12 Eylül 2018

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN FİLİSTİN HAKKINDAKİ DÜŞÜNCE VE SÖZLERİ

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN  FİLİSTİN HAKKINDAKİ DÜŞÜNCE VE SÖZLERİ ile ilgili görsel sonucu
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN FİLİSTİN HAKKINDAKİ DÜŞÜNCE VE SÖZLERİ 

M.Kemal, ortadogu, filistin ve suudi yetkililere ithaf ettigi sözleri!!!!!!!!! 
 Atatürk'ün Ortadoğu Vasiyeti 'Filistin'in, Lübnan'ın emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyiz' diyen Ata, Cumhuriyet yöneticilerini de tehlikeye karşı uyardı. Şimdi kendimize kafi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslamiyet'in mukaddes yerlerinin Museviler'in ve Hristiyanlar'ın nüfuzunun altına girmesine mani olacağız. Buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmiyeceğiz.' Bu sözler Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'e ait... Ankara'da çatlak Güney Lübnan'a konuşlanması planlanan çokuluslu istikrar gücüne katkıda bulunmak isteyen BM üyesi ülkeler, bölgede çatışmanın sona ermesini beklerken, İsrail Başbakanı Ehud Olmert ise barış gücü Lübnan'da konuşlanmadan ateşkes olamayacağını belirtti. Türkiye'nin bölgeye göndereceği barış gücünün fonksiyonunun ne olacağı konusunda da Ankara'da 'fikir ayrılığı' bulunduğu iddia ediliyor. Edinilen bilgilere göre, bazı birimler, bölgeye gönderilecek gücün, Hizbullah'a karşı aktif görev almasını istiyor. Türk Silahlı Kuvvetleri, bugüne kadar, İsrail'le olan ilişkilerini, hükümetlerden bağımsız yürüttü. Peki Atatürk yaşasaydı, Filistin'de devam eden insanlık dramı karşısında acaba nasıl hareket ederdi? Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, şu anda İsrail'in işgali altında bulunan Filistin, bir diğer ifadeyle 'Kutsal Topraklar' hakkında acaba ne düşünüyordu? Atatürk halen yaşasaydı, İsrail'e, NATO, AB ve ABD'ye karşı acaba nasıl bir tavır takınırdı? Lübnan'da yaşanan insanlık dramına müdahale mi eder, yoksa seyreder miydi? 

Emperyalist giremeyecek'
İsrail'in Lübnan'a saldırısı nedeniyle dünyanın gündeminde olan 'Kutsal Topraklar'ın Geleceği' konusunda, haftalık yayın yapan Dünya Gündemi gazetesi, tarihi belgeyi geçen hafta yayımladı. Belgenin konusu Kutsal Topraklar ve Atatürk'ün 1937'de Meclis'te yaptığı bir konuşmaya dayanıyor. Belgedeki imza ise dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'ya ait. Aşağıdaki sözler Türk Devleti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'e ait: 'Şimdi kendimize kafi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslamiyet'in mukaddes yerlerinin Museviler'in ve Hristiyanlar'ın nüfuzunun altına girmesine mani olacağız. Buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmiyeceğiz. Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyet'e lakayt olmakla ittiham edildik. Fakat bu ittihamlara rağmen Peygamber'in son arzusunu yani, mukaddes toprakların daima İslam hakimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin, Selahaddin'in idaresi altında, uğrunda Hristiyanlar'la mücadele ettikleri topraklarda yabancı hakimiyet ve nüfuzunun tahtında bulunmasına müsaade etmiyeceğimizi beyan edecek kadar bugün, Allah'ın inayeti ile kuvvetliyiz.' İşte belgenin tam metni Bazı çevrelerin Atatürk'le ilgili iddialarına son verecek olan bu belge, İçişleri Bakanlığı Matbuat Umum Müdürlüğü antetini ve 20 Ağustos 1937 tarihini taşıyor. 

Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Cumhurbaşkanlığı'na hitaben yazdığı ön sunuş yazısında 'Bombay Chronicle gazetesinin 27.8.1937 tarihli nushasında 'Filistin'e el sürülemez, Kemal Paşa Avrupa'ya ihtar ediyor' başlığı altında bir yazı intişar etmiştir. Bu yazının Türkçe örneği ilişik olarak sunulmuştur. Bu vesile ile saygılarımı tekrarlarım' diyor. Belgeden anlaşıldığına göre Mustafa Kemal Atatürk'ün, Meclis'te yaptığı bu konuşmayı, önce, Ankara'da Türkçe yayınlanan Hakimiyeti Milliye Gazetesi yayınlamış. Hindistan'da yayınlanan Bombay Chronicle Gazetesi de bu açıklamayı Hakimiyeti Milliye Gazetesi'nden almış. Aslı Ankara'da Milli Arşiv'de 030 10 266 793 25 numaları dosyada saklı tutulan belgeye göre, Mustafa Kemal Atatürk'ün Kutsal Topraklar'la ilgili olarak Meclis'te yaptığı bu konuşmanın tam metni şöyledir: 'Araplar'ın Avrupa siyasetine nüfuz edemeyip sözde istiklal kelimesine inandıkları ve bu uğurda Arap memleketlerini Avrupa emperyalizmine esir kıldıkları çok şayanı teessüftür. Araplar'ın arasında mevcud olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. Biz vakıa birkaç sene Araplar'dan uzak kaldık. Fakat şimdi kendimize kafi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslamiyetin mukaddes yerlerinin Museviler'in ve Hristiyanlar'ın nüfuzunun altına girmesine mani olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki; buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmiyeceğiz. 

Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyet'e lakayt olmakla ittiham edildik. Fakat bu ittihamlara rağmen peygamberin son arzusunu yani, mukaddes toprakların daima İslam hakimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin, Selahaddin'in idaresi altında, uğrunda Hristiyanlar'la mücadele ettikleri topraklarda yabancı hakimiyet ve nüfuzunun tahtında (altında) bulunmasına müsaade etmiyeceğimizi beyan edecek kadar bugün, Allah'ın inayeti ile kuvvetliyiz. Avrupa bu mukaddes yerlere temellük etmek için yapacağı ilk adımda bütün İslam aleminin ayaklanıp icraata geçeceğine şüphemiz yoktur.' Atatürk İsrail için ne düşünüyordu? Şimdi her konuda Atatürk adına konuştuğunu ve hareket ettiğini söyleyen her kesim Atatürk"ün 27 Temmuz 1937 tarihinde Hakimiyeti Milliye gazetesine verdiği demeci ibretle okumalıdırlar. Ortadoğu"da bütün bir bölgede çıban başı olacak bir Yahudi Devleti"nin kurulma aşamasında olduğunu sezinledikten sonra "Filistin'e el sürülemez. Türkler bölgedeki yabancı işgali kabul edemez. Hz. Muhammed'in ve kutsal değerlerin hürmetine İslam'ın mukaddes topraklarının Yahudilerin ve Hıristiyanların nüfuzuna girmesine engel olacağız. Ordumuzun buna gücü yeter. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Arap kardeşlerimizden uzak kaldık ancak onların aralarındaki karışıklıkları kimse bizden iyi bilemez." demiştir Atatürk. Atatürk ün filistin endişesi ve dinlerarasi diyalog daleveresi

Mustafa Kemal?in Feraseti ve Filistin Gayreti:
O günkü Hâkimiyeti Milliye gazetesinde yayımlanan 1937`deki bir nutkunda; Filistin`e dışarıdan müdahale edilemeyeceğini ve el sürülemeyeceğini söyleyen Mustafa Kemal, "Mukaddes toprakların İslâm hakimiyetinde kalması için bugün kanımızı dökmeğe hazırız" demişti
Mustafa Kemal Atatürk`ün 27 Temmuz 1937 tarihinde Hakimiyet`i Milliye gazetesinde yer alan nutkunda "Filistin`e el sürülemez Türkler mukaddes topraklarda yabancı hakimiyetine tahammül edemeyeceklerdir" dediği kesinleşmiştir Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi`nde bulunan evraka göre Dahiliye Vekaleti Matbuat Umum Müdürlüğü tarafından saklanan 1937 tarihli belge Mustafa Kemal Atatürk`ün Türkiye Büyük Millet Meclisi`nde yaptığı bir nutuktan bahsetmektedir Nutkun Filistin ile alakalı bölümünde "Arapların, Avrupa siyasetine nüfuz edemeyip bu sözde istiklâl kelimesine inandıkları ve bu uğurda Arap memleketlerini Avrupa emperyalizmine esir kıldıkları çok şayanı teessüftür" (Yani Müslüman Arapların, batılıların bağımsızlık vaatlerine aldanıp, emperyalizmin esiri olmaları, çok üzücü bir olaydır) diyen Mustafa Kemal, Filistin`in Arabistan`da vuku bulacak harekâtın merkezini teşkil ettiği takdirde buradaki Araplara yapılacak herhangi bir fenalığa Türklerin tahammül edemeyeceğini? ifade ve ikaz etmektedir Bu topraklar için kanımızı dökmeye daima hazırız`

Mustafa Kemal, nutkun Filistin`le ilgili ilerleyen bölümlerinde daha sonra şu tarihi sözlere yer veriyor: "Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez Biz vakıa birkaç sene Araplardan uzak kaldık Fakat şimdi kendimize kâfi derecede güvenip kudretimizi bildiğimiz için İslâmiyet`in mukaddes yerlerinin Musevilerin ve Hıristiyanların nüfuzunun altına girmesine mani olacağız Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki, buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslâmiyet`e lâkayt olmakla ittiham edildik Fakat bu ittihamlara rağmen Peygamber`in son arzusu yani, mukaddes toprakların daima İslâm hâkimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeğe hazırız Cedlerimizin, Selâhaddin`in idaresi altında, uğrunda Hıristiyanlarla mücadele ettikleri toprakların yabancı hâkimiyet ve nüfuzunun tahtında bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bugün, Allah`ın inayeti ile kuvvetliyiz Avrupa bu mukaddes yerlere temellük etmek için yapacağı ilk adımda, bütün İslâm âleminin ayaklanıp icraata geçeceğine şüphemiz yoktur" Kudüs Müftüsü`ne büyük destek verdi
Mustafa Kemal Paşa, Çanakkale Savaşı`na katılan ve Teşkilat-ı Mahsusa`da görev alan Yaser Arafat öncesi ilk Filistin lideri ve Kudüs Müftüsü Hacı Emin el-Hüseyni`yi de hep desteklemiştir Atatürk`ün ölümünden sonradır ki İngilizler el-Hüseyni`ye verdikleri sözlerden ve Reel paylaşma planından vazgeçtiler Takiben de Filistin`de İsrail devletinin kurulması yolunda birbiri ardınca adımlar atıldı İngilizlerin Filistin`in paylaşımında Araplara karşı çok tavizkar davranmasında Atatürk`ün dış politikasının ve Kudüs Müftüsü el-Hüseyni`ye verdiği tam desteğin büyük tesiri bulunduğu[1] artık belirlenmiş ve belgelenmiştir
Mustafa Kemal, Filistin?in emperyalistlerin eline geçmemesi ve Hz Peygamberin aziz hatırasının çiğnenmemesi için gerekirse savaşmayı ve kan akıtmayı göze alırken? Atatürk?e dinsiz-deccal diyen sahte Mesihler, değil sadece Filistin, Türkiye?mizi bile Siyonist İsrail?in bir eyaleti yapma planının fikri parçası olan Dinler Arası Diyalog tuzağına taşeronluk rolündedir Halbuki 

