03 Aralık 2014

ALLAH


ALLAH
Bahtiyar Vahapzade
İdrakte yol açmış geceden gündüze Allah.
Güldürmesen öz gönlünü, gülmez yüce Allah.
Dünyaya şafaklar gibi Tanrım sepelenmiş,
Kalbin gözü yanmazsa, görünmez göze Allah.
Allah! Biliriz cisim değil, ya nedir Allah?
En yüksek olan hakta, hakikattedir Allah.
Dondunsa Tekâmül ve güzellikler önünde,
Derket, bu taaccübde , bu hayrettedir Allah.
Bildik, biliriz, gizlidir insandaki kudret,
Herkes onu fehmetmese , acizdir o, elbet.
İnsanın ezel borcudur insanlığa hürmet,
İnsanlığa hürmette, liyakattedir Allah.
Gerçek de şu ki: Gizlidir her zerrede vahdet.
Bir zerre iken külle kavuşmak ulu niyet.
Gördüklerimiz zahiridir , batna nüfuz et.
Batındaki, cevherdeki fıtrattadır Allah.
Fıtrat da yatar sözde, sözün öz yükü fikrim,
Seçmiş, seçecek daima tüyden tüyü fikrim.
Ben bir ağacım, yaprağı sözler, kökü fikrim,
Sözlerde değil, sözdeki hikmettedir Allah.
İnsan! Tepeden-tırnağa, sen arzu, dileksin.
Nefsinde doyumsuz, fakat aşkında meleksin
Zulmün yüzüne hak denilen silleni çeksen,
Sillende mühürlenmiş o gayrettedir Allah.
Cahil İner alçaklığa, öz kalbine inmez,
Vicdandan eğer dönse de, hayrından o dönmez.
Zulmette, cehalette, adavette görünmez,
İlgarda , sadakatte, muhabbettedir Allah.

ABDULLAH BİN EBÛ BEKR-İ SIDDÎK ( radıyallahü anh )


ABDULLAH BİN EBÛ BEKR-İ SIDDÎK

 ( radıyallahü anh )

Eshâb-ı kiramdan, ilk müslümanlardan. Babası Ebû Bekr-i Sıddîk ( radıyallahü anh ), annesi Katile binti Abdiluzza’dır. Esma ( radıyallahü anha ) ile anne bir kardeştir. Mekke’de doğduğu tahmin edilmesine rağmen, târihi bilinmemektedir.
Abdullah, babası Ebû Bekr-i Sıddîk ( radıyallahü anh ) davetiyle, küçük yaşta müslüman oldu. Hazreti Muhammed ( aleyhisselâm ) ile babasının Mekke’den Medine’ye hicretlerinde, Sevr Mağarası’na geldiğinde habercilik vazîfesini yaptı. Zekî ve kabiliyetli bir genç olduğundan, babasının emir ve direktiflerini harfiyyen yerine getirirdi. Gündüzleri Mekke’de Kureyşliler arasında bulunup, onların Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) ve Hazreti Ebû Bekir hakkında söylediklerini, konuşmalarını akşam vakti Sevr Mağarası’na gelerek, haber verirdi. Geceyi çırada geçirip, tan yeri ağarmadan Mekke’ye dönerdi. Bu hizmeti, onun adını İslâm târihine geçirdi. Hazreti Resûlullah O’nu Ali bin Ebû Tâlib ( radıyallahü anh ) ile âhıret kardeşi yaptı. Atîke binti Zeyd bin Amr ( radıyallahü anha ) ile evliydi.
Abdullah bin Ebû Bekr, hicret-i Nebevî’den sonra Mekke’den Medine’ye geldi. Resûlullah ( aleyhisselâm ) ile hicretin 8. senesinde Mekke’nin fethinde bulundu.
Mûte Harbi’nde, İslâm Ordusu kumandanı Zeyd İbni Hârise’nin şehîd olmasını, sonra kumandan olan Ca’fer İbni Ebî Talib’in sancağı almasını bunun da şehîd olmasıyla Abdullah İbni Revâha’nın kumandayı alıp onun da şehîd olmasıyla, Hâlid İbni Velîd’in kumandayı almasını ve Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) bütün bunları Medine-i Münevvere’de Minber-i se’âdetinde başından sonuna kadar haber verdiğini rivâyet etti. Resûlullahın bu mucizesini haber vermesiyle rivâyeti kitaplara geçti.
Mekke’nin fethinden sonra Huneyn Gazvesi’ne katıldı. Huneyn’den kaçan Sakif ve Hevâzinliler’in toplanmalarına mani olmak için onların sığınıp, saklandıkları Taif Kalesi’ni muhasara etti. Muhasarada ok isâbet edip, yaralandı. Medine’ye yaralı olarak döndü.
Abdullah bin Ebî Bekr-i Sıddîk ( radıyallahü anh ) Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) için hazırlanan hulleyi (elbise) yedi altına satın almıştı. Sonra Resûlullahın tekfinine uygun görülmeyince, teberrüken kendine kefen için saklamıştı. Rûhunu teslim edeceği sırada, “Bunda, hayır ve bereket olsa idi, Resûlullah efendimiz tekfîn olunurdu” deyip, kendisine bunu kefen yaptırmadı.
Hazreti Ebû Bekir’in ( radıyallahü anh ) hilâfetinin başlarında hicretin onbirinci senesinin Şevval ayında Taifte aldığı yaranın iyileşmemesi sebebiyle vefât etti. Cenâze namazını Hazret-i Ebû Bekir kıldırdı. Kabrine ise Hazret-i Ömer, Talha ve kardeşi Abdurrahmân bin Ebû Bekir ( radıyallahü anh ) indirmişlerdir. Tâif şehîdlerinden sayılır.
Onun vefâtından bir müddet sonra Hazret-i Ebû Bekir’e, Sakif heyeti geldi. O sırada Hazreti Abdullah’ın ölümüne sebep olan ok, Hazreti Ebû Bekir’in yanındaydı. Oku, heyettekilere göstererek: “İçinizde bu oku tanıyanınız var mı?” diye sordu. Aclânoğullarının kardeşi Hazret-i Sa’d bin Ubeyd: “Bu oku ben yonttum; ucunu ben sivrilttim; tüyünü ben taktım; bunu atan da benim” dedi. Bunun üzerine Hazreti Ebû Bekir “Bu ok, Abdullah bin Ebî Bekir’i şehîd eden oktur. Senin elinle ona şehîdlik şerbetini içiren, onun eliyle seni öldürtmeyen Allah’a hamd olsun. Allah’ın himâyesi geniştir” buyurdu.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) El-İsâbe cild-2, sh. 283
2) Sahîh-i Buhârî Kitab-ul-Cihâd 133
3) Sahîh-i Müslim Fedail-üs-sahâbe Hadîs No: 1
4) Kâmûs-ül-A’lâm cild-4, sh. 3037, 3100

ABDULLAH BİN CAHŞ ( radıyallahü anh )


ABDULLAH BİN CAHŞ ( radıyallahü anh )

Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) halası Ümeyme ile Cahş’ın oğlu, Eshâb-ı kiramdan. Kızkardeşi Hazreti Zeyneb; Peygamberimizin hanımıdır. Hazreti Ebû Bekir’in vasıtasıyla, Erkam’ın ( radıyallahü anh ) evine gelmeden önce kelime-i şehâdet getirerek ilk müslümanlardan olmak şerefine kavuştu. Hazreti Abdullah orta boylu, çok yakışıklı bir zât idi. Peygamber efendimizi pek ziyade severdi. Bu muhabbet uğrunda canını fedadan çekinmemiş, Uhud harbinde en büyük kahramanlığı göstererek, Allahü teâlânın rızası uğrunda şehâdet şerbetini içmiştir. Eshâb-ı kiram arasında lakabı, “El-Mücdü’fillah” yani “Allah yolunun fedaisi” idi. Şehîd olduğunda 40 yaşlarında idi. Medine’ye hicret edince Âsım bin Sabit ( radıyallahü anh ) ile kardeş oldu.
Abdullah bin Cahş ( radıyallahü anh ) İslâmiyeti heyecanla yaşayan zatlardandı. İlk müslüman olduğu yıllarda, kâfirler kendisine her türlü eza ve cefâyı yapmışlardı. Hepsine de imânının verdiği güç ile mukâbele etmiş, eza ve cefâ’lara katlanmıştır. Peygamber efendimiz, kendisi için “... açlığa ve susuzluğa en çok dayanan ve katlananınızdır” buyurmuştur.
Resûlullah efendimizin şehîdler için verdiği müjdeleri duyarak hep şehîd olmaya can atmıştır. Harplerde en önde kahramanca çarpışmıştır. Peygamber efendimiz hicretin ikinci senesinde, Nahle’de Kureyş müşriklerini, gözetlemek üzere ilk önce Ebû Ubeyde bin Cerrâh’ı ( radıyallahü anh ) göndermek istemişti. Hazreti Ebû Ubeyde, Peygamberimizin ayrılığına dayanamıyarak ağlamaya başladı. Bunun üzerine O’nu göndermekten vazgeçti. Hazreti Abdullah bin Cahş der ki: O gün Resûlullah aleyhisselâm yatsı namazını kılınca beni yanına çağırdı: “Sabah vakti olur olmaz yanıma gel. Silahın da yanında bulunsun. Seni bir tarafa göndereceğim.” buyurdu. Sabah olunca mescide gittim. Kılıcım, yayım, ok ve çantam üzerimde, kalkanım da yanımda idi. Resûlullah efendimiz sabah namazını kıldırdıktan sonra evine döndü. Ben daha önce kapının önüne gelmiş, bekliyordum. Muhacirlerden benimle birlikte gidecek bir kaç kişi buldu. “Seni bu kişilerin üzerine kumandan tayin ettim.” buyurarak bir mektûb verdi. “Git, iki gece yol aldıktan sonra mektûbu aç. Onda buyurulana göre hareket et.” Yâ Resûlallah! Hangi tarafa gideyim?” diye sordum. “Necdiye yolunu tut. Rekiyeye, kuyuya yönel!” buyurdu. Nahle seferine memur edildiği zaman, ilk defa “Emîr-el-mü’minîn” sıfatı verildi. İslâmda ilk tayin olunan “emir”, O oldu. Sekiz veya oniki kişilik bir birlik ile iki gün sonra Melel mevkiine vardıklarında mektûbu açtı. Mektûbta şunlar yazılıydı:
“Bismillahirrahmânirrahîm,
Bu mektûbu gözden geçirdiğin zaman Mekke ile Taif arasındaki Nahle vadisine ininceye kadar, Allahü teâlânın ismi ve bereketiyle yürüyüp gidersin. Arkadaşlarından hiçbirini, seninle birlikte gitmeye zorlamayasın! Nahle vadisindeki Kureyşîleri, Kureyşîlerin kervanını gözetleyip ve denetleyesin. Onların haberlerini bize bildiresin.”
Emîr-el-mü’minîn Hazreti Abdullah bin Cahş mektûbu okuduktan sonra “Bizler Allahü teâlânın kullarıyız ve hep O’na döneceğiz, işittim ve itaat ettim. Allahü teâlânın ve sevgili Resûlünün emrini yerine getireceğim” diyerek mektûbu öpüp, başına koydu. Sonra arkadaşlarına dönerek “Hanginiz şehîd olmayı istiyor ve özlüyorsa, benimle gelsin. Gelmek istemeyen dönüp gidebilir, hiç birinizi zorlayıcı değilim. Gelmezseniz ben tek başıma gidip, Resûl aleyhisselâmın emrini yerine getireceğim.” dedi. Arkadaşları hep birden, “Biz, işittik. Allahü teâlâya, Peygamber efendimize ve sana itaat edicileriz. Nereye istersen, Allahü teâlânın bereketi üzere yürü.” diye cevap verdiler. Sa’d bin Ebî Vakkas hazretlerinin de bulunduğu küçük ordu ile Hicaza doğru yol aldılar ve Nahle’ye geldiler. Bir yere gizlendiler. Oradan gelip geçen Kureyşîleri gözetlemeye başladılar. Bu sırada bir Kureyş kâfilesi geçti. Develer yüklü idi. Mücâhidler, Kureyş kâfilesine yaklaşarak onları İslama davet ettiler. Kabûl etmeyince çarpışma başladı. Çarpışma sonunda birisini öldürdüler, ikisini esîr aldılar, birisi atlı olduğu için ona yetişemediler. Kâfirlerin bütün malı mücahitlere kaldı. Hazreti Abdullah bin Cahş, bu ganîmet mallarının beşte birini Resûlullah efendimize ayırdı. Bu ganîmet, müslümanların aldıkları ilk ganîmetti. Bu beşte bir hisse de ilk ayrılan beşte birdi. İlk öldürülen müşrik ve alınan esîrler de bu Nahle seferindeydi.
Bundan sonra Bedir gazâsı oldu. Alınan esîrler için Resûlullah efendimiz, Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer ve Hazreti Abdullah bin Cahş’a danıştı. Hicretin üçüncü senesinde yapılan Uhud harbinde büyük kahramanlıklar gösterdi. Hazreti Abdullah bin Cahş yiğitliğin sembolüydü. Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri, Uhud harbinde Hazreti Abdullah bin Cahş ile arasında geçen konuşmayı şöyle anlattı. “Uhud’da savaşın çok şiddetli devam ettiği bir andı. Birdenbire yanıma sokuldu, elimden tuttu ve beni bir kayanın dibine çekti. Bana şunları söyledi: “Şimdi burada sen duâ et, ben “âmin” diyeyim. Ben de duâ edeyim, sen de “âmin” de! Ben de “Peki” dedim. Ben şöyle duâ ettim: “Allahım, bana çok kuvvetli ve çetin kâfirleri gönder. Onlarla kıyasıya vuruşayım. Hepsini öldüreyim. Gazi olarak, geri döneyim.” Benim yaptığım bu duâya bütün kalbiyle “âmin” dedi. Sonra kendisi duâ etmeye başladı: “Allahım, bana zorlu kâfirler gönder kıyasıya onlarla vuruşayım. Cihadın hakkını vereyim. Hepsini öldüreyim. En sonunda bir tanesi de beni şehîd etsin. Sonra benim dudaklarımı burnumu, kulaklarımı kessin. Ben kanlar içinde senin huzûruna geleyim. Sen bana “Abdullah, dudaklarını, burnunu, kulaklarını ne yaptın?” diye sorduğunda, Allahım, ben onlarla çok kusur işledim, yerinde kullanamadım. Senin huzûruna getirmeye utandım. Sevgili Peygamberimin de bulunduğu bir savaşta, toza toprağa bulandım da öyle geldim” diyeyim”, dedi. Gönlüm böyle bir duâya “Amin” demek arzu etmiyordu. Fakat o istediği ve önceden söz verdiğim için mecbûren “Amin” dedim. Daha sonra, kılıçlarımızı çektik, savaşa devam ettik, ikimiz de önümüze geleni öldürüyorduk. O son derece bahadırâne harbediyor, düşman saflarını tarumar ediyordu. Düşmana hamle üstüne hamle ediyor, şehîd olmak için derin bir iştiyâkla hücumlarını tazeliyordu. “Allah Allah!” diye çarpışırken kılıcı kırıldı. O anda Sevgili Peygamberimiz O’na bir hurma dalı uzatarak, savaşa devam etmesini buyurdu. Bu dal bir mu’cize olarak kılıç oldu ve önüne geleni kesmeye başladı. Bir çok düşmanı öldürdü. Savaşın sonuna doğru Ebü’l-Hakem isminde bir müşrikin attığı oklarla arzu ettiği şehâdete kavuştu. Şehîd olunca kâfirler bu mübârek şehîdin cesedine hücum ederek burnunu, dudaklarını ve kulaklarını kestiler. Her tarafı kana boyandı. Muharebe bittikden sonra Hazreti Abdullah bin Cahş’ı ve dayısı “Seyyid-üş-şühedâ” ya’nî “Şehîdlerin efendisi” Hazreti Hamza’yı aynı kabre defn ettik.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) El-İsâbe cild-2, sh. 286
2) Tabakât-ı İbni Sa’d cild-2, sh. 10, cild-3, sh. 89
3) Hilyet-ül-evliyâ cild-1, sh. 108
4) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediye sh. 975

ABDULLAH BİN ATÎK ( radıyallahü anh )



ABDULLAH BİN ATÎK ( radıyallahü anh )

