on günden önce kesilince, kesildikten sonra, onbeş gün ve gece içinde hiç gelmezse, aşırı geldiği günlerin hayz olacağı, sözbirliği ile bildirildi. Âdet günü değişmiş olur. Onbeş gün ve gece içinde bir kere kan gelirse, âdetini aşmış olanlar hayz olmaz, istihâza olur. İstihâza oldukları anlaşılınca, o günlerde kılmadığı namazları kaza eder.) Kesildiği namaz vaktinin sonu yaklaşıncaya kadar beklemesi müstehab olur. Sonra gusledip, o vaktin namazını kılar. Sonra vaty câiz olur. Beklerken, guslü ve namazı kaçırırsa, namaz vakti çıkınca, gusülsüz vaty câiz olur.
(Menhel)de diyor ki: Üç günden önce kesilince namaz vaktinin sonu yaklaşıncaya kadar bekler. Sonra, gusletmeden yalnız abdest alıp, o namazı kılar ve önce kılmadıklarını kaza eder. O namazı kıldıktan sonra kan yine gelirse, namaz kılmaz. Yine kesilirse, vakit sonuna doğru yalnız abdest alıp, o namazı kılar ve kılmadıkları varsa kaza eder. Üç gün tamam oluncıya kadar böyle yapar. Fakat gusletse bile vaty helâl olmaz.
Kan gelmesi üç günü geçti ise, âdetten önce kesilince, âdet zamanı geçinceye kadar, gusletse bile, vaty helâl olmaz. Fakat namaz vakti sonuna kadar kan lekesi görmezse, gusledip o namazı kılar. Kılmadıklarını kaza etmez. Oruç tutar. Kan lekesi görmediği gün, yeni âdetinin sonu olur. Fakat, kan yine başlarsa, namazı bırakır. Tutmuş olduğu orucu Ramazandan sonra kaza eder. Kan durursa, yine namaz vaktinin sonuna yakın gusledip, namazını kılar. Oruç tutar. On güne kadar böyle devam eder. On günden sonra, kan görse de kılar ve gusülden önce vaty helâl olur. Fakat vatydan önce gusül abdesti almak müstehab olur. Fecr doğmadan önce kan kesilse fecrin doğmasına, yalnız gusül abdesti alıp elbisesini giyecek kadar zaman olur da, Allahü ekber diyecek kadar fazla zaman kalmazsa, o günün orucunu tutar. Fakat, yatsıyı kaza etmesi lâzım olmaz. Tekbîri söyliyecek kadar da zaman olursa, yatsıyı kaza etmesi de lâzım olur. İftârdan önce hayz başlarsa, orucu bozulur. Ramazandan sonra kaza eder. Namaz içinde hayz başlarsa, namazı bozulur. Temizlenince farz namazı kaza etmez. Nâfileyi kaza eder. Fecr doğduktan sonra, uyanınca kürsüfünde kan lekesi gören, o anda hayzlı olur. Uyanınca, kürsüfünü temiz gören, yatarken hayzdan kurtulmuştur. İkisine de yatsıyı kılmak farzdır. (Feth). [İdrâr kaçıran da böyledir.] Çünkü, namazın farz olması, vaktinin son dakikasında temiz olmaya bağlıdır. Vakit namazını kılmadan önce hayz gören, bu namazı kaza etmez.
İki hayz arasında en az onbeş gün temizlik bulunması lâzımdır. Onbeş veya daha çok gün ve gecede hiç kan gelmezse, önceki ve sonraki kanların başka iki hayz olacakları söz birliği ile bildirildi. Kan on günden önce kesilip, âdet zamanının değişip değişmediği anlaşıldıktan sonra, bu âdet zamanından sonra onbeş gün geçmeden görülen kanlar, (İstihâza) olurlar, hayz olmazlar. Onbeş gün sayılırken, arada bulunan istihâzalı günler de temiz sayılırlar. Bu istihâzalı günlere, (Hükmî temizlik) günleri denir. Görülüyor ki, on günlük hayz müddeti içinde, kan görülen günler arasında bulunan temizlik günleri hayz kabûl edilmekte, on günden sonraki istihâzalı günler ise, temiz kabûl edilmektedir. Âdet zamanı belli olduktan sonra başlıyan onbeş gün içinde, hiç kan görülmezse veya kan görülmeyen bir veya birkaç gün varsa, bu onbeş günden sonra devam eden veya başlıyan kan, yeni hayzın başlangıcı olur.
Onbeş gün içinde hiç temiz gün olmadan, kan her gün görülürse, âdetine göre hesap olunur. Yâni, bir evvelki ay içindeki temizlik günü kadar temizlik ve âdeti kadar hayz kabûl edilir. Kan devam ettiği müddetçe, böylece senelerce, hesap ile hareket edilir. Bu arada bir defa kan kesilirse, tekrar görüldüğü gün, yeni hayzın başlangıcı olur. Bir kız beş gün kan görse, sonra kırk gün hiç görmese, sonra her gün devamlı görse, bu son gördüğü, yeni hayzın başlangıcı olur. Âdet zamanı beş gün, temizliği kırk gün olan kadın olur. Yeni hayzı devamlı olduğu için, bunun ilk beş günü hayz olur. Bundan sonra kırk gün temiz, yâni istihâzalı kabûl edilir. Âdet zamanını unutan kadına, (Muhayyire) denir.
(Nifâs), lohusa demektir. Nifâs zamanının azı yoktur. Kan kesildiği zaman, gusledip namaza başlar. Fakat, âdeti kadar gün geçmeden cimâ' edemez. En çok zamanı kırk gündür. Kırk gün tamam olunca kan kesilmese de, gusledip, namaza başlar. Kırk günden sonra gelen kan, istihâza olur. Birinci çocuğunda, yirmibeş günde temizlenen kadının âdeti, yirmibeş gün olur. Bu kadının ikinci çocuğunda kan, kırkbeş gün gelse, nifâsı yirmibeş gün sayılıp, yirmi günü istihâza olur. Yirmi günlük namazlarını kaza eder. O hâlde nifâs gününü de ezberlemek lâzımdır. İkinci çocukta kan, kırk günden önce, meselâ otuz beş günde kesilirse, bunun hepsi nifâs olur ve âdeti yirmibeş günden, otuzbeş güne değişmiş olur.
Ramazanda, sahûrdan [yâni fecrden] sonra, hayzdan veya nifâstan kesilen, o gün yimez içmez. Fakat, o günü kaza eder. Hayz ve nifâs sahûrdan sonra başlarsa, ikindiden sonra da olsa, o gün yiyip içer.
Hayz günlerinde namaz, oruç, câmi içine girmek, Kur'an-ı kerim okumak ve tutmak, tavâf, cimâ', dört mezhepte de haram olur. Orucları kaza eder. Namazları kaza etmez. Namazları affolur. Her namaz vaktinde abdest alıp, seccâdesi üzerinde, o namazı kılacak kadar zaman oturup tesbîh okursa, en iyi kılmış olduğu bir namazın sevabını kazanır.
(Cevhere) kitabında buyuruyor ki, (Kadının, hayz başladığını kocasına bildirmesi lâzımdır. Kocası sorunca bildirmezse, büyük günah olur. Temiz iken, hayz başladı demesi de büyük günahtır. Peygamberimiz, (Hayzın başladığını ve bittiğini kocasından saklıyan kadın mel'ûndur) buyurdu. Hayz hâlinde de, temiz iken de kadına dübüründen yaklaşmak haramdır. büyük günahtır.) Zevcesine böyle yapan mel'ûndur. Puştluk, yâni oğlan kirletmek daha büyük günahtır. Buna (Livâta) denir. Livâta yapanda, çok tehlikeli olan it uru ve Aids hastalığı hâsıl olmaktadır. Enbiyâ sûresinde, livâtaya, (Habîs iştir) buyuruyor. Kâdı-zadenin, (Birgivî) şerhinde, Peygamberimiz, (Lût kavmi gibi livâta yapanları, suç üstü yakalarsanız, ikisini de öldürünüz!) buyurdu. Bazı âlimler, yapanı da, yapılanı da ateşte yakmalıdır, dedi.
182 - Akşam, sabah Âmentüyü okuyarak îmanını yeniden tâzele! Âmentü, îmanın altı şartını bildirmektedir. Âmentünün mânasını da ezberle ve çoluk çocuğuna da ezberlet! Çünkü, ne zaman öleceğiniz belli değildir. Dâimâ kelime-i tevhîd oku ve inanılması lâzım gelen altı şeyi iyi öğren ve tasdik ve ikrâr eyle ve onlara da öğret! Bunları bilmiyenlerin îmanı gider.
Peygamberimiz buyurdu ki: (Bir kimse, bir müslümanı islâmiyete muhâlif işten doğru yola teşvîk ederek ikâz eylerse, kıyâmet gününde Hak teâlâ hazretleri, o kimseyi Peygamberlerle berâber haşreder.)
Tenbîh: Bir müslümanı islâmiyete muhâlif işten vazgeçirmeye, (Nehy-i anil münker) denir.
Bir müslümana Allahü teâlânın emrini öğretmeye ve yaptırmaya, (Emr-i bil mâruf) denir. Emr-i mâruf ve nehy-i münker çok sevaptır. (Vicdanlara tecâvüz etmemeli, Evliyâlar kimseye karışmazdı) diyenler var. İmâm-ı Rabbânînin mahdûm-i mükerremi olan kayyûm-i Rabbânî, Halîfe-i ilâhî allâme-i nâ mütenâhî Muhammed Mâsum 1079 [m. 1667] senesinde vefât etmiştir. Bu büyük âlim, üç cilt (Mektûbât)ının birinci cildi yirmidokuzuncu mektûbunda böyle söyliyenlere çok güzel cevap vermektedir. Bu mektûbun tercümesi, (Se'âdet-i Ebediyye) ilmihâl kitabında mevcuttur.
183 - Ey Oğul! Hasta ziyâretinden yüzyirmiikinci maddede bahs etmiştik. Yalnız şunu da hâtırlatmak lâzımdır ki, bir hastanın üç hâli vardır:
1- Bir melek gelerek ağzının tadını alır.
2- Bir melek de kuvvetini alır.
3- Bir melek de gelip günahlarını alır.
Hasta iyi olunca, ağzının tadını alan melek, yavaş yavaş geriye verir. Kuvvetini alan melek de, geriye verir. Günahlarını alan meleğe gelince, bu, Allahü teâlâya sorar. Bu günahı ne yapayım? Allahü teâlâ, hadis-i kudsîde buyurur ki: (Benim rahmetim gazabıma sebkat etmiştir. Binâenaleyh, hasta kulumun günahını affeyledim!) Hastalık, derd, keder, günahları götürmez. Bu acılara sabr etmek, günahları götürür.
Sana iyilik yapana iyilik yap, fenalık yapanı, zulmedeni affeyle, onlara nasihat et! Sapık inançlı, fena huylu kimselerden kaç! Onunla arkadaşlık yapma!
184 - Ey Oğul! Sultan-ı Enbiyâ, Ebû Hüreyreye buyurdu ki: (Hastanın hâlini sormak için iki kilometre git, küs olan kimseleri barıştırmak için dört kilometre yürü, altı kilometre de, bir din kardeşini ziyâret etmek için git, bu kadar da, ilim adamından bir mes'ele öğrenmek için git!) [Bir mil iki kilometredir.]
185 - Her insana elinden geldiği kadar iyilik et! Müslümanların ilim öğrenmelerine ve ibâdetlerine yardım et! En büyük yardım, onlara Ehl-i sünnet îtikatını, helâlları, haramları, farzları öğretmek ve hâtırlatmaktır. Bunları Allah rızası için yap! Resûlullah buyurdu ki: (Allahü teâlâya Cebrâîl aleyhisselâm gibi ibâdet etseniz, müminleri, Allah için sevmedikçe ve kâfirleri ve mürtedleri, Allah için kötü bilmedikçe, hiç bir ibâdetiniz, hayrat ve hasenâtınız kabûl olmaz!) Allahü teâlânın en çok sevdiği ibâdet, hubb-i fillâh ve buğz-i fillâhdır. Yâni, müslümanları sevip, onlara yardım ve hayr duâ etmek ve dîn-i islâmı beğenmeyenleri, islâmiyete ve müslümanlara düşmanlık edenleri sevmemek ve îmana, hidâyete kavuşmaları için duâ etmektir.
Peygamberimiz buyurdu ki: (Yâ Ebâ Hüreyre! Benim ile Arş gölgesinde gölgelenmek istersen, her gün yüz kere salevât-ı şerife getir! Mahşerde benim havzımdan içmek istersen, mümin kardeşinle üç günden fazla dargın durma! Fakat, şarap [veya diğer alkollü içkileri] içen ve haram yiyenler ile konuşma, kendini onlardan çek!)
186 - İslâm bilgilerinin [yâni din ve fen bilgilerinin] tahsîline çok önem ver! Peygamberimiz bir hadis-i şeriflerinde, (İlmi beşikten mezara kadar tahsîl ediniz), diğer bir hadis-i şerifte, (İlmi arayınız, velev ki, Çinde olsa) buyurdu. [Yâni dünyanın bir kenârında ve kâfirlerde olsa dahî demektir.]
İslâm bilgileri ikiye ayrılmıştır: Din bilgileri ve fen bilgileridir. Önce din, sonra fen bilgilerini öğrenmek lâzımdır.
Rivayet olunur ki, imam-ı Ahmed ibni Hanbelin [164-242 Bağdâddadır] yanına gelip, ondan nasihat isteyen bir kimseye şöyle nasihat etmiştir:
(Hak teâlâ hazretleri senin ve bütün âlemin rızkına kefildir. Rızık için [elinden geldiği kadar çalıştıktan sonra] düşünmeye hiç lüzûm yoktur. Çünkü, Hak teâlâ tarafından bütün rızıklar taksîm edilmiştir. Çalışarak, hissene düşen rızkı arayıp bulursun. Bir sadakanın yerine on misli ile mukâbele edildikten sonra, çalışana karşılığı verileceğine hiç şüphe yoktur. Cehennem azâbı hak olduktan sonra, günah işlemeye cesaret edilir mi? Bütün işler, Hak teâlânın takdîri iledir. Sen fakir olup, başkalarının zenginliğine canının sıkılmasının ne faydası olur?)
Bunları dinleyip kabûl eden kimseye, nasihat olarak bu kadar yeter. Dinlemiyenlere bunun gibi bin türlü nasihat eylesen faydası olmaz. Çünkü nasihatların hemen hepsi bunların içinde toplanmıştır.
187 - Resûlullah buyurdu ki, (Hak teâlâ, çalışan bir kuluna rızkı az verse, o kul ağlayıp bağırmasa ve böylelikle fakirliğine sabr eylese, Hak teâlâ hazretleri, meleklerine karşı, bu kul ile iftihâr eyler ve buyurur ki, ey benim meleklerim! Sizler şâhit olun, bu kulumun her bir lokmasına Cennet-i âlâda bir köşk ve bir derece ihsân eylerim.)