 BENİM İLETMEK İSTEDİĞİM YER BURASIDIR, AŞAGIDAKİ YAZILARDAKİ DÜŞÜNCEYE KATILIP KATILMADIGIMLA İLGİLİ SORU SORMAYIN LÜTFEN!!
1- Dinlerarası Diyalog girişimlerinin en sinsi ve tehli tarafı: İslam dışındaki tahrif edilmiş veya putperestliğe yönelmiş dinleri de hak kabul etmek ve İslam dinini onlardan biri şeklinde göstermektir Oysa ?Allah katında (Gerekli ve geçerli olan tek) din İslam?dır?[2] Kim İslam?dan başka bir din ararsa, bilsin ki (o uydurma din) kendilerinden asla kabul edilmeyecektir?[3] Evet ?dinler? yok, bir tek Hak din vardır, o da İslam?dır Hz İbrahim, Hz Musa, Hz İsa da, Hz Muhammed Aleyhisselam da, İslam?dır Biz Müslümanlar, bütün peygamberlere ve onlara gönderilen kitap ve sahifelere inandığımız halde, Onlar Hz Muhammedî SAV ve Kur?anı Kerimi inkâr etmektedir 
 2- ?Deki: Ey Kitap ehli, bizimle sizin aranızda müsavi (ve müşterek) olan bir KELİME?ye gelin?[4] Ayetinde Ortak din, müşterek inanç ve benzer ahlâk? tan değil, sadece bir benzer ?Kelime? den bahsedilmektedir Çünkü bu günkü Yahudi ve Hıristiyanlarla ?Allah, Peygamber, Ahiret, Vahiy, Kitap ve Din? gibi kelime kalıplarımız müsavi ve müşterektir Ama bu kelimelere yüklenen asıl ?kavramlar?lar arasında asla bir benzerlik söz konusu değildir Biz tevhit, onlar ise teslise (üç ilah) ve tescim (Allah?ı cisimlendirme) inancına sahiptir
 3- Bu ayetleri en mükemmel anlayan ve en güzel uygulayan Hz Peygamber Efendimizin İslama davet mektupları ortadadır O Mektupları diyalog dalaverelerinize dayanak gösteriyorsunuz da niye bir tanesini olsun yayınlamıyorsunuz?
Foyanız ve safsatanız ortaya çıkar diye mi korkuyorsunuz? Bu topluma; Sizin, Siyonist merkezlere teslimiyetçi ve emperyalist emellere hizmetçi tavrınızla, Efendimizin ?Batıl ve bozuk olan yoldan vazgeçip İslam?a teslim olun ve kurtulun? anlamındaki çağrılarını karşılaştırıp doğru karar verme fırsatı niye sunmuyorsunuz?
4? 20 Aralık 2004 tarihli Yeni Şafak Gazetesindeki habere göre: ?Vatikan İslâm dünyasına yönelik olarak izleyeceği yeni politikasını:
?2003 te İslâmiyet?e karşı başlatılmış olan entelektüel saldırı, 2004 ten sonra askeri ve siyasî savaş düzeyine çıkarılmıştır? şeklinde açıklarken, ABD Başkanı Bush ?Yeni Haçlı Seferlerini başlattığını? söylerken, sizin aynı merkezlerle hala diyalog içinde bulunmanız, gaflet midir, yoksa hıyanet midir?
5- Farklı din ve dünya görüşlerine mensup kişiler, partiler, dernekler ve devletlerarasında:
- Bilimsel
- Teknolojik
- İnsani
- Siyasi
- Kültürel
Ve sanatsal diyalog ve dayanışma olabilir, olmalıdır Birlikte barış ve bereket içinde yaşama imkânı aranmalıdır İlmi temellere dayalı imani ve ahlaki davetler yapılmalıdır
6- Ancak, Hz Peygamberimiz toplumsal ilişki ve işbirliklerini;
a- Resmi ve fiili din rehberi ve Devlet reisi sıfatıyla
b- Devlet reisi ve din rehberi olarak bizzat tayin ettiği resmi elçiler vasıtasıyla?
c- Ve yine muhatapları olan devlet yetkilisi ve din-millet temsilcisi statüsü taşıyan insanlarla yapmıştır
Ve onları (Yahudi ve Hıristiyanları, puta ve ateşe tapanları) tuttukları batıl yoldan vazgeçip İslam a girmeye çağırmıştır
Peki, Fetullah Gülen acaba;
- Bütün İslam Aleminin dini lideri midir?
- Hangi devletin resmi ve yetkili temsilcisidir? Hiç biri değil, ya;
Kendisine, bu sahte sıfat ve statüyü ne İslam Alemindeki ne Türkiye?deki Müslümanlar değil, Siyonist Yahudi ve Emperyalist Haçlı merkezleri vermiştir
7- Şu Diyalogcu Fetullah Gülen:
Yıllardır sahipsiz ve savunmasız Filistin Müslümanlarına kan kusturan Siyonist İsrail?in haksız ve ahlâksız saldırılarını, çıkıp bizzat kınasın ve Müslümanlara sahip çıksın?
Ve yine ABD?nin ve şer ekibinin emperyalist amaçlarla ırak işgalini ve sergiledikleri vahşetleri ve bu zulme destek verenleri lânetleyen ve yurtlarını ve namuslarını savunan direnişçilere dua eden bir açıklama yapsın,
O zaman, samimiyetine ve Milli Cephede hizmet ettiğine kanaat getirelim
8- İslam ülkeleri biri birinden bu denli kopuk? Türkiye?deki İslâmî cemaat ve cemiyetler biri birinden böylesine uzak bulunduğu bir hengâmede, önce Müslümanlar arasında bir diyalog ve dayanışma? Saldırı ve sömürüye karşı ortak tavır ve hayırda yarışma ortamı hazırlamak için hiçbir gayret ve girişim göstermediği halde, Yahudi ve Hıristiyanlarla diyalog için böylesine iştahlı davranmak, hangi merhamet ve müsamaha ile izah edilecek bir tavırdır?
9- 21?23 Aralık 2004 tarihlerinde Zaman Gazetesinde Dinlerarası Diyalogun Dini Temellerini yazan, Yahudi ve Hıristiyanları ?Veliler? edinmeyi yasaklayan ayetlerin hükmünü kendi kafasına göre yorumlayıp yamuklaştırmaya çalışan Prof Dr Davut Aydüz?ün ?Maide 51ayeti, sadece Müslümanlara karşı savaşan Yahudi ve Hıristiyanlarla dostluğu men ediyor? iddiasının hiçbir ilmi ve tarihi dayanağı yoktur
Kaldı ki böyle bile olsa; şu anda Filistin ve Irak?ta İslam topraklarını zorla işgal eden ve Müslümanlarla savaşı sürdüren İsrail ve ABD ile ve onların güdümündeki mahfillerle, Fetullah Gülen?in bütün alakasını kesmesi gerekmez mi?
Elbette bu ayetlerde yasaklanan; Ehli Kitapla komşuluk gibi şahsi, ticari, bilimsel, kültürel ilişkiler veya devletlerarası barış ve iş birliği değil;
Millet ve devlet olarak Yahudi ve Hıristiyanların veya onların güdümündeki oluşumların
- Kur?an ahkamına ve temel insan haklarına aykırı hedeflerine hizmet etmek
- Onların İslam ahlakına, evrensel hukuk kurallarına uymayan prensip ve projelerinde figüran görevler üstlenmek
Onları yeryüzünün lideri, rehberi, efendisi kabul edip, onların himmet ve himayesine girmek
Yahudi, Hıristiyan ve putperestlerin haksız ve ahlâksız düzenleriyle mücadele edeceğine, onların hâkimiyetine rıza göstermektir
Sn Prof söyleyin bakalım mesela, Türkiye?nin AB?ye girmesi, sadece;
- Hıristiyan ve Yahudi bilinen insanlarla şahsi ve ailevi dostluklar kurmak
- Ticari ve ekonomik ortaklıklar yapmak
- Ve böylece dünya barışına ve insanlığın refahına katkıda bulunmak mıdır?
Yoksa;
- Egemenlik haklarımızdan dış politikamıza
- Sanayi yatırımlarımızdan tarımımıza
- Anayasamızdan kanunlarımıza
- Zenginlik kaynaklarımızdan ordumuza her şeyimizi; Yahudi ve Hıristiyanlıktan beslenen AB kriterlerine uydurmak, Avrupa?nın yönetim ve denetimine teslim olmak mıdır?
Yani Maide 51 ayetine göre onları ?veliler-yöneticiler? edinmek?
Faiz ve fuhuş medeniyeti içinde erimek ve Nisa 60 ayetinde belirtilen ?
Tağuti (Kur?ana aykırı ve şeytanî kurum ve kuralların geçerli olduğu bir) düzende yaşayıp yargılanmayı ve onların hükmüne razı olmayı kabullenmek? değil midir?
Süleyman Karagülle?nin ?Avrupalıları (Dünyevî yönden de olsa) kurtulmuş ve huzura kavuşmuş kabul etmek, Avrupalı olmakla sorunlarımızın halledileceğini zannetmek; işte bunlar CEHALET?tir
Cehalet aslında bilmemek değildir İşine gelmediği için gerçeği öğrenmek ve işitmek istememektir Yani cehalet küfür demektir Zaten Küfür de, bile bile bir gerçeği örtüp gizlemek ve inkâr etmektir
Hâlbuki bilmemek, mazerettir Oysa cehalet mazeret değildir
Şu anda AK partililer ve diğer Batıl peşinde gidenler, bilgisiz değil, cahildir AB gibi batıl ve barbar sistemlere yanaşarak hem de milyarlar harca***** ve Milli onurumuzu ayaklar altına alarak kurtuluş beklemek, ama Kur?an?ın adalet ve saadet çağrılarına kulak vermemektir?[5]
Tespitleri, sizce doğru değil midir? Kaldı ki Sn Karagülle, bir zamanlar Fetullah Gülenin de ilmini taktir ettiği ve önemsediği bir şahsiyettir
Aralık?2004 Milli Gazetede yayınlanan, Ebubekir Sifil?in Diyalog argümanları yazı dizisinden, çok ilmi ve isabetli noktaları da özetleyerek bu konuyu bağlayalım:
?Efendimiz (sav)?in, çeşitli kişilere hitaben yazdığı, literatüre ?İslâm?a davet mektupları? olarak geçmiş bulunan mektupların Dinlerarası diyalog faaliyetlerine ?meşruiyet? gerekçesi yapılması, en hafif tabiriyle ?çarpıtma?dır
Medine vesikasına gelince;
Her şeyden önce bu vesikanın, daha önce merkezî bir yönetime sahip bulunmayan Medine ahalisi için yepyeni bir sistem inşa ettiğini görüyoruz Bu sistemde Hz Peygamber (sav) ve Müslümanlar ?metbu? (tabi olunan), diğerleri ise ?tabi? konumundadır
Yine bu meyanda mezkûr vesikada zikredilen kimseler arasında vuku bulabilecek bütün anlaşmazlıklarda veya öldürme hadiselerinde konunun ?Allah?a ve Resulü?ne ***ürülmesi?nin hükme bağlanmış olması, altı çizilmesi gereken hususlar arasında bulunmaktadır
Bugüne kadar izlediği seyir ve katılımcı tarafların konumları itibariyle Dinlerarası diyalog faaliyetlerinde bu vesikanın muhtevasıyla refere edilebilecek herhangi bir husus var mıdır??
?Bir diğer argüman da Hz Peygamber (sav)`in Necran Hıristiyanları ile görüşmesi ve kendilerine ibadet etmeleri için Mescid-i Nebi`yi tahsis etmesi olayıdır
Necran Hıristiyanlarını Medine`ye getiren eğer Hz Peygamber (sav)`in onları iman ile cizye arasında bir seçim yapmaya çağıran mektubu ise, olay daha başından diyalog zemininden uzak bir tarzda başlamış demektir Zira burada da "tanıma, anlama ve hoş görme" söylemi ile taban tabana zıtlık teşkil eden bir durumun mevcudiyetini teslim etmek zorundayız
Akabinde Necran heyeti Medine`ye geldiğinde, sırf üzerlerindeki ipek giysiler ve altın takılar sebebiyle Hz Peygamber (sav)`in kendileriyle konuşmayı reddetmesini "diyalog ve hoşgörü"nün neresine yerleştirebiliriz?
Nihayet ipek ve altınları çıkardıktan sonra huzura kabul edilen heyetle Efendimiz (sav) arasındaki söz dönüp dolaşıp Hz İsa (as)`a geldiğinde 3/Al-i İmrân, 59?61 ayetleri nazil oldu Necran heyeti "mübâhale"yi kabulden imtina ettiğinde olanları biraz sonraya bırakarak bu ayetlerin muhtevasına bakalım:
"Allah katında İsa`nın durumu, Adem`in durumu gibidir Allah onu topraktan yarattı; sonra ona "Ol" dedi ve (o da) oluverdi (Bu), Rabb`inden gelen bir gerçektir Öyleyse şüphecilerden olma Sana bu ilim geldikten sonra seninle bu konuda tartışanlara, "Gelin, sizle ve bizler de dahi olmak üzere, karşılıklı olarak çocuklarımızı ve kadınlarımızı çağıralım; sonra da dua edelim de Allah`tan yalancılar üzerine lanet dileyelim" de"
İmdi, Hz İsa (as) hakkında muhataplarına Kur`an`daki sarahati ve Hz Peygamber (sav)`in net tavrını izhar etmeye yanaşmayan/izhar edemeyen diyalogcuların; Necran heyeti hadisesini diyaloga delil getirmesi ne kadar tutarlıdır?
Nihayet "mübâhale-lanetleşme ayeti"nin gereğini icra etmek için Efendimiz (sav), yanına torunları, Hz Fatıma ve diğer bazı eşleri (Allah hepsinden razı olsun) bulunduğu halde karşılıklı lanetleşmek için yola çıktı
Ancak durumun vahametini sezen heyetten bazıları, başlarına gelecek büyük belayı savuşturmak için Hz Peygamber (sav)`e "anlaşma" teklif ettiler ki, bence diyalog faaliyetleri ile Necran heyetinin Medine macerası arasında kurulması gereken ilişkinin tam bu noktada aranması gerekir
Bu teklif üzerine Efendimiz (sav)`in yazdırdığı anlaşma metni Necranları ezici ve boyun eğici şartlar içermektedir? Filistin ve Irak?taki intihar eylemcilerinin durumu;
İşgal edilen ülkesini savunmak için kimilerinin ?intihar eylemi?, kimilerinin de ?şehadet eylemi? dediği eylem tarzından başka bir imkânı bulunmayanların bu hareketinin hükmü konusunda günümüz araştırmacıları farklı görüşler benimsemiş görünüyor
Yıllar önce Konya?ya geldiğinde merhum Abdülfettâh Ebû Gudde?ye de bu soru sorulmuştu Bu durumda eylemin adına ?intihar eylemi? denmesinin yanlış olduğunu söylemiş ve bunun kesinlikle ?şehadet eylemi? olduğunu, üzerine basarak vurgulamıştı
Çanakkale savaşında siperlerin birbirine çok yakın olması dolayısıyla siperden ilk çıkanların vurulacağı yüzde yüz bilindiği halde Mehmetçik, hücum emriyle birlikte siperden fırlamakta tereddüt etmemiş, arkadan gelenlerin kendi cesetlerine basarak ilerlemesine zemin hazırlamak için ölüme koşmuştu?
İmam Muhammed, es-Siyeru?l-Kebîr?de (I, 1512) şöyle der: ?Eğer bir Müslüman, kendilerini hezimete uğratma veya kılıçtan geçirme arzu ve düşüncesiyle bin kişiye saldırsa, bunda bir beis yoktur Çünkü Sahabe?den birçok kimse Uhud günü Hz Peygamber (sav)?in huzurunda böyle yapmış; Hz Peygamber (sav) onlardan herhangi birinin bu davranışını kınamamış, onlardan bazısı böyle yapmak için kendisinden izin istediğinde de, onu şehitlikle müjdelemiştir Eğer o kişide düşmanı hezimete uğratma veya kılıçtan geçirme arzu ve düşüncesi yoksa bu durumda onların arasına dalması mekruh olur?
Yine şöyle der: ?Eğer düşmanı kılıçtan geçirme arzu ve düşüncesi ile değil, arkadaşlarını düşman üzerine saldırmaya cesaretlendirmek maksadıyla onların arasına dalar ve bu davranışından düşmana galebe çalınması durumu ortaya çıkarsa, inşallah bunda bir beis yoktur?
İmam es-Serahsî bu ifadeleri şerh ederken şunları söyler: ??Aynı şekilde onun bu fiili düşmanın gönlüne korku salar ve aralarına çözülme sokarsa bunda bir beis yoktur Çünkü bu, düşmana karşı zafer kazanmanın en üstün yoludur Ayrıca onun bu davranışında müslümanlar için menfaat vardır Bu çeşit bir menfaat hasıl etmek için herkes canını ortaya koyar? Şimdi:
İslam dünyasına yönelik ?savaş?ını entelektüel zeminden siyasî ve askerî zemine kaydırdığını ?resmen? açıklayan ve İslam coğrafyasında yürüttüğü misyonerlik faaliyetlerinde elde ettiği ?zafer?i() ?Milyonlar Muhammed?e karşı? sloganıyla duyuran Vatikan?la,
Türkiye?yi kuşatma emelinin bir tezahürü olarak ?gün bugündür? fırsatçılığıyla Ekümeniklik ideasını uluslararası platformlara taşıyan Ortodoks dünyasıyla,
?Tanrı krallığı?nın ve ?arz-ı mev?ud?un önündeki tek engel olan İslam?ı ortadan kaldırmaya azm-u cezm-u kasd-u musammem etmiş olan Siyonist Protestanlar?la ?diyalog? fikrine ısrarla devam edilirken, bu ölümcül hatanın İslamî referanslara dayandırılması, bu faaliyetleri sürdürmekte ve onları desteklemekte olanların hamiyet-i diniyyelerine dokunmalı değil midir?
Bir başka soru: Diyalog faaliyetlerine katılan Hıristiyan dünyanın bu üç büyük kolunun resmî temsilcileri küresel iddialarından vaz geçtiklerini ya da hiçbir zaman bu tarz iddialara sahip olmadıklarını bir kere olsun deklare etmişler midir?
Son bir soru: Dinlerarası diyalog faaliyetlerine başlandığı günden bu yana Hıristiyan dünyanın global/resmî kurum ve temsilcilerinin İslam?a ve Müslümanlar?a bakışında ve İslam dünyasına yönelik politikalarında ne gibi değişiklikler oluşması sağlanmıştır?
[1] Yeni Şafak / 07 01 2005 [2] Ali İmran:19 [3] Ali İmran: 85 [4] Ali İmran: 64
[5] Adil Düzen seminerleri 282 Nisa Süresi Tefsiri Sh5 Teksir

