07 Ekim 2017

BİLİNEN İLK TÜRK KİMDİR?

BİLİNEN İLK TÜRK KİMDİR?

BİLİNEN İLK TÜRK KİMDİR? ile ilgili görsel sonucu

“TÜRKLER, HZ. NUH PEYGAMBERİN OĞULLARINDAN YÂFES’İN ”TÜRK” ADLI OĞLUNUN NESLİNDENDİR. TÜRK MİLLETİNİN KÖKÜNÜN DAYANDIĞI ”TÜRK” ADINDAKİ İNSAN, İNSANLIĞIN İKİNCİ BABASI HZ. NUH ALEYHİSSELAM’IN OĞLU YÂFES’İN OĞLU OLAN KİŞİDİR.” –MUSTAFA KEMAL ATATÜRK 
 Atatürk 1922′de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 130. toplantısının birinci oturumunda yaptığı konuşmada Türklerin kökeni hakkında şöyle diyordu: 
Efendiler, Bu insanlık dünyasında en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan büyük bir Türk milleti vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği oranında tarih alanında da bir derinliği vardır. Türk milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Nuh Aleyhisselam’ın oğlu Yâfes’in oğlu olan kişidir.” 
 Çok şükür ki, Tanrı bu lütfü Türklere vermiştir. Gerçekten de Türkler inananlara karşı son derece mütevazı, onlara saldıran inançsızlara karşı son derece amansız olmuşlardır. Haçlı seferlerine karşı koyanlar Sam Araplar değil, Türklerdi, Sam Araplar, Selçukluları arkadan vurmuşlar, haçlıların işini kolaylaştırmışlardı. Haçlılar bu suretle Kudüs’ü ele geçirip Müslümanları katletmişlerdi. 
(1098) 820 sene sonra 1. dünya savaşında Sami Araplar yine Türk’leri arkadan vurmuşlar, ve Lavrence’in peşine takılarak ülkelerini batılılara adeta peşkeş çekmişlerdir. (l918) Bu ihanet sonucunda İngiliz orduları mukaddes topraklara; Kudüs, Mekke, Medine’ye hükmedecek şekilde Arabistan’da söz sahibi oldular. 
Daha sonra İngiliz, Fransız ve Amerikalılar Irak, Suriye, Filistin, Mısır, Libya, Cezayir, Tunus’u ve bu ülkelerin sahip olduğu zenginlikleri aralarında bölüştüler. Hatta Rus ihtilalini bahane ederek Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan’a Kafkasl’ara el attılar. Eğer Türkler, emperyalist haçlı istilalarına karşı direnip galip gelmeseydi; bütün zengin kaynaklarımız giibi kutsal topraklarımızın yanı sıra İslam da elden gidebilirdi. 
 700 yıllık Endülüs’te bir tek Müslüman bırakmayan batılılar zaten bu amaçlarından hiç bir zaman vazgeçmemişlerdir. İslam bu yobazlara bırakılamayacak kadar mükemmel bir dindir” “Türkler, Nuh peygamberin oğullarından Yâfes’in Türk adlı oğlunun neslindendir. 
“Türk milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Hz. Nuh Aleyhisselam’ın oğlu Yâfes’in oğlu olan kişidir.” Türk kelimesinin yazılı olarak kullanılması ilk defa MÖ 1328 yılında Çin tarihinde “Tu-Kiu” şeklinde görülmektedir. Türk adının tarih sahnesine çıkışı MS VI yy’da kurulan Göktürk İmparatorluğu ile olmuştur. 
Orhun kitabelerinde yer alan “Türk” adı daha çok “Türük” şeklinde gösterilmektedir. Bundan dolayı Türk kelimesini Türk Devlet’inin ilk defa resmi olarak kullanılan siyasi teşekkülün Göktürk İmparatorluğu olduğu bilinmektedir. Göktürklerin ilk dönemlerinde Türk sözü bir devlet adı olarak kullanılmışken, sonrada Türk milletini ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır. 
 MS. 585 yılında Çin İmparatorunun Göktürk Kağanı İşbara’ya yazdığı mektupta “Büyük Türk Kağanı” diye hitap etmesi, İşbara Kağan’ın ise Çin İmparatoruna verdiği cevabi mektupta “Türk Devlet’inin Tanrı tarafından kuruluşundan bu yana 50 yıl geçti” hitapları Türk adını resmileştirmiştir. 
 Orhun Kitâbeleri’nde Türk sözü daha çok “Türk Budun” şeklinde geçmektedir. Türk Budun’un ise Türk Milleti olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla Türk adı bu dönemlerde o boylardan kavimlerden gelen büyük bir topluluğa mensubiyeti belirleyen bir kavim olarak görülmektedir. Yani Türk soyuna mensup olan bütün boyları ve toplulukları ifade etmek üzere milli bir isim haline gelmiştir. Hz. Nuh’un 
Semavi kutsal kitaplara göre 3 tane oğlu vardır, bunlar: Sam, Ham (Kenan), Yafes. Tekvin’e göre üç temel soy Nuh’un bu üç oğlundan meydana geldi. 
 * Yafes, Yafesi soyu kabiesi * Ham, Hami soyu kabilesi * Sam, Sami soyu kabilesi toplumların ataları oldu. 
 Nuh’un ilk torunları Yafes’in oğulları: Turk, Gomer, Magog, Madai, Javan, Tubal, Meshech ve Tiras. (Türk kavimler) * Ham’ın oğulları: Cush, Mizraim, Put, Caanian ve Aamelikan (Yahudi kavimler) * Sam’in oğulları: Elam, Asshur, Arpachshad, Lud ve Aram, (Arap kavimler) Yafes’in oğullarının dağıldığı coğrafyanın tümünde Türk boyları göze çarpmaktadır. 
– “ve gemiden çıkan Nuh’un oğulları Sam, Ham ve Yafes idiler. ve bütün yeryüzüne yayılanlar bunlardan oldu… _Kenan’ın atası Ham, (bir gün) babasının çıplaklığını gördü, kardeşlerine söyledi… 
(utanan) Sam ile Yafes babalarının çıplaklığını örttüler…” – “ve Nuh dedi: ‘Kenan lanetli olsun!.. kardeşlerine kullar kulu olacaktır! Sam’ın Allah’ı Rab, mübarek olsun, ve Kenan ona kul olsun! Allah, Yafes’e genişlik versin!.. Sam’ın çadırlarında otursun!.. ve Kenan ona kul olsun!..’” 
 Hz. Nuh’un bu söylediklerini hem Tevrat’ta hem de Kuran’ı Kerim’de belirtildiği gibi Sam’ın oğulları yani Araplar zamanı geldiğinde Yafes’ in oğulları yani Türklere sığınmışlardır. Ham, eski Kenan diyarı diye nitelendirdikleri ve yıllardır gizli işgal altındaki Filistinlilerin Filistin’de (İsrail) halkının yaşadığı yer olarak iddia eden Yahudiler bu coğrafyaya sahip çıkarlar… 
Ancak Tevrat’tan ve Kuran’ı Kerim’den anladığımıza göre, kendi Peygamberlerini dahi katleden bu kabile lanetlenmiş ve diğerlerine kulluk etmeye mahkum edilmişlerdir. Kenan, Seba, Babil, Amelikan, Akad halkı ve kral Nemrud bu kabileden gelenlerden olmadır. Dinler tarihi gerçekleri araştırıldığında tarihi gelişmeler bu laneti gerçek yapmıştır. 
Hz. Nuh’un 3. oğul Yafes ise, bütün Türk boylarının atasıdır. Görüldüğü gibi, hadislerden ve Kur’andan önceki zamandaki Tevrat’ta da en büyük iltifata mazhar olmuş Yafes’in kabilesi Türklerdir. Hz. Nuh’un, en sevgili oğlu Yafes için ettiği dua, çok derin mânâlıdır ve olduğu gibi gerçekleşmiştir. 
 “İSLAM YOBAZA BIRAKILAMAYACAK KADAR MÜKEMMEL BİR DİNDİR” –ATATÜRK Türkler gerçekten de 900 yıllarından itibaren Hz. Peygamberin manevi değerlerini istilalara ve işgallere karşı korumak için Araplar’ın çadırlarında, ülkelerinde oturmaya başlamışlardır. 
 Yine aynı tarihlerden başlıyarak Türk boyları, Hıtay’ı, Hindistan’ı, Kuzey Afrika’yı ve Avrupa’yı hakimiyetlerine almışlardır.
” Hz. Muhammed s.a.v sorarlar: – “Mevali nedir ya Resulullah?..” – “Onlar sizin azadlılarınızdır. 
Yani Faris yönünden gelecek olan bir kavimdir ki, şöyle diyecekler: ”ey Araplar, siz fazla taassuba kaçtınız.” 
– “siz bunlara gereği gibi hak tanımazsınız, sizinle hiç kimse birlik kurmayacaktır!” 
Bu hadisteki Mevali, Arap olmayan Faris, İran dır. Faris yönü, Horasan dır. Gelen kavim ise, Türklerdir.
 *Şu halde Türkler, Nuh Tufan’ından beri var olan, ilk devleti kuran, dünyanın en eski dilini kullanan ve hem Tevrat’ta, hem de Kur’an ı Kerim’de övülmüş, dünyanın dört bir yanına yayılmış bir Millettir. Görüldüğü gibi Türk, bir ırkın adı değil binlerce yıldır var olan şanlı bir Milletin adıdır. 
 “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” demek işte bu nedenledir… 
“NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!” –GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