188 - İnsanlara dâimâ iyi muâmelede bulun! Gördüğün küçük, büyük her müslümana müslüman selâmı ver! İnsanlarla iyi geçin ki, öldükten sonra seni yâd etsinler ve hayr duâ ile ansınlar. Bir kimse, bir mümin kardeşine, (Selâmün-aleyküm) diyerek müslüman selâmı verse, on sevap yazılır. (Esselâmü-aleyküm ve rahmetullah) derse, yirmi sevap yazılır. (Ve aleyküm selâm) diye cevap verene, on sevap yazılır. Selâm verene, cevap vermek farzdır.
(Merâk-ıl-felâh)da, namazın müfsidlerine başlamadan diyor ki: (Başı veya bedeni eğerek selâm vermek mekruhtur. Yalnız el ile selâm vermek ve eli başına kaldırarak vermek de mekruhtur. Ağız ile ve el ile birlikte vermek mekruh değildir. Gelen büyüğe karşı ayağa kalkmak, gelen böyle yapılmasını sevmezse, mekruh değildir. Severse, kendisine mekruh olur. Şerrinden korkup kalkana mekruh olmaz. Giderken kalkmak da böyledir. Âlimin ve âdil sultânın, ananın, babanın elleri öpülür.)
189 - İşlerinde acele etme ve hemen karar verme! Acele ile verilen kararlara şeytan karışır. Hadis-i şerifte, (Acele şeytandandır. Teennî Rahmandandır) buyuruldu. Nefsin istediği birşey hâtırına gelince, şeytan, (fırsatı kaçırma, hemen yap) der. O da, yapar. Kalbe gelen şeyi yapmaktan Allahü teâlâ râzı olur mu düşünmeli, sevap mı, günah mı olacağını anlamalı. Günah değil ise, yapmalıdır. Böylece, teennî etmiş, yâni acele etmemiş olur. Yalnız beş yerde acele etmek lâzımdır:
1- Misafirin gelince, önüne yemek getir!
2- Hasbel beşer bir günah işleyince, hemen tevbe, istigfâr eyle!
3- Her beş vakit namazını, vakit geçmeden, acele, yâni erken kıl!
4- Kız veya oğlan çocuklarına, din bilgilerini ve namaz kılmasını öğret! Bulûğa erişince, geciktirmeden evlendir!
5- Ölen şahsın defnedilmesinde acele eyle! [Fakat bunun için, beş vakit namazın sonundaki, âyetel kürsî ve tesbîhleri terk etme!]
190 - Hiçbir günahı işleme! Allahü teâlânın gadabı hangi günahta olduğu belli değildir. Sevap olan işlerin hepsini işlemeye çalış! Zîrâ, Hak teâlânın rızasının hangi amelde olduğu belli değildir.
191 - İki günahtan çok kork! Birisi, emrinde olan insanlara zulmetme! En büyük zulüm, onların islâm bilgilerini öğrenmelerine, ibâdet yapmalarına mani olmaktır. İkincisi, din ve dünya yolunda hâin olma! Her günahtan kork! Bir kimse, bir günah işlemek istese, fakat Allahü teâlâdan korkarak ondan vazgeçse, Hak teâlâ o kimseye Cennet-i âlâda bir köşk ihsân eder. Bir müslüman, sana zarar verirse, sen ona iyilik et! Hiç kimsenin ayblarını yüzlerine vurma!
192 - Elinden geldiği kadar yolları ve sokakları, câmileri tâmîr et ve düzen içinde sakla, temizliklerine dikkat eyle!
193 - İbâdetlerine sevap verilmesi ve duâların kabûl olması için helâl nafaka kazanmak şarttır. Rızkının helâl olması için her işinde, her hareketinde, doğruluktan ayrılma! İslâmiyetin emirlerini eksiksiz ve tâm olarak yap, sanatında, vazîfende ve memuriyetinde istikâmetten ayrılma, hîle ve hıyânet yollarına sapma ki, aldığın para, ücret ve aylık sana helâl olsun!
Sabahleyin yemeyi erken yimenin dört faydası vardır:
1- Ağız kokusunu giderir.
2- Sonra su içilse, vücûda ziyân etmez.
3- Bir yere gidecek olursa, karnı tok olur.
4- Kimsenin lokmasında ve yemeğinde gözü kalmaz.
Az yimek, çok faydalıdır. Meselâ, suyu az içirir, uykuyu az uyutur. Çok yimek ise, insanı tenbelleştirir, vücûdü yorar, fazla su içirir ve mâlâ-yâniye sebep olur. [Mâlâ-yâni lüzûmsuz, faydasız iş ve söz demektir.]
Yemeye, içmeye başlarken (Bismillâhirrahmânirrahîm) oku! Ramazanda iftâr ederken, Besmeleden sonra, (Zehebez-zamâ vebtelletil-urûk ve sebetel ecr inşâallahü teâlâ) oku! Yemek yidikten sonra, (Elhamdülillah) söyle. Sonra, olur olmaz şeylerle dişlerini karıştırma! [En iyi diş temizleme vâsıtası misvâktır.]
194 - Gıybet günahından kendini çok koru! [Gıybet, bir müslümanın gizli günahlarını ve açık kusurlarını arkasından söylemek demektir. Pervâsızca ve âşikâre yapılan günahları ve bilhâssa dîni bozmak, müslümanlığı değiştirmek isteyenleri meydana çıkarmak gıybet değildir. Bunları müslümanlara haber vermek lâzımdır.] Gıybet yapmakla, günahların arttığı gibi, sevapların mahv olur. Peygamberimiz buyurdu ki, (Gıybet yapmak, zinâdan daha ağır bir günahtır.)
195 - Sakın, yalan söyleme ve yalan yere yemin etme! Zîrâ, yalan yere yemin edenlerin nesli kesilir. [Yemin hakkında, arabça (Fetâvâ-yi Hindiyye) ve türkçe (Se'âdet-i Ebediyye) kitaplarında geniş bilgi verilmiş, hangi sözlerin yemin etmek olduğu ve hangi sözlerin yemin olmadığı uzun bildirilmiştir.] Riyâ, gösteriş yapma! Yalan yere sofuluk satma! Nasıl isen, öyle görün! Sende olmayan bir şeyi var gibi gösterip, kendine bühtân eyleme! Peygamberimiz buyurdu ki, (Kendini âlim gösteren câhiller, Cehenneme gideceklerdir.)
Bir müslümanın aybını meydana çıkarmaya çalışma, kimsenin gizli hâllerini araştırma! Peygamberimiz buyurdu ki: (Mîraç gecesi bir takım insanlar gördüm ki, çok feci ve elîm bir şekilde kendi kendilerine azâb ederler. Cebrâîl aleyhisselâma sordum ki, yâ Cebrâîl, bunların günahı nedir? Niçin böyle kendi kendilerine azâb ederler? Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki, bunlar başkalarının ayblarını meydana çıkaranlardır.)
Mûsâ aleyhisselâm, Tûr-i Sînâ'da Hak teâlâya sordu ki, (Yâ Rabbî! Başkalarının ayblarını meydana çıkaranların cezâsı nedir?) Hak teâlâ buyurdu ki, (Tevbesiz giderlerse, yerleri Cehennemdir.) İmâm-ı Gazâlî buyuruyor ki, günahların büyüğü üç dânedir. Bunlar:
1- Bahîlliktir.
2- Haset yapmaktır.
3- Riyâdır.
Bahîl, hasîs, cimri demektir. Bahîllik şudur ki, bir kimse bir iş için sana muhtaç olur da sen kıskanıp, o şeyi ona öğretmezsin. [Bahîllerin en fenası müslümanlara emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmıyanlardır. Onlara dinlerini öğretmiyenlerdir. Veya yanlış öğretenlerdir.] Peygamberimiz buyurur ki: (Bahîl olanlar, her ne kadar zâhid olsalar da Cennete giremezler.)
Haset ise, bir kimsenin hayrlı bir işi veya evi, malı, mülkü, ilmi olsa, o kimseden bunların gitmesini, onda olmayıp, kendinde olmasını istemektir. [Onda olduğu gibi kendisinde de olmasını istemek haset olmaz. Buna gıbta etmek, imrenmek denir. Günah değildir.]
Sultan-ı Enbiyâ buyurdu ki: (Haset, ateşin odunu yidiği gibi, hasenâtı [yâni iyilikleri] yir.)
Riyâ ise, namaz, oruç, sadaka ve yol, câmii şerif yaptırmak gibi hayrlı amelleri, insanlar görsün de beğensinler diye yapmaktır. İşte böyle bir maksadla yapılan işlerin hepsi riyâ faslına dahildir. Riyâ, küçük şirktir. Tevbe etmedikçe, kat'iyyen affolunmaz. İlmi ile amel etmemek, amelinde salâh ve ihlâs olmamak ve din âlimlerine, ibâdet edenlere, ezana, mübârek günlere kıymet vermemek de şakâvet alâmetidir.
196 - Ey Oğul! Şakîlerin alâmeti sende bulunmasın! Bu alâmetlerin evveli, zulmetmektir. Zulüm üç kısmdır:
1- Allahü teâlâya âsî olmak.
2- Zulmeden kimselere yardım etmek.
3- Kendi emri altında bulunanlara, ezâ, cefâ etmek. Onların ibâdet yapmalarına mani olmak.
Bu üç fiili işliyenlerin varacağı yer, nihâyet Cehennemdir.
Tenbîh: Allahü teâlâya âsî olmak iki türlüdür:
1- Allahü teâlânın emirlerini, yâni farzları yapmamaktır. Farzları, vazîfe kabûl etmiyenler kâfir olur. Vazîfe bilip, tenbellikle yapmıyanlar, yâni kaza etmek, ödemek fikrinde olanlar, Hanefî mezhebinde, kâfir olmaz. Fakat en büyük günah olur.
2- Hak teâlânın men ettiğini, yâni haramları yapmaktır. Haramdan kaçmağı vazîfe bildiği hâlde, nefsine uyarak yapan ve sonra üzülenler kâfir olmaz. Haram işliyen müslümanlara (fâsık), âsî denir. Haram işlemiyenlere (sâlih), müttekî denir. İttikânın, yâni haramdan kaçmanın sevabı, farzları yapmanın sevabından daha fazladır. Farzları yapmamanın günahı, haram işlemek günahından daha çoktur. Haramların miktârı çok değildir. Meselâ, adam öldürmek, gîbet [arkadan çekiştirmek], zinâ etmek, kadınların, kızların başları, kolları, bacakları açık sokağa çıkmaları, hırsızlık, yalan, içki içmek, kumar oynamak, altın, gümüş kullanmak, erkeklere de kadınlara da haramdır. Yalnız ev içinde süs için takmak kadınlara câizdir. Erkeklere yalnız gümüş yüzük câizdir. Gümüşten başkası haramdır.
Altın dişe gelince, derin âlim Abdülhakîm Efendi buyurdu ki, sallanan dişleri altın tel ile bağlamak, İmâm-ı Muhammede göre câizdir. İmâm-ı a'zam ise altın ile bağlamak câiz olmadığını ictihâd buyurmuştur. İmâm-ı Ebû Yûsüf, bir rivayette imam-ı Muhammed iledir ve ulemâ, imameyn kavli ile fetvâ vererek, sallanan dişi altınla bağlamaya cevâz vermiştir. Eshâb-ı kirâmdan Arfece bin Sa'da altın burun takmasına izn-i nebevî südûrunu, İmâm-ı a'zam yalnız Arfeceye mahsûstur demiştir. Nitekim Zübeyr ve Abdürrahmân için, ipek giymelerine izin sâdır olmuştu ve yalnız bunlara mahsûstur, demiştir. Fakat fetvâ, İmâm-ı Muhammed kavli iledir.
Sallanan dişleri bağlayan altın teller ve protez denilen müteharrik dişler, gusül abdesti alırken çıkarılabilmektedir. İmâmların bu ayrılığı, bağlayan telin altından olup olmamasındadır. Yoksa gusül abdesti bahsinde bütün imamlarımız müttefiktir. Yâni, altın, gümüş ve başka dolguların altlarına su geçmeyince, Hanefî mezhebinde, gusül abdesti sahih olmaz. Yâni insan cenâbetlikten kurtulmaz. Çünkü, Hanefî mezhebinin âlimleri; (Ağzın içi sâir derimiz gibi vücûdün hâricidir. Bütün deriyi yıkamak farz olduğu gibi, ağzın içini ve dişleri ve diş çukurlarını yıkamak da farzdır) diyor. Bunun için, tırnaklarında oje bulunanların ve Hanefî mezhebinde olup da zarûretsiz diş dolduranların ve kaplatanların gusül abdesti sahih olmaz. Gusül abdesti sahih olmayanın namaz abdestleri ve namazları da sahih olmaz. (Mecmû'a-i cedîde) adındaki fetvâ kitabının 1329 [m. 1911] yılındaki ikinci baskısında, Hasen Hayrullah Efendinin, (Diş dolgusu, gusül abdestine zarar vermez) fetvâsı yazılıdır. Bazı kimseler bu fetvâya dayanarak, diş kaplatanların ve dolduranların gusül abdesti sahih olur demektedir. Hâlbuki bu fetvâ, bu kitabın 1299 senesinde yapılan birinci baskısında yoktur. İttihatcılar zamanındaki câhiller, dînini kayırmıyanlar tarafından uydurulmuş ve kitaba sonradan sokuşturulmuştur. Çünkü, Hayrullah efendi 1294 de şeyh-ul-islâmlıktan ayrılmıştır. Böyle uydurma fetvâlara aldanmamalıdır. (Misbâhul-felâh)da diyor ki: (Mum, sakız, katı çamur gibi birşey, vücûdün bir kısmını örtmüş veya herhangi birşey, diş kovuğunu doldurmuş bulunup da, yıkandığı zaman, altına su geçmezse, gusül tamam olmaz.) (Mecmû'a-i Zühdiyye)de diyor ki: (Gerek az, gerek çok, dişlerin arasında kalan yemek kırıntısı, katı hamur gibi olup da, suyu geçirmezse, gusle mânidir. (Halebî)de de böyle yazılıdır.) (İbni Âbidîn) diyor ki: (Dişlerin arasında veya çukurunda kalan yemekler, katı olup altına su geçmezse, gusül abdesti câiz olmaz.) Görülüyor ki, Hanefî mezhebinde guslün sahih olması için, dişlere ve diş çukuruna suyun ulaşması lâzımdır.