Atatürk ve Filistin Atatürk, Filistin'in İlk Sembolüydü
Atatürk, Filistin'in İlk Sembolüydü
Araştırmacı Gazeteci İlhami Yangın'ın İhtilal Tüccarları adındaki yeni kitabı, Atatürk'le ilgili hiç bilinmeyen bir gerçeği daha ortaya çıkarttı. Kitaptaki bilgilere göre Filistin'in ilk sembolü Mustafa Kemal Atatürk'tü. HaberDokuz.com / Ankara
Filistin'de yaşanan ve günümüze kadar bilinmeyen bu ilginç dönem İlhami Yangın'ın kaleme aldığı İhtilal Tüccarları adlı eserde şöyle anlatılıyor:
Arap-Yahudi işbirliği ?Hicaz Arap Devleti? adına, Şerif Hüseyin?in oğlu Emir Faysal ile Dünya Siyonist Teşkilatı lideri Chaim Weizmann arasında 3 Ocak 1919?da Londra?da imzalanan bir antlaşma ile gerçekleşti.
Antlaşmada Araplarla Yahudiler arasındaki ırki akrabalık ve eski bağlar vurgulanıyor. Filistin?e mümkün olduğu kadar geniş bir Yahudi göçünün teşvik edilmesi de kabul ediliyordu.
Filistin?deki İslam?ın kutsal yerleri Müslümanların kontrolünde olacağı, Dünya Siyonist Teşkilatı?nın Arap devletine ekonomik ve teknik yardım yapacağı vurgulanıyordu.
Şerif Hüseyin?in oğlu Emir Faysal 3 Mart 1919 tarihinde şunları söylüyordu; ?Biz, Araplarla Yahudilerin ırk bakımından yeğen olduklarına inanıyoruz. Biz Araplar, bilhassa içimizde aydın olanlar, Siyonist hareketine derin bir sempati ile bakıyoruz. Biz Yahudilere, yurdunuza hoş geldiniz diyoruz.?
Birinci Dünya Savaşı?nı kazanan devletlerin kendi aralarında düzenlediği San Remo Konferansı?nda Filistin İngiliz yönetimine bırakıldı (1920). Aynı yıl İngilizler koyu bir Siyonist olan Herbert Samuel?i vali yardımcılığına atadılar.
Kutsal Toprakları idare etmek ve orada bir Yahudi rejimi kurmak için, adeta bir hükümdar yetkisiyle gönderilen Sir Herbert Samuel de bir Yahudi idi.
İlk çatışmalar ve gösteriler
Filistin toprakları Osmanlı Devleti?nin kontrolünden çıktıktan sonra Yahudilerin Araplara karşı tavırları da yavaş yavaş değişmeye başlar. İlhami Yangın?ın kaleme aldığı İhtilal Tüccarları adlı eserde, Araplarla Yahudiler arasındaki ilk çatışmaların hayvan otlatmak ve su kullanımı yüzünden çıktığı belirtiliyor:
İlk Yahudi Arap çatışmaları hayvan otlatma meselesinden çıktı. Arap geleneğine göre, hasat yapıldıktan sonra, isteyen, otlatmak için hayvanını istediği tarlaya sokabilirdi. Yahudiler ise bunu mülkiyet hakkına bir tecavüz olarak gördüler. Böylece Arap hayvan sahipleri ile Yahudi tarla sahipleri arasında, zaman zaman sert tartışma ve çatışmalar patlak verdi.
Bir ikinci husus da, su kaynaklarının kullanılması idi. Araplara göre bütün su kaynakları Allah?ın insanlara bir lütfu idi ve dolayısı ile bu kaynaklardan herkesin yararlanmaya hakkı vardı. Hâlbuki Yahudiler, su kaynaklarını sulama için ıslah ettiklerinden, bu kaynaklar üzerinde de özel mülkiyet hakkını tesis edip, bunun kamu malı gibi kullanılmasına karşı geldiler.
Yaşanan bu süreçte, Araplarla Yahudiler arasındaki çatışmalar da bireysel olmaktan çıkarak kitlesel olaylar haline gelmeye başladı.
Her iki taraf da, bu tarihten itibaren dünya kamuoyuna kendilerini haklı göstermek amacıyla büyük mitingler ve yürüyüşler düzenlemeye başladılar.
İlk yürüyüşleri ve mitingleri Yahudiler düzenledi. Çoğu Avrupa ülkelerinden gelen Yahudiler bu konuda oldukça ustaydılar. Ellerinde tanınmış Yahudi liderlerinin posterleri ve Davud Yıldızlı bayrakları ile Kudüs?te şaşalı gösteriler düzenliyorlardı.
Müslümanlar da birkaç miting düzenledilerse de, bu mitingler Yahudilerin gösterileri gibi başarılı olmadı. Çünkü sayıları Yahudilerden kat kat fazla olmasına rağmen ellerinde ne bir bayrak ne de poster vardı. Bu nedenle Müslümanların gösterileri Yahudilerin gösterileri kadar ses getirici olmuyordu.
Oysa Yahudilerin bayrakları ve posterleri her gösteride daha da artıyordu.
Kudüs?ün Müslüman önderleri bu duruma bir çare aramak için aralarında bir toplantı yaptılar.
İlk olarak bayrak meselesini açtılar. Yüzyıllardır bayrağının gölgesinde yaşadıkları Osmanlı Devleti bu savaşta yenilmişti. Ayrıca Filistin?in kendisine ait bayrağı hiç olmamıştı.
İkinci olarak da resim konusu açıldı: İslamiyet?e göre resim yasak olduğu inancı ile poster taşımıyorlardı. Zaten o tarihlerde bütün İslam dünyası sömürge durumuna düştüğü için resmini taşıyabilecekleri bir önderleri de yoktu.
Gerçekten de bütün İslam dünyası o tarihlerde Avrupa devletlerinin sömürgesi durumuna düşmüştü.
Batı dünyasına kafa tutan, onlara karşı direnen bir önderin resminin bulunması konusunda uzlaştılar.
O tarihlerde, İslam coğrafyasında Batı?ya karşı istiklal mücadelesi yürüten tek bir kişi vardı: Mustafa Kemal Paşa, Anadolu?da Yunanlılara karşı İstiklal Harbi yürütüyordu. Hemen Mustafa Kemal Paşa?nın resimlerinin bulunup poster haline getirilmesi kararlaştırıldı.
Bir müddet sonra şiddetlenen Arap Yahudi çatışmalarında, İngiltere?nin Arap topraklarını Yahudilere vereceğini anlayan Araplar, Mustafa Kemal Paşa?nın resimlerini taşıyarak gösteriler düzenliyordu. Çünkü İslam dünyasında Batı?ya meydan okuyan tek lider Mustafa Kemal Paşa?ydı. Bu tarihten itibaren Filistinli Müslümanlar her gösterilerine ellerinde binlerce Mustafa Kemal Paşa posteri ile çıktılar. Atatürk'ten Filistin ultimatomu Atatürk'ten Filistin ultimatomu 29 Aralık 2008 - 20:38 Türk medyası İsrail'in Filistin ve Lübnan'daki katliamlarını ya çekine çekine eleştirir ya da hiç eleştirmeyip, topun ağzına direniş örgütlerinin dini yapısını sürerken, çağdaş Atatürk Türkiye'sinden dem vuruyorlar. Türkiye'de bir kesimin öne sürüp durduğu Arap düşmanlığını, Atatürk'e de malederek, bugünkü İsrail yandaşlığının payandası yapmak istiyorlar. Peki Atatürk Filistin konusunda ne düşünüyor, ne söylüyordu? İsrail'i, Yahudileri mi destekliyordu? Haftalık Dünya Gündemi gazetesinin yenden gündeme getirdiği bir belge Atatürk'ün Avrupa'ya Filistin konusunda ultimatom verdiğini ortaya koyuyor.

"Kemal Paşa Avrupa'yı ihtar ediyor: 'Filistin'e El Sürülemez!'" Bombay Chronicle gazetesinin, Hakimeye Milliye gazetesinden aktardığı habere çıkardığı başlık bu. Tarih: 28.07.1937.
Bombay Chronicle'ın bu haberi ve dolaylı olarak da Hakimiye Milliye'nin kaynak haberi konusunda, İçişleri Bakanlığının bir belgesi sayesinde haberdarız. İçişleri Bakanlığı Matbuat Umum Müdürlüğü antetini ve 20 Ağustos 1937 tarihini taşıyor bu belge.
Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Cumhurbaşkanlığı'na hitaben yazdığı ön sunuş yazısında "Bombay Chronicle gazetesinin 27.8.1937 tarihli nushasında ?Filistin'e el sürülemez, Kemal Paşa Avrupa'ya ihtar ediyor' başlığı altında bir yazı intişar etmiştir. Bu yazının Türkçe örneği ilişik olarak sunulmuştur. Bu vesile ile saygılarımı tekrarlarım" diyor.
Ankara'da Milli Arşiv'de 030 10 266 793 25 numaları dosyada saklı tutulan belgeye göre, Mustafa Kemal Atatürk'ün Kutsal Topraklar'la ilgili olarak Meclis'te yaptığı bu konuşmanın tam metni şöyle:
"Arapların Avrupa siyasetine nüfuz edemeyip bu sözde istiklal kelimesine inandıkları ve bu uğurda Arap memleketlerini Avrupa emperyalizmine esir kıldıkları çok şayanı teessüftür. Arapların arasında mevcud olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. Biz vakıa birkaç sene Araplardan uzak kaldık. Fakat şimdi kendimize kafi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslamiyetin mukaddes yerlerinin Musevilerin ve Hristiyanların nüfuzunun altına girmesine mani olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki; buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmiyeceğiz. Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyete lakayt olmakla ittiham edildik. Fakat bu ittihamlara rağmen peygamberin son arzusunu yani, mukaddes toprakların daima İslam hakimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin, Selahaddin'in idaresi altında, uğrunda Hristiyanlarla mücadele ettikleri topraklarda yabancı hakimiyet ve nüfuzunun tahtında (altında) bulunmasına müsaade etmiyeceğimizi beyan edecek kadar bugün, Allahın inayeti ile kuvvetliyiz. Avrupa bu mukaddes yerlere temellük etmek için yapacağı ilk adımda bütün İslam aleminin ayaklanıp icraata geçeceğine şüphemiz yoktur." 

Atatürk'ten Batı'ya Filistin tavrı ATATÜRK KUDÜS'Ü YAHUDİ VE HRİSTİYANLARA ÇİĞNETMEYECEĞİZ ?
 Şimdi kendimize kafi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslamiyetin mukaddes yerlerinin Musevilerin ve Hristiyanların nüfuzunun altına girmesine mani olacağız Buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmiyeceğiz Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyete lakayt olmakla ittiham edildik Fakat bu ittihamlara rağmen peygamberin son arzusunu yani,mukaddes toprakların daima İslam hakimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız Cedlerimizin, Selahaddin'in idaresi altında, uğrunda Hristiyanlarla mücadele ettikleri topraklarda yabancı hakimiyet ve nüfuzunun tahtında bulunmasına müsaade etmiyeceğimizi beyan edecek kadar bugün, Allahın inayeti ile kuvvetliyiz" 

BELGENİN TAM METNİ 
 Bazı çevrelerin Atatürk'le ilgili iddialarına son verecek olan bu belge, İçişleri Bakanlığı Matbuat Umum Müdürlüğü antetini ve 20 Ağustos 1937 tarihini taşıyor Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Cumhurbaşkanlığı'na hitaben yazdığı ön sunuş yazısında "Bombay Chronicle gazetesinin 2781937 tarihli nushasında 'Filistin'e el sürülemez, Kemal Paşa Avrupa'ya ihtar ediyor' başlığı altında bir yazı intişar etmiştir Bu yazının Türkçe örneği ilişik olarak sunulmuştur Bu vesile ile saygılarımı tekrarlarım" diyor
Belgeden anlaşıldığına göre Mustafa Kemal Atatürk'ün, Meclis'te yaptığı bu konuşmayı, önce, Ankara'da Türkçe yayınlanan Hakimiyeti Milliye gazetesi yayınlamış Hindistan'da yayınlanan Bombay Chronicle gazetesi de bu açıklamayı Hakimiyeti Milliye gazetesinden almış Aslı Ankara'da Milli Arşiv'de 030 10 266 793 25 numaları dosyada saklı tutulan belgeye göre, Mustafa Kemal Atatürk'ün Kutsal Topraklar'la ilgili olarak Meclis'te yaptığı bu konuşmanın tam metni şöyledir:
"Arapların Avrupa siyasetine nüfuz edemeyip bu sözde istiklal kelimesine inandıkları ve bu uğurda Arap memleketlerini Avrupa emperyalizmine esir kıldıkları çok şayanı teessüftür Arapların arasında mevcud olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez Biz vakıa birkaç sene Araplardan uzak kaldık Fakat şimdi kendimize kafi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslamiyetin mukaddes yerlerinin Musevilerin ve Hristiyanların nüfuzunun altına girmesine mani olacağız
Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki; buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmiyeceğiz Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyet?e lakayt olmakla ittiham edildik Fakat bu ittihamlara rağmen peygamberin son arzusunu yani, mukaddes toprakların daima İslam hakimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız Cedlerimizin, Selahaddin'in idaresi altında,uğrunda Hristiyanlarla mücadele ettikleri topraklarda yabancı hakimiyet ve nüfuzunun tahtında (altında) bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bugün, Allah?ın inayeti ile kuvvetliyiz Avrupa bu mukaddes yerlere temellük etmek için yapacağı ilk adımda bütün İslam aleminin ayaklanıp icraata geçeceğine şüphemiz yoktur" Aşağıdaki 20 Ağustos 1937 tarihli belge, dönemin Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) Şükrü Kaya'nın imzasını taşıyor Bakan Kaya, Atatürk'ün konuşmasından yapılan alıntının yer aldığı gazeteyi tercüme ettirip Başbakanlık makamına sunuyor İkinci belgede ise yapılan tercümenin metni bulunuyor Üzerinde yayın tarihi olan 27 Temmuz 1937 bulunuyor

Bir gizli belge ÖLÜMÜNÜN üzerinden yetmiş yıl geçtiği halde Atatürk?le ilgili birçok belge yeni yeni gün yüzüne çıkıyor.
Ama hiçbiri şaşırtıcı değil. Ne Stalin?e ?Sizlerden korkmuyorum? diyerek meydan okuması, ne de Hazreti Muhammed?in Medine?deki mezarını yıkmaya kalkan Suudi Kralı?nı tehdit etmesi...
Atatürk, hep o bildiğimiz Atatürk... Kimseden korkusu olmayan bir barışsever... İslam?ın yüce Peygamberinin mezarının yıkılmasına izin vermeyecek kadar dindar...
Avrasya TV?deki ?Lale Şıvgın?la Beyin Fırtınası?, beğenerek izlediğim ve kaçırmamaya çalıştığım programların başında gelir.
Lale Şıvgın ayrıca Tercüman?da yürekli yazılarını zevkle okuduğum bir yazar...
Muharrem Yıldız elektronik mesajla uyarmasaydı, Hazreti Muhammed?in mezarıyla ilgili o müthiş belgeselinden haberim olmayacaktı. Nasılsa atlamışım. Lale Şıvgın?ın programına telefonla katılan AKP eski milletvekili Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş?ın anlattığı olay ve belge şu:
Suudi Arabistan?da türbelerin, mezarların ve mezar taşlarının yıkıldığı haberleri yayılmaya başlar. Ve bu mezar taşlarını kırmak, türbeleri ortadan kaldırma hareketi yavaş yavaş Peygamberimizin türbesine kadar gelir. Bütün Müslüman ülkeler tabii tepkili... Bunu kim önleyebilir diye düşünür bu ülkeler. O yıllarda bağımsız İslam devleti olarak Afganistan, İran ve Yemen var. Fakat güçleri ve imkanları yok. İslam ülkeleri, ?Peygamberimizin türbesinin yıkılmasını önlese önlese ancak Türkiye ve Atatürk önler? der ve Atatürk?e bir mektup yazarlar.
Atatürk mektubu alır almaz, Suudi Arabistan Kralı?na hitaben bir mektup dikte eder. İmzasını taşıyan mektupta ya da notada şöyle der:
?Peygamberimiz Resulün türbesinin bir taşına dokunursanız kuvvetlerimiz (silahlı kuvvetleri kastederek tabi) güneye doğru inecektir, bu hareketiniz cezasız kalmayacaktır.?
Bütün mezarları ve türbeleri yıkan, mezar taşlarını kıran Suudi Arabistan, Atatürk?ün bu mektubundan sonra Peygamberimizin türbesine dokunamayacaktır.
Belge nasıl bulundu?
PEKİ bu önemli belge şimdiye kadar neredeydi ve varlığından neden yeni haberdar oluyoruz?
İşte burası çok önemli...
Atatürk?ün doğumunun 100.yılı olan 1981?de, bir dizi etkinlik çerçevesinde 1923?teki İzmir İktisat Kongresi?nin ikincisi de yapılacaktır. İdari organizasyon görevi Dışişleri Bakanlığına verilir.
Başbakan Yardımcısı Turgut Özal, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş?ı arar ve organizasyonu kendisinin yapmasını ister.
İlk iş olarak, Dışişleri Bakanlığı arşivinde Atatürk döneminin, yani 1920?den vefatına kadar geçen 18 yıldaki bütün gizli yazışmalar ve Atatürk?ün emirleri taranacaktır. Hüsnü Kuran adındaki Arapça ve Fransızcayı çok iyi bilen Dışişleri memuru bununa görevlendirilir.
Hüsnü Kuran, bir gün heyecanla Prof. Yalçıntaş?a gelir ve gizli arşivde çok önemli bir belge bulduğunu söyler. Bulduğu belge, işte bu belgedir. Arap harfleriyle yazılmıştır ve ekinde de Fransızcaya tercümesi vardır. Belge neden gizleniyor? BELGENİN çok önemli olduğunu gören Prof. Yalçıntaş, Hüsnü Kuran?a bu belgeyi aldığı yere derhal koymasını ve durumdan amirlerini haberdar etmesini söyler.
Hüsnü Kuran kendisine söyleneni yapar. Belge, Dışişleri?ndeki bütün yetkilileri heyecanlandırır. Aralarında Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı?nın da bulunduğu yetkililer, Hüsnü Kuran?a şu emri verirler:?Aman sakın bunu kimseye söylemeyin, Bunu yayınlanacak belgeler arasına koymayın. Eski yerine yani gizli evraklar arasına koyunuz ve bundan kimseye bahsetmeyiniz.?
?Mustafa? belgesini hazırlarken kendisine açıldığı söylenen devlet arşivinde Can Dündar bu belgeye rastlamadı mı?

