06 Haziran 2018

VAKI'A SURESI ZENGINLIK SURESIDIR.


VAKI'A SURESI ZENGINLIK SURESIDIR.
Mekke döneminde nâzil olmuştur. 96 âyettir. 81-82. âyetleri Medine döneminde inmiştir. Adını, birinci âyette geçen aynı kelimeden alır. Bir hadiste, her gece Vâkı’a sûresini okuyanın fakirliğe düşmeyeceği ifade edilmiştir. Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
 1. (Kıyamet) olay(ı) vukû bulduğu zaman,
 2. Onun oluşunu (artık) hiçbir yalanlayan yoktur. 
 3. O (kimini) alçaltıcı, (kimini) yükselticidir.
 4. Yer (şiddetli) bir sarsıntı ile sarsılınca, [bk. 22/1; 69/14-15; 99/1-2] 
 5-6. Dağlar, ufalandıkça ufalanıp dağılmış bir toz haline gelince, [krş. 78/20] 
7. Siz de (o gün) üç sınıf olursunuz. 
 8. Sağın adamları (sâlih amel işleyip amel defterleri sağından verilenler), ne mutlu/uğurlu kimselerdir. 9. Solun adamları (Allah’ın hükümlerine değer vermeyerek yaşayıp amel defterleri solundan verilenler) de ne uğursuz/bedbaht olanlardır! 10. (İman, ibadet ve hayır) yarışlarında öne geçenler(e gelince): Onlar (âhirette mükâfatta da) önde gidenlerdir. [krş. 35/32] 11. İşte onlar, (Allah katında) yakınlığa erdirilmiş olanlardır. 12. Na’îm cennetlerinde(dirler). 13. Birçoğu evvelki (ümmet)lerdendir. 14. Biraz(ı) da sonrakilerdendir. 15-16. Mücevheratla işlenmiş tahtlar üzerinde karşılıklı yaslanmış olarak onların üzerinde (oturur)lar. 17-18-19-20-21. Ölümsüz gençler; (içmekle) başları ağrıtmayan, akılları gidermeyen (içeceklerin) kaynağından doldurulmuş kâseler, ibrik ve kadehlerle, hem de seçecekleri (her) bir meyve ve canlarının çektiği (her çeşit) kuş etiyle onların etrafında (hizmet için) dolanırlar. 22-23-24. (Oradaki) iri gözlü hûriler, (sedef kabuğu içindeki) saklı inci gibidirler. (Bunların hepsi mü’minlere,) yaptıklarına karşılık olarak verilir. 25-26. Orada boş ve günah bir laf işitmezler (ve konuşmazlar da); ancak (işittikleri) söz; “selam, selam”dır. 27. Sağ ehli olan (defteri sağından verilen, sevabı fazla gelen)ler var ya! Nedir o sağ ehli(nin mükâfatı)? 28-29-30-31-32-33-34. (Onlar, cennette) dikensiz Arabistan kiraz ağacı, meyveleri kat kat dizilmiş muz ağaç(lar)ı, (kesintisiz) uzayan gölgeler,[1] çağlayan su(lar), kesil(ip bit)meyen ve yasak da edilmeyen birçok meyveler arasında ve yüksek döşekler (üstün)de (hûrilerle)dirler. 35-36-37-38. Doğrusu biz, onları (hûrileri) defteri sağdan verilen (bahtiyar kimse)ler için (yep)yeni yarattık. Onları bâkireler, (kocalarına düşkün) hep aynı yaşta (kalan) sevgililer yaptık. 39-40. (Bunların da) birçoğu evvelki (ümmet)lerdendir. Bir çoğu da sonrakilerdendir.[2] 41. Defteri solundan verilenler(e gelince, onlar) ne (bedbaht) sol ehlidirler! 42-43-44. (Onlar, kavurucu) bir sıcaklık ve kaynar su içinde, serinliği ve faydası olmayan kapkara dumandan bir gölgededirler.[3] 45-46. Çünkü onlar, bundan önce (dünyada) zevklerine düş(üp az)mışlar ve (aldırmadan) büyük günah üzerinde ısrar edip gidiyorlardı. 