İnsanı birşey yapmaya zorlıyan semavî sebebe, yâni insanın elinde olmıyan sebebe (Zarûret) denir. İslâmiyetin emir ve yasak etmesi ve şiddetli ağrı ve bir uzvun yâhut hayatın telef olmak tehlikesi ve başka birşey yapamamak mecbûriyeti hep zarûrettir. Bir farzı yapmanın veya bir haramdan sakınmanın imkânsız veya meşakkatli, güç olmasına (Haraç) denir. Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına, (Ahkâm-ı islâmiyye) denir. Ahkâm-ı islâmiyyeden bir hükm yapılacağı zaman, yâni bir emri yaparken veya bir yasak işi yapmaktan sakınırken, kendi mezhebinin âlimlerinin meşhûr olan, seçilmiş olan sözlerine uyulur. Bu sözlerine uymakta haraç olursa, seçilmemiş, zayıf sözlerine uyulur. Buna uymakta da haraç olursa, bu hükm, haraç bulunmıyan, başka mezhebi taklîd ederek yapılır. Başka mezhebi taklîd etmekte de, haraç olursa, haraça sebep olan şeyin hâsıl olmasında zarûret bulunup bulunmadığına bakılır. Zarûret de bulunursa, o farzı terk etmesi veya haramı zarûret miktârı işlemesi câiz olur. Zarûret yoksa veya zarûret ile birkaç şey yapılabilir ve bunlardan birini yapmağı seçmek mümkün olur ve haraç bulunanı seçerse, farzı terk etmesi veya haramı işlemesi câiz olmaz. Haraça sebep olan şeyi yapmaması lâzım olur.
Kaplama, dolgu bulunan dişin altını ıslatmakta haraç olduğu meydandadır. Bu haraçtan kurtulmak için, hanefî mezhebinde ikinci bir yol da yoktur. Bunun için, mâlikî veya şâfi'î mezhebini taklîd etmek Îcap etmektedir. Çünkü, gusül abdesti alırken, bu iki mezhepte, ağzın içini yıkamak, farz değil, sünnettir. Taklîd etmek mümkün olduğu için zarûret bulunup bulunmadığını araştırmaya lüzûm yoktur. Mâlikî veya şâfi'î mezhebini taklîd mümkün olmasaydı, zarûret bulunması, o zaman araştırılırdı. Bunun için, dolgu veya kaplama yaptırmak istiyenin, (Mezhepler, Allahü teâlânın rahmetidir) hadis-i şerifine dayanarak, mâlikî veya şafi'î mezhebini taklîd etmesi lâzım olur. Başka mezhebi taklîd etmeye sebep olacak bir özrü bulunmıyan bütün hanefîlerin, başka mezheplerde farz olanları yapmaları ve müfsid olanlardan sakınmaları da müstehab olduğu, İbni Âbidînde ve İmâm-ı Rabbânînin 286. mektûbunda yazılıdır. Özrü olmıyanların, başka mezhepleri taklîd etmeleri de müstehab olunca, özrü olanın taklîd etmesine karşı çıkmak doğru olur mu? Mâlikî veya şâfi'î mezhebini taklîd için, guslederken ve abdest alırken ve namaza dururken veya unutulursa, namazdan sonra, niyetin farz olduğunu bilerek, mâlikî veya şafi'î mezhebini taklîd ediyorum diye kalbinden niyet edilir. Bu mezhepleri taklîd eden kimsenin guslü, abdesti ve namazı bu mezheplere göre sahih olmalıdır. Şâfi'îde derisi, mahrem olan 18 kadından başka bir kadının derisine değince ve elinin içi, kendi kaba avret yerine değince, tekrar namaz abdesti almalıdır. İmâm arkasında Fâtiha okuması, Fâtiha ve zamm-ı sûreden evvel besmele okuması gerekir. Üstünde, bedeninde, ayaklarını ve başını koyduğu yerde çok az necâset bulunmaması da lâzımdır. 374.sayfaya bakın!
Bu satırları, kaplama ve dolgusu olan Hanefîlerin gusüllerinin sahih olması için yazıyoruz. Bunlara kolaylık göstermek istiyoruz. Kaplama veya dolgulu dişi bulunan imama uymayınız da demiyoruz. Zarûret olunca veya zarûretsiz yapılan bir şeyden dolayı, kendi mezhebine göre yapılmasında haraç bulunan bir ibâdeti, başka mezhebi taklîd ederek yapmak lâzım olduğu, (İbni Âbidîn)de, Tahtâvînin (Merâk-ıl-felâh şerhi)nde ve türkçe (Ni'met-i islâm) kitabında ve molla Halîl Es'irdînin (Ma'füvât) kitabında yazılıdır. (İbni Âbidîn) ric'î talâkı anlatırken buyuruyor ki, (Hanefî âlimleri, haraç olunca, mâlikî mezhebi taklîd olunur dedi. Bir işin nasıl yapılacağı hanefîde bildirilmemiş ise, bu iş, mâliki mezhebi taklîd edilerek yapılır. Çünkü mâliki mezhebi, hanefîye daha yakındır.) İmâmlığı anlatırken diyor ki, (Başka mezhepteki imama uymanın sahih olması için imamın, uyan kimsenin mezhebinin farzlarını da yapması ve uyan kimsenin bunu bilmesi lâzımdır. Kuvvetli kavl budur. Bu farzları terk ederse, uymak sahih olmaz. Kendi mezhebindeki cemaat varken, başka mezhepteki imama uymak mekruh olur. Yoksa, yalnız kılmaktan eftal olur. Bazı âlimler diyor ki, imamın kendi mezhebine göre namazı sahih ise, başka mezheptekinin buna uyması sahih olur.) Tahtâvînin (Merâk-ıl-felâh) hâşiyesinde de böyle yazılıdır. Kaplaması veya dolgusu olmıyan hanefînin, kaplaması veya dolgusu olan imama uymasının sahih olup olmaması üzerinde iki kavl vardır: Birinci kavle göre, sahih olmamaktadır. İkinci kavle göre, imam sâlih ise ve mâlikî veya şâfi'î mezhebini taklîd ediyorsa, buna uyması sahih olur. Taklîd etmediği bilinmedikce, kaplaması, dolgusu olmıyan hanefîler de, bu imama uymalıdır. Buna, taklîd edip etmediğini sormak, tecessüs etmek câiz değildir. Hanefî imamın, kaplama veya dolgusu olmasa da, mâlikî veya şâfi'î mezhebine de uymasının müstehab olduğu, (Dürr-ül-muhtâr)da ve (Merâk-ıl-felâh)da yazılıdır. Haraç olduğu zaman zayıf olan kavl ile amel etmenin evla olduğu (Hadîka)da, fitne bahsinde de yazılıdır. Mezheplere kıymet vermiyen, dört mezhepten birine uymıyan kimsenin (Bid'at sahibi) sapık veya mürted olduğu anlaşılır. Namazları sahih olmaz. Buna uymak sahih olmaz.
Vaizin biri, kaplama diş üzerinde tedkîkler yaptığını söyliyerek, elde ettiği vesikaları şöyle sıralamış:
1- (Gusledecek kimsenin ağzındaki dişler kaplatılmış veya doldurulmuşsa, hükm bunun üzerine intikâl eder. Bunların yıkanması ile gusül tamam olur. Yara ve sargı üzerine, mesh câiz olup, hükm bunların üzerine intikâl etmekle, sâdece üzerlerinin mesh edilmesinin kâfî gelmesine benzemektedir. Yaranın üzerindeki sargıyı söküp altını yıkamak mecbûriyeti olmadığı gibidir.)
Bu yazı, bu hükm, tamamen yanlıştır. İlmî değil, indîdir, uydurmadır. Bunun doğrusu fıkh kitaplarında, meselâ İbni Âbidînde şöyledir: (Yara, kırık, çıkık, şişik, ağrı bulunan yeri veya buralara konan ilâcı veya sarılmış olan sargıyı çıkarıp altındaki deriyi yıkamak farzdır. Soğuk su ile yıkamak zarar verirse, sıcak su ile yıkar. Bu da zarar verirse, yara üzerini mesh eder. Etrâfındaki sağlam deriyi yıkar. Etrâfını yıkamak yaraya zarar verirse, etrâfını da mesh eder. Bu da zarar verirse, ancak o zaman sargı üzerine mesh etmek câiz olur. Yâni, ancak o zaman, hükm sargı üzerine intikâl eder. Hükm sargı üzerine intikâl edince, sargı üzerine mesh eder. Sağlam derisi üzerindeki sargıların ve aradaki sargısız olan sağlam deri kısmlarının çoğu üzerine mesh eder. Böyle yapmak, abdestte ve gusülde aynıdır. Sargıyı çözmek, çıkarmak, yara iyi olduktan sonra bile, yaraya veya etrâfına zarar verirse, yâni yaranın kanamasına, akmasına, yaranın artmasına veya dayanamıyacak kadar ağrı, sızı husûlüne sebep olursa yâhut tekrar bağlıyamaz ve bağlıyacak kimse bulamazsa, sargıyı çözmez. Üzerini mesh eder. Ayak çatlağına konan merhem [ve yara üzerine konulan flaster, kollodyum gibi şeyler ve yara üzerinde hâsıl olan kabuk] de sargı gibidirler. Mesh de zarar verirse, terk edilir. Sargı, merhem, yaranın iyi olmasından sonra düşerlerse, üzerlerine yapılmış olan mesh bâtıl olur. Yara üzerini yıkamak lâzım olur.)
Görülüyor ki, dişteki dolgunun, kaplamanın üzerlerini yıkamak, sargı gibi değildir. Çünkü, sargı ve benzerleri, yara üzerine ihtiyaç ile konulmuş ve başka mezhebi taklîd mümkün olmadığı için, zarûret hâlini almıştır. Ağrı yapan dişi çıkarmağı, protez yaptırmağı ise, kendisi istememiş, dolgu veya kaplama yapılmasını istemiş, başka mezhebi taklîd mümkün olduğu için, dolgu veya kaplama yapılmasında, zarûret olmamıştır. Zarûret olmayan şeyi zarûret olan şeye benzetmek doğru değildir.
2- (Abdestte yüzü yıkamak farz olduğu hâlde, sakalı sık olan kimsenin, sakalının üzerini yıkamasının kâfî geldiği ve sakalının diplerini yıkamak mecbûriyeti olmadığı gibi, kaplanmış dişin altını yıkamak Îcap etmez) imiş.
Bu sözü de, fıkh kitaplarının beyanlarını yanlış anladığını gösteriyor. Bakınız (Mecma'ul-enhür)de ne diyor: (Sahih olan rivayete göre, abdestte sakalın üzerini yıkamak farzdır. Çünkü, vechi yıkamak emrolundu. Sakalı sık olanda, yüzün derisi vech olmaktan çıkmıştır. Vech karşıdaki insan bakınca, insanın yüzünden gördüğü yer demektir. Sakalı sık olanın, derisi değil, bu deri üzerindeki sakal görünür. Bunun için, abdest alırken, deri üzerini değil, sakal üzerini yıkamak farzdır.) (Dürr-ül-müntekâ)da diyor ki, (İmâm-ı a'zamdan gelen zâhir rivayete göre, yüz hizâsında olan sık sakalın üzerini yıkamak farzdır. Fetvâ da böyledir. Çeneden sarkan sakalı yıkamak ve mesh etmek farz değildir. Yüzü üç kere yıkadıktan sonra parmakları, aşağıdan yukarı doğru sokarak, sarkan sakalı hilâllamak sünnettir. Seyrek sakalın altındaki görünen deriyi yıkamak farzdır.) Yukarıdaki söz sahibinin bu sakat kıyâsına göre, abdest alırken sık olan sakalın yalnız üzerini yıkamak kâfî olduğu için, gusülde de, sakalın yalnız üzerini yıkamak kâfî olup, sakal diplerini ve sık sakal altındaki deriyi yıkamak lâzım olmıyacaktır. Hâlbuki, hakîkat böyle değildir. Gusülde sık sakalın da altındaki derinin yıkanmasının farz olduğu fıkh kitaplarında açıkça yazılıdır. Meselâ, (Merâk-ıl-felâh)da ve bunun türkçe tercümesi olan (Ni'met-i İslâm)da, guslü anlatırken diyor ki, (Sakalı sık olsa da, sakalın aralarını ve altındaki deriyi yıkamak farzdır.) Gusülde sakalı yıkamak, abdestte sakalı yıkamaya benzetilemeyince, gusülde dişleri yıkamak abdestte sakalı yıkamaya nasıl benzetilebilir? Yukarıdaki söz, söz sahibinin ilmî değil, hissî konuştuğunu gösteriyor. Bu sapık mantığına uyarak, gusülde sakalının altını yıkamamış ise, hem kendisinin, hem de buna inanan müslümanların gusül abdestleri ve namazları sahih olmamıştır.
3- (Diş de vücûddan bir uzvdur. Bu uzvun telef olmaması için, zarûrete binâen dişi doldurtmak ve kaplatmak câizdir) demiş. Sanki başkaları, çürük dişi doldurtmak ve kaplatmak câiz değildir diyormuş gibi, böyle söylemiş. Evet biz de, çürük dişi doldurtmak ve kaplatmak câizdir diyoruz. Fakat, Hanefî mezhebi âlimlerinin fıkh kitaplarında bildirdiklerine uymak da lâzım olduğunu ve bunun kolay yolunu kitaplardan bularak açıklıyoruz.
4- (İmâm-ı Muhammede göre, sallanan dişleri altın tel ile bağlatmak, düşen ve çıkarılan diş yerine altın diş takmak câizdir. Fetvâ da böyledir. Dişleri altın ile kaplamada imam-ı Muhammedin ictihâdı ile amel edilebilir) demiş.
Vesika denilen bu söz, hakîkaten sahibinin şâyân-ı itimat olamıyacağının bir vesikasıdır. Sorarız bu sözün sahibine: İmâm-ı Muhammedin düşen ve çıkarılan diş yerine altın diş takmak câizdir dediğini hangi kitapta okumuş? Tabi'î hiçbir kitapta! İmâm-ı Muhammed, sallanan veya düşüp de tekrar yerine konan dişi altın tel ile de bağlamak câiz olur demiştir. (Tatarhâniyye) fetvâsında, dişi düşen, imam-ı Muhammede göre altından diş kor demesi, imam-ı Muhammedin altın tel ile bağlamak câiz olur dediği içindir. Bu fetvâda bildirilen altın diş, kaplama ve dolgu değildir. Tel ile yanındaki dişlere bağlanmaktadır. Sökülüp çıkarılan dişin yerine altın veya başka maddeden konulmuş protez denilen sun'î müteharrik diş gibi, gusülde çıkarılabilmektedir. Altına su sızacağı için çıkarmaya bile lüzûm yoktur. Bu yüce imamın söylemediği sözü, söyledi demek bir din adamına yakışır mı? Söylenmemiş bir söze uyarak amel edilir demek, havanda hava dövmek gibi olmaz mı?
5- (Kaplama ve dolgusu olanların abdestte ve gusülde mâlikî veya şâfi'î mezhebini taklîd etmelerine lüzûm yoktur. Zîrâ, imam-ı Muhammedin cevâzı vardır) demiş.