Atatürk olmasa Suudiler Hz. Muhammed'in Kabrine Saldıracaktı
11 Ağustos 2008 18:07 Düzenle Sil
Pazartesi akşamı Avrasya Televizyonu?nda Lale Şıvgın?ın sunduğu ?Beyin Fırtınası? programına katılmıştım biliyorsunuz. Programın diğer konukları Nevzat Yalçıntaş ile Erol Manisalı idi. Nevzat Yalçıntaş program sırasında Atatürk?le ilgili küçük bir anekdota yer vererek ?Suudiler 1926 yılında sınırları içinde tüm mezarlıkları yıkıyorlardı. Atatürk sıranın Hazreti Muhammed?in kabrine geldiğini öğrenince bir telgraf çekerek, ?Eğer bir tek taşına bile dokunursanız ordumu aşağı gönderirim? demişti. Bunun üzerine Suudiler Hazreti Muhammed?in kabrine dokunamamıştı. Ama bu telgraf yok edildi? dedi.
Programın ana konusu kapatma davası olduğu için bu konu fazla uzun sürmedi. Programdan sonra Lale Şıvgın, yayının yapıldığı Doğatepe tesislerinde bizlere birer çorba ikram etti. Bundan yararlanarak Yalçıntaş?a ?Hocam programda anlattığınız olayın ayrıntılarını söyleyebilir misiniz?? diye sordum.
1981 yılında 12 Eylül askeri yönetimi Atatürk?ün 100. doğum yılı nedeniyle kapsamlı bir program hazırlamış. Prof. Yalçıntaş o dönemde İlim Kurulu?nun başına getirilmiş. Amaç Atatürk?le ilgili çeşitli kaynaklardan arşiv araştırması yapmak ve ?bilinmeyen Atatürk?ü? ortaya çıkarmakmış.
Yalçıntaş, ?Dışişlerinde Münir Bey vardı. (Soyadını hatırlayamadı) İyi bir araştırmacı ve arşivciydi. Ona Dışişleri Bakanlığı arşivlerinin araştırılması görevi verilmişti? diyerek anlatmaya başladı.
Sonra da sürdürdü: ?Bir gün Münir Bey aradı. Çok ilginç bir belge bulduğunu, bunu getirip göstermesi gerektiğini söyledi. O sırada benim çalıştığım başbakanlık binası ile dışişleri binası aynı yerde. Hemen atlayıp geldi. Çok heyecanlıydı.?
Prof. Yalçıntaş, Münir Bey?in gösterdiği belgeye baktığında çok şaşırdığını belirterek şöyle devam etti: ?Belge bir telgraf metniydi. Henüz yeni kurulan Suudi devletinin kralına gönderilmişti. Telgrafta ?Hazreti Muhammed?in mezarının yıkılacağını derin üzüntü içinde öğrendim. Bu kutsal emanete asla dokunamazsınız. Bir tek taşının bile zarar gördüğünü duyarsam orduyu aşağıya gönderirim? anlamına gelen cümleler vardı.?
Yalçıntaş, burada Hazreti Muhammed?in mezarı ile ilgili kısa bir detay anlattı. İngiliz işgali sırasında komutan olan Fahrettin Paşa?nın kabri terk etmemek için uzun süre direndiğini, aç kaldıklarını bu nedenle çekirge yiyerek beslendiklerini, sonunda İngilizler?in hiçbir şekilde dokunmamaları kaydıyla Hazreti Muhammed?in mezarını terk ettiklerini ancak kutsal emanetleri de yanlarına aldıklarını söyledi.
Şimdi gelelim belgenin bulunmasından sonraki gelişmelere, çünkü vahim ve ilginç olan bu: Nevzat Yalçıntaş?ın anlattığına göre Münir Bey belgeyi önce bir üst amirine götürüyor. Belge oradan daha yukarı taşınıyor. Sonunda müsteşara oradan da Bakan İlter Türkmen?e geliyor. Tabii Evren Başkanlığı?ndaki Milli Güvenlik Konseyi?nin de haberi oluyor.
Sorun şu: Bu belge ne yapılacak? Dönemin Atatürkçü komutanları ve onların emrindeki bürokrasi bu belgenin açıklanmasını istemiyor. Ancak belge de ortaya çıkmış bir kere. Sonunda o dönemde yazılan ve şimdi kitapçılarda tek nüshası bile kalmayan bir Atatürk kitabının içine, hiçbir anons yapılmadan konuyor.
Kısacası konu adeta kapatılıyor, sadece o tuğla gibi kalın kitabı sonuna kadar okuyanların dikkatini çekecek biçimde ?zevahiri kurtarmak? adına konuyor.
Peki bu belge şimdi nerede? Kimin koruması altında? Bu da bilinmiyor. Bilinen tek şey, Atatürk?ün İslam aleminin peygamberi Hazreti Muhammed?in mezarının ortadan kaldırılmasını önlemesi herkesten saklanıyor.
* * *
Hazreti Muhammed Mescidi Nebevi?de yatıyor
Hazreti Muhammed 571 yılında doğdu 632 yılında vefat etti. Peygamberimiz Medine?de oturduğu evde toprağa verildi. Bu mezar bugün dünyanın en büyük camisi olan Mescidi Nebevi?nin içinde.
Mescidi Nebevi, Hazreti Muhammed?in Mekke?den Medine?ye göç etmesinden sonra ilk namaz kıldığı yer. Hazreti Muhammed, Medine?de oturduğu evin hemen yanına kentin ilk mescidini inşa ettirmişti. Bu mescit geçen yıllar içinde defalarca yenilendi. Bugün 600 bin kişinin aynı anda namaz kılabildiği Mescidi Nebevi?nin korumasını çok uzun yıllar Osmanlı askeri yapmıştı.
Arabistan?da mezar adeti yoktur. Ölüler herhangi bir yerde toprağa verilir, üzerine belirleyici bir şey konmaz. Bu nedenle sadece Hazreti Muhammed?in mezar yeri ile ilgili bilgi vardır. O?nun dışındaki İslam büyüklerinin mezarlarının yeri bilinmez. Bir süre önce Hazreti Muhammed?in annesine ait olduğu ileri sürülen bir mezar ortaya çıkarılmıştı. Ancak Suudi yönetimi bu mezarı da ortadan kaldırmış ve yerine otopark yapmıştı.
Atatürk?ün müdahalesi olmasa Suudiler, Mescidi Nebevi?nin hemen dibindeki Hazreti Muhammed?in mezarını da tamamen ortadan kaldıracaktı. Nitekim Hazreti Muhammed?le aynı yere defnedildikleri bilinen Sahabe?nin önde gelen isimlerinin mezar yerleri bugün dümdüzdür.
* * *
Yaşar Nuri Öztürk: Ali Babacan araştırma izini vermedi
Nevzat Yalçıntaş?la sohbetimiz sırasında ?Bir gün Yaşar Nuri Öztürk Bey aradı. Benim bu anlattığımı duymuş, belgeye nasıl ulaşabileceğini sordu? dedi. Ben de ?Belgeyi bulmuş mu?? diye sorunca ?Onu bilemiyorum, ama galiba bir kitabına koymuş ben okuyamadım? dedi.
Bunun üzerine önceki gün Yaşar Nuri Öztürk?ü aradım. Öztürk, Yalçıntaş?ın anlattıklarını doğrulayarak, ?Ancak bunu henüz bir kitabıma koymadım. Araştırmayı aşağı yukarı tamamladım, Gazi Mustafa Kemal ve İslam isimli çok kapsamlı bir kitap hazırlıyorum, bunun bitmesi üç yılı alır. Konu bu kitapta yer alacak? dedi.
Milletvekili olduğu sırada bu belgeye ulaşmak için çok çalıştığını söyleyen Öztürk, ?Belge Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde. Milletvekili sıfatımla bu arşivlerde çalışmak için bakan Ali Babacan?a başvurdum, ama bana izin vermedi? diye konuştu.
Öztürk?e ?Peki hocam, böyle bir belgenin açıklanmasını neden istemiyorlar?? diye sordum. Öztürk?ün cevabı çok ilginç oldu.
Şöyle dedi: ?Atatürk?ü din ve İslam dışı göstermek isteyenler elbette bu belgeden rahatsız olacaklardır. Bu nedenle dini siyasete alet edenler emperyalistlerle iş birliği bile yapabiliyor. Dincilerle İslamı reddedenler bu noktada birleşebiliyor.?
Vatan / Can ATAKLI
afşin kardeşin ,hayata dairde?? eklediği bir yazı... M.Kemal Atatürkün 1926 yılında Hz.Muhammedin mezarını yıkmak isteyen Araplara çektiği resti anlatan bir belgedir.
M.Kemal Atatürkün 1926 yılında Hz.Muhammedin mezarını yıkmak isteyen Araplara çektiği resti anlatan bir belgedir.
28 Ağustos 2009 Cuma, 03:51
Atatürk ve Hz.Muhammed, Bilinmeyen Gerçek!!! (Can Ataklı 09.08.2008 Tarihli Yazısı)
Pazartesi akşamı Avrasya Televizyonu' nda Lale Şıvgın'ın sunduğu 'Beyin Fırtınası' programına katılmıştım biliyorsunuz.Programın diğer konukları Nevzat Yalçıntaş ile Erol Manisalı idi.Nevzat Yalçıntaş program sırasında Atatürk'le ilgili küçük bir anekdota yer vererek 'Suudiler 1926 yılında sınırları içinde tüm mezarlıkları yıkıyorlardı. Atatürk sıranın Hazreti Muhammed'in kabrine geldiğini öğrenince bir telgraf çekerek, 'Eğer bir tek taşına bile dokunursanız ordumu aşağı gönderirim' demişti. Bunun üzerine Suudiler Hazreti Muhammed'in kabrine dokunamamıştı. Ama bu telgraf yok edildi' dedi.
Programın ana konusu kapatma davası olduğu için bu konu fazla uzun sürmedi.Programdan sonra Lale Şıvgın, yayının yapıldığı Doğatepe tesislerinde bizlere birer çorba ikram etti. Bundan yararlanarak Yalçıntaş'a 'Hocam programda anlattığınız olayın ayrıntılarını söyleyebilir misiniz?' diye sordum. 1981 yılında 12 Eylül askeri yönetimi Atatürk'ün 100. doğum yılı nedeniyle kapsamlı bir program hazırlamış.
Prof. Yalçıntaş o dönemde İlim Kurulu'nun başına getirilmiş. Amaç Atatürk'le ilgili çeşitli kaynaklardan arşiv araştırması yapmak ve 'bilinmeyen Atatürk'ü' ortaya çıkarmakmış.Yalçıntaş, 'Dışişlerinde Münir Bey vardı. (Soyadını hatırlayamadı) İyi bir araştırmacı ve arşivciydi. Ona Dışişleri Bakanlığı arşivlerinin araştırılması görevi verilmişti' diyerek anlatmaya başladı. Sonra da sürdürdü: 'Bir gün Münir Bey aradı. Çok ilginç bir belge bulduğunu, bunu getirip göstermesi gerektiğini söyledi. O sırada benim çalıştığım başbakanlık binası ile dışişleri binası aynı yerde. Hemen atlayıp geldi. Çok heyecanlıydı.' Prof. Yalçıntaş, Münir Bey'in gösterdiği belgeye baktığında çok şaşırdığını belirterek şöyle devam etti: 'Belge bir telgraf metniydi. Henüz yeni kurulan Suudi devletinin kralına gönderilmişti. Telgrafta 'Hazreti Muhammed'in mezarının yıkılacağını derin üzüntü içinde öğrendim. Bu kutsal emanete asla dokunamazsınız. Bir tek taşının bile zarar gördüğünü duyarsam orduyu aşağıya gönderirim' anlamına gelen cümleler vardı.'
Yalçıntaş, burada Hazreti Muhammed'in mezarı ile ilgili kısa bir detay anlattı. İngiliz işgali sırasında komutan olan Fahrettin Paşa'nın kabri terk etmemek için uzun süre direndiğini, aç kaldıklarını bu nedenle çekirge yiyerek beslendiklerini, sonunda İngilizler'in hiçbir şekilde dokunmamaları kaydıyla Hazreti Muhammed'in mezarını terk ettiklerini ancak kutsal emanetleri de yanlarına aldıklarını söyledi.Şimdi gelelim belgenin bulunmasından sonraki gelişmelere, çünkü vahim ve ilginç olan bu:
Nevzat Yalçıntaş'ın anlattığına göre Münir Bey belgeyi önce bir üst amirine götürüyor. Belge oradan daha yukarı taşınıyor. Sonunda müsteşara oradan da Bakan İlter Türkmen'e geliyor.Tabii Evren Başkanlığı'ndaki Milli Güvenlik Konseyi'nin de haberi oluyor. Sorun şu: Bu belge ne yapılacak? Dönemin sözde Atatürkçü komutanları ve onların emrindeki bürokrasi bu belgenin açıklanmasını istemiyor. Ancak belge de ortaya çıkmış bir kere. Sonunda o dönemde yazılan ve şimdi kitapçılarda tek nüshası bile kalmayan bir Atatürk kitabının içine, hiçbir anons yapılmadan konuyor.Kısacası konu adeta kapatılıyor, sadece o tuğla gibi kalın kitabı sonuna kadar okuyanların dikkatini çekecek biçimde 'zevahiri kurtarmak' adına konuyor.
Peki bu belge şimdi nerede? Kimin koruması altında? Bu da bilinmiyor. Bilinen tek şey, Atatürk'ün İslam aleminin peygamberi Hazreti Muhammed'in mezarının ortadan kaldırılmasını önlemesi herkesten saklanıyor.
Hazreti Muhammed Mescidi Nebevi'de yatıyor Hazreti Muhammed 571 yılında doğdu 632 yılında vefat etti. Peygamberimiz Medine'de oturduğu evde toprağa verildi. Bu mezar bugün dünyanın en büyük camisi olan Mescidi Nebevi'nin içinde.
Mescidi Nebevi, Hazreti Muhammed'in Mekke'den Medine'ye göç etmesinden sonra ilk namaz kıldığı yer. Hazreti Muhammed, Medine'de oturduğu evin hemen yanına kentin ilk mescidini inşa ettirmişti. Bu mescit geçen yıllar içinde defalarca yenilendi. Bugün 600 bin kişinin aynı anda namaz kılabildiği Mescidi Nebevi'nin korumasını çok uzun yıllar Osmanlı askeri yapmıştı.
Arabistan'da mezar adeti yoktur. Ölüler herhangi bir yerde toprağa verilir, üzerine belirleyici bir şey konmaz. Bu nedenle sadece Hazreti Muhammed'in mezar yeri ile ilgili bilgi vardır. O'nun dışındaki İslam büyüklerinin mezarlarının yeri bilinmez. Bir süre önce Hazreti Muhammed'in annesine ait olduğu ileri sürülen bir mezar ortaya çıkarılmıştı. Ancak Suudi yönetimi bu mezarı da ortadan kaldırmış ve yerine otopark yapmıştı.
Atatürk'ün müdahalesi olmasa Suudiler, Mescidi Nebevi'nin hemen dibindeki Hazreti Muhammed'in mezarını da tamamen ortadan kaldıracaktı. Nitekim Hazreti Muhammed'le aynı yere defnedildikleri bilinen Sahabe'nin önde gelen isimlerinin mezar yerleri bugün dümdüzdür.
Nevzat Yalçıntaş'la sohbetimiz sırasında 'Bir gün Yaşar Nuri Öztürk Bey aradı. Benim bu anlattığımı duymuş, belgeye nasıl ulaşabileceğini sordu' dedi. Ben de 'Belgeyi bulmuş mu?' diye sorunca 'Onu bilemiyorum, ama galiba bir kitabına koymuş ben okuyamadım' dedi.
Bunun üzerine önceki gün Yaşar Nuri Öztürk'ü aradım. Öztürk, Yalçıntaş'ın anlattıklarını doğrulayarak, 'Ancak bunu henüz bir kitabıma koymadım.Araştırmayı aşağı yukarı tamamladım, Gazi Mustafa Kemal ve İslam isimli çok kap samlı bir kitap hazırlıyorum, bunun bitmesi üç yılı alır. Konu bu kitapta yer alacak' dedi.Milletvekili olduğu sırada bu belgeye ulaşmak için çok çalıştığını söyleyen Öztürk, 'Belge Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde. Milletvekili sıfatımla bu arşivlerde çalışmak için bakan Ali Babacan'a başvurdum, ama bana izin vermedi' diye konuştu.Öztürk'e 'Peki hocam, böyle bir belgenin açıklanmasını neden istemiyorlar? ' diye sordum. Öztürk'ün cevabı çok ilginç oldu.
Şöyle dedi: 'Atatürk'ü din ve İslam dışı göstermek isteyenler elbette bu belgeden rahatsız olacaklardır. Bu nedenle dini siyasete alet edenler emperyalistlerle iş birliği bile yapabiliyor. Dincilerle, İslamı reddedenler bu noktada birleşebiliyor. '
ATATÜRK'ÜN DİNİMİZDEN BİLİNÇLİ OLARAK HIZLA UZAKLAŞTIRILDIĞ I GÜNÜMÜZDE LÜTFEN TÜM DOSTLARINIZLA PAYLAŞIN