47. Bunlar diyorlardı ki: “Biz hakikaten öldüğümüz, bir toprak ve bir kemik yığını olduğumuz zaman mı, diriltilecekmişiz?” 48. “Evvelki atalarımız da mı?” 49-50. (Resûlüm! O inkârcılara) söyle: “Şüphesiz hem evvelkiler hem sonrakiler, belli bir günün muayyen bir vaktinde mutlaka toplanmış (olacak)lardır.” [bk. 11/103-105] 51. Sonra hakikaten siz, ey sapıklar (ve dirilmeyi) yalanlayanlar! 52. Elbette (cehennemin) zakkum ağacından yiyeceksiniz. [bk. 17/60; 37/62-64] 53. Karınları(nızı) hep onunla dolduracaksınız. 54. Üstüne de o kaynar sudan içeceksiniz. 55. Susuzluk hastalığına tutulmuş develerin içtiği gibi içeceksiniz (içtikçe de susuzluğunuz artacak). 56. İşte ceza gününde onların ağırlanması bu (şekilde)dir. 57. Sizi, biz yarattık. O halde tasdik etmeniz gerekmez mi? [bk. 30/27; 19/67] 58. (Rahimlere) döktüğünüz meniye (onun insan olmasına) ne dersiniz? 59. Onu (bir insan olarak) siz mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratan biz miyiz? 60-61. Aranızda ölümü takdir (ve vaktini tayin) eden biziz. Sizi (öldürüp veya helak edip yerinize) benzerlerinizi getirmemizin ve sizi bilmediğiniz bir âlem (olan âhiret)te[4] yeniden var etmemizin kimse önüne geçemez. [krş. 6/6; 35/16; 70/41; 76/28] 62. Andolsun ki ilk yaratılışı(nızı) bildiniz. O halde (öldükten sonra da yeniden diriltileceğinizi) düşünmeniz gerekmez mi? 63-64. Söyleyin bana, ekip durduğunuz şeyi! Siz mi onu (yerden) bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz? 65. Dileseydik, elbette onu bir çer çöp yapardık. Siz de şaşar kalır (ve emek verdiğinize pişman olur)dunuz. 66-67. “Hakikaten biz borç altına girdik (ziyandayız), daha doğrusu (yiyecekten bile) mahrumuz.” (derdiniz). 68-69. Söyleyin bana, içmekte olduğunuz suyu, onu buluttan siz mi indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz? [bk. 15/22; 16/10; 39/21] 70. Eğer dileseydik, onu tuzlu, acı bir su yapardık. O halde şükretmeniz gerekmez mi? 71-72-73. Söyleyin bana; (iki yeşil ağaçtan) çakmakta olduğunuz ateşi; onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz? Biz onu bir ibret ve (çölde) konaklayanlara da bir fayda vesilesi yaptık. [bk. 36/80] 74. O halde pek yüce Rabbinin adını tesbih et. 75-76. Yıldızların yerlerine (Kur’ an’a)[5] yemin ederim ki doğrusu bu (yemin) eğer bilirseniz büyük bir yemindir. 77-78-79. Şüphesiz o, korunmuş bir kitapta (yazılı) olan pek şerefli/değerli Kur’an’dır ki O’na temiz olanlardan başkası dokunamaz.[6] 80. (O) âlemlerin Rabbinden indirilmiştir. 81. Şimdi siz, bu (ilâhî) kelâmı mı küçümsüyor/hor görüyorsunuz? 82. Siz, (o Kur’an’dan faydalanmak yerine)[7] ondan nasibinizi, yalanlamakla mı alıyorsunuz. 83. Hele (can) boğaza gelince, 84. O vakit siz, (ölenin yanında) bakıp durursunuz. 85. Biz, ona sizden daha yakınız. Fakat siz göremezsiniz. 86-87. Eğer (kıyamette dirilip) hesaba çekilmeyeceğiniz sözünde doğru iseniz, o (çıkmakta olan can)ı geri çevirseniz ya! 88-89. Eğer (ölen kişi, Allah’a) yakınlık kazanmışlardan ise, artık (ona) rahatlık, ‘hoş kokulu güzel rızık’ ve Na’îm (bol nimet) cenneti vardır. 