Peygamberimizin Medine’ye hicretinden önce İslâmiyeti kabûl edip, Medine’nin ilk müslümanlarından olmakla şereflenen sahâbî. Adı Abdullah bin Atîk bin Kays bin Esved bin Berâ bin Ka’b bin Ganem bin Seleme bin Hazrec-i Ensârî’dir. Soyu ve kardeşi Cebr bin Atîk hakkında başka rivâyetler de bildirilmektedir. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. Hicretin 12. (m. 633) yılında Yemâme harbinde şehîd olmuştur.
Abdullah bin Atîk’in ( radıyallahü anh ) müslüman oluşu hakkında kaynaklarda geniş bilgi yer almamaktadır. Medine’de ilk müslüman Hazreti Es’ad bin Zürâre’nin ve Peygamberimiz tarafından oraya Kur’ân-ı kerîmi ve İslâmiyeti öğretmek için gönderilen Hazreti Mus’ab bin Umeyr’in tebliğ hizmetleri sebebiyle birçok kimse îmân etmişti. Daha Peygamberimizin hicreti gerçekleşmeden müslüman olmakla şereflenenlerden biri de Hazreti Abdullah bin Atîk idi.
Hazreti Abdullah bin Atîk, Bedir ve Uhud harplerinde Resûlullahın yanında birçok hizmetlerde bulunmuştur. Hicretin 5’nci (m. 627) yılında Medine’nin müdafaası için yapılan Hendek harbine de katılmıştır. Hicretin altıncı (m. 628) yılında, kendisinin komutanlığında, Ensârdan beş kişi ile birlikte bir seriyyede bulundu. Bu vazîfe, yahûdi reîslerinden olup, Resûlullaha düşmanlıkta çok ileri giden Ebû Râfi’nin öldürülmesi hizmetiydi.
Mekke’de müşriklerin zulmünden kurtulmak için Peygamberimiz ve müslümanlar Medine’ye hicret etmişlerdi. Burada yaşayan Evs ve Hazrec kabilelerinin tamamı İslâmiyeti kabûl etmişler, Resûlullaha her husûsta yardımcı olmuşlardı. Öteden beri bunlara düşman olan yahûdilerin kini, İslâm düşmanlığı ile birleşmişti. Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimize düşmanlıkta çok ileri gidenlerden biri de, Hayber yahûdilerinin reîsi olan Ebû Râfi’ Selâm bin Ebû Hukayk idi.
Bu yahûdi reîsi, Resûlullahı sık sık rahatsız ettiği gibi müslümanları da dâima tehdit eder, kendisine tâbi olanları Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimizin aleyhine kışkırtırdı. Onu öldürme teşebbüsünde bulunurdu. Ebû Râfi yahûdisi, zengin bir tüccâr olup, malları ile Resûlullah’a düşmanlık yapanlara yardım ederdi. Hicaz toprağında kendisinin müstahkem bir kalesi vardı. Ailesi ile birlikte orada otururdu. Arap kabilelerinin bir çoğunu kışkırtıp Hendek muharebesinin yapılmasına bu yahûdi reîsi sebep olmuştu. Resûlullahı, canlarından ve mallarından daha çok seven ve bu uğurda hiçbir fedâkârlıktan geri durmayan Eshâb-ı kiram, bu duruma çâre aramaya başladı. Azılı bir İslâm düşmanı olan Ebû Râfi’yi öldürmek için Resûlullahdan izin istediler. Hazrec kabilesine mensûb beş kişiye Ebû Râfi’yi öldürmek görevi verildi. Bunlar; Abdullah bin Atîk, Abdullah bin Enis, Ebû Katâde, Esved bin Huzâi ve Mes’ûd bin Sinân hazretleriydi. Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz, hicretin altıncı yılı Ramazan ayında, bu beş kişinin başına Hazreti Abdullah bin Atîk’i komutan tayin ederek, yahûdilerin reîsi Ebû Râfi’nin öldürülmesini, yalnız kadınlara ve çocuklarına dokunulmamasını emretti.
Hazreti Abdullah bin Atîk ve arkadaşları, Ebû Râfi’nin kalesine yaklaştıklarında güneş yeni batmıştı. Köy halkı da deve, koyun ve sığır gibi hayvanlarını mer’ada otlatıp yeni dönüyorlardı. Bu durum karşısında Abdullah bin Atîk ( radıyallahü anh ), arkadaşlarına şu emri verdi: “Siz, yerinizde oturunuz! Ben, Ebû Râfi’nin kalesine gideyim ve kale kapıcısına nezaketle yaklaşayım. Bu sûretle kaleye girebileceğimi sanıyorum.” Kale kapısına yürüdü. Nihâyet kapıya yaklaştı. Sonra paltosuna büründü. Sanki bir ihtiyâcını gideriyordu. Bu sırada, kalenin, kapıcısı: “Ey Allah’ın kulu! Kaleye girmek istiyorsan hemen gir! Çünkü ben, kapıyı kapamak istiyorum!” dedi. Bundan sonrasını Abdullah bin Atîk ( radıyallahü anh ) kendisi şöyle anlatıyor:
“Ben de, hemen kaleye girdim ve merkeb ahırına saklandım. Halkın kaleye girmesi üzerine kapıcı, kapıyı kilitledi ve anahtarları bir direğe astı. Hemen kalktım. Anahtarları aldım.
Ebû Râfi’nin yanında, akşamdan sonra adamları toplanıp sohbet yaparlardı. Bu sohbet, kalenin en üst katında bulunan bir yerde olurdu. Gece sohbeti sona erip, dostları Ebû Râfi’nin yanından dağılıp yatınca, hemen onun yanına çıktım. Bir çok kapıdan geçtim. Her kapıyı açtıkça iç tarafından sürgülüyordum. Bunu, şunun için düşünmüştüm ki, eğer Ebû Râfi’nin adamları beni fark ederlerse herifi öldürünceye kadar, bana bu fırsatı bırakmazlardı. Bu sûretle Ebû Râfi’nin yattığı odaya kadar vardım. O karanlık bir oda içinde aile fertleri arasında yatmıştı. Odanın neresinde olduğunu kestiremedim. Anlamak için: “Ey Ebû Râfi!” diye seslendim. “Kim O? Ne istiyorsun?” diyerek cevap verdi. Hemen ben de, sesin geldiği tarafa fırlayıp yaklaştım ve kılıcımla ilk vuruşu başardım. Fakat dehşet içinde kalmıştım. Çünkü öldürememiştim. Ebû Râfi, yüksek sesle haykırdı. Ben de, hemen odadan dışarı çıktım. Kısa bir müddet bekleyip tekrar odaya girdim ve sesimi değiştirerek, “Bu feryat nedir, yâ Ebâ Râfi?” dedim. Cevabında: “Canı Cehenneme! Sen seslenmeden önce, birisi gelip beni oda içinde kılıçla yaraladı!” dedi. Bu sefer ona bir kılıç, darbesi daha yapıştırdım, iyice yaraladım. Fakat yine öldüremedim. Sonra kılıcın keskin ucunu karnına bastım. Nihâyet Ebû Râfi arkasına devrildi. Bu defa adamı öldürdüğümü anladım ve hemen kapıları birer birer açmaya Başladım. Bu sûretle, oradan savuşup kale merdiveninin son basamağına varmıştım. Burada yere erdiğimi sanarak ayağımı attım. Meğer daha sona gelmemiş olduğumdan, merdivenden düştüm. Baldır kemiğim kırıldı. Hemen bir sargı ile bu kırığı sardım. Sonra yürüdüm. Kapıya kadar varıp orada oturdum ve kendi kendime, şunu öldürüp öldürmediğimi iyice anlayıncaya kadar bu gece kaleden çıkmam, dedim. Horozlar ötmeye başlayınca, birinin kalenin surlarına çıkıp, “Hicaz halkının taciri Ebû Râfi’nin öldüğünü bildiriyorum!..” diye ilân ettiğini duydum. Bunun üzerine ben, artık arkadaşlarımın yanına döndüm ve onlara, “Artık kurtulduk. Allahü teâlâ, Ebû Râfi’yi öldürdü. Haydi yürüyünüz, Mekke’ye gidelim!” dedim. Nihâyet Resûlullah’ın huzûruna vardık. Durumu arz ettim. Ayağımın kırıldığını duyunca, bana: “Ayağını uzat!” buyurdu. Ben de, ayağımı uzattım. Resûlullah ( aleyhisselâm ) ayağımı sıvazladı. Sanki hiç ağrı duymamış kimseye döndüm. Kırık tamamen iyileşti.
Hazreti Abdullah bin Atîk, bu seriyyesinden sonra, Hayber’in fethine katılarak, burada da büyük yararlıklar gösterdi. Sonra hicretin sekizinci (m. 630) yılında Mekke’nin fethine ve Huneyn harbine katıldı ve çok hizmeti görüldü.
Hicretin dokuzuncu senesinde (m. 631) Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) Ensârdan meydana gelen 150 kişilik bir birliği Hazreti Ali’nin kumandasında Benî Tayy kabilesinin putlarını kırıp parçalayarak, bu kavmi bu sapık âdet ve inançtan kurtarmak için vazîfelendirdi. Bu birliğin silâh ve techîzat temini için de, Hazreti Abdullah bin Atîk memur edildi. Hazreti Abdullah bin Atîk, büyük gayret ve fedâkârlık göstererek kısa zamanda birliğin ihtiyâçlarını temin etti. Tek Allah inancının yerleşmesinde ve putperestliğin ortadan kalkması husûsunda da büyük hizmet etti.
Hazreti Abdullah bin Atîk’in, Yemame harbindeki kahramanlığı da dillere destandır. Resûlullahın vefâtı haberi yayılır yayılmaz meydana gelen bu harp, Hazreti Ebû Bekir zamanında cereyan etti. Bu sırada yalancı peygamber Müseyleme, müslümanları rahatsız ediyordu. Hazreti Hâlid bin Velîd başkanlığında bir ordu, onların üzerine gitti. Çünkü O, insanların İslâmiyetten ayrılma hareketini teşvik ve idâre ediyordu. Böylece müslümanları rahatsız ediyordu. Artık müslümanları onlardan kurtarmak bir zarûret haline gelmişti. Hazreti Hâlid bin Velîd ile Müseylemet-ül-Kezzâb kuvvetleri arasında şiddetli çarpışmalar oldu. Bu savaşta Hazreti Abdullah bin Atîk de büyük kahramanlıklar gösterdi. Eshâb-ı kiramdan dörtyüz elli kişi şehîd düştü. Bunlar arasında Abdullah bin Atîk de vardı. Yaralı iken, vücudundan kanlar fışkırırken kılıcını yere atmıyor, savaşıyordu. Bütün gücü kuvveti kesilip dermanı kalmayıncaya kadar savaşmaya devam etti.
Hazreti Abdullah bin Atîk, müslüman olduktan sonra ömrünün tamamını İslâmiyete hizmette geçirmiştir. Resûlullah efendimizin uğrunda nice tehlikelere katlanmış ve en güzel kahramanlık örnekleri göstermiştir. Nihâyet bu büyük Sahâbî, hicretin 12 (m. 634) senesinde, en çok arzu ettiği, şehîdlik mertebesine kavuşmuş ve böylece ebedî se’âdete nail olmuştur.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) El-A’lâm cild-4, sh. 102
2) El-İsâbe cild-2, sh. 341
3) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-2, sh. 91