MEVLEVİLİK


MEVLEVİLİK ile ilgili görsel sonucu
MEVLEVİLİK

Yrd. Doç. Dr. Nuri ŞİMŞEKLER
Selçuk Ünv.Fen-Ed.Fak.Öğr.Üyesi

  Tarihler bundan yedi yüz küsur yıl öncesini, 17 Aralık 1273'ü gösteriyor, gün başka coğrafyalarda doğmak üzere garbı kızıla bürüyordu. Tabi ki güneş her ne kadar batıyor gibi görünse de mutad seyrini tamamlayıp nöbeti gereği bütün dünyayı aydınlatacaktı. Şems'in sebebi ve Yüce Allah'ın inayeti ile tüm dünyaya ışık olacak olan Hz. Mevlânâ güneşi de aynı saatlerde batıyor; ama bu gidiş Sevgili'yle buluşmanın kutlu bir habercisi olmakla birlikte, yakın zamanda batmamak üzere tekrar doğacağı müjdesini de veriyordu.


"Ölüm hayattır; hayattır ölüm. Fakat gerçeği örten görüş onu tersine gösterir." (Hz. Mevlânâ, Divan-ı Kebir, I-VII c., Çev. A. Gölpınarlı, Ankara, 1992, Gazel, V, 97)


Fazla uzun sayılmayan ve Şems öncesi ve sonrası olmak üzere hayatında 'âlimlik' ve 'âşıklık' mertebelerini aşan Hz. Mevlânâ, başta insan gibi yaşama sanatını öğrettiği Mesnevî'si olmak üzere, ilâhî cezbelerle dilinden dökülen sırların yer aldığı Divanı ve diğer mensur eserlerini bırakmıştı geriye. Asıl önemlisi bu yazılı eserlerin haricinde her Müslüman'a örnek olabilecek ve kendisinin de buyurduğu gibi 'Kur'ân'ın kulu ve Hz. Peygamberin yolunun tozu' felsefeli İslâm merkezli yaşam tarzının önemli hususiyetlerini miras bırakmıştı.


Peki bu eserlerindeki bazen açıkça, bazen sırlar halinde, bazen de en cahil kişinin dahi anlayabileceği tarzda ifade edilen öğretiler, kendisinin Hakk'a yürümesiyle görevini tamamlayacak mıydı? Yada; örnek ve yerli yerinde hoşgörü dolu yaşam biçimi bir-iki kuşak dilden dile dolaşıp sonra unutulup gidecek miydi?


"Bizden sonra Mesnevî şeyhlik edecek ve arayanlara doğru yolu gösterecek; onları yönetecek ve onlara önderlik edecektir." (Hz. Mevlânâ, Sipehsâlâr, Çev. Tahsin Yazıcı, s. 75)


İşte bütün bu soruları kendi kendine soran oğlu Sultan Veled, yakın dostu Hüsâmeddin Çelebi ve diğer müritler bu görevi üslenmiş ve beklentiler doğrultusunda Mevleviliği kurmuşlardı.


Mevlevîliğin tarihi seyrini kaleme almaya çalıştığımız bu yazıda aşağıdaki Mevlevîlik tarihinin kaynaklarından istifade edilerek makamda bulunan Çelebiler, yaptıkları önemli işler ve dönemi siyaset adamlarıyla ilişkileri ana hatlarıyla sunulacak, hayli tafsilatlı olan Mevlevîliğin öğretileri, örf ve adetleri ve âdâb ve erkânı gibi konulara girilmeyecektir.
Mevlevîlik Tarihinin Bazı Önemli Kaynakları:



Velednâme, Sultan Veled (ölm. 1312), Nşr. Celâleddîn-i Hümâî, Tahran, 1315 hş./1937, Çev. Abdülbaki Gölpınarlı, İbtidânâme, Ankara, 1976
Risâle-i Sipehsâlâr be Menâkıb-ı Hüdâvendigâr, Ferîdûn b. Ahmed-i Sipehsâlâr (ölm.1312 ?), Nşr. Sa'îd-i Nefîsî, Zindegî-nâme-i Mevlânâ Celâleddin-i Mevlevî, Tahran, 1325 hş./1947, Çev. Tahsin Yazıcı, Mevlânâ ve Etrafındakiler, İstanbul, 1977
Menâkıbü'l-ârifîn, Şemseddin Ahmed-i Eflâkî (ölm. 1360), Nşr. Tahsin Yazıcı, I-II c., Ankara, 1976-1980, Çev. Tahsin Yazıcı, Âriflerin Menkıbeleri, I-II c., İstanbul, 1986-1987
Sefîne-i Nefîse-i Mevlevîyân, Sâkıb Dede (ölm. 1735), I-III c., Mısır, H. 1283
Tezkire-i Şu'arâ-yı Mevleviyye, Esrâr Dede (ölm. 1796), Yazma (Bir nüshası Mevlânâ Müzesi İhtisas Ktp. No: 5959'dadır.)
Mecmû'atü't-tevârîhi'l-Mevleviyye, Seyyid Sahih Ahmed Dede (ölm. 1813), Yazma (Bir nüshası Mevlânâ Müzesi İhtisas Ktp. No: 5446'dadır.)
Mevlânâ'dan Sonra Mevlevîlik, Abdülbaki Gölpınarlı, ilk baskı İstanbul, 1953, gözden geçirilmiş 2. Baskı İstanbul, 1983
Mevlânâ ve Mevlevilik, Mehmet Önder, İstanbul, 1998
Mevlevî Usûl ve Âdâbı, H. Hüseyin Top, İstanbul, 2001 

Mevlevîliğin Kuruluşu


Vefatına kadar Hz. Mevlânâ'nın yanından ayrılmayan Sultan Veled olgun sayılacak bir yaşta (47) olmasına rağmen babasından boşalan makama geçmeyi reddetmiş ve Mesnevî'nin yazılmasına sebep ve aracı olan Hüsâmeddin Çelebi'yi uygun görmüştü. Onun bu vazifeyi devralması Mevlevîlik tarihi içinde bir ilk ve son olacak; bu makama Hz. Mevlânâ soyundan gelmeyen bir kişi oturacaktı. Çelebi çok mütevazı bir insandı, makamda kendi oturmasına rağmen Sultan Veled'e büyük saygı besliyor ve daima onun fikirleri doğrultusunda hareket ediyordu. Hz. Mevlânâ türbesi üzerinde yer alan Yeşil Kubbeyi o inşa ettirmiş ve bugünkü şeklinin ilk temellerini atmıştı. Aynı zamanda Hz. Mevlânâ'nın mürit ve dostlarını da etrafında toplayarak irfan meclislerinde Kur'ân-ı Kerim ve Mesnevî okutarak gönüllere şifa vermişti. Bu usul de ileride Mevlevîliğin ana unsurlarında biri olacaktı. Aynı dönemlerde bu 'yol'da olanlara Hz. Mevlânâ'ya izafeten Mevlevî denilmekteydi. İlk yüzyılında Hz. Mevlânâ ahfadına binaen Veledî, Ârifî, Âbidî, Âlimî ve Âdilî olarak da adlandırılacak müntesipler, günümüzde de olduğu gibi genel olarak Mevlevî sıfatıyla vasıflandırılıyorlardı.


"Hz. Mevlânâ vuslatının yaşlaştığı hastalığının son dönemlerinde etrafındakilerin 'Sizden sonra hilafet kimin olacak, sizin yerinize kim geçecek' sorularına 'Çelebi Hüsâmeddin halifemiz olur.' diyerek cevap vermiş ve makamın kime geçeceğini bildirmişti." (Eflâkî, Çev. Tahsin Yazıcı II, 162)


"Ey Hak Ziyâsı Hüsâmeddin, sen öyle bir ersin ki, Mesnevî senin nurunla ayı geçti, aydan bile parlak bir hale geldi. Ey lûtfu, keremi umulan! Yüce himmetin bu Mesnevî'yi nereye çekmekte? Allah bilir! Bu Mesnevî'nin boynunu bağlamış, bildiğin yere doğru çekmektesin. Mesnevî, koşup gitmekte; çeken gizli. Fakat, sadece görecek gözü olmayan gâfilden gizli! Mesnevî'nin yazılmasına önce sen sebep olmuştun; artar, uzarsa arttıran, uzatan yine sensin. Mademki sen böyle istiyorsun. Allah da böyle istiyor; Allah takvâ sahiplerinin dileğini ihsan eder." (Hz. Mevlânâ, Mesnevî, Çev. Veled İzbudak, I-VI c., MEB. Yay., 3. Baskı, İstanbul, 1995 III, 1-5) 

Mevlevîliğin Tesisi, Yaygınlaşması ve Makamda Bulunan Çelebiler


Hüsâmeddin Çelebi 11 yıl süren bu görevi sırasında vefat etmiş (1284) ve Sultan Veled'in makama geçmesi bir zaruret olmuştu. Çünkü o, yol büyüğü olarak gördüğü ve babasının sağlığında lütuflarına mazhar olan Hüsâmeddin Çelebi varken posta oturmayı bir saygısızlık olarak nitelendiriyordu.


Sultan Veled 58 yaşında makama geçtiğinde; Şems'in, Hz. Mevlânâ'nın, kayınpederi Kuyumcu Selâhaddin'in, Hüsâmeddin Çelebi'nin ve Baktemüroğlu Şeyh Kerimüddin'in mânevî terbiyesi ve ilimleriyle teçhiz edilmiş ve yol'u bizzat hakke'l-yakîn olarak öğrenmiş bir kişiydi. Onun makamda bulunduğu 28 yıl zarfında mürit ve dostlar artmış, sarayla olan ilişkiler kuvvetlenmiş; daha da önemlisi semâ, mûsıkî ve Mesnevîhânlık usulleri belli bir düzene sokularak kurumsallaşmanın temelleri atılmıştır. İleriki yıllarda bu temel üzerine bina edilen Mevlevîlik âdâb ve erkânı da günümüze kadar büyük bir değişikliğe uğramadan devam ede gelecektir.


Mevlevîlik Sultan Veled döneminde (1284-1312) bir taraftan belli usullere oturtulurken, diğer taraftan da onun halife olarak gönderdiği elçiler sayesinde başta Kırşehir, Amasya ve Erzincan olmak üzere Anadolu topraklarında yayılmaya başlamıştı. Bu elçiler gittikleri yerlerde büyük bir sempati ile karşılanıyor, kurulan Mevlevî zâviyelerinde de Hz. Mevlânâ'nın fikirleri, semâ ve mûsıkî sayesinde gönüller fethediliyordu. Yine babasının Mesnevî'sini örnek alarak yazdığı İbtidânâme'si ve Hz. Mevlânâ'ya 40 yıl müritlik yapmış Sipehsâlâr'ın Risâlesi ile de Mevlevîlik tarihinin ilk kaynakları bu dönemde yazılmış oluyordu.


"Sultan Veled hazretleri bütün mutad ilimlerinde sonsuz bir deniz; ilâhî bilgi ve kutsal hakikatlerde eşi benzeri olmayan bir padişah idi." (Sipehsâlâr, s. 145)


Sultan Veled Hakk'a yürüdüğünde (1312) artık, Mevlevîlik Yolu'nun esasları büyük ölçüde belirlenmiş ve bu kurallar çerçevesinde akın akın gelen gönül dostlarına İslâm'ın güzellikleri bir başka üslupla sunulmaya başlanmıştı. Sultan Veled'den sonra meşihatta bulunan oğlu Ulu Ârif Çelebi (D. 1272) daha babasının zamanında kendini yetiştirip bu yol'da ilerlemiş; Anadolu ve İran tarafına yaptığı seyahatlerle Mevlevîliği yaymak için çaba arfetmekteydi. Karaman, Beyşehir, Aksaray, Akşehir, Afyon, Amasya, Niğde, Sivas, Tokat, Birgi, Denizli, Alanya, Bayburt, Erzurum ve devamında Tebriz'de kurulan Mevlevîhâneler onun bu ziyaretleri sırasında attığı temeller sayesinde kurulmuştu. Bu seyahatlerin birçoğuna katılan Eflâkî Dede de Bahâeddin Veled, Şems-i Tebrizi, Hüsâmeddin Çelebi, Kuyumcu Selâhaddin, Hz. Mevlânâ ve çağına kadar olan çocuklarının menkıbelerini toplayarak yazdığı Menâkıbü'l-ârifîn adlı eseriyle Mevlevîlik tarihini yazmayı gelenek haline getirecektir.