Kaplama ve dolgusu olanın, Hanefî mezhebinde guslü sahih olmadığı için, abdestte ve gusülde (Mâlikî veya şâfi'î mezhebini taklîde niyet etmesi) lâzımdır diyoruz. Çünkü, Hanefî mezhebi âlimleri, (Zarûret olsa da, olmasa da, farza mani olan şeyi yapan kimse, başka mezhebe uyarak, bu farzı terk edebilir) demişlerdir. Bu fetvânın muhtâr olduğu, İbni Âbidînde, namaz vakitleri sonunda yazılıdır. Buna uyarak, birçok işin yapılmasına izin vermişlerdir. Bu fetvâ, Hanefî mezhebinde olanların diş kaplatmalarına ve doldurtmalarına da izin vermektedir. İmâm-ı Muhammed, diş kaplatanların gusül abdestleri sahih olur demedi. Sallanan dişleri gümüş tel ile bağlamak câiz olduğu gibi, altın tel ile de bağlamak câiz olur dedi. Çünkü, bağlanan diş ağzı yıkarken çıkarılabilir. Altına su sızacağı için çıkarmaya lüzûm da olmaz. İmâm-ı Muhammed, kaplama dişi olanın gusül abdesti câiz olur dedi demek, bu yüce imama iftirâ olur ve müslümanları aldatmak olur.
6- Kaplama ve dolgusu olanların gusül abdesti alırken (Mâlikî veya şâfi'î mezhebine uyuyorum) diye niyet etmelerine lüzûm olmadığını isbât edebilmek için, Peygamberimizin, (Kolaylaştırınız, zorluk çıkarmayınız!) hadis-i şerifini ileri sürmek, şaşılacak bir şeydir. Bu hadis-i şerif, câiz olmasa da, kolayınıza gelen şeyleri yapınız demek değildir. Bir mes'ele üzerinde çeşidli ictihâdlar varsa veya mubâh olan birşeyi yapmakta çeşidli yollar bildirilmiş ise, bunlar arasından kolayını seçiniz demektir. Yâni islâmiyetin izin verdiği kolaylıkları yapınız demektir. Bu hadis-i şerifi, Abdülganî Nablüsî, (Hadîka) kitabının ikiyüziki (202) ve (207). sayfalarında ve Muhammed Hâdimî, (Berîka) kitabının yüzseksen [180]. sayfasında açıklamışlardır. Münâfıklar ve mezhepsizler, bu hadis-i şerifi ileri sürerek, islâmiyetin dışına taşmakta, müslümanları aldatmak için, tuzak olarak kullanmaktadırlar.
7- (Diş doldurtmak için son zamanlarda Mûsâ Kâzım efendi de fetvâ vermiştir) sözü, vesika olamaz. Fetvânın fıkh kitaplarından alınmış olması ve alınmış olduğu kitaptaki mehaz olan yazının fetvâ altında bildirilmesi lâzımdır. Mûsâ Kâzım efendi böyle yapmamış, kendi mantığı ve düşüncesi ile birçok yanlış fetvâlar vermiştir. Meşrutiyetin ilânından sonra, ittihadcıların iş başına getirdikleri câhil, hattâ mason din adamları böyle bozuk fetvâlar vermekten çekinmemişlerdir. Müslümanın uyanık olması, masonların ve mezhepsizlerin, münâfıkların ve bid'at sahiplerinin, bölücülerin güler yüzlerine ve tatlı sözlerine aldanmaması, onların yazılarına değil, (Ehl-i sünnet) âlimlerinin kitaplarına uyması ve bu kitaplara uyan hakîkî din adamlarına tâbi olması lâzımdır.
8- İmâm-ı Ahmed Rabbânî hazretlerinin (Mektûbât) kitabının üçüncü cilt, yirmiikinci mektûbunun sonunda yazılı, (Müslümanları sıkıştırmak, onları incitmek haramdır. Şâfi'î âlimleri, kendi mezheplerinde yapılması güçleşen şeylerin Hanefî mezhebine göre yapılmasına fetvâ vermiş, müslümanların işini kolaylaştırmışlardır) sözleri, (Mâlikî veya şâfi'î mezhebini taklîd ettirmek, müslümanlara güçlük çıkarmaktır) diyenlerin haklı olduğunu göstermek şöyle dursun, bu yazıyı dikkat ile okuyan kimse, diş kaplatmak ve doldurtmak için mâlikî veya şâfi'î mezhebine göre gusletmeye niyet etmenin lâzım olduğunu ve böyle yapmanın müslümanlara kolaylık olduğunu iyi anlar.
9- (Kaplama ve dolgusu olanların bu mes'elede başka mezhebe geçmelerine fetvâ verenler olduğunu ve bu mevzû'da yazılar neşrettiklerini müşâhede ediyoruz) sözü de iftirâdır. Biz hiçbir kitabımızda, diş kaplatanın ve dolduranın Hanefî mezhebinden çıkarak, mâlikî veya şâfi'î mezhebine geçmesi lâzım olduğunu bildirmedik. Bunların yalnız gusül ve abdest ve namaz için niyet ederken, veya unutursa, namazdan sonra hâtırladığı zaman, (Mâlikî veya şâfi'î mezhebini taklîd etmeye) niyet etmeleri lâzım geldiğini yazdık. Bu ise, Hanefî mezhebinden çıkarak mâlikî veya şâfi'î mezhebine geçmek değildir. Diş kaplatmak veya doldurtmak, Hanefî mezhebinde guslün sahih olmasına mani oluyor. Mâlikî veya şâfi'î mezhebinde ise mani olmuyor. Hanefî mezhebinde olan bir kimsenin, diş kaplatınca veya doldurunca gusle, abdeste ve namaza niyet ederken, mâlikî veya şâfi'î mezhebine göre de niyet etmesinin lâzım olduğunu, imam-ı Rabbânî hazretlerinin yukarıdaki mektûbu gösterdiği gibi, fıkh kitapları da yazmaktadır. Meselâ, (Merâk-ıl-felâh) hâşiyesinde, namaz vakitlerini anlatırken diyor ki, (Zarûret olmasa da, başka mezhep taklîd edilir. Fakat, o mezhebin şartlarını yerine getirmek lâzımdır. Çünkü, hükm-i müleffak, sözbirliği ile bâtıldır. Şâfi'î mezhebini taklîd edenin, imam arkasında Fâtiha okuması ve zî-rahm mahrem olmıyan kadının cildine dokununca abdestini tâzelemesi ve çok az necâsetten sakınması lâzımdır.) (Dürr-ül-muhtâr)da namaz vakitlerinin sonunda diyor ki, (Zarûret olduğu zaman başka mezhep taklîd edilir. Fakat, o mezhebin şartlarını yerine getirmek de lâzımdır. Mezhepleri telfîk etmenin bâtıl olduğu söz birliği ile bildirildi.) İbni Âbidîn bunu açıklarken, (Zarûret yok iken de, hattâ, amelden sonra da taklîd edilir) diyor. (Fetâvel-hadisiyye)de 113. sayfada diyor ki, (İmâm-ı Sübkî buyurdu ki, şer'î bir ihtiyacı gidermek için başka mezhep taklîd edilir.) Abdülganî Nablüsî, (Hülâsat-üt-tahkîk) kitabında diyor ki, (Şeyh Abdürrahmân İmâdî buyurdu ki, Hanefî mezhebinde olan kimse, zarûret olduğu zaman, diğer üç mezhepten birini taklîd ederek bir farzı terk edebilir. Fakat, o mezhebin o işteki şartlarına uyması lâzımdır. Zarûret olmadan da, taklîd etmesi câiz olur diyen âlimler çoktur.)
Fıkh âlimlerinin yukarıdaki beyanlarından anlaşılıyor ki, zarûret ile veya zarûret olmadan yapılan birşey, farzın yapılmasına mani olursa veya haram işlemeye sebep olursa ve bunu önlemekte haraç bulunursa, insan, kendi mezhebinin bildirdiği kolaylıklardan istifâde ederek o farzı yapar. Mezhebin kolaylıkları ile de o farz yapılamazsa, o işin farz olmadığı başka bir mezhebe uyarak o ibâdet yapılır. O iş, dört mezhepte de farz ise veya başka mezhebin şartlarına uymak mümkün olmazsa, o şey zarûret ile yapılmış ise, ibâdetteki o farzı yapmak sâkıt olur. Yâni yapılmaması câiz olur. Fakat, zarûret ile yapılmamış ise veya zarûret ile, haraç bulunan ve haraç bulunmıyan birkaç şey yapılabilip, insan bu şeylerden dilediğini yapmakta serbest olup, haraç bulunanı yaparsa, yine başka mezhebi taklîd eder. Taklîd etmesine imkân olmazsa, o farzın yapılması sâkıt olmaz. Haraç bulunmıyan şeyi yaparak, o ibâdeti îfâ etmesi lâzım olur. Zarûret olmayıp, yalnız haraç bulunmasında da böyledir. Haraça yâni zahmete, zorluğa sebep olan şeyi yapmamak lâzım olur. Diş çürümeye başlayınca, şiddetli ağrı yapar. Buna mani olmak zarûret olur. Bunun için de, kaplama, dolgu yapmak veya protez yapmak lâzımdır. Protez yapmak, sıhhat için daha iyidir. Bugün Amerikalılar, çürümeye başlıyan dişi hemen çıkarıp, yerine protez veya yarım yâhut bütün damaklı dişler yapıyorlar. Yâni sun'î diş takıyorlar. Sun'î dişler, ağzı yıkarken çıkarılabiliyor. Altları yıkanıyor. Bunun için, gusül abdestinin sahih olmasına mani değildirler. Kaplama ve dolgu ve protez yapılan yerlerde, kaplama ve dolgu zarûret olmaktan çıkmakta, yalnız haraç kalmaktadır. Protez yaptırmak istemeyip, kaplama ve dolgu yaptıranların gusül abdesti alırken mâlikî veya şâfi'î mezhebini taklîd etmeleri lâzımdır. Bu iki mezhebi taklîd mümkün olmasaydı, kaplama ve dolgu yaptırmamaları, ağrı yapan dişi çıkarmaları, protez yaptırmaları lâzım olurdu.
Haraç yâni zorluk olduğu zaman, başka mezhebi taklîd etmek mezhep değiştirmek demek değildir. Başka mezhebi taklîd eden bir hanefî, hanefî mezhebinden çıkmış değildir. Meselâ, derisinden kan çıkınca da, abdest almakta ve vitr namazını vâcib olarak kılmaktadır. Gusül abdesti için taklîd edilince, yalnız gusülde, abdestte ve namazda mâlikî veya şâfi'î mezhebini taklîd etmektedir. Taklîd ettiği mezhebin bir şartını, zarûret yok iken yapmazsa, bu ibâdetleri sahih olmaz. İki mezhebi zarûretsiz karıştırmış, (Telfîk) etmiş olur. Guslü ve namazı iki mezhebe göre de sahih olmaz. Tekrar edelim ki, mezhep taklîdi, yalnız niyet etmekle, lâf ile olmaz. İkinci mezhebin farzlarını, müfsidlerini öğrenmek ve bunların hepsine uymak şarttır.
197 - Dişlerinde kaplama veya dolgusu olduğu için mâlikî veya şâfi'î mezhebini taklîd edenin namazlarının bu mezhebe de uygun olması lâzım olduğundan, namazın bu mezhebe göre farzlarını bilmek lâzımdır. Aşağıdaki yazılar, (El-fıkh-ü alel-mezâhib-ül-erbe'a) kitabından tercüme edildi: Namaz, islâm dîninin temellerinden en mühimmidir. Allahü teâlâ, kendisine ibâdet ve nîmetlerine Şükretmek istiyenlere namaz kılmalarını emretmiştir. Her gün, beş vaktte, namaz kılmağı farz etmiştir. Hadis-i şerifte, (Allahü teâlâ, kullarına hergün beş kere namaz kılmalarını emretti. Bu emri, birinci vazîfe bilerek yapanı Cennete sokacağını söz verdi) buyuruldu. Namazın şânını, yüksekliğini bildiren ve namaz kılmaya teşvîk eden, çok hadis-i şerif vardır. Bu emre önem vermiyene ve namaz kılmakta tenbellik edene çok acı azâblar yapılacağı bildirilmiştir. Namaz kılmak, kalbleri temizler. Günahların affedilmelerine sebep olur. Fakat, kulluk vazîfesi olduğunu düşünmeden, şehvetlerini, dünya çıkarlarını düşünerek kılınan namaz, şartlarına uygun olup, sahih olsa bile, dünyada ve âhırette faydası olmaz. Namaz kılarken, Allahü teâlânın büyüklüğünü, Onun emrini yapmağı düşünmek lâzımdır. Ancak, böyle kılınan namaz, kalbi temizler. İnsanı kötülük yapmaktan korur. Allahü teâlâ, insanın kalbine bakar. Görünüşüne, hareketlerine bakmaz. Yâni temiz niyet ile, Allah korkusu ile yapılan iyilikleri kabûl eder. Namaz kılarken, önce niyeti düzeltmek, sonra farzlarına, şartlarına uygun kılmak lâzımdır. Bedeni, ruhu ile birlikte olarak namaz kılmalıdır. Namaz kılarken, Allahü teâlânın, kendisini gördüğünü, okuduklarını işittiğini, düşündüklerini bildiğini unutmamalıdır. Hergün, her namazda, böyle düşünen kul, hâlıkına yakın olur. Onun sevdiği bir velî olur. Böyle kuldan, kimseye zarar gelmez. Herkese iyilik yapar. Vatanına, milletine faydalı olur.
Namaz, lugatta, iyilik istemek, birinin iyiliği için duâ etmek demektir. İslâmiyette namaz, emredilen hareketleri yaparak, emredilen şeyleri okumaktır. Namaza (İftitâh tekbîri) ile başlanır. Selâm vermekle biter.
Hanefî mezhebinde, dört türlü namaz vardır: Farz-ı ayn olan, farz-ı kifâye olan, vâcib olan ve nâfile olan namazlar. Sünnetlerin hepsine nâfile namaz denir.
198 - Şâfi'î mezhebinde, namazın şartları iki kısmdır: Vücûb şartları ve sıhhatinin şartları. Namazın vücûbünün şartları, şâfi'îde altıdır: Bu altı şart kimde varsa, onun namaz kılması lâzımdır. Müslüman olmak, namazın emrolduğunu işitmek, âkıl ve bâlig olmak. Hayzdan ve nifâstan temiz olmak, işitir ve görür olmak. Namazın sahih olması için, şâfi'î mezhebinde yedi şart vardır: Hadesten tahâret [yâni, abdest almak ve gusletmek], necâsetten tahâret [yâni bedenin, elbisenin ve namaz kılacağı yerin temiz olması], setr-i avret [yâni, avret yerini örtmek], istikbâl-i kıble, namaz vaktinin geldiğini bilmek, namazın farzlarını, müfsidlerini [yâni, namazı bozan şeyleri] bilmek ve müfsidlerden sakınmaktır.