Türkiye’de Terörün Kaynakları ve Sebepleri


Türkiye’de Terörün Kaynakları ve Sebepleri
Türkiye’de Terörün Kaynakları ve Sebepleri
 Çalışmanın Sahibi: Gökay Havabulut
Terörist eylem, bir toplumun değerlerine zarar veren çeşitli faaliyetleri içine alan; ilgili toplumda devlet güç ve otoritesini zaafa uğratarak o toplumu içten çökertme hedefine yönelik bir sosyal sapma davranışıdır. Durum böyle olunca, terör eylemlerini ve terörist grupları oluşturan kişilerin genel mantık yapılarını, yaşadıkları çevreyi, ailelerini, ortak yönlerini, psikolojik yapılarında belirli bir bozukluk olup olmadığını ve onları eylemlere iten faktörlerin neler olduğunu ele almak gerekmektedir. Bilimsel araştırmalar, terör olgusunun sosyal nedenleri arasında; hızlı nüfus artışı, düzensiz kentleşme, gelir dağılımındaki eşitsizlikler, istihdam sorunu, ekonomik sıkıntılar, belirtilen hususlarla bağlantılı olarak büyük şehirlere göç, göçün bireylere getirdiği sosyal, kültürel, ekonomik, psikolojik sorunlar sayılmıştır. 
Emre KONGAR da Ülkemizde şiddet ve terörün oluşmasındaki nedenleri ayrı ayrı ve ayrıntılı olarak ele alarak, Türkiye’de şiddetin ardında yatan genel nedenlerin; “Doğmatızm, farklı ve karşıt fikirlere paranoyakça yaklaşım, demokrasinin iktidarlarca ve muhalefetçe yozlaştırılması, güven bunalımı, partilere ve politikacılara duyulan genel güvensizlik, genel bir değer ve kültür bunalımının varlığı, Türkiye’de sosyal kontrolün gittikçe gücünü yitirmekte oluşu, siyasal olarak mevcut yapının sorun çözücü ve adil olduğuna ilişkin inançsızlık, tepeden inmeci siyasal gelenek, dış örneklerin özendiriciliği, dış ülkelerin desteği, toplumsal ve ekonomik sıkıntılar, toplumsal ve psikolojik öğeler, psikolojik öğeler, eğitime ilişkin öğeler, basına ve TV’ye ilişkin öğeler” Türkiye’de terörün ardında yatan özel nedenlerin ise; “Gençliğe ilişkin beklentiler ile olanakların dengesizliği, meşru öğrenci eylemleri ile şiddet eylemleri arasında çizgi çizilememiş olması, silahlı eylem propagandası ile düşünce özgürlüğünün birbirine karıştırılması, sağ ve sol terörün birbirini desteklemesi, halkın kendi görüşündeki cinayetlere karşı çıkmaması, sağ terör odaklarının ayrıcalıklı durumu, 1960 eylemi ile  Mart müdahalesinin sonuçları ve tepkileri, ırk ve mezhep ayrımlarının siyasal açıdan istismar edilebilmiş olması, cinayet şebekelerine katılmanın toplumsal güvenlik öğesi hale gelmiş olması, Ermeni teröristler silah ve uyuşturucu kaçakçıları ve katiller arasında işbirliği yapılması, cephe kavramının cinayetlere gerekçe olarak kullanılmış olması, örgütlü kamuoyunun cinayetlere yeterince karşı çıkmamış olması” olduğunu ifade etmektedir.
terör-620x300
Türkiye’de karşılaşılan terör; bir güvenlik sorunu olmanın çok ötesinde, toplumsal yapıda; siyasal kültürde, kamu yönetiminde, eğitimde ve ekonomik yapıda derin kökleri bulunan bir toplumsal bunalımdır denilebilir. Ayrıca tarihin her döneminde, üzerinde ya da yakın çevresinde çok yönlü çıkar ve güç çatışmalarına sahne olan ülkemizin, teröre sürekli olarak hedef olmasında genel olarak iç ve dış bazı etkenlerin rol oynadığı söylenebilir. Bu doğrultuda, Türkiye’de terörün nedenlerini; iç ve dış nedenler olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür. Türkiye’deki terörizmin dış kaynaklarının, genel ifadeyle; ‘‘ehl-i İslam ve gayri Müslimlerin kavgası’’ olarak tanımlanan şark meselesi ve ülkemizin jeopolitik-jeostratejik konumu olduğu belirtilmektedir. Terörizm sorunu; vatandaşlarımız tarafından genelde dış kaynaklı görülmekte ve “dış düşmanlar”ın bizi yıkmak için yürüttüğü faaliyetler olarak algılanmaktadır. Elbette terör örgütleri dış desteksiz yaşayamazlar. Ancak, terörün yeşerdiği ortam, ülke içi sorunlardır, dolayısıyla ülke iç bünye olarak zayıfsa, terörizmi silâh olarak kullanan odaklar amaçlarına ulaşabilirler. Bu kapsamda, Türkiye’de terörün ele alındığı bu bölümde; ülkemizdeki terörizmin iç kaynakları üzerinde durulacaktır. İçsel kaynakları da; ekonomik, siyasal ve yönetime ilişkin, sosyo-kültürel, eğitim sisteminden kaynaklanan ve psikolojik olmak üzere (5) ana başlık altında kategorize etmek faydalı olacaktır.