"Bugünden sonra bizim Ârif'imiz tam bir şeyhtir ve başbuğluğa lâyıktır ve beşikten mezara kadar olgunlaşacaktır." (Hz. Mevlânâ'nın, torunu Ulu Ârif Çelebi doğduğunda söylediği söz. Eflâkî, II, 230)


Ulu Ârif Çelebi'den sonra (ölm. 1320) kardeşleri Şemseddin Âbid (ölm. 1338) ve Hüsâmeddin Vâcid (ölm. 1342) Çelebiler makama geçmiş ve cedlerinden öğrendikleri gelenek üzere Mevlevîliği yaymak isteseler de Anadolu'daki siyasi karışıklıklar nedeniyle bunda muvaffak olamamışlar, ellerindeki imkânlarla tarikatın ayakta kalmasını sağlamışlardır.


"Âbid Çelebi keremi bol ve âdil biriydi. Allah'tan başka her şeyi daima çoluk çocuğuna ve müritlere verirdi." (Eflâkî, II, 367)


"Şemseddin (Âbid) Çelebi'nin kardeşleri Zâhid ve Vâcid Çelebiler kutupların ciğerleri, akıl sahiplerinin gözleridirler. Atalarının âdetlerini devam ettirmede ve doğruluk ve hidayet yolunu herkese apaçık bir hale getirmede insanların onlara olan güveni sonsuzdur." (Sipehsâlâr, s. 149)


Ulu Ârif Çelebi'nin oğlu Emir Âlim Çelebi I ise gelenek üzere iki amcasından sonra makama geçmesi gerekirken gittiği İran ve Türkistan seyahatinden geri dönmemiş ve âkıbeti hakkında da bir mâlumat elde edilememiştir. Bazı kaynaklar ise onun Türkistan bölgesinde Mevlevîliği yayıp 1350 yılında da oralarda vefat ettiğini kaydederler.


Emir Âlim Çelebi I'in vefat ettiğine dair haber Konya'ya ulaşınca makama geçme hakkı küçük kardeşi Emir Âdil Çelebi'ye verilmiş ve bu zât da 18 yıl meşihatta bulunarak tarikatı idare etmiştir. Konya'nın Karamanoğulları elinde bulunduğu bir dönemde postta bulunan Emir Âdil Çelebi bu hükümdarlığın liderlerini ve ileri gelenlerini de aydınlatmış ve hatta bazıları da müridi olmuştur.


Emir Âdil Çelebi (ölm. 1368)'den sonra makamda 27 yıl meşihatta bulunacak olan Şemseddin Âbid Çelebi oğlu Emir Âlim Çelebi II vardır. Âlim Çelebi II de Karaman'da medfun bulunan Hz. Mevlânâ'nın annesi Gevher Hatun ve ağabeyi Muhammed Alâeddin'in türbelerini onartmış ve bitişiğine bir cami ve Mevlevîhâne tesis ederek buralara vakıflar bağlanmasını sağlamıştır.


"1201 tarihlerinde Karaman'a ulaşan Hz. Mevlânâ, babası ve diğer aile fertleri 7 yıl kadar burada kalmışlar ve Sultan Alâeddin Keykubad'ın ısrarlı davetleri üzerine Konya'ya gelmişlerdir. Hz. Mevlânâ, eşi Gevher Hatunla Karaman'da evlenmiş; Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi burada dünyaya gelmişlerdir. Bu yüzden Karaman'ın Mevlevîler nezdinde özel bir yeri vardır."


Emir Âlim Çelebi II'nin (ölm. 1395) Hakk'a yürümesinden sonra yerine Emir Âdil Çelebi oğlu Ârif Çelebi II geçmiş, o da siyasi çalkantılar içinde bulunan Anadolu'da tarikatını fazla genişletmeye imkân bulamamış; ancak ceddi Hz. Mevlânâ'nın türbesini esaslı bir onarıma vesile olmuştur. 26 yıl makamda bulunduktan sonra 1421 yılında vefat eden Ârif Çelebi II'den sonra tarikatın başına Emir Âlim Çelebi oğlu Pîr Âdil Çelebi (Âdil Çelebi II) geçmiştir.


"Ey Konya! Önce Mevlânâ'nın varlığıyla parlamıştın, şimdi de türbe sayesinde eminsin." (Sultan Veled, Divan-ı Sultan Veled, Nşr. F.Nafiz Uzluk, 1941, s.438, Gazel No: 711)


Pîr Âdil Çelebi Sultan Veled'den sonra fazla bir değişikliğe uğramayan semâyı aslına sadık kalarak yeniden yapılandırmış, tarikatın usullerini de gözden geçirerek yeni bir oluşum yoluna gitmiştir. Tabi ki bu oluşumda kendi döneminde yaygınlaşıp kurumsallaşmaya başlayan Bektaşîlik, Halvetîlik ve Kâdirîlik gibi tarikatlardan Mevlevîliği belirgin çizgilerle ayırma fikri önemli bir etken olmuştur. 39 yıl meşihatta bulunan Pîr Âdil Çelebi 1560 yılında Hakk'a yürümüş ve yerine oğlu Cemâleddin Çelebi geçmiştir.


"Mevlevîlik, semâ, sefâ, vecd ve hâl gibi kendi âdâb ve erkânının yanında Nakşbendi tarikatının esasları ve Şems'in aşk ve cezbe temelleriyle oluşturulmuştur." (Sâkıb Dede, I, 134)


Cemâleddin Çelebi dönemi (1460-1509) Mevlevîliğin olduğu kadar Konya ve Anadolu tarihinin de önemli köşe taşlarının konulduğu bir çağ olmuştur. Konya bu dönemde Osmanlı topraklarına katılmış (1467), Ege Bölgesinde ise Mevlânâ soyundan olan inas Çelebilerden (anne tarafından Mevlânâ torunu) Divane Mehmed Çelebi (ölm. 1529) ve müridi Şâhidî Dede (ölm. 1550) sayesinde Mevlevîlik, Afyon, Denizli, Kütahya, Bursa, Muğla, Isparta, Burdur, Aydın, İzmir, İstanbul ve çevresinde yayılmış ve buralarda Mevlevîhâneler kurulmuştur. Yine Hz. Mevlânâ'nın torunu Mutahhara Hatunun kızı Devlet Hatundan doğan II. Yıldırım Bâyezid (slt.1481-1512), ceddi saydığı Hz. Mevlânâ'nın dergâhına büyük hizmetlerde bulunmuş ve Anadolu'da Mevlevîliğin yayılmasında maddî-mânevî desteklerini esirgememiştir. II. Yıldırım Bâyezid'in oğlu Mehmed'in de Osmanlı padişahlarının aldığı 'Sultan' unvanı yerine Mevlânâ soyundan gelenlere verilen 'Çelebi' unvanını tercih etmesi Mevlevîliğe verilen önemin ne denli büyük olduğuna bir delildir. Cemâleddin Çelebi de 49 yıllık meşihatı döneminde bu ilgi ve yakınlığı olumlu bir şekilde kullanarak bu yol'a büyük hizmetler etmiştir.


"Cemâleddin Çelebi Fâtih Sultan Mehmed'e II. Bâyezid'in doğumunu müjdelemiş; daha sonra II. Bâyezid de Cemâleddin Çelebi ve Mevlânâ'ya büyük sevgi ve saygı beslemiştir; tahtta bulunduğu dönemlerde de türbedeki sandukaları yeniletmiş, üzerlerine örtülmek üzere değerli kumaşlar göndermiştir." (Sâkıb Dede, I, 139, 144)


Cemâleddin Çelebi'nin 1509 yılında vefatından sonra yerine torunu ve inas Çelebilerden Hüsrev Çelebi geçmiştir. Usul gereği Cemâleddin Çelebi'nin oğlu Kadı Mehmed Paşa makama geçmesi gerekirken babasının sağlığında vefat ettiği için hizmeti de onun oğlu Hüsrev Çelebi almıştır. Hayli uzun bir süre (62 yıl) meşihatta bulunan Hüsrev Çelebi zamanı da Osmanlı Hanedanının iki güçlü sultanı Yavuz Sultan Selim (slt. 1512-1520) ve Kanuni Sultan Süleyman'ın (slt. 1520-1566) tahtta bulunduğu zamana rastlar. Her iki sultan da Doğuya yaptıkları seferler sırasında Konya'ya uğrayarak Hz. Mevlânâ Dergâhını ziyaret etmişler ve buraya yaptıkları bağışların yanı sıra, gösterdikleri ilgi nedeniyle Mevlevîlerin mânevî olarak güçlenmesini de sağlamışlardır. Ayrıca bağladıkları vakıflarla buranın zenginleşmesine katkıda bulunmakla birlikte su getirterek, semâhâne ve mescit yaptırarak dergâhın mimari yapısına da hizmet etmişlerdir.


"Mevlânâ ve oğlu Sultan Veled'in mezarlarının üstündeki mermer sandukaları Kanuni Sultan Süleyman yaptırmıştır. Mevlânâ'nın evvelki ahşap oyma sandukasını da babası Sultânü'l-Ulemâ'nın kabri üzerine nakletmişlerdir." (Evliya Çelebi, bkz. A. Gölpınarlı s. 154)


Hüsrev Çelebi 1561 yılında Hakk'a yürüdüğü zaman yerine oğlu Ferruh Çelebi geçmiştir. Ferruh Çelebi babasından kalan zengin vakıflarla türbeyi idare etmekle birlikte Karatay Medresesi'nin müderrisliği de kendisine tevcih olunmuş ve bu etkinliği bazı muhaliflerin dedikodusuna sebep olmaya başlamıştır. Bu dönemde ise Osmanlı tahtında Kanuni'nin oğlu II. Selim vardır (slt. 1566-1574). II. Selim önceleri Konya'da vali iken Hz. Mevlânâ dergâhına bağlanmış, oradan feyizlenmiş ve bu bağlılığın eseri olarak da dergâhın yanına Selimiye Camii'nin inşası emrini vermişti. Ferruh Çelebi ise padişahın nezdinde saygın bir yeri olmasına rağmen kendisini çekemeyenlerin 'bolluk içinde şaşaalı bir hayat sürüyor' gibi mübalağalı dedikodular nedeniyle padişah tarafından azlediliyor ve İstanbul'a sürgüne gönderiliyordu. Bu olay Mevlevîlik tarihi açısından büyük bir önem taşıyor; bir padişah ilk kez Mevlânâ Dergâhı Postnişînliği görevine müdahalede bulunuyordu. Ferruh Çelebi'nin 30 yıl meşihatta bulunduğu varsayılsa da 18 yıl süren bu sürgün nedeniyle resmi olarak 12 yıl makamda oturduğu kabul edilir.


"Yâ Rab! Bize bir teslîyet-i hâtır olur mu?
Yoksa bu fütûr ile dem-i âhir olur mu?" (Ferruh Çelebi, Şairlik yönü de bulunan Çelebinin azil ve sürgün dönemi hakkında söylediği gazelin ilk beyti, bkz. Sâkıb Dede, I, 153))



Ferruh Çelebi 1591 yılında vefat etmiş ve yerine Sultan III. Mehmed'in emriyle oğlu Bostan Çelebi I geçmiştir. Çelebi'nin 1630 yılındaki Hakk'a yürüyüşüne kadar makamda kaldığı bu 39 yıl, Mevlevîliğin sarayla arasını tekrar düzelttiği, yeniden Anadolu'ya, İstanbul'a ve hatta Balkanlar, Mısır, Suriye ve Kuzey Afrika gibi bölgelere yayıldığı bir dönem olmuştur. Yine Mevlânâ muhibbi olan Sultan I. Ahmed (slt. 1603-1617) ve devlet ileri gelenleri bu tarikata olan bağlılıklarını dile getirmiş, ziyaretleri ve bağışları sayesinde Mevlevîliğe yeniden bir heyecan ve etkinlik getirmişlerdir. Bugün dahi Mesnevî'yi güzel ve doğru bir şekilde şerh ettiğine inanılan ve bu hizmetiyle 'Hz. Şârih' unvanını alan Ankaralı Rüsuhi Dede de Bostan Çelebi I'e mürit olmuş ve hizmetinde bulunmuştur.


"Bahtiyâ! Bendesi ol Dergeh-i Mevlânâ'nın
Taht-ı ma'nîde odur pâdşeh-i dünyanın" (Bahtî mahlasıyla şiirler söyleyen Sultan I. Ahmed'in Hz. Mevlânâ hakkında söylediği gazelin son beyti)



Bostan Çelebi I'in vefatından sonra yerine kardeşi Ebubekir Çelebi geçmiş ve ne yazık ki, parlak geçen ağabeyinin döneminin ardından tahtta bulunan ve sufî düşünceye zıt olan Sultan IV. Murad (slt. 1623-1640) nedeniyle epey zorluklar çekmiştir. IV. Murad Ayasofya Camii vâizi Kadızâde (ölm. 1635) ve çevresinin etkisinde kalarak diğer tarikatlara olduğu gibi Mevlevîliğe de karşı çıkmış, hatta Bağdat Seferine giderken uğradığı Konya'da Mevlânâ Dergâhını yıkmayı bile aklına koymuştur. Fakat dergâhta yaşadığı bir olay neticesinde bu fikrinden vazgeçmiş, Ebubekir Çelebi'ye hediyeler vererek, dergâha da vakıflar bağlamak suretiyle asırlardır gelen 'Mevlânâ Yolu'nu onaylamıştır.


Sultan IV. Murad'ı da arkasına alan Ebubekir Çelebi daha da güçlenmiş bir şekilde makamda bulunurken yine kendisini çekemeyenler tarafından 'Dergâhın maddî imkânlarını şahsı için kullanıyor' iftiralarıyla İstanbul'a sürgüne göndertilmiştir (1637). Çelebi burada iken 1638 yılında vefat etmiş ve Yenikapı Mevlevîhânesi'ne defnedilmiştir.


"Hâb-ı gafletten uyan ey Âl-i Osman bilmiş ol!
Aç gözün elden gider taht-ı Süleyman bilmiş ol!"



(Kadızâde'nin Sultan IV. Murad'ı sufîlere karşı kışkırtmak için ona takdim ettiği şiirin bir beyti)
Ebubekir Çelebi'nin sürgüne gönderildiği tarihte makam, inas Çelebilerden ve Afyonkarahisar Mevlevîhânesi şeyhi Divane Mehmed Çelebi soyundan Ârif Çelebi III'e (Küçük Ârif Çelebi) geçmiştir. Afyon'dan çağrılarak posta oturtulan Çelebinin 5 yıl süren bu görevi sırasında kayda değer bir olaya rastlanmamıştır.



"Salunursak tan mıdır deff u kudüm ü nây ile
       Ehl-i aşkız fahrimiz âyîn-i Mevlânâ ile" 
(Divane Mehmed Çelebi, bkz. A. Gölpınarlı, s. 488)


       Ârif Çelebi III'ün 1642 yılındaki vefatıyla, Çelebilik Makamı yeniden zükur Çelebilere (baba tarafından Mevlânâ torunu) geçmiş; Hasan Çelebi oğlu Hüseyin Çelebi posta oturarak 24 yıl meşihatta bulunmuştur.