90-91. Eğer (ölen kişi amel defteri sağ eline verilen) bahtiyar kimselerden ise: “Ey bahtiyarlardan olan! Selam sana! (Sen selamettesin).” (denilir). 92-93-94. Fakat (o ölen kimse Kur’an’ı) yalanlayanlardan ve sapıklardan ise; onun için kaynar sudan bir ziyafet(!) ve cehenneme atılma vardır. 95. Şüphesiz bu, kesin gerçeğin ta kendisidir. 96. O halde Rabbini “Azîm” ismiyle tesbih et.[8] [1] Cennetteki gölgeler için bk. 4/57; 77/41. [2] Yukarıdaki âyetlerde sağ ehlinin cennetteki halleri anlatılmaktadır. Âyetlerin tefsirinde, cennet ehlinin 30-33 yaşında gençler olarak cennete girecekleri, hûrilerin de doğurma vasfı olmaksızın yaratılacağı, dünyadaki yaşlı kadınların da bâkire kızlara dönüştürülecekleri rivayetlerine yer verilir. [3] Cehennemdeki gölge için bk. 77/29-34. [4] Âhirette, yaratıldığınız gibi diriltilmenizden de şüpheniz olmasın. [krş. 36/51] [5] “Nücûm” (yıldızlar), Kur’an’ın kısımları anlamına gelmektedir (Elmalılı, VI, 4722). [6] Kur’an’a dokunma hususunda görüşler: 1. İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre, âyetteki “ona” zamirinin ait olduğu Kitab, Kur’an’dır. Bundan dolayı hadîs-i şerîfe de dayanılarak “Bir zaruret olmaksızın Kur’an’a abdestsiz dokunmak/ele almak caiz değildir.” denilmiştir (Kurtubî, XVII, 229; İbni Âbidîn, I, 160-161; Cezîrî, I, 47-48, 121-122; Elmalılı, VII, 412; Sâbûnî (Ahkâm), II, 508). 2. Diğer görüşe göre sebeb-i nüzûlü de esas alınarak; Âyetteki “ona” zamirinden maksat, yani o dokunulamaz olan bu Kur’an değildir. Çünkü Kur’an Mekke’de henüz bir kitap olarak meydana gelmemiş ve hitap da müşrikleredir. Aynı zamanda Sâffât sûresi 7-8 ve Abese sûresi 13-16’da olduğu gibi el-Kitâbu’l-Meknûn (Levh-i Mahfûz’)dur. “O’na da şeytanlar değil, ancak arındırılmış (tertemiz olan) melekler dokunabilir.” Sûrenin Mekke’de nâzil oluşundan dolayı bu ifade, aynı zamanda müşriklerin, “Onu şeytanlar indirdi.” sözlerine bir cevap mahiyetindedir (Cevzî, s. 203-207). “Ona zamiri de Kitab’a daha yakın olduğundan ona râci’dir.” denmiştir (İbni Cüzey, s. 87). Dolayısıyla, bu görüşten hareketle, âcil hallerde Allah’ın mesajını anlayıp gereğince hareket etmek gayesiyle Kur’an’a yaraşan hürmet ve saygı içinde, bu görüşlerden ikincisiyle harekette beis olmadığını söylemek mümkün ise de, sevap, fazîlet ve takvâya en yakın olanı birinci görüş olan abdestli okumaktır. Kur’an abdestsiz ezbere okunur. Fakat cünüpken okunamaz. Gayrimüslimler bu konunun dışındadır. [7] Elmalılı, VII, 412. [8] “Sübhâne rabbiye’l-azîm” denmesi bu âyet sebebiyledir.

“ÜMMÜL KİTAP” ÜMMÜL KURÂN İLÂHİ KİTAP ANA KİTAP LEVHİ MAHFUZ İLMULLAH KİTABULLAH




kavramlar.jpg (6719 bytes)

“ÜMMÜL KİTAP”
ÜMMÜL KURÂN
İLÂHİ KİTAP
ANA KİTAP
LEVHİ MAHFUZ
İLMULLAH
KİTABULLAH
“ÜMMÜL KİTAP”
"ALLAH” ismiyle işaret edilenin ilminde yarattığı âlemleri oluşturan ana kitaptır.