Ekonomik Nedenler

Toplumsal yaşamın vazgeçilmez unsurlarından olan ekonomi; bozuk ve sallantıda olduğu zamanlarda, terör olayları üzerinde mutlaka etkide bulunmaktadır. Oluşan dengesizlik, adaletsizlik ve yolsuzluklar gayri memnun bir zümre oluşmaktadır ki, bu durumda terörün işine gelmektedir. Çünkü terör örgütleri daha çok ekonomik yönden gayri memnun kesimden kendilerine destek ve eleman temin edebilmektedir. Toplumdaki dengesiz gelir dağılımı da, terör odakları için yararlanılan en önemli kaynaklardan biridir. Konu propaganda malzemesi yapılarak, mümkün olduğunca istismar edilmeye çalışılmaktadır. TÜRKDOĞAN; ”ferdi gelirlerin milli dağılımındaki eşitsizlik ne kadar büyük olursa şiddetin seviyesi de o kadar büyük olmaktadır” demektedir. Özellikle Ekonomik ve sosyal hayattaki hızlı gelişmeler birçok olumlu sonuçlar doğurmakla birlikte hassas dönemde bulunan gençlik kesiminde, uyumsuzluk ve dengesizliklere de yol açabilmektedir. Bu kapsamda ekonomik gelişme sosyal bütünleşme ile desteklenmelidir. Ayrıca suç ve teröre kaynaklık eden sosyal adaletsizliklerin giderilmesi gerekmektedir.

Siyasal ve Yönetime ilişkin Nedenler

M. Sami DENKER; Siyasi sebepleri “İç ve Dış Siyasal Sebepler” olmak üzere (2)’ye ayırmıştır. Dış Siyasal Sebeplerin; bir ülkenin gücünü azaltmak, şantaj unsuru olarak kullanmak, kendi ideolojisini başka ülkelere taşımak yada ülkedeki terör gruplarının desteklenmesi şeklinde, İç Siyasal Sebeplerin ise; iktidarın iyi kullanılmaması veya içteki siyasi grup/partilerin ülke menfaatlerini bırakarak kavga etmeleri, böylece doğan otorite boşluğu ile terörist unsurların cesaret kazanarak terörün daha da büyümesine yol açması şeklinde olabileceğini belirtmektedir.
Alvin TOFFLER’ın da söylediği gibi toplumlarda, hoşnutsuzlukların oluşturduğu küçük grupların varlığı kaçınılmazdır. Ancak, siyasal sistem dengesini koruduğu sürece, bu durum çok fazla korku verici olarak kabul edilmemektedir.

fft99_mf3334173
Ayrıca, iktidar olma mücadelesinde toplum düzeni bozulabileceği gibi iktidarın kullanılmasına ilişkin aksaklıklar nedeniyle de düzen bozulabilecektir. Bunun en belirgin örneğini, uzun süren iktidar boşluklarının ve iktidar zaafının bulunması halinde görülmektedir. Sağlıklı işleyen bir siyasal sistemin ‘şiddet’i tamamen ortadan kaldırmasa bile en düşük seviyede tutacak kurallara sahip olduğu kabul edilirse, toplum düzenin bozulması sonucu, söz konusu kuralların işlemesini sağlamayan siyasal düzenler şiddet olgusu ile karşılaşacaktır. Şüphesiz buna en iyi örnek; siyasi nedenlerden kaynaklanan terör olaylarının yaşandığı “İdeolojik Terör Dalgası-1980 öncesi” dönem gösterilebilir. Bu doğrultuda, terörün doğmasında; siyasal partilerin, iktidarların ve yönetimi temsil edenlerin sorumluğunun da bulunduğu açıktır. Şöyle ki; siyasal partiler, kendi varlıklarının gerekçesi olan demokrasi kavramında asgari ölçüde anlayış birliğine varmış değildirler. Bu yüzden yandaşları olan geniş yığınlar, ortak siyasal kültür tabanı üzerinde buluşamamaktadırlar. Türkiye, 1950 yılından itibaren Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte, çok partili siyasi hayata geçiş yapmıştır. Ancak, tarihimizde demokrasinin alt kültürü bulunmadığından, 1954 yılına kadar büyük bir atılım gerçekleştiren DP; bu yıldan sonra istediklerini gerçekleştirememiş, başarısızlığını da özellikle muhalif gördüğü gazeteci, akademisyen ve siyasi partileri antidemokratik uygulamaları ile susturmaya çalışmıştır. DP’nin bu tutumu karşısında büyük öğrenci gösterileri olmuş, olayların büyümesi üzerine önce sıkıyönetim ilân edilmiş, akabinde DP’nin problemlerin çözümünü baskıyı artırmada görmesi sonucu, 1960 ihtilali gerçekleştirilmiştir. Ülkemizde, DP’nin iktidardan uzaklaştırılmasından sonra da, Türk halkı devamlı olarak ikili siyasi çekişme, buhran ve kaos içinde yaşatılmıştır. Siyasi alanda yaşanan bu sorunların sonucu olarak, ülkemizde büyük bir otorite boşluğu doğmuş; bu boşluğu da terör örgütleri doldurmaya çalışmışlardır. Siyasal iktidarların savundukları ilkelere uygun hareket etmemeleri, vaatlerini yerine getirmemeleri de halkta bir güven bunalımına sebep olmakta ve radikal görüşlü siyasal oluşumların önünün açılarak, halk kutuplaşmaya sürüklenmektedir. Bu bağlamda, terörizmin en önemli panzehiri; toplumumuzda yaşayan farklı ideoloji, inanç ve dünya görüşüne sahip grupların birbirleriyle kavga etmeden yaşatılabilmesinin sağlanması olduğu söylenebilir. Nitekim son yıllarda toplumumuzun uzlaşı kültürünü kazanmaya başladığını ve devletin de gerekli reformları yapmak için çaba içerisinde olduğunu görüyoruz. Terörün engellenmesi için bu çalışmaların daha da hızlandırılarak devam ettirilmesi gerekmektedir.