       Hüseyin Çelebi dönemi de Sultan Deli İbrahim (slt. 1640-1648) ve IV. Mehmed (slt. 1648-1687) zamanına rastlar ve ülke içerisindeki karışıklık ve isyanlar nedeniyle Osmanlı Devletinin gerilemesine paralel olarak Mevlevîlik de yeni adımlar atılamaz; hatta siyasete karıştığı iddialarıyla da zaman zaman kötü dönemler geçirir.


"Hüseyin Çelebi, deliliği geçmesi için Sultan Deli İbrahim'e arakiyye (bir çeşit külâh) tekbirleyip giydirmek üzere İstanbul'a davet edilmiş; fakat Sultan bu arakiyyenin Şehzâde Mehmed'e giydirilmesini emretmiş ve böyle de yapılmış. Şehzâde Mehmed'in tahtla müjdeleneceğine yorumlanan bu olaydan bir müddet sonra Şehzâde, IV. Mehmed unvanıyla padişah olmuştur." (Sâkıb Dede, I, 176)


Hüseyin Çelebi'nin vefat yılı olan 1666 tarihinde ise Abdurrahman Çelebi oğlu Abdülhalim Çelebi I makama geçer. Mevlevîlik bu Çelebi döneminde ikinci kez büyük sarsıntı geçirir. Daha önce IV. Murad'ın saltanatta bulunduğu zaman Mevlânâ Dergâhı'nın yıkılmasıyla dahi karşı karşıya gelen ve tarihe 'Kadızâdeler Olayı' olarak kaydedilen bir dönemden sonra, bu kez de sahnede Vani Mehmed (ölm. 1685) adlı softa bir hoca vardır. Vani, Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa'nın oğlu Fazıl Ahmed Paşa'nın Sadrazamlığı getirildiği dönemde onun ve Sultan IV. Mehmed'in itibarını kazanarak 'Hünkâr Şeyhi' sıfatıyla saraya girer. Vani, birkaç yanlış örnek göstererek ülkedeki tarikatların artık zararlı bir hale geldiğini savunarak tarikatların lağvedilmesi yönünde padişahtan karar çıkartır. Tabi bu karar, Mevlevîlik ve onun en önemli unsurlarından olan semâyı da bağlamaktadır. H. 1077 / M. 1666 yılında ilan edilen bu yasak Mevlevîler tarafından ebced hesabıyla eden 'yasağ-ı bed' (kötü yasak) tabiriyle tarihe kaydolmuştur. 18 yıl süren bu olaydan sonra Vani'nin gerçek yüzü ortaya çıkmış ve saraydan azledilmesiyle Mevlevîlerin ve semânın yasağı kalkmıştır. H. 1095 / M. 1684 yılında meydana gelen bu yasağın kalkması da Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Naci Ahmed Dede (ölm. 1708) tarafından 'Mevlevîler döndü câna aşk-ı Mevlânâ ile' mısraı ile tarihe nakşedilmiştir.


"Semâ âşıkların gıdasıdır; çünkü semâda Allah'la buluşma hayali vardır." 
(Hz. Mevlânâ, Sipehsâlâr, s. 73)



"Bir bedevi Hz. Peygamberin huzurunda şiir okuyordu. İlk ve son gelenlerin efendisi olan Hz. Peygamber bu beyitleri duyunca marifet, sevgi ve istek denizi coştu; ve bedeviye bu beyitleri tekrarlamasını söyledi. O tekrar ederken Hz. Peygamber de şevkinin coşmasından dolayı kollarını açıyor ve aşırı hareketler yapıyordu; öyle ki, mübarek ridası omzundan düştü. Semânın Allah erleri için mübah olduğuna dair birçok risaleler yazılmıştır. Hakikat ehli, semâyı kabul edip, caiz görmüşlerdir." (Sipehsâlâr, s. 71)


"Bir softa Hz. Mevlânâ'nın müritlerinden birinin önüne gelerek semâ ile ilgili şöyle der: 'Ben bir eşek yükü kitap okudum, fakat semânın mübah olduğuna dair bir şey görmedim.' Mürit gülümseyerek ona şu cevabı verir: 'Sen o kitapları eşek gibi okumuşsun da onun için bir şey anlamamışsın.' " (Eflâkî, I, 303 )


Dönemindeki karışıklık ve yasaklarla uğraşan Abdülhalim Çelebi I, 1679 yılında Hakk'a yürümüş ve yerine oğlu Kara Bostan Çelebi geçmiştir. Kara Bostan Çelebi makamı döneminde ilk iş olarak yasak nedeniyle müritleri dağılan ve vakıflarına dahi el konulan Mevlânâ Dergâhını eski parlak ve şaşaalı günlerine kavuşturmak için çaba sarf etmiş ve bunda da başarılı olmuştur. Artık sadece Mevlânâ Dergâhı'nda değil Osmanlı topraklarının dört bir köşesine yayılan diğer Mevlevîhânelerde de Mevlevîler akın akın toplanmaya başlamıştır.


Kara Bostan Çelebi müritlerini yeniden toplarken Sultan II. Süleyman'ın (slt. 1687-1691) Balkanlara gazaya çıkacağı haberi üzerine Mevlevîlerden bir alay oluşturmuş ve savaşa katılmak üzere Edirne'de sultana intisap etmiş; sultanın 'Efendim, siz zaferimiz için dua ediniz' cevabı üzerine de geri dönmüştür. Sultan II. Ahmed'in (slt. 1691-1695) tahtta bulunduğu sırada ise artık son dönemlerde adet olduğu üzere Çelebi 'Dergâhın vakıflarını geri aldığı menfaatçiler' tarafından Sultana şikâyet edilmiş ve o da Çelebinin Hacc'a gitmesi bahanesiyle onu Konya'dan uzaklaştırmış ve dönüşünde de Kıbrıs'a sürmüştür. Kısa bir müddet burada kalan Kara Bostan Çelebi affedilmiş ve büyük bir karşılama töreniyle Konya'ya vasıl olmuştur. Çelebi, görevinin geri kalan kısmında Hz. Mevlânâ Dergâhında onarımlar yaptırmış, Yeşil Kubbenin çinilerini yeniletmiş ve 1711 yılında hayli yaşlı bir vaziyette Hakk'a yürümüştür.


"Yazık Konya halkına bizim zevkle dolu olan semâmızdan usandılar ve alttan alta bizim aleyhimizde bulunuyorlar. Bizim bu güzel ve neşeli şeylerimiz hoşlarına gitmiyor. Saba halkı gibi Allah nimetini inkâr ediyorlar. Onların bizi kötüledikleri kulağıma geliyor... Bu insanlar daha sonra öyle perişan olacaklar ki, eşyalarını terk edip bu şehirden uzaklaşacaklar... Nihayet tövbe ile bizim evlâd ve ahfâdımızı kabul ettikleri vakit Allah'ın inâyeti ile Konya yeniden gelişip canlanacak. Bu dönemin insanları da semâ sever ve zevk adamı olacaklar. Bu aşk âlemi bütün dünyayı kaplayacak, bütün insanlar bizim sözümüzün âşığı olacaklar..." (Hz. Mevlânâ, Eflâkî, I, 304 vd.)


Kara Bostan Çelebi'den sonra yerine oğlu Sadreddin Çelebi geçmişse de ancak 1 yıl meşihatta bulunabilmiş; o da babası ile aynı yıl içerisinde vefat etmiştir. Çelebi'nin yaptığı en önemli iş Osmanlı şehzâdelerine arakiyye tekbirlemek üzere İstanbul'a davet edilip bu görevi yerine getirmesi olmuştur.


"Cübbe ve sarık ile insan âlim olmaz. Âlimlik insanın zâtında olan bir hünerdir. Bu hüner ister ipekli bir kaba, ister yünden bir aba içinde olsun." (Hz. Mevlânâ, Fîhi mâfîh, Çev. Meliha Ü. Tarıkâhya, İstanbul, 1985, s. 134)


Mevlânâ'nın makamı ne yazık ki bu dönemde de bazı kişilerin post kavgasına neden olmuş ve nihayetinde Kara Bostan Çelebi'nin amcası Abdurrahman Çelebi oğlu Mehmed Ârif Çelebi posta oturtulmuştur. Mehmed Ârif Çelebi'nin 35 yıl meşihatta bulunduğu dönem, Mevlevîliğin özellikle Balkanlar, Arap ülkeleri ve Akdeniz'deki adalarda yaygınlaşmasıyla tarihte yer alır. Bu süre içinde Bağdat, Musul, Kerkük, Halep, Hama, Humus, Şam, Kudüs, Medine, Mekke, Tebriz, Lefkoşe, Hanya (Girit), Sakız, Midilli, Siroz, Belgrad, Bosnasaray, Filibe, Niş, Peç, Selânik, Üsküp ve Vodine gibi şehirlerde Mevlevîhâneler kurulmuş ve bölge insanlarını aydınlatmayı bir görev olarak benimsemiştir. Mehmed Ârif Çelebi ayrıca yakın dönemimize kadar ulaşan Dergâhın batısındaki Sultan Veled medresesini tâdilatla büyütmüş ve Çelebi çocuklarına okul olarak ihdas etmiştir. Yine bugün hâlâ ayakta duran Dergâhın kuzeyindeki Çelebi misafirhanesini de o yaptırmıştır.


Sevgili bir an olsun gel eve; bir an olsun şu canımızı tazele
Şu arkadaşları bir an olsun güldür; bir an olsun meclisimizi süsle;
Süsle de gökyüzü, gece yarısında güneşi apaçık görsün
Süsle de aşk ışığı, Konya'dan parlasın, bir anda Semerkand'a, Buhârâ'ya vursun..." (Hz. Mevlânâ, Divan-ı Kebir, IV, 270, Gazel No: CXXXIV)



Mehmed Ârif Çelebi'nin bu velud döneminden sonra yerine oğlu Ebubekir Çelebi II geçmiştir (1746). Şair bir zat olan Çelebi, makamda bulunduğu zamanlarda hayli çalkantılı bir dönem geçirmiş, hatta siyasete ve isyanlara adı karıştığı için idamı bile söz konusu olmuştur. Dönemin Şeyhülislâmı tarafından idamı önlenen Çelebi Manisa'ya sürülmüş (1776), affını müteakiben Konya'ya dönerek 1785 yılında burada vefat etmiştir.


"Allah, insana şah damarından daha yakındır. Halbuki sen ok gibi olan düşünceni uzaklara fırlatmadasın.
Ey yayını çekip oku atan! Av yakında, sense uzağa bakmaktasın." (Hz. Mevlânâ, Mesnevî, VI, 2353, 2354)



Birkaç yüzyıldır, iyice genişleyen Mevlânâ ailesi artık makama geçmek için zaman zaman ikili, hatta üçlü çekişmeler içine giriyor ve bu mücadele saraya taşınıyordu. Ebubekir Çelebi II'nin vefatıyla da durum böyle olmuş, inas Çelebilerden Mesnevîhân Seyyid Alizâde ile zükur Çelebilerden Karaman Mevlevîhânesi şeyhi İsmail Çelebi'nin oğlu Hacı Mehmed Çelebi makama talip olmuşlardır. İstanbul'da saraya davet edilen bu iki Çelebi dinlendikten sonra makam Hacı Mehmed Çelebi'ye verilmiştir.


"Binlerce dâvacı, dâvaya kalkışsa kadı, kulağını şahide verir. Onun için şahidin sözü, göz yerine geçer. Çünkü o, garezsiz olarak sırrı görmüştür. Dâvacı da görmüştür; ama garezle görmüştür. Garez, gönül gözüne perdedir. Allah diler ki, sen zahid olasın; garezi bırakasın da tanık kesilesin. Bu garezler perdedir. Göze perde indimi, İnsan her şeyi göremez; 'Sevdiğin şeyler, seni kör ve sağır eder.' " (Hz. Mevlânâ, Mesnevî, VI, 2868, 2870-2874)


30 yıla yakın süren Hacı Mehmed Çelebi zamanı da Mevlevîlik tarihi açısından iyi ve kötü olayları barındıran bir dönem olmuştur. Çelebi, Mevlevî olan III. Selim'in (slt. 1789-1807) İstanbul'daki Mevlevîhâneleri sık sık ziyareti, ilgisi ve Şeyh Gâlib (ölm. 1799) gibi bir şairin yetiştiği dönemde bu yakınlığı yeterince kullanamamış, aksine Konya ve çevresinde meydana gelen siyasi hareket ve ayaklanmalara dahi katılarak tepki çekmiştir. Çelebi, dergâhın vakıf konularındaki anlaşmazlıklarında da epey yıpranmış ve çaresiz makamdan çekilerek yerine dokuz yaşındaki oğlu Mehmed Said Hemdem Çelebi'yi önermiş; saraydan onun hilâfet fermanı gelmeden de 1815'de vefat etmiştir.


"Sultan III. Selim Sûzidilârâ makamında bestelediği âyin-i şeriflerle Mevlevî müziğine büyük katkılarda bulunmuş; Divan Edebiyatımızın güçlü şâirlerinden ve Galata Mevlevîhânesi postnişînlerinden Şeyh Gâlib de 'Esrârın Mesnevî'den aldım; çaldımsa da mîri malı çaldım' diyerek eserlerindeki Mevlânâ etkisini vurgulamıştır."


Hemdem Çelebi küçük yaşta Konya'daki Çelebilerle birlikte saraya hilafet almak için İstanbul'a gittiğinde burada büyük ilgi görmüş, hediyelerle birlikte hilâfetini de alarak Konya'ya geri dönmüştür. Hemdem Çelebi resmî olarak 44 yıl makamda bulunmasına rağmen ilk dokuz yılı yaşının küçük olması nedeniyle amcası Ferruh Çelebi'nin vekâletinde geçmiştir.


Sultan II. Mahmud (slt. 1808-1839) ve Abdülmecid (slt. 1839-1861) dönemlerinde meşihatta bulunan Hemdem Çelebi, kendi döneminde meydana gelen siyasî olaylarda; ve hele II. Mahmud'un Bektaşîlerin oluşturduğu Yeniçeri Ocağı'nı lağvetmesi (1836) sırasında tarafsızlığını korumuş ve sarayın Mevlevîlere olan itibarını artırmıştır. Yine Abdülmecid döneminde kendisine sarayda 'üstün derece nişanı' verilmiş, Mevlevîler bu ilgiyle saygınlıklarını daha da artırmışlardır. 1858 yılında Hakk'a yürüyen Hemdem Çelebi'nin dergâha yaptığı en büyük hizmetlerden biri de burada dervişlerin elinde dağınık halde bulunan kitapları toplatıp kayda geçirmek suretiyle bir kütüphane kurmasıdır (1854).


"Kitaptan maksat içindeki bilgilerdir; ama dilersen sen onu yastık yapıp başının altına da koyabilirsin.
Bu, kılıcı çivi yerine duvara çakıp mağlubiyeti baştan kabul etmeye benzer." (Hz. Mevlânâ, Mesnevî, III, 2989, 2991)



"Nice aktâb, nice ârif-i bi'llâh gelir
Dergeh-i Pîr'e; velî ben gibi Hemdem gelmez" (Said Hemdem Çelebi)



 Hemdem Çelebi'nin vefatından sonra sırasıyla 4 oğlu Mahmud Sadreddin, Fahreddin, Mustafa Safvet ve Abdülvahid Çelebiler makamda bulunmuşlardır.