ABDULLAH BİN AMR BİN ÂS ( radıyallahü anh )



ABDULLAH BİN AMR BİN ÂS

 ( radıyallahü anh )

Eshâb-ı kiramın büyüklerinden Amr bin Âs’ın ( radıyallahü anh ) oğlu. Babasından önce îmân etmekle şereflendi. Adı, Abdullah bin Amr bin Âs bin Vâil bin Hâşim bin Sa’îd bin Sehm bin Amr bin Haris bin Ka’b bin Lüey el Kureyşî’dir. Müslüman olmadan önce adı, Âs idi. Peygamberimiz Abdullah olarak değiştirdi. Künyesi, Ebû Muhammed veya Ebû Abdurrahmân’dır. Annesi, Râita binti Münebbih bin Haccâc bin Âmir bin Huzeyfe bin Sa’d bin Zehm’dir. Hanımı Peygamberimizin amcası oğlu, Abdullah bin Abbas’ın ( radıyallahü anh ) kızı Umre ( radıyallahü anha ) idi. Ondan oğlu Muhammed dünyâya geldi.
Abdullah, babası Amr bin Âs’dan 12 yaş küçüktü. Yaklaşık 100 yaşında iken 65 (m. 684) yılında Şam’da vefât etmiştir. Vefât târihi ve yeri hakkında değişik rivâyetler bulunup, Mekke, Tâif, Filistin ve Mısır’da da denilmiştir.
Eshâb-ı kiram arasında büyük âlim, ibâdet ve zühdü çok olan bir zâtdı. Kur’ân-ı kerîm’in tamâmını ezberleyen hafızlardandı. Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimizden çok hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Ömrünün tamâmını ibâdet yapmakla geçirmişti. Gece sabahlara kadar namaz kılar, gündüzleri de oruç tutardı. Kur’ân-ı kerîmi çok okurdu. Hatta o kadar ki, geceleri lâmbayı söndürür, dâima ağlardı. Ağlamaktan gözleri hastalanmış, ömrünün sonuna doğru görmez olmuştu. Annesi, Abdullah bin Amr için göz ilâcı ve sürme yapar, ona verirdi.
Abdullah bin Amr ( radıyallahü anh ), Bedir ve Uhud harbinden başka bütün harplerde Hazreti Peygamberimizin yanında bulunmuştur. İlk iki harbe, yaşının küçük olması sebebiyle katılamadı. Peygamberimiz zamanında birçok gazâlara ve seriyyelere süvari olarak katıldı. Son derece cömert olduğundan eline geçen herşeyi, hemen dağıtır ve herkesi memnun ederdi. Katıldığı harpler hakkında, açıklayıcı geniş bilgi bulunmamakla beraber, birçok hadîs-i şerîfte, onun harbe katılacak askerleri ta’lim ile harbe hazırlamak gibi mühim vazîfeleri ifâ ettiği anlaşılmaktadır. Bunlardan birisi hakkında, Amr bin Haris ez-Zebidî şöyle bildiriyor: “Abdullah bin Amr ile karşılaştığımda Ona şöyle sordum: “Ey Ebû Muhammedi Biz öyle bir yerdeyiz ki, burada nakit para olarak hiçbir şey yoktur. Bütün malımız, davarlarımızdan ibârettir. Bunları birbirleriyle değiştirerek alış-veriş ediyoruz. Bir ineği bir müddet için, bir koyun karşılığında alıyoruz. Yahut bir deveyi, birkaç inek karşılığında veriyoruz. Deve karşılığında da, at ve kısrak alıyoruz. Fakat bunların hepsi müddetle mukayyettir, bağlıdır. Bunlarda dinî bir mahzur var mıdır?” Hazreti Abdullah bin Amr, bana şu cevabı verdi: “İyi ki, bana sordun. Resûl-i Ekrem ( aleyhisselâm ) efendimiz, yanımda bulunan develere askerleri bindirerek bir tarafa i’zam etmemi (yollamamı-göndermemi) emir buyurmuştu. Develerin askerlere kâfi gelmeyeceğini gördüm. Peygamberimize müracaat ederek, bazı askerlerin bineksiz, yaya kaldıklarını söyledim, Resûlullah ( aleyhisselâm ) bana şöyle buyurdu: “Zekât olarak gelen erkek develer karşılığında, dişi develer satın al ve askerlere binek temin et!” Ben de bir erkek deve karşılığında üç dişi deve satın alarak askerlerin gideceği yere gitmelerini temin ettim.”
Buna benzer birçok harplere iştirâk edip, idâre mevkiinde vazîfe aldığı anlaşılmaktadır. Resûlullah efendimizin vefâtından sonra Hazreti Abdullah bin Amr’ın katıldığı en mühim muharebelerden biri Yermük harbidir. Şam fâtihi olan babası Amr bin Âs ( radıyallahü anh ), bu muharebede ordu kumandanı idi. 240 000 kişilik Bizans ordusuna karşı, 46.000 kişilik bir İslâm ordusu kısa zamanda zafer kazanmıştı. Abdullah bin Amr ( radıyallahü anh ) bu muharebeye iştirâk ederek, büyük kahramanlıklar göstermiştir. Babası ile birlikte, istemediği halde Sıffîn harbinde de bulunmuştur.
Hazreti Abdullah bin Amr bin Âs, bizzat Peygamber efendimizin mübârek ağızlarından işiterek çok ilim almıştır. Peygamberimizden birçok ilimleri öğrenmeye aşırı derecede meraklı idi. O’ndan işittiği her şeyi yazmak için izin istemiş ve aldığı müsâade üzerine pekçok hadîs-i şerîf yazmıştır. Eshâb-ı kiramdan en çok hadîs-i şerîf rivâyet eden Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ), Onun ilminin çokluğunu itiraf buyurarak: “Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) hadîs-i şerîflerini, benden çok ezberleyen ve rivâyet eden olmamıştır. Fakat Abdullah bin Amr, benden daha çok ezberlemiştir. Çünkü o, yazıyordu. Ben yazmamıştım” dedi. Abdullah bin Amr’ın ( radıyallahü anh ), Resûlullah’tan her işittiğini yazdığını gören Eshâb-ı kiramın ileri gelenleri, O’na: “Sen Resûlullah’tan her şeyi yazıyorsun. Halbuki Resûl-i Ekrem ( aleyhisselâm ) bazan gazâb, kızgınlık halinde, bazan da sevinçlilik halinde bulunup söz söylemektedir.” dediler. Bunun üzerine Hazreti Abdullah, işittiklerini yazı ile kaydetmek husûsunda tereddütte kalmış ve meseleyi Resûl-i Ekrem’e ( aleyhisselâm ) arz etmişti. Resûlullah efendimiz, Onu dinledikten sonra, buyurdular ki: “Yazmaya devam et! Çünkü, Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ağzımdan hak (yani doğru, gerçek) olandan başka bir şey çıkmamıştır.”
Resûlullah’tan işittiği bütün hadîs-i şerîfleri, “Sahife-i Sâdıka” adı verilen bir mecmûada (kitapta) toplamıştır. Bu eserinde, bizzat Resûlullah’dan işiterek aldığı hadîs-i şerîfler mevcûttur. Kendisine bir suâl sorulduğunda, yazdığı bu mecmûayı çıkararak bakıp cevap verirdi. Hadîs-i şerîf râvîlerinden (rivâyet edenler) Ebû Kubeyl, bu husûsta şu rivâyeti nakletmektedir. Abdullah bin Amr bin Âs’ın ( radıyallahü anh ) yanında bulunuyorduk. Kendisine, Kostantiniyye (İstanbul) ve Roma şehirlerinden hangisinin daha evvel feth edileceği soruldu. Hazreti Abdullah suâli dinledikten sonra bir sandık getirtmiş ve şu cevabı vermişti: “Bir gün Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) etrâfında oturmuş, hadîs-i şerîf yazıyorduk. Derken Resûl-i Ekrem’e şöyle soruldu: Kostantiniyye veya Roma şehirlerinden hangisi daha evvel feth edilecek? Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “En önce Herakliyus’ün şehri olan Kostantiniyye (İstanbul) feth olunacaktır.”
Hazreti Abdullah bin Amr’ın ilminden en çok istifâde eden muhitten biri de, Basra’dır. Orada, herkesten evvel, şehre vâli, olarak tayin edilenler O’nun derslerine koşuyorlardı. Bütün müslümanlar, O’nun naklettiği ilimlerden istifâde etmiştir.
Hazreti Abdullah bin Amr bin Âs, bizzat Resûlullah ( aleyhisselâm )’den işiterek hadîs-i şerîf rivâyet ettiği gibi, bundan başka Hazreti Ömer’den, Abdurrahmân bin Avfdan, Muâz bin Cebel’den, Ebü’d-Derdâ’dan, Surâka bin Mâlik bin Ca’şem’den (r.anhüm) ve daha bir çok Eshâb-ı kiramdan hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Kendisinden de, Enes bin Mâlik, Ebû Umâme, Sehl İbn-i Hanîf, Abdullah bin Haris bin Nevfel, Mesrûk bin Ecdâ, Sa’îd bin Müseyyeb, Cübeyr bin Nüfeyr, Sabit bin Iyâd el-Ahnef, Hayseme bin Abdurrahmân el-Ca’fi, Humeyd bin Abdurrahmân bin Avf, Zir bin Hubeyş, Sâlim bin Ebî’l Ca’d, Ebü’l Abbâs es-Saib bin Funûh, oğlu Muhammed bin Abdullah bin Amr bin Âs, Tâvûs Keysân, Âmir bin Şerâhil Şa’bî, Abdullah bin Rebâh el-Ensârî, İbni Ebî Müleyka, Urve bin Zübeyr, Ebû Abdurrahmân el-Hablî, Abdurrahmân bin Cübeyr, Atâ bin Yesâr, İkrime, Amr bin Üveys es-Sekafî, Mücâhîd bin Cebr, Ebü’l Hayr Mürsed bin Abdullah el-Yezenî, Ebû Kebeşe es-Selûli, Yakûb İbn-i Âsım bin Urve bin Mes’ûd es-Sekafî, Ebû Zur’a bin Amr bin Cerîr, Ebû Seleme bin Abdurrahmân, Ebü’z-Zübeyr el-Mekkî, Amr bin Dînâr ve daha bir çok âlim hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmuştur.
Abdullah bin Amr’ın ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerin bazıları şunlardır:
“İlmin azalması, âlimlerin azalması ile olur. Cahil din adamları, kendi görüşleri ile fetvâ vererek fitne çıkarırlar. İnsanları doğru yoldan saptırırlar.”
“Dünyada adâleti gözetenler, kıyâmette, böyle davranmalarının mükafatı olarak inciden minber üzerinde otururlar.”
“İnsanlara merhamet edene, Allahü teâlâ merhamet eder.”
“Cebrâil bana komşu haklarından o kadar çok bahsetti ki, komşunun komşuya mirasçı olacağını zannettim.”