Sosyo-Kültürel Nedenler

Esas itibariyle sosyal bir olay olan terörizm, şüphesiz ki çok yönlü ve karmaşık bir sorunlar yumağıdır. Terörü sosyal bir olay olarak ele alırken, toplumun değer yargılarını, alışkanlıklarını, gelenek ve göreneklerini inceleyerek gözden geçirmek gerekmektedir. Bu bağlamda, sosyal değerlerdeki hızlı değişmeler, toplumda artan sapmalara ve uyuşmazlıklara sebep olabilmektedir. Bu değişim döneminde yaşanan sıkıntı, buhran ve kaoslar; hem teröristleri ve şiddet yanlılarını beslemekte, hem de onların toplumu etkilemelerine neden olmaktadır. Toplumdaki değer yargıları ve bunların benimsenişinin zaman içerisinde değişikliğe uğraması ve çağın ihtiyaçlarına göre değişmesi normaldir. Ancak sosyal yapıdaki değişim çok hızlı olursa ve geneli kapsayacak özellik taşımazsa, problemler ortaya çıkmakta ve sosyal denge bozulmaktadır. Sosyal değerlerdeki bu hızlı değişim; hem sosyal problemlere, çatışmalara sebep olmakta, hem de fertlerin, içine kapanık, şiddet yanlısı, görüşlerini açıklamak yerine zorla kabul ettirmeye yönelen kişiler haline gelmesine neden olmaktadır. Kısaca; sosyal değerlerdeki bu erozyon milleti kamplara bölerek, birbirine düşman kitlelerin oluşmasına sebep olmaktadır. Tarih, dil örf ve adetler, sanat ve edebiyat eserleri gibi kültür unsurları milli, şahsiyetin sürekliliğini gösterir. Bunlar arasındaki gelişmeci ve tekâmülcü bağın koparılması toplulukta anormal belirtilerin gösterilmesine yol açar. Bu anormal belirtiler genellikle anarşi, şiddet ve sosyal çözülme olarak kendini gösterir. Esasında şiddet ve anarşi taraftarları da özellikle kültür, dil, din, ahlak, aile ile ilgili kavramlarda kargaşalık yaratarak toplumu ve onu oluşturan fertleri neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmeyecek bir duruma getirmek ve böylece kendi sundukları reçeteyi itirazsız kabul etmelerini sağlamak amacını güderler . Bu doğrultuda, günümüzde sanayi toplumlarının; oluşturduğu karmaşa ile kişileri şiddete yönelten bir kuvvet olduğu söylenebilir. Özellikle “şehirleşme” ve “göç” olgularından kaynaklanan sosyal çalkantılar ve kültür değişimleri suça olduğu kadar şiddet kullanımına da katkıda bulunmaktadır. Sosyal gelişmeyle birlikte ortaya çıkan hızlı nüfus artışında olduğu gibi toplumun niteliği değişmekte, toplum sahipsiz ve yalnız hissetmiştir. Kendilerinin ezilmiş, horlanmış ve dışlanmış olduğunu düşünen insanlarımız, çok duygusal ve daha az kontrollüdür, bu nedenle bu insanların içine düştükleri boşluğu, dini istismar eden gruplar ve terör örgütleri en iyi şekilde doldurmuşlardır. Emre KONGAR da şiddetin oluşmasında ; kentsel alanlarda, endüstri tarafından emilemeyen iş gücünün yarattığı “gecekondu bölgelerinin” etkisi olduğunu belirtmektedir. Bir diğer ifadeyle, günümüzde yaşanan hızlı kentleşme, toplumda; yeni bir yapı, değişik bir hayat tarzı-kültürünün oluşması açısından büyük önem arz etmektedir. Bölgeler arasındaki dengesizlikler ve kentler içinde gelir ve yaşam düzeyi dengesizlikleri kısacası “çarpık kentleşmenin” özellikleri, şiddet olaylarının ortaya çıkmasında ana etkenler arasında sayılmaktadır.
Sonuç olarak; 1950’li yıllardan itibaren ülkemizde yaşanan ekonomik ve toplumsal değişimlerin, siyasal şiddet potansiyelini geliştirdiği, bu kapsamda yurdumuzdaki nüfus patlamasının, artan işsizliğin, gecekondulaşmanın, ağırlaşan geçim koşullarının, yüksek öğrenim kurumlarına giremeyen kitlelerin büyük bir ölçüde terör örgütlerinin yürüttükleri propagandalara konu teşkil ettiği söylenebilir. Ayrıca, bölgesel farklılıklar ve etnik kökenler ön plana çıkarılarak bölücü terör eylemlerine de girişildiği vurgulanabilir. Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri olan terörizmden kurtulabilmesi için, sosyal ve kültürel problemlerini çözerek, toplumun iç bünyesine yönelik tehditlere karşı, savunma reflekslerini güçlendirmesi gerekmektedir.

_01443299707

Eğitim Sisteminden Kaynaklanan Nedenler

Ekonomik eksikliklerden dolayı eğitim verilmemiş hatta cahil kalmış insanların, istismar edilmeye çok müsait konuma geldikleri, bu noktada zorluklarla büyümüş yeterli bir eğitim görmemiş, kaybedecek hiç olmayan birisinin, eline geçen ilk fırsatta içinde birikmiş olan hıncını topluma yöneltmesinin doğal olduğu belirtilmektedir. Bu itibarla terörü besleyen en önemli kaynaklardan birinin “eğitim eksikliği“ya da “cehalet” olduğu, böylece cehaleti ortadan kaldırmaya yönelik her türlü eğitim faaliyetinin aynı zamanda teröre karşı etkin bir önlem olacağını söylemek yanlış bir ifade olmayacaktır. Eğitim ailede başlar, sokakta, okulda ve iş yerinde devam eder. Siyasal partiler, dernekler, sendikalar, gönüllü kuruluşlar, basın ve diğer toplumsal kurumlar, bu eğitim süreci içerisinde yer alırlar. Ancak, günümüzde eğitim denince büyük ölçüde “okullarda” yapılan eğitim anlaşılmaktadır. Bunun temel ne-deni olarak, karmaşıklaşan sanayi toplumlarında eğitimin ayrı bir kurum olarak ortaya çıkıp çok çeşitli işlevleri yerine getirmesi gösterilebilir. Eğitime ilişkin sebepler; “gençlerin kötü eğitilmelerinden kaynaklanan sebepler” ve “bizzat eğitimin kendi sorunlarından kaynaklanan sebepler” olarak (2)’ye ayrılabilir. Bir diğer ifadeyle Ülkemizde eğitim sistemi miadını doldurmuş ve toplumumuzun gereksinmelerine cevap vermekten uzak hale gelmiştir. Ayrıca, fertler açısından eğitim maliyetinin yüksek olması; barınmadan yiyeceğe, pahalı kitaptan bulunmayan ders notuna, defter ve kaleme kadar bir diploma alabilmek için aşılması gereken birçok sorun vardır. Özellikle Türkiye’de 1960’ların sonlarındaki öğrenci olaylarının başlamasında bu tür sorunlar önemli bir yer tutmuştur. Ülkemizde 1991 yılı DİE verilerine göre; 63 milyon kişi bulunmakta ve bunların 40 milyonu, 12 ve daha üst yaş grubunda yer almaktadır. Bu 40 milyonun, 10 milyonu okuma-yazma bilmemektedir. 21 milyonu ilkokul, 3 milyon 600 bin kişi ortaokul, 3 milyon 300 bin kişi lise ve 1 milyon 200 bin kişi ise üniversite mezunudur. Gençlere gelince, 15-19 yaş arasında 1 milyon gencimiz okuma yazma bilmemektedir. Çocuklarımızın 6-11 yaş grubunda 2 milyonu hiç okula gitmemektedir. Öte yandan, okuma-yazma bilmeyenlerin 1,5 milyonu okul ve öğretmen yönünden en yoğun olan İstanbul, İzmir ve Ankara’da bulunmaktadır.
Ayrıca yapılan araştırmalarda, Türkiye’de her 5 yetişkinden 1’inin okuma-yazma bilmediği, bu durumun kadınlarda daha da düştüğü ve her 3 kadından 1’inin okuma-yazma bilmediği görülmektedir. Başka araştırmalara göre ise, teröristler arasında, politik farklılıklar olmasına rağmen, yaş, eğitim ve gelir düzeyleri açısından; hep aynı noktada birleştikleri, bu noktada köylerden şehirlere gelenler, üniversite öğrencileri ve 16-25 yaş arası kişilerin ilk sırayı oluşturdukları görülmüştür. Yukarıdaki bilgilerden de anlaşılacağı üzere; ülkemizin eğitim seviyesi oldukça düşüktür. Bunun yanında, okullarda verilen eğitimin kalitesi de yeterli değildir. Bu hususu yakalanan örgüt militanlarının ifadelerinden de anlamak mümkündür.