Şâfi'î mezhebinde abdestin farzları altıdır: Birincisi, yüzü yıkamaya başlarken niyet etmektir. Elleri, ağzı, burnu yıkarken yapılan niyet sahih olmaz. İkinci farz, yüzü yıkamaktır. Şâfi'îde çenenin altını ve sarkan sakalı yıkamak da farzdır. Seyrek olup, altındaki deri görünen sakalı tahlîl ederek, altındaki deriyi ıslatmak da farzdır. Sık sakalın tahlîli sünnettir. Üçüncü farz, kolları, dirsekleri ile birlikte yıkamaktır. Tırnak altındaki kirleri temizleyip, altlarındaki deriyi ıslatmak lâzımdır. Dördüncü farz, başın, az olsa da, bir kısmını mesh etmektir. El ile mesh şart değildir. Bir kısmına su serpmekle de olur. Sarkan saçı mesh, sahih olmaz. Beşinci farz, ayakları, hanefîde olduğu gibi yıkamaktır. Altıncı farz, yukarıda bildirilen dört uzvu, sırayı bozmadan yıkamaktır. Sırayı bozunca, abdest sahih olmaz. Sıra ile yıkamak, hanbelîde de farzdır. Mâlikîde ve hanefîde ise, sünnettir.
Bevl, mezî ve vedîden biri çıkınca, dört mezhepte de abdest bozulur. Nikâhları ebedî haram olan 18 kişiden başka ihtiyâr erkek, ihtiyâr kadın dahî derileri birbirlerine dokununca, biri ölü olsa dahî şâfi'îde ikisinin de abdesti bozulur. Mesti açık olarak giyip, sonra bağ veya başka şeyle kapamak, dört mezhepte de câizdir. Örttükten sonra hiç delik bulunmaması şâfi'îde şarttır.
Şâfi'îde guslün farzı ikidir: Birincisi, niyet etmektir. İkincisi, bütün bedeni yıkamaktır. İlk yıkamaya başlarken niyet etmek lâzımdır. Daha önce edilirse, gusül sahih olmaz. Kadının da, örgülü saçı çözüp, arasını ıslatması farzdır. Sünnet derisinin altını yıkamak farz olduğu için, şâfi'îde sünnet olmak vâcibdir.
Şâfi'îde, leşin bütün azası, kemiği, derisi, kılı, kanadı, yünü necistir. Hanefîde, kemiği, tırnağı, gagası, pençesi, boynuzu, kılı temizdir. Şâfi'îde, köpeğin her yeri necistir. Her çeşit kan ve sarı su kıyh yâni cerâhat necistir. Renksiz su, ter, temizdir. Hanefîde renksiz su, hastalıkla akarsa, necistir. Kabarcıklardan çıkan su, hastalıkla olmadığı için, tâhirdir. İnsanın ve eti yinmiyen hayvanların hattâ süt emen sabînin pislikleri, idrârları ve kusmukları her mezhepte necistir. Merkeb ve katır böyledir. Hanefîde, bunlardan kuşların necâsetleri, hafîftir. Şâfi'îde, eti yinen hayvanların pislikleri, bevlleri de necistir. Hanefîde ise, hafîfe olup havada pisliyen, eti yinen kuşlarınki tâhirdir. Şâfi'îde, insanın ve hayvanların menîsi tâhirdir. Diğer üç mezhepte, menî, mezî ve vedî necistir. Mezî, zevk zamanında çıkan, renksiz sıvıdır. Vedî, idrârdan sonra gelen beyaz sıvıdır. Mi'deden gelmiyen kusmuklar, iki mezhepte de temizdir. Kâfirin ve fâsıkın ve cünübün ve eti yinen hayvanların ve atın artıkları temizdir. Hınzırdan başka, eti yinmiyen hayvanların sütleri, hanefîde tâhirdir. Diğer üç mezhepte necistir. Necâset ateş ile yakılınca, külü ve dumanı ve zaman ile toprak olunca, hanefîde tâhir olur. Diğer üç mezhepte tâhir olmaz. Üzümden, hurmadan ve herşeyden elde edilen sarhoş edici mâyı'lerin [sıvıların] hepsi dört mezhepte de necistir. [Biranın ve ispirtonun kaba necâset oldukları, buradan anlaşılmaktadır. Çünkü, hanefîden başka, üç mezhepte, necâsetlerin her çeşiti kabadır. Hafîf necâset yoktur.]
[Abdestte ve gusülde kullanılmış olan (Mâ-ı müsta'mel) denilen su, üç mezhepte, yalnız tâhirdir. Fakat, mutahhir değildir. Yâni temizdir. Fakat, temizleyici değildir. Mâlikîde, hem tâhirdir, hem de mutahhirdir. (Mîzân).]
Mâlikîde, namaz kılanın, necâseti temizlemesi farz veya vâcib değil, sünnettir, dediler. Unutarak veya temizlemekten âciz olarak kılınan namazı, iki kavle göre de sahih olur. Necâset bulunduğunu bilmiyerek veya bilip de önem vermiyerek kılmış ise, birinci kavle göre namazı sahih olmaz. İkinci kavle göre sahihdir. Diğer üç mezhepte, temizlenmesi farzdır.
Hanefîde, kedi ve fâre idrârırın elbiseden temizlenmesinde, haraç [meşakkat] ve zarûret olduğu bildirilerek, dirhemden fazlası da affolundu. Necâsetten kalkıp, elbiseye konan sineğin bıraktığı leke affedildi. Ölü yıkayanın, üstüne sıçrayan müsta'mel su ve necâset karışmış sokak çamuru ve hafîf necâsetin, elbisenin veya bedenin dörtte birinden az kısmına bulaşması affedildi. Necâsetlerin bir mâyı'a karışmasında, hafîfe veya galîza olmalarına ve miktârlarına bakılmaz. Mâyı' hemen necis olur.
Şâfi'îde, görülmiyecek kadar az necâset ve necâsetten ateş te'sîri ile çıkan buhârın azı ve ateş ile ısıtmadan çıkanın çoğu affedilmiştir. Taş ile tahâretlenince kalan necâset eseri, namazına mani olmaz. Sokakta, necâset karışık çamurun elbiseye, bedene sıçraması, meyvede ve peynirde hâsıl olan kurtcağızlar, peynir yapılan kuzu mi'desindeki madde, ilâcları ve kokuları islâh için, içlerine konulan necis mâyı'ler affedilmiştir. Sinek tersleri [pislikleri], havzdaki balık pisliği, uyuyanın ağzından gelen sarı su, abdest alınan havzlarda az fâre tersi, necis yara üstüne konan yakıya bulaşan, çocuğun ağzından memeye bulaşan necâset, akıcı kanı olmıyan hayvanın öldüğü su, veşm [ve şırınga iğnesi] yerinden çıkan kana karışan ilâc, burundan, kulaktan, gözden çıkan kanın az miktârı, kabarcık, çıban veya yaradan çıkan kanın, kendi sıkıp çıkarmamış ise ve uzva yayılmamış ise, elbiseye bulaşan fazla miktârı da, kendi çıkarmış ise az miktârı ve hacamat, iğne yerinden çıkan çok miktârı, şâfi'îde affedilmişlerdir.
[Şâfi'î mezhebine göre, (özr sahibi) olanın, her namaz vakti girince, önce istincâ etmesi, sonra akıntıyı durdurmak için, pamuk koyması veya bez ile sarması, sonra hemen abdest alıp, namaz kılması lâzımdır. Namaz kılarken, akıntı pamuktan dışarı taşarsa, namazı fâsid olmaz. Abdest alırken, (namaz kılmak için abdest almaya) niyet etmesi lâzımdır. Namaz vakti çıkınca, yeniden istincâ ve abdest almak lâzım olur. Şâfi'îde, dokuz yaşından küçük kızdan gelen ve büyük olanlarda 24 saattan az ve onbeş günden çok devam eden kana, (İstihâza) kanı denir.]
Hanefîde, iftitâh tekbîrini, vakit çıkmadan alırsa, namaz vaktinde kılınmış olur. Namazın hepsi, vakit çıkmadan tamam olmazsa, küçük günah olur. Mâlikîde ve şâfi'îde, bir rekâtın hepsi vakit içinde olmazsa, o namaz edâ olmaz, kaza olur. Şâfi'î mezhebinde de, beş vakit namazı, vakitlerinin evvelinde kılmak eftaldir. Kadının sarkan saçları, şâfi'îde de avrettir. Avretini açarsa, namazı hemen bozulur. İnce kumaş altındaki cildin rengi belli olursa, namaz bâtıl olur. Örtü cilde yapışıp, uzvun şekli belli olursa, bâtıl olmaz. Çıplak olan, örtü bulmak Ümidi varsa, vaktin sonuna kadar beklemesi vâcib olur.
Namaz dışında da, avret mahallini, kendinden ve başkasından örtmek farzdır. Zarûret olunca, zarûret miktârı açılır. Müslüman kadının, yabancı erkekler ve kâfir, mürted ve fâsık kadınlar yanında örtünmeleri farzdır. [Üç mezhepte, yalnız yüzlerinin ve ellerinin, hanefîde ise ayaklarının da avret olmadığı (Mîzân-ül-kübrâ)da yazılıdır.] Hanbelîde, kâfir kadınlarına da örtünmez. Şâfi'îde, küçük çocuğun avret yeri, terbiye edenden başkasına haramdır. Erkeğin dizi, hanefîde avrettir. Diğer üç mezhepte değildir. Mekkede olanın, namazını Kâbenin binâsına karşı kılması farzdır. Mekkeden uzakta olan için de şâfi'îde böyledir. Zan-nı gâlibi Kâbeye karşı olmalıdır. Kıble ciheti, âdil olan bir müslümana sorarak, câmi mihrablarına, güneşin kıble saatine gelmesine, yıldızlara, pusulaya bakarak anlaşılır. Bunlarla anlıyamazsa, ictihâd eder, araştırır. İctihâd ile bulamazsa, namaz kılanlara tâbi olur. Şâfi'îde namazın içinde olan farzlar onüçtür: Beşi ağız ile, sekizi kalb ve beden ile yapılır. Ağız ile olanlar, iftitâh tekbîri, her rekâtta Fâtiha okumak, son rekâtta teşehhüd okumak, salevât okumak, birinci selâmı söylemektir. Kalb ve beden ile yapılanlar: Niyet, kıyâm, rükü', kavmede dik durmak, iki secde, celsede oturmak, son rekâtta teşehhüd miktârı oturmak, bunları sırası ile yapmaktır. Şâfi'îde niyet ederken, namazın farz olduğuna, namazın şeklini, yâni oturmağı, rükü'unu, secdelerini, selâm vermesini düşünmek, hangi namazı kılacağını niyet etmek lâzımdır. Niyet, iftitâh tekbîrini söylerken yapılır. Edâ veya kaza olduğunu niyet etmek şart değildir. Bu ikisini birbiri yerine düşünürse, namazı sahih olmaz. Rekât adedi de böyledir. Sünnetlerin de cinsini, farzdan evvel veya sonra olduklarını niyet lâzımdır. Yalnız kılan, namazı arasında hâsıl olan cemaate uyabilir. Namaza başlarken, tekbîr getirmek, dört mezhepte de farzdır. Hanefîde, tekbîr olarak, (Allahü ekber) demek vâcibdir. Diğer üç mezhepte farzdır. İftitâh tekbîrinin sahih olması için, şâfi'îde onbeş şart vardır: Arabî olmak, farz namaza ayakta niyet etmek, Allahü ekber demek, (ber) derken uzatmamak, (be)yi şeddeli okumamak, iki kelimenin arasında veya önce (vav) harfi okumamak, iki kelime arasında durmamak. Allahul-ekber veya Allahul'azîm ekber demek câizdir. Kendi işitecek kadar sesli okumak, namaz vakti girmiş olmak, Kıbleye karşı söylemek, imamdan sonra söylemek lâzımdır.
Sünnet ve nâfile namazları ayakta kılmak farz değildir. Hanefîde Fâtiha okumak vâcibdir. Diğer üç mezhepte farzdır. Şâfi'îde, imam arkasında, cemaatin Fâtiha okumaları farzdır. Hanefîde ve mâlikîde farz değildir.
Şâfi'îde namazın sünnetlerinden birisi, imamın ve yalnız kılanın, sabah, akşam, yatsı namazlarında, Fâtiha ve zamm-ı sûreyi yüksek sesle okumaktır. Yabancı erkek yanında olmadığı zaman, kadın da yüksek sesle okur. Cemaat, kendi işitecek kadar, sessiz okur. İmâm yüksek sesle okuduğu zaman, cemaat, imam ile birlikte ve yanındaki işitecek kadar yüksek sesle âmîn der. Sessiz okuduğu zaman ve kendi okuyunca sessiz der. İmâmın, yüksek sesle okuduğu namazlarda, Fâtihayı okuduktan sonra, cemaatin de Fâtihayı okuyacakları vakit kadar susup veya sessiz birşey okuyup, bundan sonra, zamm-ı sûre okunmaya başlaması sünnettir. [Buradan anlaşılıyor ki, imam yüksek sesle Fâtiha okurken cemaat okumayıp, imamı dinlerler. İmâm ile birlikte âmîn dedikten sonra, Fâtiha okurlar.] İmâm Fâtihayı bitirdikten sonra uyan, Fâtihayı okumaz. Üç mezhepte, kendi işitecek kadar sesli okumak farzdır. Mâlikîde farz değil, müstehabdır. Eli üzerine secde, üç mezhepte sahih değildir. Hanefîde mekruhtur. Secdede, kalça baştan ve sırttan aşağıda kalmıyacak kadar yükseğe secde câizdir. Hanefîde ise, secde yerinin, dizlerin konduğu yerden yarım zrâ' [yirmibeş santimetre] yüksek olması câizdir. Fakat, mekruhtur. Câmide boş yer yoksa, önündekinin arkasına secde edilebilir. Fakat, öndekinin aynı namazı kılmakta olması ve yere secde etmesi lâzımdır. Mâlikîde ve şâfi'îde namazın vâcibleri yoktur. Hanbelîde ve şâfi'îde, namazın sünneti, müstehabı demektir. Bunları terk edene, bir cezâ yapılmaz. Yalnız, sevabından mahrum olur. Sesli okunan namazlarda, Fâtihadan sonra, yüksek sesle âmîn denir. Ayakta eller, göbek üstünde, biraz solda bağlanır. Ayakta, Fâtihadan sonra, bir sûre okumak, hanefîde vâcib, diğer üç mezhepte sünnettir. Şâfi'îde, her rekâtta E'ûzüyü okumak sünnettir ve Fâtihadan evvel Besmele okumak farzdır. Okumazsa, namazı sahih olmaz. Zamm-ı sûreleri rükü'da tamamlamak, dört mezhepte de mekruhtur. Fâtihayı tamamlamak ise, hanefîde mekruhtur. Diğer üç mezhepte, namazı ifsâd eder. Kalbi meşgûl etmiyen canlı resmi nerde bulunursa bulunsun, şâfi'îde, namazı mekruh yapmaz. Özrlü olanın özürsüz olana ve başka mezhepte olana imam olması şâfi'îde ve mâlikîde sahihdir. Aynı imama uyan kadın, erkeğin yanında veya önünde ise, üç mezhepte, ikisinin de namazı bozulmaz. Hanefîde ise, iki yanında ve arkasında kılan erkeklerin namazları bâtıl olur. Fakat, namazda iken imama uyan kadına, imam veya cemaatten biri, geri çekilmesi için eli ile işaret eder, o da çekilmezse veya imam, kadınlara imam olmaya niyet etmemiş ise, kadının namazı fâsid olur, erkeğin olmaz. Bir hizâda, bir rükn miktârı durmamış ise veya biri, bir adam boyundan fazla yüksekte kılıyorsa yâhut aralarında dikili baston, direk veya bir adam duracak kadar boşluk varsa, ikisinin de bozulmaz. Aynı imama uymamış iseler de, bozulmaz ise de, kadın için tahrîmen mekruh olur. Abdesti, guslü, teyemmümü, mest veya cebîre üzerine meshi bozacak birşey, selâm vermeden önce hâsıl olursa, üç mezhepte namaz bozulur. Son teşehhüdü okumağı bitirmeden önce olursa, hanefîde de bozulur. Beş vakit namazdan sonra, hemen bir âyetelkürsî ve doksandokuz tesbîh ve bir tehlîl okumak müstehabdır. Farzdan veya son sünnetten sonra okunurlar. Şâfi'îde birincisi, hanefîde ikincisi eftaldir. Sonra, duâ edilir.