Tüm boyutları itibariyle Evren’dir!
“Oku”nması gereken ana kitaptır...
”Yakîn” nisbetinde “Oku”nur!.
ÜMMÜL KİTAP, ESMÂ MERTEBESİNİN ZUHURUDUR!
(Soru::Ümmül Kitap, Sıfat tecellisine işaret ederse, tecelli olarak Kurân‘dan farkı nedir.?..)
 “Ümmül Kitap”, Esmâ mertebesinin zuhûru, Allah'ın yarattıklarıdır; Kur'ân, o yaratılanları ve sistemi anlatandır!...
“KİTABULLAH”IN HARFLERİ, ÂYETLERİ, SÛRELERİ MELEKLERDİR!
Ümmül kitap Allah'ın yarattıklarıdır!.
İlâhi kitap, ef`al âleminin, yani fiillerin oluştuğu boyutun tümüdür!.Çünkü bu kitabın her satırı, bir ismi ilâhinin mazharı olarak zuhur etmektedir.
Kur'ân, o yaratılanları ve sistemi anlatandır!.
“Ümmül Kitap”, "Allah" İsmiyle İşaret Edilen’in ilminde yarattığı âlemleri oluşturan anakitaptır...
Tüm boyutları itibariyle Evren’dir! “Oku”nması gereken ana kitaptır...
”Yakîn” nisbetinde “Oku”nur!.
Bizim için önemli olan nokta;
Rabbani kitapların, ilâhi hakikatlara eriştirecek hükümlerinden yararlanmak suretiyle ilâhi kitab’a yönelme şansımızın olmasıdır..
Meleklere iman, varlığın aslı ve orijinini tanımaya açılan kapıdır...
“OKU” hitabıyla işaret edilen yüce ve muazzam Kitabullah da, o meleklerin varlığı ile oluşmuş kitaptır!. Sanki yazının mürekkebi, şekilleri meleklerdir;
Bu Kitabullah’ın harfleri meleklerdir; âyetleri, sûreleri meleklerdir!.
Kitap, esmâ-ı ilâhidir; yani “ALLAH” isimleridir; yani “ALLAH”’ın kendinde seyretmeyi dilediği mânâlardır, özelliklerdir!.
İlâhi kitap, ef`al âleminin, yani fiillerin oluştuğu boyutun tümüdür!.Çünkü bu kitabın her satırı, bir ismi ilâhinin mahzarı.
KURÂN’I “OKU”YAMAYAN,
“ÜMMÜL KURÂN”I HİÇ OKUYAMAZ!
Kurân’ı “OKU”yamayan, “ÜMMÜL KUR’ÂN”ı hiç okuyamaz!.
Hayâlindeki “din adamı”, “evliya” ve “tanrı” kavramından kurtulmak istiyorsa insan, önce “Ümmül Kitap” olan “SİSTEM” ve “DÜZEN”i okuyup; ondan sonra okuduklarının geldiği günün şartları içinde bunun sembolik veya mecazi anlatımı olarak “sistem manuel”i işlevini yapan Kutsal Kitabı değerlendirmeye çalışacaktır..
İlâhi hakikatları yaşayabilmek, ancak ve ancak "Kitabullahı""oku"yabilmekten sonra mümkün olur... Bunun için de önce "Kur'ânın ahlâkıyla ahlâklanmak" gerekir!. Yani, Kur'ân ‘ı "OKU"mak icabeder!.
"Kur’ân ‘ı "OKU"mak" demek, alıp eline sadece satırları okumakdemek değildir!.
O cümlelerde, sûrelerde, âyetlerde işaret edilen mânâları kavramak,hissetmek ve gerektiği şekilde yaşamak demektir... Kendinde bu mânâları bulacaksın; bulduğun zaman Kur'ân ‘ın ahlâkıyla ahlâklanmışolacaksın!.