Terör örgütü PKK‘nın Diyarbakır bölgesi genel sekreterliğini yapmış olan Hıdır AKBALIK, şunları ifade etmektedir:
“Çocukluktan gençliğe adım attığımız yıllarda, artık toplumsal meselelere de ilgi duymaya başladık. Ailemizde ve çevremizde öğrendiğimiz şeyler bizi tatmin etmiyordu. Okullarda da aradığımızı bulamıyorduk. Gençliğimizin bu dönemini çok iyi değerlendiren komünistler, gençlerin tecrübesizlikleri ve heyecanlarından istifade ederek, gelişmelerin önünde engel olarak gördükleri dini ve milli duyguları zayıflatmak ve giderek yok etmek suretiyle düşünce alanında bir boşluk yarattılar. Milliyetçi düşünceler yerine enternasyonalizmi, milli ahlâk yerine proleter ahlâk dedikleri komünist ahlâkı yerleştirmeye çalıştılar. Bütün bunların yanı sıra ekonomik, sosyal ve siyasal meseleleri istismar edip, tek çıkar yolun komünist ideoloji olduğunu kabul ettirdiler.”
Bu noktada eğitim üzerine yaptığı çalışmalar ile tanınan Abbas GÜÇLÜ, teröre karışanların çoğunun liseli ve üniversiteli gençler olduğunu, ayrıca terör örgütlerinde lider pozisyonunda olanlarında örgütlere genelde üniversitede katıldığını belirtmektedir. Gerçekten de GÜÇLÜ’nün ifade ettiği gibi, ülkemizde faaliyet yürüten terör örgütlerinin kurucularını-beyin takımını; genelde en gözde üniversitelerinden mezun olmuş ya da yarıda bırakmış kişiler oluşturmuştur. Örneğin; THKP/C terör örgütünün kurucusu Mahir ÇAYAN, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrenicisidir. TKP/ML TİKKO terör örgütünün kurucusu İbrahim KAYPAKKAYA, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü öğrencisidir. THKO terör örgütünün kurucusu Deniz GEZMİŞ, İstanbul Hukuk Fakültesi öğrencisidir. PKK Terör örgütünün kurucusu Abdullah ÖCALAN Siyasal Bilgiler Fakültesi ikinci sınıftan terktir. Hizbullah örgütünün kurucusu Hüseyin VELİOĞLU, Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunudur . Yukarıda sıralanan örnekler, ülkemizde eğitim sistemimizin içinde bulunduğu durumu gözler önüne sermektedir. Zira 15 yılı okullarda geçen bir genç, yanlış eğitim sistemi yüzünden terör örgütlerinin insan kaynağını oluşturabilmektedir. Dolayısıyla eğitim sistemimizin bu açıdan enine boyuna incelenerek, eksik ve aksak yönlerinin en kısa sürede düzeltilmesi gerekmektedir.
pkk-terörist