199 - (El-fıkh-u alel-mezâhib-il erbe'a)da diyor ki, (Mâlikî mezhebinde, sağlam insandan çıkan bevl, menî, mezî, vedî, istihâza kanı, gâit ve yel abdesti bozar. Taş, solucan, cerâhat, sarı su, kan çıkınca bozulmaz. Abdesti bozanlar, hastalık ile çıkarsa ve çıkması men olunamazsa, meselâ bevl, bir namaz vaktinin yarısından çok devam eder ve çıkma zamanı belli olmazsa, abdesti bozmaz. İkinci kavle göre, bu üç şart olmasa da, hastanın abdesti bozulmaz. Çıkmadığı zaman abdest alması müstehab olur. Hanefî mezhebindeki özr sahibi hastaların, ihtiyârların, abdest almakta haraç ve meşakkat olduğu zaman, bu kavli taklîd etmeleri sahih olur. Bevlin kesildiği zamanı belli ise, bu zamanda abdest alması iyi olur. İstibrâ zamanı uzun süren veya sonraları damlayan ve bir namaz vakti devamlı akmadığı için özrlü olamıyan hanefî ve şâfi'îler, mâlikî mezhebini taklîd eder. Bunun için, abdeste ve gusle başlarken niyet eder. Abdestte ve gusülde her uzvu el ile veya havlu ile hafîf delk etmeli, sığamalı, abdestte başın her yerini mesh etmelidir. Kulaklar üstündeki cilt, baş demektir. Mesh edilmesi farzdır. Bu cildin, yüz sayılarak gasl edilmesi, hanefî kitaplarında yazılı değildir. Her uzvu aralıksız yıkamak farzdır. Kulakları mesh için elleri yeniden ıslatmak sünnettir. Lezzet kastederek, nikâhlamak câiz olan kadının cildine, saçına dokunmak ve avucunun veya parmaklarının içi veya yanları ile zekerine dokunmak, abdest aldığında veya bozulduğunda şüphe etmek abdestini bozar. Gusülde ağzı ve burnu yıkamak farz değil, sünnettir. Örgülü saçı çözüp mesh etmek lâzımdır. Mest üzerine meshin müddeti yoktur. Her namaz vakti için ayrı teyemmüm yapılır. Kelb [köpek] ve hınzır [domuz] necis değildir. Fakat, yenilmeleri haramdır. Balığın dahî kanı necistir. Eti yinen hayvanların bevli ve gâiti tâhirdir. Necâsetten tahâret bir kavle göre farz, diğer kavle göre sünnettir. Bâsûr, idrâr, gâita damlaları bedene, çamaşıra bulaşırsa affolur. İnsanın ve hayvanın kanının, yara, çiban suyunun avuç içi kadarı affolur. Namazda her rekâtta Fâtiha okumak, bir omuzuna selâm vermek ve iki secde arasında oturmak ve rükü'da, secdelerde tumânînet [sâkin durmak] farzdır. İmâmın gizli okuduğu rekâtlarda cemaatin Fâtiha okumaları müstehab, âşikâre okuduğu zaman cemaatin de okuması mekruhtur. Kıyâmda, sağ el sol elin üstünde olarak, göğüs ile göbek arasına koymak veya iki eli iki yana salıvermek müstehabdır. Farzlarda (E'ûzü...) okumak mekruhtur. Fâtihayı rükü'da tamamlamak namazı bozar.) Misafir ile mukîmin birbirlerine imam olmaları hanefîde câiz, mâlikîde mekruhtur. Mâlikîyi taklîd eden hanefî, dört gün kalmaya niyet ettiği yerde, dördüncü günde farzları dört rekât kılmaya başlar. Mukîm ile cemaat yapabilirler. Çünkü, mekruhta kendi mezhebine tâbi olur.
200 - Resûlullah buyurdu ki: Bir müslümanda üç şey bulunmazsa, ehl-i Cennettir:
1- Kibir, 2- Haset, 3- Hıyânet.
Her musîbete ve belâya sabr etmek, şikâyet etmemek lâzımdır. Zîrâ, sabrı bulunmıyan insanların dinleri kolaylıkla helâk olur. Derd ve belâ çekenlere sevap olmaz. Derd ve belâlara sabr edenlere, bunları Allahü teâlâdan bilip, Ona yalvaranlara sevap vardır.
201 - Bir müslüman: Dünyada azîz, âhırette sa'îd olmasını isterse, kendisinde şu üç huy bulunsun:
1- Mahlûkattan hiçbir şey beklememek.
2- Müslümanları [ve zimmî kâfirleri, ölmüş iseler de] gıybet etmemek.
3- Başkasının hakkı olan bir şeyi almamak.
Allahü teâlâ üç şeyi çok sever:
1- Cömertlik.
2- Korkmadığı kimsenin yanında doğruyu söylemek.
3- Gizli yerlerde de Allahü teâlâdan korkmak.
Allahü teâlâ, Tûr-i Sinâda, Mûsâ aleyhisselâma buyurdu ki: (Bir kimseye, Hak teâlâdan kork deseler, o kimse de Allahdan korkmağı bana mı öğretiyorsun, sen Allahdan kork derse, en fena insan odur.)
202 - Kimsenin günahını başına kakma! Müslüman olsun, kâfir olsun, bir kimsenin hakkını alıp da tevbe etmeyip onunla helâllaşmazsan, Resûlullah sana lânet eder. Ana-babanın ve dînini öğreten hocasının meşru olan emirlerine âsî olanlar da mel'ûndur. Allahü teâlânın rızasının gayrine, meselâ falanca kimseye diyerek kurban kesenler de bu lânet halkasına dahildirler. Kızına zinâ ettiren, çıplak gezdiren, evlatlarına îmanı, haramları öğretmiyen babalar ve analar ve Allahü teâlâdan başkasına ibâdet ve secde edenler de mel'ûndurlar.
[Abdülganî Nablüsî (Hadîka)da el ile yapılan günahları anlatırken diyor ki: (Zor ile gasb edilen ve rüşvet olarak alınan, çalınan mallara ve kendinde emânet olan malları ticârette kullanarak elde edilen kâra ve Dâr-ül-harbde yâni kâfir memleketlerine gidenin [tüccârın, seyyâhın], kâfirlerden, rızaları olmadan aldığı mala, (Mâl-ı habîs) denir. Bunları kullanması haram olur. Sahiplerine geri verilmeleri, sahipleri bilinmiyorsa, fakirlere sadaka verilmeleri lâzım olur. Başkasının mülkünü, ondan izinsiz kullanmak haramdır.) Müslüman, Dâr-ül-harbdeki kâfirlerin bile mallarına, canlarına, ırzlarına dokunmaz. Nakil vâsıtalarının ücretlerini öder. Kimseye hiyânet etmez.]
Peygamberimiz buyurdu ki: (Bir kimse, birine su verse ve o da, ona karşı bir temennâ etse, eğilse, Allaha ortak koşmak olur.) Yine buyurdu ki: (El kaldırarak selâm vermek ve Allahdan başkasına yemin eylemek de şirktir.) Meselâ, (babanın canı için) diyerek yemin etmemelidir.
[Yukarıdaki hadis-i şerifte, el kaldırarak selâm vermenin şirk olduğu bildirildi. Hanefî mezhebinin büyük âlimleri yâni ictihâd makamına yükselmiş olan âlimler buna benziyen hadis-i şerifleri karşılaştırmışlar, hanefî mezhebinin üsûl ve kavâ'id-i mezhebiyyesine göre incelemişler. Uzakta olana, yalnız el kaldırarak selâm vermenin mekruh olduğunu, söz ile ve el ile birlikte selâm vermenin kerâhetsiz câiz olduğunu anlamışlardır. Bunun gibi, İbni Âbidînde namazın mekruhları sonunda yazılı hadis-i şerifte, (Namazlarınızı ayakkabı ile kılınız. Yahudilere benzemeyiniz!) buyuruldu. Hâlbuki, fıkh âlimleri, ayakları örtülü kılmanın sünnet, ayakları açık olarak kılmanın mekruh olduğunu bildirdiler. Yine bunlar gibi, (Hadîka)nın ikinci cildi, beşyüzseksenbirinci sayfasında, (Saçını, sakalını siyaha boyayanlar, Cennet kokusunu bulamazlar) hadis-i şerifini bildirdikten sonra, âlimlerin hepsi, siyaha boyamak mekruhtur dedi. Câiz diyenler de oldu. (Mebsût)da böyle yazılıdır. Hz. Osman ve Hz. Hüseyn ve Ukbe bin Âmir ve İbni Sîrîn ve Ebû Bürde ve başkaları siyaha boyarlardı diyor. (Hadîka), ikinci cilt, beşyüzseksenikinci sayfada diyor ki, (Saç, sakal boyamakta, bulunduğu yerdekilerin âdetlerine uyulur. Bulunduğu şehrin âdetine uymamak, şöhret olur. Tahrîmen mekruh olur.) (Mişkât)daki hadis-i şerifte, (Müşriklere muhâlefet edip, sakalınızı uzatınız!) buyuruldu. Hâlbuki, Hâdimî (Berîka)nın binikiyüzyirmidokuzuncu sayfasında, (Sakalı kazımak sünnete muhâlefet olur. Emr-i vücûbî olsaydı, haram olurdu. Sakalı bir kabza [bir tutam] uzatmak sünnettir. Bundan kısa yapmak ve kazımak câiz değildir. Bazı kimseler, sakalını kazıyanın veya kısaltanın imam olması câiz olamaz. Yalnız kıldığı namaz da mekruh olur. Bu kimse mel'ûndur, diyorlar. Bu sözlerini (Tahâvî)den aldıklarını bildiriyorlar. Böyle sözler doğru değildir) diyor. Ehl-i kitaba [yâni yahudilere, hıristiyanlara] ve müşriklere, muhanneslere [yâni kötü oğlana] benzemek şiddetle men olunmaktadır. Tahtâvînin, (Merâk-ıl-felâh) hâşiyesi yüzseksenbeşinci sayfasında, (Ehl-i kitaba benzemenin dereceleri vardır. Yimek, içmek gibi âdet olan zararsız şeylerde benzemek câizdir. Kötü, zararlı şeylerde teşebbüh kastederek benzemek haramdır. Teşebbüh kastetmezse câiz olur) diyor. Kâfirlerin dinlerine mahsûs olup, kâfirlik alâmeti olan şeylerde, kastolmadan da benzemek küfür olur. Faydalı dünya işlerinde benzemek câiz, hattâ sevap olur.
203 - Hiç kimseye lânet eyleme. Zîrâ, lânet eylediğin adam lânete müstehak değil ise, yaptığın lânet sana döner.
Hayvânâta dahî lânet eyleme! Zîrâ, melekler, sana lânet ederler. Namazı terk edene, yüzüne karşı da, arkasından da lânet edilir. Zîrâ, farz olan namazı özürsüz terk eden, dört kitapta da mel'ûndur. Elinden geldiği her zaman emr-i mâruf eyle, yâni islâmiyetin emirlerini söyle, fena şeylerden men et! Peygamberimiz buyurdu ki: (Ahlâk-ı zemîme [yâni fena ahlâk] olan dört şeyden vazgeç, onlardan çok sakın:
1- Çok mal toplayıp, yimemek.
2- Hiç ölmiyecekmiş gibi dünyaya sarılmak.
3- Bahîl olmak [yâni, cimri olmak].
4- Harîs olmak.)
İnsanda hayâ olmak, îman nişânıdır. Hayâsızlık, küfrü mûcibdir. Hayâ, evvelâ Allahü teâlâya karşı olur.
204 - Herhangi bir işini, bahîl, yâni hasîs kimselere danışma! Çünkü, seni sonra insanlar arasında rezil ve rüsvâ eyler. Sâlih kimse ile meşveret et! Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak için çalışana (Sâlih kul) denir.
SABR FASLI
 
205 - Sabr, derd ve elemi şikâyet etmemektir. Üç şeye sabr edersen, büyük derece kazanırsın:
1- Herhangi bir belâya sabr etmenin üçyüz sevabı vardır. Belâya çâre, devâ aramak, duâ etmek, sabr sevabını azaltmaz.
2- İslâm bilgilerini öğrenirken zahmet çekmeye ve ibâdetleri yapmaya sabr etmeye, Cennette altıyüz derece verilir.
3- Günah işlememek için sabr etmek.
Nefsin arzularına sabr etmenin yediyüz derecesi vardır. Musîbet için de her nefesi için ayrı bir derece ve sevap alır. Malın, evladın gitmesi büyük musîbet olup, bunlara sabr edenleri, Allahü teâlâ, terâzî başına getirmeye hayâ ederim, buyuruyor.
206 - Ölümden korkma! Ve ölümü isteme! Peygamberimiz buyurdu ki: (Ölümü hâtırlayınız ve duâ ederek deyin ki: Yâ Rabbî! Hakkımda ölmek hayrlı ise, beni öldür, çok yaşamak hayrlı ise beni yaşat!)
Cenâzelerde hizmet etmekte bulun! Allah rızası için cenâzenin mezarına bir kürek toprak atıver! O attığın toprak, kıyâmette terâzîne konacaktır. Cenâzeye yapılacak hizmetler (Se'âdet-i Ebediyye) kitabımızda uzun yazılıdır.