“Kalbinde kibrin zerresi bulunan, Cennete giremez.”
Resûlullah’a “amellerin en efdali hangisidir” diye soruldu. Buyurdu ki: “Fakirlere yemek yedirmek, tanıdığına ve tanımadığına selâm vermektir.”
“Namazı şartlarına uygun olarak kılanlara, o namaz kıyâmet günü delîl ve kurtuluş olur. O’na devam etmeyenler kıyâmet günü perişan olurlar.”
“Cemâatle namaz kılmak için yola çıkan kimsenin, attığı her adımda bir günahı silinir ve amel defterine bir sevâb yazılır.”
“Allaha ve âhiret gününe îmân eden, misâfirine ikram etsin. Allaha ve âhiret gününe inanan, komşusuna hürmet etsin. Allaha ve âhiret gününe îmân eden, hayrı söylesin, yahut sussun.”
“Cehennemden uzaklaşıp, Cennet’e girmek isteyen son nefeste kelime-i şehâdet söylesin ve kendisine yapılmasını arzu ettiği şeyleri başkasına yapsın.”
“Sadakanın en faziletlisi, iki dargın kimsenin arasını bulmaktır.”
“Dört sıfata sahip olduktan sonra dünyâdan başka bir şey kazanamadığına ehemmiyet verme! Bunlar, emaneti muhafaza etmek, sözün doğrusunu söylemek, güzel huylu olmak, afif olmak.”
“Yiyiniz, içiniz, sadaka veriniz, isrâfsız ve tekebbürsüz (kibirsiz) giyininiz. Cenâb-ı Hak ni’metlerinin kul üzerinde görülmesini ister.”
“Bize karşı silah taşıyan bizden değildir.”
“Küçüğümüze acımayan, büyüğümüze hürmet etmeyen bizden değildir.”
“Sizin kıyâmet günü bana en yakınınızın, en sevgili olanınızın kim olduğunu haber vereyim mi? En iyi huylularınızdır.”
Birisi Resûl-i Ekrem’e geldi ve “Sana bi’at için geldim. Geride ana ve babamı ağlar bıraktım.” Resûl-i Ekrem ona “Geri dön, onları ağlattığın gibi güldür.” buyurmuş ve bi’atını kabûl etmemişti.
Birisi Resûl-i Ekrem’e gelip, cihad için müsâade istemişti. Resûl-i Ekrem sordu: “Senin ebeveynin (annen, baban) hayatta mı?” Gelen adam: “Evet” dedi. Resûl-i Ekrem emretti: “Dön ve onlara bak.”
“Kul hakkından başka şehîdin bütün günahları affolur.”
“Müslüman, insanların elinden ve dilinden emîn oldukları kimsedir.”
“Mü’min, mü’minlerin canları ve malları husûsunda emîn oldukları kimsedir.”
Abdullah bin Amr bin Âs ( radıyallahü anh ) çok ibâdet yapardı. Bütün hayatını ibâdet etmeye vakfetmişti. Zühd ve takvâsı çoktu. Hatta bu hâli sebebiyle, evlendiği zaman, günlerce hanımının yanına varmadı. Babası Hazreti Amr bin Âs, bu durumu Resûlullah’a arz ederek, evlilikten de nasîbini almasını istemişti. O kadar ibâdet yapma arzusu vardı ki, hayatta bulundukça her gün oruç tutmak ve her gece namaz kılmak üzere Allah’a yemîn ederek nezirde (adakta) bulundu. Onun bu halini Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimize haber verdiklerinde, Ona: “Ey Abdullah! Her gün oruç tuttuğun bütün gece namaz kıldığın bana haber verilmedi mi sanırsın!” buyurdu. O da: “Evet yâ Resûlallah! Öyledir” dedi. Bunun üzerine Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Böyle yapma! Bazı günlerde oruç tut, bazı günlerde iftar et, oruç tutma! Gecenin bir kısmında uyu, bir kısmında da namaz kıl. Çünkü şu bedeninin senin üzerinde hakkı vardır; gözünün de bir hakkı vardır, hanımının bir hakkı vardır, komşunun da bir hakkı vardır. Binâenaleyh, bu hakların hepsini yerine getirerek, her ayda üç gün oruç tutmak sana kâfidir. Her yapılan iyiliğe ve her hayır ve ibadete karşılık olarak on misli sevâb ve mükâfat verileceğine göre, her ayın üç gün orucu, bütün sene orucu demektir.” buyurdu. Hazreti Abdullah da: “Yâ Resûlallah! Ben bundan daha fazla ibâdet etmek için kendimde kuvvet buluyorum” dedi. Resûlullah, “Öyle ise Dâvûd aleyhisselâmın orucu gibi oruç tut, fazla tutma!” buyurdu. O da: “Dâvûd peygamberin orucu ne kadardır?” diye sordu. Resûlullah efendimiz cevabında buyurdu ki: “En makbûl oruç, kardeşim Dâvûd aleyhisselâmın orucudur. Bir gün yer, bir gün tutardı.” Bu konuda birkaç rivâyet bildirilmektedir. Allahü teâlâya yemîn vererek adak verdiği için ömrünün sonuna kadar böyle ibâdet yapmıştır.
Abdullah bin Amr ( radıyallahü anh ) ihtiyârlayıp da, eskisi gibi ibâdet yapmaya vücudunda kudret kalmayınca “Keşke, Resûlullah’ın bahşettiği müsaadeyi, kabûl etmiş olsaydım” demiştir. Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz, evlilik hayatında hanımına karşı vazîfelerini eksiksiz yerine getirmesini emretti. Hazreti Abdullah da, yaşadığı müddetçe, Resûl-i Ekrem’in emrine uygun hareket etmiştir.
Hazreti Abdullah bin Amr bin Âs’ın hikmetli sözleri çoktur. Buyurdular ki:
“Çarşıya erken girip, son çıkanlardan olma! Zira bu vakitler, şeytanın çoğalıp yayıldığı zamanlardır. Aksi halde şeytanın oyuncağı olursun!”
“Çok ağlayın! Ağlayamazsanız, ağlamaklı bir halde bulunun. Eğer hakîkati bilseydiniz, sesiniz kesilinceye kadar ağlar ve beliniz kırılıncaya kadar namaz kılardınız.”
Kendisine, “Ölünce mü’minlerin rûhları nerededir?” diye sorulduğunda buyurdu ki; “Arşın gölgesinde, beyaz kuşların kursağında asılıdır. Kâfirlerin rûhları da yedi kat yerin dibindedir.”
“Bir kadının varlıklı zamanında kocasının yüzüne gülmesi, fakat yokluğu zamanında ona hıyânette bulunması, Cehennemlik olduğunun alâmetidir.”
“Aklınızın ermediği şeyleri terk ediniz.” “Faydasız söz söylemeyiniz.”
“Müzevvirlik (ara bozuculuk) ve iki dostun arasını açmak, Allahü teâlânın gazâbına sebep olur. Eğer siz benim bildiğime vakıf olsaydınız, çok ağlardınız.”
Birgün kendisine, “Şerrin en fenâsı ve hayrın en iyisi hangisidir?” dediler. Buyurdu ki: “Hayrın en iyisi doğru söz, kötülüğü düşünmeyen kalb ve itaat eden hanımdır. Şerlerin de en fenâsı yalan söz, fenâ kalb ve itaat etmiyen hanımdır.”
Kendisi şöyle bildiriyor: “Bir gün Resûl-i Ekrem’e ( aleyhisselâm ): “Yâ Resûlallah! Müslümanın hangisi hayırlıdır?” diye sordum. Buyurdular ki: “Fakirleri doyuran, tanıyıp tanımadığı her müslümana iltifât eden.”
Hazreti Abdullah bin Amr, Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) mübârek ağızlarından işiterek topladığı hadîs-i şerîf mecmûasına, son derece titizlik gösterirdi. İmâm-ı Mücâhid diyor ki: “Abdullah bin Amr’ın elinde bulunan kitaplarından herhangi birine bakmak istesek, mâni olmazdı. Fakat bu hadîs-i şerîf mecmûalarından birini okumak istediğimiz zaman, Ona son derece itina gösterir ve bize: “Ben, bunu bizzat Resûl-i Ekrem’in mübârek ağzından işiterek topladım. Onu bütün dünyâya değişmem” derdi.
Abdullah bin Amr bin Âs’ın ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerin sayısı 700 civarındadır. Bunlardan 17 tanesi, Sahih-i Buhârî ve Sahih-i Müslim’de müşterek olarak nakledilmektedir. Ayrıca İmâm-ı Buhârî bunlardan 8 tanesini, İmâm-ı Müslim de 20 tanesini ayrı ayrı nakletmektedirler. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel, “Müsned”inde, O’ndan çok hadîs-i şerîf rivâyet etmektedir.
Kendisinden ilim öğrenmek için çok uzak yerlerden gelirlerdi. Ders halkaları son derece genişti. Hadîs-i şerîf tahsili için, uzak ve yakın yerlerden gelenler, derslerine devam ederler ve O’ndan ayrılmazlardı. O’nun etrâfında kurulan ilim meclisinde, ilimde ve fazîlette yüksek kimseler toplanıyordu.
Hazreti Abdullah’ın talebeleri, kendisini son derece severlerdi. O’nun etrâfında oturup ders dinlerken kimsenin kendilerini rahatsız etmelerini istemezlerdi. Bir gün birisi gelip Abdullah bin Amr’ı ( radıyallahü anh ) görmek ve O’nun yanına gitmek için safları yararak yürümeye başlamıştı. Hazreti Abdullah’ın talebeleri, onu durdurmaya teşebbüs ettiklerinde, onlara: “Bırakınız, gelsin!” buyurdu. O şahıs gelip, Resûlullah’tan duyup ezberlediği bir meseleyi söylemesini istedi. O’na, Resûlullah efendimizin şöyle buyurduğunu bildirdi: “Müslüman, elinden ve dilinden kimsenin zarar görmediği kimsedir. Muhacir de, Allahü teâlânın yasak ettiği herşeyi terk eden kimsedir.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Üsûd-ül-gâbe cild-3, sh. 233, 234
2) Tehzîb-üt-tehzîb cild-5, sh. 337, 338
3) Tabakât-ül-Kübrâ cild-2, sh. 374, cild-4, sh. 261, cild-5, sh. 64, 482, cild-7, sh. 494
4) Sîret-i İbn-i Hişâm cild-4, sh. 139
5) Tezkiret-ül-huffâz cild-1, sh. 41
6) El-A’lâm cild-4, sh. 111
7) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-4, sh. 261
8) El-İsâbe cild-2, sh. 351
9) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-2, sh. 158
10) Sahîh-i Buhârî Kitâb-ul-ilm sh. 39