Psikolojik Nedenler

Sosyal boyutlarının yanında gerek toplumsal yapıdan, gerekse bizzat insanın ruhsal halinden kaynaklanan psikolojik bir takım sebepler; terörün oluşmasında ve uygulanmasında büyük yer tutmaktadır. Ekonomik ve siyasi istikrarsızlıktan kaynaklanan olumsuzluklar, toplum bireylerini psikolojik açıdan etki altına almaktadır. İnsanlar, temel ihtiyaçlarını karşılayamamanın verdiği psikoloji ile farklı yönelişler içerisine girebilmektedirler. Terör örgütlerine katılan şahıslar incelendiğinde; çoğunlukla gelişim çağında olan bu gençlerin çoğunun, aile ve çevrelerinin doğurduğu problemler nedeniyle psikolojik yönden sağlıklı olmadıkları görülmüştür. Ekonomik şartların zorluğu, insanları maddi yönden etkilediği gibi psikolojik ve moral yönünden de etkilemektedir ve bu husus da terör örgütleri tarafından kullanılmaya çalışılmaktadır. Bu itibarla, Türkiye’de terörün oluşmasındaki psikolojik sebepler; mantıksızlık ve ruhi bozukluk, moda, hızlı toplumsal değişme, kompleks ve baskı, uyumsuzluk, beyin yıkama ve telkin, psikiyatrik hastalıklar şeklinde sıralanabilir.Toplumda azınlık durumunda olduğunu, kendilerine farklı davranıldığını algılayan ya da böyle olduğunu sanan insanlar başkalarına güven duymazlar. Bu güvensizlik duygusunun etkisiyle kimi kez doğru kimi kez hatalı değerlendirmeler sonucu; toplumun, yöneticilerin, güvenlik güçlerinin kendilerine karşı art niyetli, ön yargılı ve haksız davrandıklarını düşünürler. Bu nedenle; sert, saldırgan içerikli davranış kalıplarını benimserler. Bu davranışlara ortak değerler yüklerler. Akabinde saygınlıklarını korumak için şiddet eylemleri yaparlar. Böylece din, mezhep, tarikat, ideolojik ve etnik kökenden kaynaklanan terör örgütlerine giren genç militanlar saldırgan davranışlar ve şiddet eylemlerinde bulunarak bağlı oldukları gençlik alt kültürüne şan, şeref ve üstünlük sağladıklarını sanıp insan ve çevreye zarar verirler.
Bir diğer ifadeyle; kişisel becerisi, yeteneği yetersiz olanlar, içinde bulundukları durumu, rolü ve yeri beğenmezler. Toplum tarafından engellendiklerini, ilgi, sevgi, saygı görmediklerini düşünürler. İlgi görmek, saygınlık kazanmak için, saldırgan davranışlara ve şiddet eylemlerine yer veren davranış örneklerini kullanırlar. Ancak Mustafa Erkal ‘ a göre ;
“Fert, kendi psikolojik bunalımını dindirmek amacıyla teröre baş vurmaz. Başvurduğu haller ise ferdi kalır ve sosyal değildir. Tabii ki, teröre katılan bu olay içinde yer alan kişilerin psikolojik durumlarının da önemli bir yeri vardır. Ancak, toplumda görülen terör olayları birkaç olaya veya bunu yapan fertlere bağlanamaz ve şahsileştirilemez . ”
Ülkemizde de terör örgütlerinin eleman kaynağının; 15-25 yaş arası gençler olduğunu görülmektedir. Çocukluktan erişkinliğe geçiş dönemi olarak ifade edilen bu dönemde 13-14 yaşları ile 22-25 yaşları arası önemlidir. Bu geçiş dönemi sırasında olması gereken hususlardan biri benimseme duygusunun gelişmesidir. Bu kavram, kişinin geçmişinin devamı ve bir gruba ait olma duygusunun bir karışımıdır. Ferdin cemiyet içindeki yerini bulması manasına gelir. Ayrıca, gençliğin aşırı cereyanların etkisi altında kalmasının sebebi, gençlik çağının kendine has idealizminin olmasıdır. Bu idealizm olumlu yönde kullanılabileceği gibi kötü niyetli kişilerce olumsuz yönde de kullanılabilir. Öte yandan geçiş dönemi gençlerinin yanı sıra beyin gelişmesi yeterli olmayanlar da terörde kullanılmaktadır. Bazı kişilerde beyin gelişmesindeki eksiklik sonucu olan zeka geriliği öfkenin kontrolünü sağlayan ailenin ve kültürel değerlerin benimsenmesinin yetersizliğine yol açabilir. Böylece bu kişiler diğer kişilerden intikam alma vasıtası olarak çeşitli acımasız ve yıkıcı davranış bozuklukları geliştirebilirler. Özel olarak belirtmek gerekirse, şiddet eylemlerine katılan gençlerin en belirgin özellikleri olarak; gerçeklerden kopma, idrak sapması ve aşırı şüphe sayılabilir. Son olarak kısaca şunu diyebiliriz ki, bazı fertler vücut ve ruh bakımından hastadırlar, hayat kavgasında şiddete başvururlar.
  • Bu çalışmanın tüm hakları Gökay Havabulut adlı kişiye aittir…

Cafrande.org yeni yazılar Aslolan paylaşmaktır!



Cafrande.org yeni yazılar

  1. İnsanların Mutsuz Olmasında Can Sıkıntısı ve Heyecanın Yeri – Bertrand Russell
  2. “Onu öldürmemiz için geldiğini söylüyor” Sorgu – Cafer Yurtsever
  3. Sennur Sezer ve kendi sesinden şiirleri: Nasıl anlatalım çocuklara dünyayı?
  4. Tarihe Geçen Fotoğraflar ve Kısa Hikayeleri
  5. Fenerbahçe’nin Babası: Semih Bayülken – Cemal Süreya
  6. Zorbalıklar, Baba Otokrasisinden Kişisiz Aygıtlara Franz Kafka – Michael Löwy
  7. Gürcü ve Megrel Müziği: Tutarchela Kadınlar Korosu’ndan Şarkılar
  8. Einstein’den Fidel Castro’ya 30 Ünlünün Çocukluk Fotoğrafı
  9. Mutluluğun Resmini Yapan Adam, Abidin Dino – Yaşar Kemal
  10. “Kadınların aşkına değip geçerken…”* Araya Giren – Jorge Luis Borges
  11. Grup Yansımalar’ın en iyi albümü “Bab-ı Esrar” (1995) cafrande.org’ta
  12. Birhan Keskin: Kopuk ve uzak bir şeyler var aramızda/ ya beni bırak, ya sarıl bana
  13. Yaşlanmayı önlemek mümkün mü, sonuçları ne olur? – Peter Ray Allison
  14. Ekim Devrimi Sonrasında Sovyetler Birliğinde Kadınlar – Özden Dilber (1987)
  15. Tanıdık Ezgiler: Ermeni Ozan ve Halk Şarkıları (Minstrel & Folk Songs Of Armenia)
  16. Sinema Yazarlarına Göre “En İyi Devrim ve İsyan Filmleri”
  17. Laboratuvar Farelerinin Depresif Hayatı – Yuval Noah Harari
  18. Usta ressamlar eğer mimar olsaydı yaptıkları yapılar nasıl olurdu?
  19. 1930 Kayıtlarından Pontus Şarkıları 2 Cd 62 Şarkı (Songs of Pontus)
  20. Benzer Sonuca Çeşitli Yollardan Varılabilir – Michel de Montaigne 
Aslolan paylaşmaktır!

Ben Ruhi Bey Nasılım


imagesCA4BLNYO
Ben Ruhi Bey Nasılım
I
Gördün mü hiç suyun yanmasını tuzda
Gördüm ben bu yaşam boyu iniltiyi
Büyük bahçelerin küçük içinde
Saksılardan birinde
Gördüm de
Uyurken uyandırılmış gibi
Beni bir sardunya büyüttü belki.

O ben ki
Bir kadında bir çocuk hayaleti mi
Bir çocukta bir kadın hayaleti mi
Yalnızca bir hayalet mi yoksa.

Ne peki
Yere dökülen bir un sessizliği mi
Göğe bırakılmış bir balon sessizliği mi
İşini bitirmiş bir org tamircisinin
Tuşlardan birine dokunacakkenki
Dikkati ve tedirginliği mi.

Bekler mi beni
Her yanı, ama her yanı çocuklar gibi gülümseyen
Bir sürü yaz gününün içinde
Acaba bekler mi beni
Uykularım, o sonsuz uykularım
Yanmış bir limonluktaki
– Ve limonlar ki her gün bir yaprak ayininde
Sesini hiç eksiltmeyen –
Ama bilmez miyim ben
Bilmez miyim hiç
Böyle sığ hayallerle oyalanmak yerine
Kısacık bir zaman olmalıydı elimde
Turfanda meyva gibi bir zaman
Yollar yollar kateden tadı ve ekşiliği
Geçerek erguvanların dönemecinden
Leylakların dörtyol ağzından
Yapıştırıncaya dek beni dudaklarına
Acının dudaklarına ve geçmişin
Bir yaban gülü yaprağı gibi beni
Ama ne gezer.