KABIR ZİYÂRETİ FASLI
 
207 - Ey Oğul! Peygamberimiz buyurdu ki: (Bir müminin kabrini ziyâret eyleyen, Hak teâlâ huzurunda nâfile bir hacdan ziyâde sevaba nâil olur!) Allahü teâlânın rızası için, (Âyetelkürsî), (Fâtiha) ve (Kulhüvellahü)yü oku ve sevabını mevtâların ruhlarına bağışla! Duânı bütün müminlerin ruhlarına şâmil et! Bütün ölülerin adedince sevap alasın.
208 - (Vehhâbîlik) denilen fırkayı, Abdülvehhâb oğlu Muhammed adında Necdli bir kimse vâsıtası ile, ingilizler kurdu. Bu alçak adam, 1206 [m. 1791] da öldü. İngiliz plânlarını yaymak için çeşidli kitaplar yazdı. (Kitap-üt-tevhîd) kitabını, torunu Abdürrahmân şerh ederek (Feth-ul-mecîd) adını verdi. 1258 [m. 1842] de öldü. Bu şerhin çeşidli yerlerinde diyor ki, (Ölüde his yoktur. Ruhu da ind-i ilâhîdedir. Mülhidler, ervâh tasarruf ederler diyerek, ölülerden yardım, şefaat istiyorlar. Bu hareketleri şirktir. Melek, Nebî, Velî, kimseye yardım edemezler. Ölü, yâ Hz. Hüseyn gibi Cennet nîmetlerindedir, yâhut, Ticânî müşriki ve habîsi gibi veya Muhyiddîn-i Arabî ve Ömer ibnül Fârıd putları gibi azâbdadırlar. Kendilerine yapılan duâlardan haberleri olmaz. Ölü işitir, yardım eder diyenler, dinden îmandan çıkıyorlar. Allahın izin verdiği kimse, şefaat olunmasına izin verilene şefaat edecektir. Ölüye duâ etmekle, yalvarmakla izin verilmez. Mısr halkının en büyük tanrıları olan Ahmed Bedevînin ne olduğu belli değildir. Ölülerin mezarlarına türbe yapmak, tâzîm etmek şirktir. Abdülkâdir Geylânî, kendine yalvaranı işitir, yardım eder diyorlar. Bu sözleri küfürdür. Bunların türbeleri birer puthânedir. Hepsini yıkmak vâcibdir.)
Yukarıdaki yazılar gösteriyor ki, vehhâbîlik fırkasının zuhûru, sonra (Sü'ûdî arab) devletinin kurulması, ingilizlerin islâmiyete hücûmlarının bir zaferi oldu. Bunlar Ehl-i sünnete, yâni bize kâfir diyorlar. (Türbeler bid'attir. Resûlullah zamanında türbe yoktu. Sonradan yapıldı) diyorlar. Bunlara deriz ki, biz (Ehl-i sünnet) mezhebindeyiz. Bizim îtikatımıza göre, (Edille-i şer'ıyye) dörttür. Yâni din bilgilerinin kaynağı dörttür. Bu dört kaynak, kitap, sünnet, kıyâs-ı fukaha ve icmâ'ı ümmettir. Kitap, Kur'an-ı kerimdir. Sünnet, hadis-i şeriflerdir. Kıyâs-ı fukaha, dört mezhebin fıkh kitaplarıdır. İcmâ'ı ümmet, ilk iki asrın âlimlerinin sözbirliğidir. Bu âlimlerden, hiçbiri, türbelere karşı birşey demedi. Fıkh kitapları, türbelerin câiz olduğunu yazıyorlar. Şu hâlde, türbe yapmak ve türbe ziyâret etmek dînimizde yasak değildir. Vehhâbîler inkâr ediyorlar. İslâm dîni, câhillerin sakat mantıkları, sapık düşünceleri ve yaldızlı sözleri değildir. İslâm dîni, (Edille-i şer'ıyye)den elde edilen bilgilerdir. Vehhâbîliğin kurucusu Muhammedin kardeşi Süleymân bin Abdülvehhâb, Ehl-i sünnet âlimi idi. Kardeşinin tuttuğu yolun bozuk olduğunu bildirmek ve müslümanların ona aldanmalarını önlemek için çok kitap yazdı. (Savâik-ul-ilâhiyye firreddi-alel-vehhâbiyye) kitabında vehhâbîlere cevap vermekte, yollarının yanlış olduğunu isbât etmektedir. Altıncı sayfasında diyor ki, (Evet, vehhâbîlerin şeyhul-islâm ismini verdikleri ve yazılarını senet olarak aldıkları İbni Teymiyye ve talebesi İbnülkayyım Cevziyye, gâib olandan ve ölüden yardım istemek, onun için adak yapmak veya Allahdan başkası için kurban kesmek, kabri öpmek, toprağını alarak bereketlenmek şirktir dediler. Fakat, şirk-i ekber demediler. Şirk-i asgar dediler. Hiçbir âlim, böyle yapan müşrik olur demedi. Dört mezhep âlimleri, küfre sebep olan şeyleri uzun yazdılar. Böyle yapanın mürted olacağını hiçbiri bildirmedi. Böyle yapanların müslüman olduklarını bildirdiler.) Yûsüf Nebhânî (Şevâhid-ül-hak) kitabının yüzkırkbirinci sayfasında diyor ki, şâfi'î âlimlerinden Şihâbüddîn Remlî fetvâsında buyurdu ki, (Peygamberler öldükten sonra mucizeleri, Velîler de öldükten sonra kerâmetleri devam eder. Bunun için, öldükten sonra da bunlara istigâse, tevessül edilir.) Abdülhay Şernblâlî de, Peygamberler ile ve Evliyâ ile tevessülün câiz olduğunu uzun isbât etmektedir. İbni Âbidîn, birinci cilt sonunda buyuruyor ki, (Âlimlerin, Seyyidlerin, Velîlerin, umûma vakf edilmiş olmıyan yerdeki kabirleri üzerine türbe yapmak câizdir.) Beşinci ciltte lebs faslında diyor ki, (Evliyânın, sâlihlerin kabirleri üzerine, sanduka, örtü, sarık sarmak mekruh denildi. Bize göre, meyyite tâzîm ve hurmete sebep olmak, hakâret edilmemek, gâfillerin edebli olmaları için, bunlar câizdir. Ameller niyete göredir.) Vehhâbîler, Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere yanlış mâna veriyorlar. Kendi anladıklarına inanmıyanlara kâfir diyorlar.
[Tenbîh: İbni Âbidîn, bâgîleri anlatırken diyor ki, (Hâricî denilen kimseler, şüpheli olan (birkaç mâna çıkarılabilen) delîlleri tevil ediyorlar. Yâni bazı âyet-i kerimelere ve mütevâtir olan hadis-i şeriflere, açık ve meşhûr olmıyan mânalar veriyorlar. Hz. Alînin askerinden ayrılarak ona karşı harp edenler böyle idi. Hâkim ancak Allahdır. Hz. Ali, iki hakemin hükmüne uyarak, hilâfeti Mu'aviyeye bırakmakla büyük günah işledi, dediler. Onunla harp etmelerine bu yanlış tevilleri sebep oldu. Kendileri gibi inanmıyanlara kâfir dediler. Hâricîler ve vehhâbîler gibi, şüpheli delîlleri yanlış tevil ederek, kat'î delîle uymıyan iş yapanlara, müctehid olan fıkh âlimleri kâfir demediler. Bâgî, âsî, bid'at ehli olduklarını söylediler. Türkçede sapık, denilmektedir. Delîllerde kat'î, (açık olarak) anlaşılan tek bir mânaya inanmıyan ise kâfir olur. Âlemin yok olacağına, ölülerin tekrar dirileceklerine inanmamak böyledir. Ali ilahdır, Cebrâîl vahy getirirken yanıldı diyen de kâfir olur. Çünkü bu sözler, tevil ederek, ictihâd için uğraşarak anlaşılan mânalar değildir. Nefse uymaktandır. Hz. Âişeyi kazf eden ve babasının sahâbî olduğuna inanmıyan da kâfir olur. Çünkü ikisi de, Kur'an-ı kerimde açık olarak bildirilen delîli inkârdır. Fakat, Hz. Ebû Bekr ile Hz. Ömeri seb eden ve halîfeliklerine inanmıyanın tevili varsa, kâfir olmaz. Müslümanların mallarına, canlarına saldırmak gibi kat'î açık olan haramlara tevili olmadan helâl diyen kâfir olur. Kitaptan ve sünnetten, şüpheli bir delîli tevil ederek söyleseydi, kâfir olmazdı.)
Görülüyor ki, müslüman olduğunu söyleyip ibâdetlerini yapan, yâni (Ehl-i kıble) denilen bir kimsenin Ehl-i sünnete uymıyan bir inanışı, mânası açık olan bir delîli inkâr olursa, tevil ile olsa da, olmasa da küfür olur. Buna (Mülhid) denir. Bu inanış, açık olmayıp, şüpheli olan bir delîli inkâr olursa veya açık delîle uymayan bir iş ise, tevili varsa, küfür olmaz. Bid'at olur. Tevilden haberi olmayıp, bid'at sahibi âlimleri taklîd ile veya nefse uyarak, dünya çıkarları için ise, yine küfür olur.
İster Ehl-i sünnet olsun, ister bid'at sahibi olsun, dînini dünya çıkarlarına âlet eden, yâni dünyalığa kavuşmak için dîninden veren câhillere, (Din yobazı) denir. Îmanı olmadığı hâlde, müslümanları aldatarak îmanlarını yok etmek, islâmiyeti içerden yıkmak için, müslüman görünüp, küfre sebep olan şeyleri isbât etmek için, delîlleri yanlış tevil edene, (Zındık) denir. Kendisini müslüman ve fen adamı tanıtıp, dîni, îmanı bozan şeyleri fen bilgisi diyerek söyliyen yalancı kâfirlere, (Fen yobazı) denir. Fen yobazlarının da zındık oldukları evvelki maddelerde bildirilmişti. Fen yobazları, Tanzîmâtın ilânından beri, ingilizlerden, masonlardan para, mevkı' gibi menfaatler sağlıyarak, islâmiyete saldırmışlardır. Hakîkî islâm âlimleri, din yobazlarına, kuvvetli cevaplar vererek onları susturmuşlar, müslümanları bunların şerlerinden kurtarmışlardır. Fen yobazları ise, islâm düşmanı, ilerici denilen devlet adamlarından yardım görmüşler, istediklerini çekinmeden söylemişler ve yazmışlar, birbirlerini överek, yalanlarının yayılması kolay olmuş, islâmiyete daha çok zarar vermişlerdir.] İslâm bilgilerinde âlim olan bid'at sahiplerine ve mülhidlere ve bunların yolunda olan câhil taklîdcilere, (Mezhepsiz) denir. Mezhepsizler ve îman hırsızları olan zındıklar, (Dinde reformcu) olarak ortaya çıkmaktadırlar. İcmâ', delîl değildir diyen kâfir olmaz. Bid'at sahibi olur. Hâricîler, şî'îler, vehhâbîler böyledir. Bunların icmâ'a muhâlif sözleri küfür olmaz.
209 - Âdetler, (Delîl-i şer'î) olamaz. Din, âdetlere tâbi olamaz. Âdetlerin, modaların islâmiyete uygun olması lâzımdır. Bir işin islâmiyete uygun olmasını sağlamak için, bu iş ile ilgili çeşidli kavller varsa, bunlardan zamana ve şahsa uygun, elverişli olan kavle uygun olması sağlanır. (Ahkâm zaman ile değişir) sözünün bu demek olduğu, (Berîka)da, fitne bahsinde yazılıdır.
210 - Çocuklarına dinlerini, îmanlarını öğretmek, kul hakkıdır. Yarın öğretmeye vakit bulamazsın.
211 - Beş kısm insanlar Cehenneme gideceklerdir:
1- Beş vakit namazı özürsüz terk edenler. Kaza etmeyenler.
2- İçki içip ve tevbe etmeyen.
3- Zekât ve uşur vermeyen.
4- Ana-babasına karşı gelen.
5- Câmi-i şeriflerde dünya için konferans verenler, nutuk söyleyenler. Hele hutbe esnâsında cemaatin veya hatîbin hutbeden başka konuşmaları büyük günahtır.
Âkıl ve bâlig olan her müslümanın, hergün vakitleri gelince, beş kere namaz kılmaları ve her birisini vaktinde kıldığını bilmeleri farzdır. Câhillerin, mezhepsizlerin hazırladıkları takvimlere uyarak, vaktinden evvel kılmak büyük günah olur ve bu namaz sahih olmaz. Kız ve oğlan çocuk yedi yaşına gelince, namaz kılmalarını emretmek velîsi üzerine vâcib olur. Oruç tutmaları için de emreder. İçki içmemesi için de emreder. İyi işlere alıştırır. Kötü işleri yapmamasını emreder. On yaşına gelince, namaz kılmaları için, el ile vurulur. Değnek ile dövülmez. Falaka ile vurulmaz. El ile üçten ziyâde dahî vurulmaz. Velîsinden başkası dövmez. [Velîsi izin verirse, hocası el ile, üç kere döver. Falakaya bağlayıp ayaklarına sopa ile vurmak câiz değildir.] Değnek ile dövmek, âkıl, bâlig olup cinâyet işliyen kimseye [ve hâkimin karar vermesi ile] câiz olur. [Erkeğin zevcesini sopa ile dövmesi de câiz değildir.] On yaşındaki çocukların yatakları da ayrılır. Kimse, kimsenin yerine, onun borcu olan namazı kılamaz. Kendi kıldığı namazın ve başka ibâdetlerinin sevabını, diri veya ölü olan başkasına hediye etmek câizdir. Alacaklının, alacağını istememesi için, namaz kılıp, sevabını ona bağışlamak câiz değildir. Bir Dank, yâni bir dirhem gümüş kıymetinin altıda biri kadar [yarım gram gümüş kadar] borç için, şartlarını gözeterek kılmış olduğu namazlardan, yediyüz namazının sevabı, kıyâmet günü, alacaklısına verilecektir. Borclunun sevapları biterse alacaklısının o kadar günahı, ona yükletilecektir. [Zevcesini boşayınca, mehr parasını ona hemen vermek de, kul hakkıdır. Ödemezse, dünyada cezâsı ve âhırette azâbı çok şiddetlidir. Kul haklarından en önemlisi ve azâbı en çok olanı, akrabasına ve emri altında olanlara Emr-i mâruf yapmamaktır. Bunlara din bilgisi öğretmeyi terk etmektir. Onların ve bütün müslümanların dinlerini öğrenmelerine ve ibâdetlerini yapmalarına, işkence ederek veya aldatarak mani olanın kâfir olduğu, islâm düşmanı olduğu anlaşılır. Bid'at sahiplerinin, mezhepsizlerin, sözleri ile, yazıları ile, Ehl-i sünnet îtikatını değiştirmeleri, dîni, îmanı bozmaları da böyledir. Namazın farz olduğuna, birinci vazîfe olduğuna inanmıyan, önem vermiyen, kâfir olur.] Farz olduğuna inanıp da, tenbellik ile, özürsüz kılmıyan fâsık olur. Kılıncaya veya ölünceye kadar, hâkim tarafından habs olunur. Arada bir nasihat verilir. Hadis-i şerifte, (Kâfiri müslümandan ayıran şey, namaz kılmamasıdır) buyuruldu. Bunun için, tenbellik ederek namaz kılmıyana, hanbelî mezhebinde kâfir denilmiştir. Terk etmek, tenbellikle, bile bile kılmamak demektir. [Özr ile kaçırmaya, fevt etmek denir.] Özr ile vaktinde kılınmıyan namazları acele kaza etmek farzdır. Âilesinin nafakasını kazanacak kadar tehîr etmesi câiz olur.