ABDULLAH BİN ABBÂS ( radıyallahü anh )



ABDULLAH BİN ABBÂS

 ( radıyallahü anh )

Eshâb-ı kiramın meşhûrlarından. Tefsîr, hadîs, fıkh ilimlerinde ve diğer ilimlerde büyük âlimdir. İsmi Abdullah bin Abbas bin Abdulmuttalib bin Haşim bin Abd-i Menaf el-Kureyşi, el-Haşîmî’dir. Babası Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) amcası Hazreti Abbas’dır. Annesi Lübabet-ül-Kübrâ binti Harisi Hilâliyye’dir. Annesi ilk müslüman olanlardandır. Babası Hazreti Abbas önceden müslüman olduğu halde gizli tutup, Mekke’nin fethinde açıklamıştır. Abdullah İbn-i Abbas, Hicretten bir kaç sene önce Mekke’de doğdu. 68 (m. 687) senesinde Taifte vefât etti.
Abdullah İbn-i Abbas doğduğunda babası onu Peygamberimize götürmüştür. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) kucağına alıp, ağzının suyundan parmağına alıp, Abdullah İbn-i Abbas’ın ( radıyallahü anh ) damağına sürdü ve “Allahım onu dinde fakîh kıl ve kitabını ona öğret.” diyerek duâ etti. Bu duâ bereketiyle ilimde çok yüksek derecelere ulaştı. Daha küçük yaşta iken Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) yanına giderdi. Teyzesi Meymûne binti Haris ( radıyallahü anha ) Resûlullahın ( aleyhisselâm ) zevcesi olduğu için bu sebeple de çok kerre Peygamberimizin evine gidip gelmiştir. Bazı geceler de orada kalırdı. Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) abdest suyunu hazırlamış, birlikte namaz kılmıştır. Namaz kılmayı abdest almayı bizzat Peygamberimizden görerek öğrenmiştir. Bir defasında Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) mübârek elini Abdullah İbn-i Abbas’ın başına koyarak şöyle duâ etmiştir:“Allahım bütün ilim ve hikmeti bu başa ver. Onları te’vil ve tefsîr edebilsin.” Bir başka gün de mübârek elini onun göğsü üzerine koyup, “Allahın insan oğluna ihsân ettiğin her ilim ve her hikmet bu güzel göğüste toplansın.” buyurmuştur.
Abdullah İbn-i Abbas henüz küçük yaşta iken Peygamber efendimizi sık sık görüp, nübüvvet kaynağından feyz almıştır. Peygamberimiz, Medine’ye hicret ettikten sonra Abdullah İbn-i Abbas ailesi ile birlikte hicretin sekizinci senesine kadar Mekke’de kalmıştır. Mekke’nin fethinden sonra Medine’ye hicret etmiştir. Bu sıralarda henüz 11-12 yaşlarında bulunuyordu. Aklı, zekâsı, çabuk kavrayışlılığı ile dikkati çekiyor ve seviliyordu. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) zamanında Kur’ân-ı kerîmin bir kısmını ezberlemişti. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) vefât ettiği sırada Abdullah İbn-i Abbas 13 veya 15 yaşında bulunuyordu. Bundan sonra Kur’ân-ı kerîmi tamamen ezberleyip, Übey bin Ka’b’a ( radıyallahü anh ) ve Zeyd bin Sâbit’e ( radıyallahü anh ) ezberini arz edip, dinletmiştir. Yine bu sırada Eshâb-ı kiramın büyüklerinin meclisinde bulunmuştur. Hazreti Ömer’in sohbetlerine ve ilim meclisine devam edip, Onun Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) aldığı ilme, feyze ve marifete kavuştu.
Hazreti Ömer, Onu ilim meclisinde bulundurur, dâima ilme teşvik ederdi. Böylece henüz daha gençlik çağında ilimde yüksek dereceye ulaşmıştır. Hazreti Ebû Bekir’in halifeliği sırasında ilim öğrenmekle meşgûl oldu. Tefsîr, hadîs, fıkıh ilimlerinde ayrıca şiir ve edebiyat gibi diğer mevzûlarda çok iyi bir şekilde yetişmiştir. Hazreti Ömer’in ve Hazreti Osman’ın halifelikleri sırasında müftülük yapmış, fetvâ vermiştir. Hazreti Ömer zor meselelerin ona sorulmasını ve alınan cevabın kendisine bildirilmesini istemiştir.
Abdullah İbn-i Abbas, kendisine sorulan meseleleri çok isâbetli bir şekilde cevaplandırmıştır. Hiç bir meselede tereddüte düşmemiştir. Sorulan meselelere cevap verirken önce Kur’ân-ı kerîme bakar açıkça bulamazsa, Hazreti Ebû Bekir’in ve sonra Hazreti Ömer’in o husûsta verdikleri hükümleri araştırırdı. Bunlarda da bulamazsa kendi ictihâdıyla cevap verirdi. Kendisine havale edilen meselelere gayet açık ve isâbetli cevaplar vermesiyle meşhûr olmuştur. Bu sebeple müşkillerini sormak üzere kendisine çok sayıda müracaat eden oluyordu. Suâl sormak için gelenlerin çok kalabalık olması sebebiyle gelenleri ellişer kişilik grublar halinde yanına alıp meselelerine cevap verirdi.
Hazreti Osman devrinde de fetvâ vermeye devam etmiştir. O sırada yapılan Afrika seferine katılmıştır. Bu seferde İslâm Ordusu adına kendisine elçilik vazîfesi verilmiştir. Afrika’da hükümdârlık eden Cercis ile görüşmüştür. Cercis ve adamları onun aklını, zekâsını, fikri kuvvetini ve ilmini görerek şaşırmışlardır. Onun hakkında “Bu Arapların mütebahhir (en derin) âlimidir” demişlerdir. Hazreti Osman’ın emriyle yerine hac emirliği yapmıştır. Bu hac emirliğinden döndüğünde Hazreti Osman şehîd edilmişti. Hazreti Ali’nin halifeliği sırasında Basra vâliliği yapmıştır. Daha sonra Mekke’ye yerleşmiştir.
Abdullah İbn-i Abbas ( radıyallahü anh ) Eshâb-ı kiram arasında ilminin üstünlüğü ile tanınmıştır. Çünkü o daha küçük yaşta Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) yanında bulunup, feyz almıştır. Daha sonra Eshâb-ı kiramın en üstünlerinin meclisinde bulunup, ilim öğrenmiştir. Çalışmaları son derece muntazam olup, belli bir plân dahilinde idi. Hangi gün ne iş yapacağını önceden tesbit eder ve onlara aynen riâyet ederdi.
Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve diğer Eshâb tarafından çok iltifât görmüştür. Bu iltifâtlar karşısında asla hâlini değiştirmemiş hep tevâzu göstermiştir. Çok meth edildiği zaman “Bana bu ni’meti ihsân eden Allahü teâlâdır. Çünkü Resûlullah ( aleyhisselâm ) benim için duâ etti. İlim ve hikmet niyazında bulundu.” buyurmuştur. Abdullah İbn-i Abbas, bilhassa Kur’ân-ı kerîm’in tefsîri ve âyet-i kerîmelerin izahında yüksek bir ilme sahipti. Bu vasfından dolayı ona “Tercüman-ül-Kur’ân” lakabı verilmiştir.
İbn-i Mes’ûd ( radıyallahü anh ) onun hakkında “O Sultan-ül-Müfessirîn’dir” buyurdu. İlminin genişliğinden dolayı “Hibril Ümme (Ümmetin Âlimi) ve Bahr (deniz), (ilimde derya) ismi verilmiştir. Hadîs ilminde de derin bilgisi vardı. Peygamber efendimizden 1660 kadar hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Fıkh ilminin temel direklerindendir. Fetvâları ciltler dolduracak kadar çoktur. Fetvâları fıkıh ilminin en kuvvetli temellerinden olup, Mekke’de yetişen fukaha onun vasıtasıyla yetişmiştir. Ya doğrudan ders alarak veya dolaylı olarak onun ilminden istifâde etmişlerdir. Abdullah İbn-i Abbas fıkıh ilminin en mühim bir kolu olan feraiz (mîrâs) hukuku ilminde yüksek derecede idi.
Abdullah İbn-i Abbas ( radıyallahü anh ) Kur’ân-ı kerîm hakkındaki ilmini isteyen ve soranlara öğretirdi. Bir âyet-i kerîmeyi anlayamayan veya bir müşkili olan kimse ona müracaat edip, sorardı. O da bunlara tatmin edinceye kadar izahat yaparak cevaplandırırdı. Kur’ân-ı kerîm âyetlerinin bir araya toplanmasında ve neşrinde çok, hizmetleri olmuştur. İslâm âlimleri tefsîr kitaplarını onun rivâyetleriyle süslemişlerdir. Abdullah İbn-i Abbas’ın müstakil bir tefsîr kitabı yoktur. Tefsîre dair muhtelif rivâyetleri vardır. Garîb-ül-Kur’ân hakkındaki izahları ona dayanmaktadır.
Abdullah İbn-i Abbas’ın ( radıyallahü anh ) nakledile gelen rivâyetlerinden bir kısmını Furuzâbadi “Tenvir-ül-Mikyas Tefsîr-i İbn-i Abbas” adlı bir kitapta toplamıştır. Onun tefsîre dair rivâyetleri çeşitli yollarla nakledilmiştir. Bunlardan en meşhûrları şunlardır:
1- Sa’îd İbn-i Zübeyr tariki, 2- Mücâhid bin Cebir tariki, 3- İkrime (Mevla İbn-i Abbas ( radıyallahü anh ) tariki, 4-Ali bin Ebî Talha el-Hâşimî tariki, 5- Kays tariki, bu zat Atâ bin es-Saib’den, o da Sa’îd bin Cübeyr’den, o da Abdullah İbn-i Abbas’dan ( radıyallahü anh ) rivâyet etmiştir. Bu tarik İmâm-ı Buhârî ve İmâm-ı Müslimin şartlarına uygun olup, sahihtir. 6- Ebû İshâk tariki, 7- Dahhak tariki.
Abdullah İbn-i Abbas’ın ( radıyallahü anh ) bir ders halkası vardı, ilim öğrenmek üzere çok kimse onun etrâfında toplanmıştır. Onun derslerinde her ilim okutulurdu. Tabiînden Ebû Sâlih ( radıyallahü anh ) “İbn-i Abbas’ın ilim meclisi ile bütün Kureyş iftihar etse değer.” demiştir. Onun derslerinde tefsîr, hadîs, fıkıh ilimlerinden başka lisan, şiir, edebiyat, tahrir gibi mevzûlar işlenirdi. Bütün bu mevzûlarda derin ilme sahipti. Kur’ân-ı kerîmin tefsîri üzerinde ders verirken herkesi doyuracak şekilde izahlar yapardı. Din husûsunda sorulan her soruya geniş cevap verir, her meseleyi açıklardı. Müstakil derslerden başka namazlardan sonra va’z u nasîhat yapar, hutbeler okurdu. Ömrünün sonuna doğru Mekke’de yerleştiği sırada da uzaktan, yakından çok kimse yanına gelerek onu ziyâret edip, derslerini dinlerlerdi, İslâm devletinin sınırları genişleyince çeşitli beldelere seyahat yapmıştır. Buralarda Arapça bilmeyen müslümanlara tercümanlar vasıtasıyla va’z ve nasihatler yapmıştır.
Abdullah İbn-i Abbas ( radıyallahü anh ) çok âlim yetiştirmiştir. Ondan ilim. Öğrenen ve hadîs-i şerîf rivâyet eden pekçok âlimden bir kısmı şunlardır: Kendi oğulları Muhammed bin Abdullah, Ali bin Abdullah, kardeşlerinin oğulları Abdullah bin Ubeydullah, Abdullah bin Ma’bed, Abdullah bin Ömer, Şa’be bin Hakem, Merved bin Mahreme, Ebu’l Tufeyl, Ebû İmame bin Sehl, Sa’îd bin Müseyyeb ve diğer âlimler.
Abdullah İbn-i Abbas ( radıyallahü anh ) Peygamberimizden bizzat işiterek hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Ayrıca babası Hazreti Abbas’tan, annesinden, Hazreti Ebû Bekir’den, Hazreti Ömer’den, Hazreti Osman’dan, Hazreti Ali’den, Hazreti Abdurrahmân bin Avf’dan Hazreti Muaz bin Cebel’den, Hazreti Ebû Zer Gıfârî’den ve diğer bir çok sahâbîden hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Rivâyetleri Kütüb’üs-Sittede (altı hadîs kitabı) yer almaktadır.
Abdullah İbn-i Abbas, hicretin 68. senesinde ömrünün son günlerinde 7-8 gün hasta yattıktan sonra vefât etti. Cenâze namazını Hazreti Ali’nin oğlu Muhammed bin el-Hanifiyye ( radıyallahü anh ) kıldırdı ve “Bu gün bu ümmetin en Rabbânî âlimi vefât etti” buyurdu. Onun vefâtı müslümanları çok üzdü.
Uzun boylu, güzel beyaz yüzlü, iri vücutlu bir zât idi. Sakalını kına ile boyardı. Çok ağlama sebebiyle yanaklarında gözyaşlarının bıraktığı izler görünürdü. Ömrünün sonuna doğru gözleri görmez olmuştu. Bunun için şu beyti söylemişti:
“Allah gözlerimden görme nûrunu aldıysa,
Dilimde ve kalbimde o nûr devam ediyor.”