Korkmuyorum artık solmaktan
Solmaktan ve solgunluktan
Gelmişim nerelerden böyle
Kurumuş bir dere yatağı gibi
Ya da pek kurumamış da
Baygın, hasta ya da cançekişen
Çırparaktan yüzgeçlerimi dip sularında
Ya da yer tahtaları, muşamba, örtük perdelerin kasvetini
Yorgun düşerek taşımaktan
Ve ne çıkar ayırmasam kendimi
Suların büyük içkilere kavuştuğu koylardan.

Koylardan
Kapsayan o sevimsiz, o küçük aşkları da
Eskiyen turunçlar gibi ilk rengini pek aratmayan
Ayırmasam kendimi
Diyorum ayırmasam
Köhnemiş bir geminin -izine pek rastlanılmayan-
İçindeki bir yolcudan da, değerli taşlarla dolu cepleri
Cepleri yüreği cepleri
Ayırmasam da ben
Kim görürdü o yolcuyu, yani kim farkederdi beni
Sıradan acılardır çünkü bütün ilgileri toplayan
Oysa sıkıntıyı buruşuk bir iç çamaşırı gibi saklayan
Bu kımıltısız gövde
Görülmemiştir ki hiç görülsün şimdi
Görülmediği gibi gündoğumundan havalanan kuşların
Ya da bir oda kapısını açtığınız zaman
O müthiş öğle sıcağında
Pencerenin önünde örgü ören birinin
– Örgü mü, bir çay bardağını başka başka tutan ellerin becerikliliği mi-
Görülmediği gibi
Ama var mıydı sanki görülmek isteyen
Var mıydı bir şeyler bekleyen yüreğimin eskittiklerinden.

II
Ve her şey hızla yetişti sonra
Sarı bir günün kahverengi yarınına.

Yıkılmış bir ağacın üstünde yıllarca oturdum da
Gözleri avına benzeyen bir avcıydım sanki
Ağaç da çürümüş zaten
Kazımış, oymuş bir yerlerinden gelip geçen onu
Ağaç mı, içi yıllarla dolu bir kutu mu
Çözmek için mi acaba içlerindeki bir gizi
-Gizi mi, bir giz gereksinmesini mi-
Yoklamışlar orasından burasından
Kim bilir.

Ama sessizlikten başka ne bulmuşlar
Önemsiz bir iki anıdanbaşka
Ya insan kılığında ya da bir dekor taşkınlığında
Sorarım ne bulmuşlar
Çoktan yeni bir umuda dönüşmüştür onlar da
Anılar.

Oysa bambaşka şeyler olmalıydı ağaçta
Kazılmış, oyulmuş yerlerinde ağacın
Buruk mayhoş, daha çok da bir zehir tadındaki
Bir şeyler olmalıydı. Ve sanki
Yıllar var ki saklamışım orda ben

Saklamışım anlaşılan
Odasında yapayalnız doğuran bir kadının
Dışa vurmak istemediği
Ya da pek gereksinmediği
O iniltiyi andıran
Duyurulmayan her şeyi.

III
Ve her şey dönüştü işte
Kahverengi bir çarşambadan
Sapsarı bir cumartesiye.

Ansızın bir rüzgar çıktı demin
Çölde yanıt arayan alaycı bir rüzgar
Kolalı bir örtü gibi acıtıyor yüzümü
Yakıyor gözkapaklarımı da
Toplayıp getiriyor anılarımı bir bir
Uzun yolları hiç sevmeyen anılarımı.

(Kaç türlü girilirdi anılardan içeri?
1 – İşte bir zambağın özsuyunun içilişi gibi
2 – Süt emer gibi bir memeden
Bütün renklerin ve bütün kokuların bir anda bilinişi
3 – Dibini kazıyor alanlar: dünyanın iç çekişi.)

(Ansak mı anmasak mı
Yeri mi şimdi değil mi
Bir tren yolculuğunda ve her yerde
Her şeyin ya da hiçbir şeyin hiç mi hiç çekilmezliğini
Bir hafta tatilini, bir öğle vaktini, belki bir pazartesiyi
Saatler iyi
Adamlar gülüyorlarsa iyi, gülmüyorlarsa gene iyi
Ve bütün yolcuların dalgın
Koparıp koparıp bir şeyler yediklerini
Görünüşte kararsız
Görünüşte üzgün, endişeli
Görsek mi acaba, görmesek mi
Açıp da kapalı gözlerini arada
Şöyle bir görünümü tek bir solukta
Yalandan, inatla içine çekenleri
Ya da bir köprüden geçerken, bir tünele girerken
Belirtip yüzlerinde çok görmüşlüğün izlerini
Bir tilki çevikliğiyle, acele
Katarak yolculuğa hiç yoktan bir gizemliliği
Bilmem ki, görmesek mi
Durunca tren bir istasyonda
Dudakları çatlamış, ateşli, hasta bir istasyonda
Dünyanın bütün elma satıcılarına bakıp
Bakıp da her şeyi ilk defa tanıyormuş gibi
Uzanıp pencerelerden sarkık gerdanlarıyla
Tutarak parmaklarıyla yalancı
Ve ucuzundan bir kolyeyi
Acaba görmesek mi
Bir treni ve dünyada tren olan her şeyi.

Ansak mı anmasak mı acaba
Yeri mi şimdi, değil mi
Sırasını bekleyen bir kadının, hasta
Gereğinden fazla abartılmış yüzünü
Besbelli iğrenirdiniz
Çevirirdiniz gözlerinizi yer tahtalarına
Bir duvar saatine ya da kapıya
Telefona bakardınız, tırnaklarını incelerdiniz uzun uzun
Kısaca
Kaçınmak isterdiniz o yüzden -ama bitmedi-
Gördünüz, görüverdiniz bir daha
Sıyrılmış acılardan ansızın
Sevecen, durgun, sade
O yüzü
Belki de, orda, acele
Karar verdiniz
Bir anneniz olsun isterdiniz böyle
Ve belki sarılıp öpmek isterdiniz onu
Her neyse…

Söylesek, yeniden mi söylesek şimdi de
Ben uzun yolları hiç sevmem
Doğacak bir çocuk gibi beklemeli anılar
Ansızın doğmalı, ansızın ölmeli saniyelerde.)

IV
Bırakıp gidiyor anılarımı rüzgar
Denize bırakılmış çöpler gibi
Yol kenarlarında birikmiş gereksiz eşyalar gibi
Geri veriyor ve çekip gidiyor usulca.

Bulanık bir havuzun yanında buluyorum kendimi
Bakımsız, taşları kırık bir havuzun yanında
İçinden koyu yeşil bir çocuğun baktığı
Çürümeye yüz tutmuş yaprak renginde
Ağlaması yağmurlu bir sundurmaya benzeyen
Kırık iskemleleri, çatlamış mermer masasıyla
Yağmurlu bir sundurmaya
Ve pencerelerde belli belirsiz bir kadın
Pencerelerde ve her yanda.