"Kur’ân böyle diyor ben böyle yapayım demekle", oluşmaz Kur'ân ‘ın ahlâkıyla ahlâklanmak...
"Kur’ân ’ın ahlâkıyla ahlâklanmak" demek, Kur’ân ‘da ifade edilenleri kendi özünde bulabilmek; ve kendini o ayetlerde işaret edilen boyutlarda bulabilmek; hissetmek ve yaşamakla mümkün olur.
Bunu ne derece kendinde kemâle erdirebilirsen, işte o derece Kitabullahı okumak durumuna gelirsin.
Ama bazı kişiler de lutfu ilâhi sonucu, önce, Kitabullahı okuma yolundan gitmişler; bunun neticesi olarak da beşeri boyutta değerlendirilmek üzere beşere hitabeden kitapları, yani Rabbanî kitapları okumuşlardır.
“OKU”YABİLİRSEN  “ÜMMÜL KİTAB”I
ALLAH AHLÂKININ NE OLDUĞUNU ÖĞRENİRSİN!
"OKU"yabilirsen Ümmülkitab’ı; "ALLAH adıyla işaret edileninahlâkı”yla ahlâklanırsın!...
Kur'ân "OKU"yamayan, nasıl Kur'ân‘da anlatılmaya çalışılanın ahlâkıyla ahlâklanır?...
Kendini arayanlara ayna olarak Din tebliğ edilmiştir!..
Kendini aramak ve tanımak gibi bir derdi olmayanları din enterese etmez!..
Onlar, diledikleri gibi yaşarlar ve sonucuna da katlanırlar!..
İnsan aynada kendini seyredemiyorsa, ya kördür, ya da ayna adıyla ve sanarak duvara bakıyordur!..
Kendindeki hangi özelliği keşfederek onu kullanmak sûretiyle bir Cehennem’inden kurtulup, karşılığı olarak o Cennet’i yaşayabildin?...
Varsa eğer böyle bir şey, o sana örnek olsun!... Daha geride hayâlinden bile geçmeyen neler var!..
Ama bütün bunlar için gerçekten KENDİNİ TANIMAK değerli bir şey olmalı senin için!..
Yaşamının değil, günün kaç dakikasında, karşındakine, kendine davranılıyormuş gibi davranıyorsun?...
Karşındakinin, "sen" olduğunun; LÂKIRTISINI etmek çok kolaydır!... İki nefes yeter!.. Ya onu idrâk ile hissedip, yaşamak!?...
Başına ne gelirse, "ALLAH"tan bilip, asla karşındakini yaşadığın o olaydan dolayı suçlamamak?!...
Bir yandan bunlar uygulanıp yaşanacak; diğer yandan da "Ümmülkitab"ı başlayacaksın "OKU"maya ki, ALLAH ahlâkının ne olduğunuöğrenesin!...
Ümmülkitab’ı okuyup, idrâk edemeyen, ne bilir ki "ALLAH” adıyla işaret edilen”in ahlâkını?..
ÖNCE KİTABULLAH’I OKUYAN NEBİ;
RABBANİ KİTABI OKUYUP KİTABULLAH’A YÖNELEN İSE VELİDİR!
Kitabullah`ı, Ümmül Kitabı okuyamazsan; onun Yazarını hiç tanıyamazsın!.
Beşeri kitaplardan edindiğin kemâlâtla ilâhi kitabı okumaya başladığın zaman, VELİ olursun.
Ama Nebi'ler önce "Kitabullah"ı okurlar, Kitabullah’a dayanarak beşere hitabeden Kitab’ı halka tebliğ ederler.
Veli ile Nebi arasındaki fark, birinin beşeri kitabı okumak suretiyle İlâhi Kitab’a geçmesi; ötekinin önce vahiy ile aldığı Kitabullah’ı okuyarak beşere hitabeden Kitab’ı tebliğ etmesidir.
Önce Kitabullah’ı okuyan ve sonra da beşere hitabeden kitabı tebliğ edene "NEBİ";
Önce beşere hitabeden kitabı okuyup, bununla Kitabullah’ı "OKU"ma seviyesine yükselene, uruç edene "VELİ" derler.