ZEKÂT VERMEK
 
212 - Tam mülk olan mâlın zekâtını ve uşrunu vermek farzdır. Kullanılması câiz ve mümkün olan mala (Tam mülk) denir. Dört türlü zekât malı vardır:
1- Altın ile gümüş.
2- Ticâret için alınan her türlü eşya.
3- Kırda ve çayırda otlayan dört ayaklı hayvanlar.
4- Toprak mahsûlleri, yâni uşr.
Ebû Hanîfe buyuruyor ki:
Yağmur veya nehr ile sulanıp yerden çıkan ekinin, meyvanın ve sebzenin ve balın miktârı ne kadar olursa olsun, mahsûlü alır almaz, satarak onda birini fakirlere vermek farzdır. Buna (uşr) denir. Uşrunu vermeden yimek haramdır.
Altın ve gümüşün ve ticâret eşyasının zekâtını vermek için, nisap miktârı olmaları lâzımdır. (Nisap) zenginlik ile fakirlik arasındaki sınır demektir. Nisap miktârı, altın için yirmi miskaldir. Gümüş için ikiyüz dirhemdir. İhtiyâç eşyasından başka, nisap miktârı her cins malı olana (Zengin) denir. Bu kadar malı olmıyana (Fakir) denir. Altın para ve eşya ve kadın zînetlerinin ve diş üzerindeki altın kaplamaların ve her cins ticâret eşyasının ağırlıklarının toplamı yirmi miskal olursa, gümüş eşyanın ise, ikiyüz dirhem olursa ve bundan sonra bir hicrî sene, yâni arabî sene elde kalırsa, o zaman ağırlıklarının kırkta biri ayrılıp Kur'an-ı kerimde bildirilen sekiz sınıf insandan birine veya birkaçına verilecektir. Buna (Zekât) denir. Bir miskal yirmi kırâttır. Bir kırât-ı şer'î beş arpa, yâni yirmidört santigramdır. Bir miskal, dörtondasekiz [4,8] gram olur. Yirmi miskal, doksanaltı [96] gram oluyor. Doksanaltı gram altını olan, bir arabî sene sonra, ikibuçuk [2,5] gram altını, zekât niyeti ile ayırıp, istediği zaman, istediği fakire verecektir. Bir dirhem-i şer'î ondört kırât-ı şer'îdir. Yâni üç gram ve üçyüzaltmış miligram [3,360 gram] olup, gümüşün nisabı altıyüzyetmişiki gram [672 gram] veya yirmisekiz mecîdiyyedir. Bir mecîdiyye, yüz kırât-ı şer'î veya yirmidört gramdır. 96 gram altın ve 672 gram gümüş, aynı nisap miktârını gösterdikleri için, kıymetleri birbirinin aynı demektir. Buradan, altının aynı ağırlıktaki gümüşten yedi defa daha kıymetli olduğu anlaşılmaktadır. Türkiyede kullanılan bir liralık altınların her çeşidi birbuçuk miskal, yâni otuz kırât [7 gram ve 20 santigram] olduğundan altın nisabı, [20:1,5=13,33] onüç aded altın lira ve bir liranın üçte biri olmaktadır. Yâni, bu kadar aded bir liralık altındır. Dirhem-i urfî, dirhem-i şer'îden daha küçük olup, tâm üç gram idi. Çünkü, dirhem-i urfî onaltı kırât-ı urfî idi. Bir kırât-ı urfî ise, dört arpa idi. [İbni Âbidîn.] Osmanlıların son zamanlarında kullandığı bir kırât, yirmi santigram, bir dirhem de 3,207 gram idi.
Ticâret eşyasının, nisap hesap edilirken alış fiyatının, para olarak kullanılan damgalı altına veya gümüşe nazaran kıymetleri nisap miktârı olunca, bu ticâret eşyasının zekâtı, altın veya gümüş yâhut, ticâret eşyasından verilir. Şimdi, alışverişte kullanılan kâğıd paralar altın lira karşılığı olan senetlerdir. Şimdi, gümüşün altına nazaran kıymeti, islâmiyettekinden, yâni yedide birden çok düşük olduğu için, zekât hesaplarının yalnız altın lira ile kıymetlendirilmesi lâzımdır. [(İbni Âbidîn) 1271 Bulak baskısı, cilt 4, sayfa 28 ve 182.]
Alacağı olan bir insanın, elinde senetleri varsa, zekâtını vermesi lâzımdır. Fakat, senetlerin kırkta birini veremez. Çünkü senetler (deyn) olan, yâni elde bulunmıyan malı gösterir. Deyn olan malın zekâtını vermek lâzımdır. Fakat zekât, (ayn) olarak verilir. Deyn olan mal verilmez. Yâni elde bulunan maldan verilir. Fakire malı teslim etmek lâzımdır. Senet, ayn olan mal değildir, kâğıd parçasıdır. Senette yazılı olan altın ise, altın vermesi, gümüş ise gümüş vermesi lâzımdır.
Kâğıd liralar da ayn olan mal değildir. Deyn olan malı göstermektedirler. Hükûmetlerin imzaladığı bir deyn senedidir ve altın karşılığıdırlar. Gümüş karşılığı değildirler. Elinde onbin liralık kâğıd parası bulunan bir kimse, bunun karşılığı olan altını bankaya veya sarrafa ödünç vermiş kimse demektir. Elindeki kâğıd para, o altınların senedi demektir. O hâlde, bu kimsenin, o altınların zekâtını ayn olarak vermesi, hem de altın olarak vermesi lâzımdır. Nitekim, fülusun, yâni bakır paranın zekâtı kıymetinden verilir. Fülus olarak verilmez. Bir malın kıymeti, piyasaya göre karşılığı olan altın lira adedi demektir. Bunun için, kırkbin kâğıd lirası olan, gazetede yazılı altın fiyatlarından fiyatı en az olan altın lira üzerinden, nisabı hesap eder. Fiyatı en az olan Hamîd altını ise ve bir Hamîd altınının karşılığı binbeşyüz kâğıd lira ise, o gün için, kâğıd paranın zekât nisabı: 13,3 x 1500 = 19950 lira olup, kırkbin liranın zekâtını vermek lâzım gelir. Bunun zekâtı bin liradır. Fakire bir yarım altın lira ile bir çeyrek altın veya bir altının üçte ikisi kadar, yâni yaklaşık beş gram ağırlığında bir altın parçası, meselâ bileyzik veya yüzük verir.
Libya hükûmeti sosyalist kâfirlerin eline geçmeden evvel, Evkaf müdirliğindeki ilim heyeti tarafından çıkarılan aylık (Hedy-ül-islâmî) mecellesinin 1393 Ramazan [m. 1973] tarihli sayısında, şeyh Milâd Celâsî imzası ile diyor ki, (Evrâk-i mâliyyenin, yâni kâğıd paraların da zekâtını vermek lâzımdır. Kâğıd paraların nisabı, zekât verecek kimsenin bulunduğu yerdeki hükûmetin çıkardığı altın lira karşılığındaki kıymetleri ile altın olarak hesap edilir. Gümüş ile hesap edilmez. Kâğıd paraların nisabı, yalnız altın lira ile hesap edilir. Çünkü kâğıd paralar, altın karşılığı değerlenmektedir.) Mısrdaki islâm âlimlerinden şeyh Abdürrahmân Cezîrînin riyâsetindeki bir hey'etin dört mezhebe göre yazdığı (Kitap-ül-fıkh alel-mezâhib-il-erbe'a) kitabı beş cilt olup, basılması 1392 [m. 1972] de tamamlanmıştır. Hakîkat Kitabevi tarafından İstanbulda ofset baskısı da yapılmıştır. Kâğıd paraların altın karşılığı borç senedi oldukları, bu kitapta da uzun yazılıdır.
Hulâsa, hükûmetin çıkarmış olduğu altın liralardan, piyasadaki geçer değeri en aşağı olanından onüç altın ve üçte bir altın karşılığı kadar veya daha fazla kâğıd parası olanın, bir arabî sene sonra, bu kâğıd paranın kırkta biri değerinde altını zekât olarak vermesi lâzımdır. [Bu kâğıd paraların altın karşılıklarının miktârı, borsaya tâbi olarak, zamanla değişmektedir.] Çünkü, zekât fakirlere olan borçtur. Her türlü borç, zekât malından verilir. Zekât borcu, ayn olan malın kendisini fakire temlik etmekle, yâni fakirin veya vekîlinin eline vermekle ödenir. Kâğıd para olarak verilmez ve kabûl olmaz. Evvelce kâğıd olarak verilen zekâtları, altın olarak devr sûretiyle kaza etmek lâzımdır. Mülkünde gümüşü de bulunan bir kimse, fakirlere faydalı olmak için, nisabı gümüşten hesaplıyabilirse de, bu takdîrde, kâğıd paranın zekâtını da, gümüş olarak vermesi lâzım olur ki, bu kadar gümüş para bulunsa da, fukaraya yaramaz. Bir kimse, yanındakine söyliyerek veya uzakta olana mektûbla yâhut birisi ile haber göndererek, (Benim için, şu kadar altın zekât ver. Ben sana sonra öderim) dese, o da altınları fakirlere verse, câiz olur. Kendisine onbin kâğıd lira verilip veya gönderip, (Bu benim zekâtımdır. Bunu islâmiyete uygun olarak, falanca hayr müessesesine [derneğine] ver!) diye emir alan kimse, o günkü piyasaya göre, değeri en az olan altın lirayı öğrenir. Değeri en az olan altın lira meselâ Hamîd altını ise ve bunun o günkü fiyatı binbeşyüz kâğıd lira ise, onbin liranın karşılığı, 6,6 adet Hamîd altın lirası olur. Bu kimse, yedi adet, herhangi bir cins altın lirayı veya bunların ağırlığı kırkyedi buçuk gram veya daha fazla yüzük, bileyzik gibi altını bir müesseseden veya sarrâftan satın alır. Bunları, bu işleri bilen, güvendiği fakir bir şahsa verir. Fakir bu altınları teslim aldıktan sonra, bu kimseye hediye eder. Böylece, zekât altın olarak verilmiş olur. Bu kimse sonra, bu altınları emredilmiş olan hayr müessesesine verir. Hanefî mezhebindeki büyük âlimlerden İbni Nüceym Zeynül-Âbidîn-i Mısrî, (Eşbâh) kitabının son kısmında buyuruyor ki, (Elindeki malın zekâtını ayrıca vermeyip, fakirdeki alacağını buna karşılık yapmak isteyen kimse, fakire zekâtını [altın olarak] verip, sonra borcu için bunu tekrar geri alır. Çünkü, ayn olan malın zekâtı, deyn olan maldan verilmez. Bunun gibi, bir fakirdeki alacak veya bunun bir kısmı başkasındaki alacağın zekâtı olmaz. Bir zengin, bir fakirde olan alacağını, ona vereceği zekât yerine sayamaz. Yâni fakir, borcunu ödemiş olmaz ve zengin, bu fakire o kadar zekât vermiş olmaz. Zenginin bu kadar zekâtı fakire teslim etmesi, fakirin de bu aldığı zekâtı zengine geri vererek borcunu ödemesi lâzımdır. Fakir, aldığı zekâtı geri vermezse, zengin bundan zor ile alır. Zor ile alamazsa, mahkeme vâsıtası ile alır. Yâhut, borclu, zekâtını almak ve bunu alacaklısına vererek borcunu ödemek için, zenginin gösterdiği birini vekîl yapar. Vekîl, zekâtı alınca, fakirin mülkü olur. Bununla fakirin zengine olan borcunu öder. Fakirin başkasına da borcu varsa, zengin verdiği zekât ile, onun borcunun ödenmesinden korkuyorsa, fakir aldığı zekâtı zengine hediye ederek geri verir. Zengin hediyeyi alınca, alacağını borçlusuna helâl eder, bağışlar.) (Fetâvâ-ı Hindiyye)nin altıncı, yâni son cildinde de bunlar yazılıdır. Yâhut, (Fakir başka birinden, zengine olan borcu kadar altın ödünç alıp, bunu zengine hediye eder. Zengin, bunu zekâtı niyeti ile fakire geri verir. Sonra, alacağını fakire helâl eder.) Kâğıd parasının zekâtını kâğıd para olarak dağıtmak istiyen zengin de böyle yapar. Bunun için, bir tanıdığından, dağıtacağı kâğıd liraların karşılığı kadar altın ödünç alıp, bunları tanıdığı ve güvendiği bir fakire zekât niyeti ile verir. Fakir teslim aldıktan sonra zengine hediye ederek geri verir. Sonra zengin dağıtacağı kâğıd parasının bir kısmını bu fakire hediye eder. Geri kalanı dilediği hayr ve hasenâta sarf eder. İslâmiyete uymaya mani, fesat bulunduğu zaman, bu vazîfeyi yapabilmek için, kolay olan bir çâre aramaya, (Hîle-i şer'ıyye) denir. İslâmiyete uyabilmek için, Hîle-i şer'ıyye yapmak lâzım olduğu (Hadîka) ve (Hindiyye) kitaplarında yazılıdır. İslâmiyete uygun olması için, zekâtı altın olarak vermek ve fakirlere kolaylık olmak için kâğıd lira olarak dağıtabilmek niyeti ile, yukarda bildirilen hîle-i şer'ıyyeyi yapmak lâzımdır. Fakat, fakirden veya vekîlinden altınları geri aldıktan sonra, zekât verilmiş oldu diyerek fakirlere, islâma hizmet eden yerlere kâğıd para vermemek, böylece islâmiyete uymaktan kaçmak için hîle-i şer'ıyye yapmak haramdır. Büyük günahtır. Müslümanlara, böyle haram olan (Hîle-i bâtıla) yapmağı öğreten, fıkh kitaplarını öğrenmeyip, kendi düşüncelerini din bilgisi olarak söyliyen, müslümanları mezhepsiz yapan câhil din adamına, (Müftî-yi mâcin) denir. Müftî-yi mâcini hâkimin tâzîr etmesi, cezâlandırması lâzım olur. Ticâret yapan, zekâtını altın olarak da, ticâret malından da verebilir. 288. ve sonraki sayfalara bakınız!

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...