Bir çocukta bir kadın hayaleti mi
Bir kadında bir çocuk hayaleti mi
Yalnızca bir hayalet mi yoksa.

(Nerdeyim
Kelebeklerden dokunuşlar alan bir yaprak gibi inceyim
Para bozduranların az çok bildiği
Adres soranların gene bildiği
Bir sokakta bir aşağı bir yukarı
Saatlerce dolaşanların hemen hemen bildiği
Amansız bir güceniğim.)

Geri getiriyor bunları rüzgar
Geri getiriyor anılması kırmızı bir konağı da
İniltili, hasta bir konağı da
Çatısında baykuşların tünediği
Birtakım iplerin düğümlendiği tahtaboşlarda
Ve bütün konuşmaların tek bir cümlede toplanıp
Suskunluğu bir anıt gibi yükselttiği
Bir konağı ve konağın olanca görkemini
Geri getiriyor rüzgar.

(Konaksa yandı çoktan
Tertemiz bir asfalt ezip geçti onu
İyi biliyorum tertemiz bir asfalt
Ezip geçti onu
Kırmızı bir konak mezarı gölgesi bırakarak.)

Ve yıllar ve günler ve saatler ayarlandı
Caddeler, işhanları kahveler ayarlandı
Meyhaneler, genelevler
Pasajlar, dar sokaklar, geçitler
Soğuk biralar ayarlandı, soğuk her şey
Ve bütün ilişkiler
Birden yerini aldı.

Ve her şey yetişti gene
Sarı bir çarşambadan
Kahverengi bir cumartesiye.

V
Ben Ruhi Bey, nasıl olan Ruhi Bey
Nasılım
Bir yaz ikindisinden çıktım geldim
Diyelim bir pazartesiydi, biraz da şöyle geldim
Kapıyı iyice kapadım
– Kapadım mı, evet, kapadım –
Çitlenbik ağacının altından geçtim
Frenk üzümlerinden bir iki salkım kopardım
Dişlerimle sıyırdım
Sardunya renginde ve sardunya tadında idiler
Biri fotoğrafımı çekiyorkenki gibi durdum
Azıcık gülümsedim
Ve dünya bana gülümsedi
Çakılların üstünden yürüdüm
Yürüdüm ki, bir sese benziyordum sanki
Yüzyıllarca önce kırılmış bir kemik sesi
İyice duydum
Çıkarken bahçe kapısını açık bıraktım
– Çok yüksekti. Deniz dibi renginde ve demirdendi. Üstünde aslan başı
kabartmalar vardı. İki yanında çok yüksek iki duvar uzar giderdi.
Dışardan çam ğaçları görünürdü. Bir kırbaç gibi görünürdü. Ve
ağaçların üstünde kırbaç kılıflarına benzeyen ve evlatlıkların mavi
pazen giysilerini andıran kalınlaşmış bir gökyüzü dururdu –
On sekiz on beş trenine yetiştim
Geniş kadife koltuğa oturdum
Puromu yaktım – iki kibrit harcadım –
Akşam gazetelerinde pek bir şey yoktu
Haydarpaşa’ya kadar bulmaca çözdüm
İskelede saçları çok iyi taranmış bir kız bana baktı
Bakışından tedirgin oldum
Giyimsizdi, boyasızdı, bakımsızdı
Vapurla Karaköy’e geçtim
Tokatlı’ya uğradım
Köprüden aldığım Fransız dergilerini karıştırdım
Kirazla bir kadeh rakı içtim
Çıkarken boy aynasında kendime baktım
Oldukça yakışıklıydım
Gömleğim temizdi, beyaz ceketim
Tertemizdi ve ayakkabılarım
Pantolonum ütülü
Yelek cebimde ince altın bir zincir
Sarı ve ince bıyıklarım
Tam Ruhi Bey bıyığıydı
Ve iki parmağın arasında bir çiçek sapı
– Zakkum muydu, değil miydi, belki yazpatı –
Boynumda menekşe rengi bir papyon
Hafifçe sarkık
Dudağımda bitti bitecek bir sigara
Kenarında dudağımın
Dışarı çıktım.
Tünele bindim, Asmalımescit’teki Viyana lokantasına geldim.
Avusturyalı karı koca beni karşıladılar
İkisi de eğilerek ben dimdik durdukça onlar bir kez daha eğilerek beni
karşıladılar
Benden başka oldukça şişman iki adam daha vardı. Beyaz Ruslardandılar, gözleri
necef taşı gibi sert ve parlaktı
Tezgahta bir Leh Yahudisi votka içiyordu, yüzündeki ince damarlar fırçayla
çizilmiş gibiydi, bir silinip bir canlanıyorlardı.
Soğuk et getirdiler bana, omlet, bira filan getirdiler
Üstüne kremalı ahududu getirdiler, likörle kahve getirdiler
Çıkarken bolca bahşiş bıraktım.
Markiz’e uğradım, dört mevsimden süzülmüş bir konyak içtim
Düzeltip arada bir bıyıklarımı
Uçları hafifçe ıslak
Bir ara pencere camında kendime baktım
Baktım ki, ben Ruhi Bey
Nasıl olan Ruhi Bey
Daha nasılım.

Oradan Galatasaray’a kadar yürüdüm
Bir kadının pembe beyaz teni dağılıp uçuşarak
Gezindi ortalıkta bir süre
Ve durdum
Durdum bu güzel yaz ikindisinden çıkıp
Bambaşka bir sonbahar sabahını giyinceye kadar Nasılım.

VI
Nasıl olacaksınız Ruhi Bey
Bugün de erkencisiniz Ruhi Bey
Şarapla bira mı içiyorsunuz Ruhi Bey
Böyle sabah sabah Ruhi Bey
Akşam akşam Ruhi Bey
Akşam sabah Ruhi Bey
Cıgara alır mıydınız Ruhi Bey
Yakalım Ruhi Bey, yakalım
Böyle üşümüyor musunuz Ruhi Bey
Benim de ayakkabılarım su alıyor Ruhi Bey
Ne olur ne olmaz
Önümüz kış Ruhi Bey
Ee, daha nasılsınız Ruhi Bey
– İyiyim, iyiyim.

(Gelsem gelsem bir solgunluktan gelirim
Kızgın bir sardunyanın üstelik üvey çocuğu
Pembe pembe azarlanırım
O ölür ben azarlanırım
Kocaman bir konakta uzarım kısalırım
Ellerim tırnaklarım
Yeni kırpılmış bir koyun derisi gibi pespembe
Ve sıcak
Gözlerim, gözlerim benim
Denizi ilk defa gören bir çocuğun
Birdenbire yaşlanması neyse.)


Sizinle görüşelim Ruhi Bey
Vaktim yok, vaktim yok
Ruhi Bey, görüşelim
Vaktim yok görüşmeye kimseyle
Ruhi Bey
Kendimle bile, kendimle bile.
(Olmaz ki, kimse kimseyi sevemez
Ama hiç kimse.)

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...