Peygamber efendimizden bizzat işiterek rivâyet ettiği bazı hadîs-i şerîfler şunlardır:
“Kur’ân-ı kerîme saygı göstermek, E’ûzü okuyarak başlamakla olur ve Kur’ân-ı kerîm’in anahtarı besmeledir.”
“Ölünün mezardaki hali, imdâd diye bağıran denize düşmüş kimseye benzer. Boğulmak üzere olan kimse, kendisini kurtaracak birini beklediği gibi, meyyit de babasından, anasından, kardeşinden arkadaşından gelecek bir duâyı gözler. Kendisine bir duâ gelince, dünyânın hepsi kendisine verilmiş gibi sevinmekten daha çok sevinir. Allahü teâlâ, yaşayanların duâları sebebi ile, ölülere dağlar gibi çok rahmet verir. Dirilerin de ölülere hediyesi, onlar için duâ ve istiğfar etmektir.”
“Allahü teâlâ’nın size verdiği sayısız ni’metler için Onu seviniz. Beni de Allahü teâlâyı sevdiğiniz için seviniz.”
“Beş şeyden önce beş şeyi fırsat ve ganîmet bil. İhtiyârlık gelmeden gençliği, hastalık gelmeden sıhhati, yoksulluk gelmeden zenginliği, meşgûliyyet gelmeden rahatı ve ölüm gelmeden hayatı, ganîmet bil!”
“Öğretiniz, müjdeleyiniz, güçleştirmeyiniz.”
“Ümmetimden iki sınıf düzgün olursa bütün insanlar düzgün olur. Bunlar bozulursa insanlar da bozulur. Bu iki sınıf âmirler ve âlimlerdir.”
“Kur’ân-ı kerîmi kendi arzusuna (görüşüne) göre tefsîr eden Cehennemdeki yerine hazırlansın.”
“Tevbe ve istiğfara devam eden kimseye Allahü teâlâ her sıkıntıdan bir kurtuluş ve her darlıktan bir genişlik verir ve ummadığı yerden kendisini rızıklandırır.”
“Sirkenin balı bozduğu gibi kötü ahlâk da ameli bozar.”
“İşitmek görmek gibi değildir.”
“Kızdığın zaman sükût et.”
“İnsanoğlunun iki vadi dolusu altını olsa üçüncüsünü ister. Karnını (ağzını) ancak bir avuç toprak doldurur. Allahü teâlâ tevbe edenlerin tevbesini kabûl eder.”
“Bid’at sahibi bid’at işlemekten vazgeçmedikçe Allahü teâlâ onun hiç bir ibadetini kabûl etmez.”
Abdullah İbn-i Abbas ( radıyallahü anh ) buyurdular ki:
“Dağlar dahi birbirine karşı azsa, azgın cezasını bulacaktır” ve “İçinde haram olanın, ya’ni haram yiyenin namazını Allahü teâlâ kabûl etmez.”
“Benim için gecenin az bir vaktini ilme ayırmak, bütün geceyi ibadetle geçirmekten daha sevimlidir.”
“İnsanlara hayrı öğretenler için, denizdeki balıklara varıncaya kadar herşey onun için Allahü teâlâdan mağfiret diler.”
“Resûlullah ( aleyhisselâm ) misvak kullanmak husûsunda bize öyle emirler verirdi ki, bu husûsta bir âyet nâzil olacağını zannederdik.”
“Her binanın bir temeli vardır, İslâm binasının temeli de güzel ahlâktır.”
“Zengine ikram edip, fakîre ihânet eden mel’ûndur.”
“Kıyâmet günü Cennete ilk davet edilecek olanlar her halükârda Allahü teâlâya hamd edenlerdir.”
“Ey çok günah işleyen! Yaptığın işin şerli sonucu seni bekliyor, emîn olma. Gülmektesin, ama başına neler geleceğini anlamıyorsun. Bu halin, günahların en büyüğüdür. Bir hatalı işde başarı kazanır, sevinirsin. Bu sevinmen, yaptığın hatadan daha büyüktür. İşleyeceğin bir yanlış işin fırsatını kaçırınca, üzüntü duyarsın. Halbuki bu üzüntün, o hatâdan daha tehlikelidir. Sen hatâdasın. Allahü teâlâ seni dâima görmektedir. Bu görüş kalbini titretmez. Bu halin, yaptığın hatâdan daha fenâdır..”
“Sabır üç çeşittir. Birincisi farzların yapılmasında güçlüklere sabretmek. Bunun üçyüz derece sevâbı vardır. İkincisi haramlardan ve yasak edilen şeylerden sakınma husûsunda sabır. Bunun altıyüz derece sevâbı vardır. Üçüncüsü ilk sarsıntıda, musibetin ilk geldiği anda gösterilen sabırdır. Bunun dokuzyüz derece fazîleti vardır.”
Mücâhid bin Cebir ( radıyallahü anh ) Abdullah İbn-i Abbas’ın ( radıyallahü anh ) şöyle buyurduğunu nakleder:
“Beş hafif şey var ki, bunlar eğerlenmiş ve binmek için bekletilen bir arab atından (en kıymetli şeyden) benim için daha sevimlidir.” “Üzerine gerekmeyen ve sana faydası dokunmayan şeyler hakkında konuşma; çünkü bu fuzûlî bir iştir, zararından da emîn değilsin. Yerini bulmadıkça lüzumlu olan sözü de konuşma. Çok kere faydalı söz yerini bulmaz da kaybolur gider. Ne halim (yumuşak) ne de sefîh, ahmak kimselerle mücadele etme. Çünkü halim kalbinden sana buğz eder. Ahmak ve âdi kimseler dili ile sana eziyyet ederler. Tanıdığın kimse yanından ayrıldığı zaman, onun ayrı bir yerde seni nasıl anmasını istersen, sen de onu öyle an. Sen af edilmeni istediğin husûslarda, onu da afv et. Kardeşinin sana ne şekilde muâmele yapmasını istersen, sen de ona o şekilde muâmele et. Suçlu olarak yakalanıp ihsân ile mükâfat görenin ameli gibi amel et.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) El-A’lâm cild-4, sh. 95
2) Hilyet-ül-evliyâ, cild-1, sh. 314
3) El-İsâbe cild-2, sh. 330
4) El-İstiâb cild-2, sh. 350
5) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-2, sh. 365
6) Eshâb-ı Kirâm sh. 177
7) Tehzîb-üt-tehzîb cild-4, sh. 276
8) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 975
9) Kâmûs-ul-a’lâm cild-4, sh. 3103
10) Tezkiret-ül-Huffâz cild-1, sh. 141
11) İzâlet-ül-hafâ cild-1, sh. 295

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...