Mahmud Sadreddin Çelebi 23 yıl makamda kalmış, bu süre içerisinde Mevlevîlik olağan seyrinde devam ederken Konya'da bazı yangın ve kıtlık gibi felâketler baş göstermiştir. Çelebi bu felâket günlerinde vali ile birlikte Konya halkının yardımına koşmuş, dergâhın maddî-manevî imkânlarını seferber etmiştir. Bu çabaları sayesinde Sultan Abdülaziz'in (slt. 1861-1876) özel nişanlarını da kazanan Çelebi, Konya halkının da büyük ilgi ve sevgisine mazhar olmuştur. 1881 yılında Hakk'a yürüyen Çelebinin yerine, kardeşi Manisa Mevlevîhânesi şeyhi Fahreddin Çelebi atanmıştır.


"Nice toprak gibi mezarda yatanlar var ki faydaları, feyizleri bakımından yüzlerce diriden iyidir, üstündür.
Gölgesini gizlemiş (ölmüş) ama toprağı gölge vermekte. Yüz binlerce diri, onun gölgesinde gölgelenmekte." (Hz. Mevlânâ, Mesnevî, VI, 3012, 3013)



Fahreddin Çelebi, dergâhtaki dedelerin önermesi ve Şeyhülislâmın onayı ile makama geçmiş; ancak fazla bir iş yapamadan bir yıl sonra vefat etmiştir (1882). Daha sonra ise yerine kardeşi Mustafa Safvet Çelebi geçmiştir.


"Fikir ona derler ki, bir yol açsın. Yol ona derler ki, önüne bir padişah çıka gelsin.
Padişah ona derler ki, kendiliğinden padişah olsun; hazinelerle, askerlerle değil." (Hz. Mevlânâ, Mesnevî, II, 3207, 3208)



Mustafa Safvet Çelebi de beş yıl kadar meşihatta bulunmuş bu süre zarfında dergâhta bazı onarımlar yapmış, 1887 yılında vefat ettiği zaman yerine kardeşi Abdülvahid Çelebi geçmiştir.


"Bizim türbemizi yedi defa yapacaklar. Sonuncu defada zengin bir Türk çıkacak, türbemizi bir tuğlasını altından, bir tuğlasını da ham gümüşten olmak üzere inşâ edecektir. Bizim türbemizin etrafında da bir şehir oluşacak sonra türbemiz bu şehrin ortasında kalacak. O zaman da Mesnevî'miz mânevî şeyhlik edecektir." (Eflâkî, I, 441)


4 kardeşin sonuncusu olan Abdülvahid Çelebi de yirmi yıl kadar dergâhta postta oturmuş; fakat tahtta bulunan Sultan II. Abdülhamid'i (slt. 1876-1909) sık sık eleştirdiği için sarayla arası pek iyi olmamıştır. Oldukça hareketli ve biraz da Bektaşî-meşreb bir kişiliğe sahip olan Çelebi, sarayın emriyle her ne kadar Konya valilerinin gözetimi altında tutulmaya çalışılmışsa da, o çeşitli bahaneler bularak bunu ihlâl etmiştir. Abdülvahid Çelebi, yine Sultan Abdülhamid'in Yıldız Sarayı'na karşılık Meram'da Yıldız Köşkü yaptırmış, saray faytonlarına benzer bir fayton imal ettirerek Konya sokaklarında onunla dolaşmıştır. Çelebi bütün bunlarla birlikte Konyalıların bütün sıkıntılarına koşmuş, hükümetle problemi olan insanlara çözümü için yardım etmiş, fakirlere maddi yardımlarda bulunmuş ve bu hareketleriyle de Konya halkının sevgisini kazanmıştır.


"Hz. Mevlânâ, padişahlardan, emirlerden, şehrin büyüklerinden ve yardımsever zenginlerden dergâha bağış olarak gelen para ve hediyeleri Hüsâmeddin Çelebi'ye verir, ihtiyaçlar giderildikten sonra kalanını müritlere ve fakirlere dağıtılmasını emrederdi." (Eflâkî, II, 166; ayrıca bkz. Aynı eser, I, 281)

Abdülvahid Çelebi 1907 yılında Hakk'a yürüdüğünde oğlu Abdülhalim Çelebi II geçmiştir. Fakat, huy bakımından babasına oldukça benzeyen Çelebinin makamda bulunduğunun ilk yıllarında II. Meşrutiyet ilan edilmiş ve meşrutiyetçilerin yanında yer aldığı gerekçesiyle makamdan alınarak yerine Hz. Mevlânâ soyundan Necib Çelebi oğlu Veled Çelebi (İzbudak) getirilmiştir (1909).


"Demedim mi sana gitme oraya; seni tanıyan, bilen benim ancak;
Şu yokluk serabında yaşayış kaynağın benim ancak.
Kızsan da, bin yıllık yola gitsen de sonunda gene bana gelirsin;
Varacağın yer benim ancak" (Hz. Mevlânâ, Divan-ı Kebir, Gazel, III, 250)



Edib bir zat olan Veled Çelebi'nin şeyhlik döneminde ise I. Dünya Savaşı çıkmış ve Çelebi, Mevlevîlerden oluşturduğu bir alayla (Mücâhidîn-i Mevleviyye) Kanal Harekâtına katılmak için Şam tarafına gitmiştir. Osmanlı topraklarının dört bir köşesindeki Mevlevîhâne şeyhlerinin de katıldığı bu alay, herhangi bir savaşa girmeden geri dönmüştür. 1919 yılında ise Veled Çelebi şeyhlikten azledilmiş ve yerine kendisinden önce makamda bulunan Abdülhalim Çelebi II tekrar geçmiştir.


 Abdülhalim Çelebi ilk kez makama geçtiği zaman görevden alınışını haksızlık olarak nitelendirmiş ve İttihad ve Terakkî'nin aldığı bu azil kararını yıllarca içine sindirememiştir. İttihatçıların siyasi etkinliği kaybolduktan sonra ise Şeyhülislâma müracaat ederek 1919 yılında tekrar Makam Çelebiliğine getirilmiş; bu dönemde Osmanlı Meclis-i Mebûsânı'nda da Konya milletvekili olarak görev yapmıştır. İkinci meşihatında da ancak bir yıl kalabilen Çelebinin yerine Âmil Çelebi getirilmiştir.

Âmil Çelebi makama geçtiği vakit hayli yaşlı ve rahatsızdı. Aynı yıl içerisinde vefat ettiği zaman, yerine Abdülhalim Çelebi II üçüncü ve son kez posta oturacaktır.



Son dönem Çelebileri arasında hayli renkli kişiliğiyle Abdülhalim Çelebi bu üçüncü kez makama geçişinde 1920-25 yılları arası meşihatta bulunmuş; bu görevinin yanı sıra seçime ilk sıradan girerek TBMM'ne Konya milletvekili olarak katılmış ve M. Kemal Atatürk'ün ardından seçimle Meclis Başkan Vekilliği (II. Başkan) görevini üstlenmiştir. Çelebi bundan önce de Millî Mücadele günlerinde göstermiş olduğu başarılı tutumlarından dolayı TBMM tarafından İstiklâl Madalyasıyla onurlandırılmıştır (21 Ekim 1923). Abdülhalim Çelebi milletvekilliği sona erdikten sonra tekrar Konya'ya dönmüş bir müddet dergâhın hizmetinde bulunmuş, sonra da İstanbul'a giderek orada bir otel odasına yerleşmiştir. Ama ne acıdır ki, bu otel odasının balkonundan düşerek, ya da menfur bir olaya kurban giderek vefat etmiştir (12 Ekim 1925). Bu olaydan sonra ise makama Veled Çelebi (İzbudak) ikinci kez geçmiştir (1925).

"Mezarımın başında oturur, o güzelim gözlerinden çok yaşlar akıtırsın.
Benim ölümüme ağlar, gözlerini yumup benim mazlumluğuma yaş dökersin.
İyisi mi o lütufların birazcığını ben ölmeden önce şimdi söyle; o sözleri şimdi benim kulağıma küpe et!
Toprağıma, mezarıma söyleyeceğin o sözleri, şu gamlı kulağıma saç; şimdi söyle bana!" (Hz. Mevlânâ, Mesnevî, VI, 2710-2713)



TBMM'de Yozgat ve Kastamonu milletvekilliklerinde bulunan ve Mesnevî'nin tamamını Türkçe'ye çeviren Veled Çelebi'nin ikinci şeyhliği de uzun sürmemiş ve döneminde çıkarılan Tekke ve Dergâhların kapatılması kanunu ile ülkedeki bütün tekkeler gibi Mevlânâ Dergahı da kapanmıştır (1925). M. K. Atatürk'ün çocukluğu zaman zaman Selânik Mevlevîhânesi'nin bahçesinde geçmiş ve bu yüzden Mevlânâ'yı ve Mevlevîleri çok sevmektedir. Ama yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin mayasının tutabilmesi için birçoğu aslından ve hatta İslâm'dan uzaklaşan tarikatları kapatmak gerekiyordu. Bu konuda F. Rıfkı Atay'la sohbet ederken Atatürk'ün sarf ettiği şu sözler oldukça mânidardır: "Karar gereğince Konya'da Mevlânâ Dergâhı'nın da kapanmış olmasından üzgünüm. Fakat istisna yapamam, buna çok üzülüyorum."


"Hey koca Sultan (Mevlânâ)! Evet bütün tekkeleri kapattık; fakat senin kapın kapanmadı" (M. K. Atatürk, Niyazi Ahmed Banoğlu, "Atatürk ve Mevlânâ", Tarih ve Coğrafya Dünyası, Mevlânâ Özel Sayısı, 15 Aralık 1959, s. 415-416)


"Mevlânâ, Müslümanlığı Türk ruhuna intibak ettiren büyük bir reformatördür. Müslümanlık aslında geniş manası ile müsamahalı ve modern bir dindir. Mevlevîlik ise; Türk an'anesinin Müslümanlığa nüfuz örneğidir. İlâhî bir mûsıkînin ahengi içerisinde dönerek Allah'a yaklaşma fikri, Türk dehasının, ileri görüş ve düşüncesinin tabii bir ifadesidir." (M. K. Atatürk, Dr. Celâleddin B. Çelebi, Hz. Mevlânâ Okyanusundan..., Derleyen: Esin Çelebi Bayru, İl Kültür Müdürlüğü Yay., Konya, 2002, s. 166 vd.)


Genç Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki tüm tekkeler gibi Mevlânâ Dergâhı ve diğer Mevlevîhâneler de kapanmıştır. Abdülhalim Çelebi vefatından önce (1925) bu konuyu M. K. Atatürk'le konuşmuş ve onun da onayını alarak oğlu Mehmed Bâkır Çelebi'yi Halep'teki Mevlevîhâneye Şeyh olarak atamıştır. İşte bu tarihten itibaren Mevlevîliğin resmî merkezi Suriye Devleti tarafından lağvedildiği 1944 yılına kadar Halep Mevlevîhânesi olmuştur. Mehmed B. Çelebi Halep'te meşihatta bulunduğu dönemde usulü gereğince Mevlevîliğe hizmet ederken, Hatay'ın anavatana katılması hususunda da hayli yardımları ve gayretleri olmuş; bu yüzden Suriye'de hüküm süren Fransız yetkililerinin tepkisini çekmiştir. Çelebi, daha sonra Suriye ve orada bulunan Fransız idareciler tarafından casuslukla itham edilmiş; bir aile ziyareti için gittiği İstanbul'dan (1937) bir daha Suriye'ye geri dönmesine izin verilmemiştir. Bu dönemde ise Halep'teki Mevlevîhânenin şeyhliğine kardeşi Şemsül Vahid Çelebi vekâlet etmiş, ağabeyinin 1943 yılında İstanbul'daki vefatından sonra ise Suriye Hükümeti onun resmî makamını onaylamamış ve 1944 yılında Halep Mevlevîhânesi'ni de kapatarak bu makamın resmen sona ermesine neden olmuştur.


"Makâm Çelebiliği 'mânevî' bir makâmdır, bir gönül makâmıdır. Çelebi Hüsâmeddin, Sultan Veled, Ulu Ârif Çelebi ve birçok Çelebi siyasî bir otorite tarafından tayin edilmemişlerdir. Makâm Çelebiliğinin büyük erkek evlâda intikali gibi yine bu nur yolu'nun kurucuları tarafından konulmuş kurallar vardır." (H. Hüseyin Top, Mevlevî Usûl ve Âdâbı, s. 266)

Günümüzde ise; 
Mehmed B. Çelebi'nin oğlu Celâleddin Bâkır Çelebi, Suriye Hükümetinin 'kendi tabiyetlerine geçerlerse Halep Mevlevîhânesi'nin zengin vakıflarını tekrar kendisine verme' şartını kabul etmeyip ailesiyle birlikte Anavatanına geri dönmüş; İstanbul'a yerleşerek Hakk'a yürüyüş tarihi olan 1996 yılına kadar gayretli çalışmalarıyla yurt-içi ve dışında Mevlânâ fikirlerini anlatmış; bununla birlikte Türk kültür ve an'anesini tanıtmada bir elçi görevi üstlenmiştir. Celâleddin B. Çelebi'nin bu gayretli çalışmaları ilmi makamların da dikkatini çekmiş ve hayatta olduğu dönemde Selçuk Üniversitesi tarafından kendisine "Fahri Doktorluk" unvanı verilmiştir (1989).



"Yaradan'ın 'Dön' (Ircı'î) emriyle bir gün
Ruhum vuslata erip, Allah'a kavuşunca,
Bedenim de toprak olunca,
Canlı cansız bütün zerrelerimle, sonsuzluğa kadar
Yine de Hz. Muhammed'in ayağının tozu kalacağım ben!" 
(Celâleddin B. Çelebi)
(Celâleddin B. Çelebi'nin hayatı ve çalışmaları için bkz. Esin Çelebi Bayru, "Babam Celâleddin Bâkır Çelebi", X. Millî Mevlânâ Kongresi Tebliğler-I, Konya, 2002, s. 23-33; Dr. Celâleddin B. Çelebi, Hz. Mevlânâ Okyanusundan...)


Hz. Mevlânâ'nın 21. kuşaktan torunu olan Celâleddin B. Çelebi'nin 13 Nisan 1996 günü İstanbul'da vefat edip Konya'ya getirilerek Üçler Mezarlığına defnedilmesinden sonra, başta oğlu Faruk Hemdem Çelebi, kızı Esin Çelebi Bayru ve diğer evlatları bu görevi üstlenmiştir. Çelebi ailesi günümüz teknolojilerini de kullanarak insanlara bu yol'u anlatmakta; İnternet aracılığıyla da Mevlânâ'nın fikir ve öğretilerini sadece ülkemize değil tüm dünya insanlarının hizmetine sunmaktadırlar.

"Allah'a tekrar tekrar yemin ederim ki, bu mânâ güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar bütün dünyayı kaplayacak ve bütün ülkelere gidecektir. Hiçbir mahfil ve meclis olmayacak ki, orada Mesnevî okunmuş olmasın; hatta o dereceye varacak ki, mâbedlerde zevk ve sefa yerlerinde okunacak, bütün milletler bu sözlerle süslenecek ve onlardan faydalanacaklardır." (Hz. Mevlânâ, Eflâkî, I, 470)

"Allah'a hamd ve minnet olsun ki, bu hanedanın çocuklarının çocuklarının çocukları erkek ve kadın artmadadır. Onların temiz olan nesillerinin aslı Adem'in nesli son buluncaya kadar yeryüzünden eksik olmasın!" (Eflâkî'nin duası, II, 387)

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...