İlâhi hakikatları yaşayabilmek, ancak ve ancak "Kitabullah"ı"oku"yabilmekten sonra mümkün olur... Bunun için de önce "Kur'ân’ın ahlâkıyla ahlâklanmak" gerekir!. Yani, Kurân‘ı "OKU"mak icabeder!.
RABBANİ KİTAPLARIN İLÂHİ HAKİKATLARA ERİŞTİRECEK
HÜKÜMLERİNDEN YARARLANMAK SURETİYLE
 İLAHİ KİTABA YÖNELME ŞANSIMIZ VAR
Hz. Rasûlullah Aleyhisselâm bu kitaba vâkıftı, fakat okuyamıyordu; “okumuşlardan değilim” dedi!. Ancak sonuçta Rabbinin lütfu ile o kitaptan kelimeleri, satırları, cümleleri bize ulaştırmağa başladı...
Niye?..
Âyeti kerimede:
"İKRA` BİSMİ RABBİKELLEZİ HÂLÂK..
HÂLÂK el-İNSANE MİN ALAK...
İKRA VE RABBÜKEL EKREM;
ELLEZİ ALLEME BİL KÂLEM,
ALLEM el-İNSANE MA'LEM YA'LEM.."
deniyor...
Yani, okuma işinin "Rubûbiyet" boyutundan olduğunu; ve Rabbani lütuf ile meydana geldiğini izah ediyor bu âyetler.
 Konuyu ağırlaştırıp detaylandırmamak için bu RABBANİ ve İLÂHİkavramlarına girmiyorum.. Ancak isteyenler bu detayı "İNSAN ve SIRLARI" isimli kitabımızda bulabilirler..
Burada bizim için önemli olan nokta, Rabbani kitapların, ilâhi hakikatlara eriştirecek hükümlerinden yararlanmak suretiyle ilâhi kitabayönelme şansımızın olmasıdır..
ALLAHÛ TEÂLÂ, “ÜMMÜL KİTAB”TA,
KADERİ-OLANI VE EBEDİYETE KADAR OLACAK OLANI YAZDI!
Abdülvahid b. Süleym r.a. şöyle demiştir:
Mekke'ye geldim, Ata b. Ebi Rebah'la buluştum ve:
-Ey Ebu Muhammed, Basralılar, kader (yani önceden takdir edilmiş bir şey) yoktur diyorlar, dedim.
Ata r.a.:
-Evlâtçığım, sen Kur'ân okur musun? dedi.
-Evet!. dedim. Ata r.a:
-Şu halde "Zuhrûf"u oku!.. dedi. Ben de,
"Hâ-mim! Açıklayan kitaba yemin ederim. Biz onu anlayasınız diye Arapça bir Kur'ân yaptık. Muhakkak o, nezdimizdeki ana kitapta çok yüce, çok hikmetlidir." (Zuhrûf Sûresi 1-4)
âyetlerini okudum. Ata r.a:
-"Ümmü'l-Kitab - Ana kitap" nedir, bilir misin?.. diye sordu.
-Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dedim.
Ata radıyallahu anh;
-O, bir kitaptır ki, ALLAH gökleri ve yeri yaratmadan önce onu yazmıştır. Orada Firavun'un Cehennemlik olduğu vardır; orada "Tebbet yeda Ebi Lehebin-Ebu Leheb'in iki eli kurusun" vardır, dedi.
Ata r.a. demiştir ki:
Rasûlullah'ın arkadaşı Ubade b. Samit'in oğlu Velid'i bulmuştum. Babanın ölüm anındaki vasiyeti ne idi? diye kendisine sordum. Şöyle dedi:
Babam çağırdı ve bana:
-Ey oğulcağızım, ALLAH'tan kork, bil ki; Allah'a; kadere, hayr ile şerrin hepsine iman etmedikçe, Allah'tan sakınmış olmazsın... Bundan başka bir inanç üzere ölürsen Cehenneme girersin.
Muhakkak ben Rasûlullah’ı işittim, şöyle diyordu:
-Allah önce "kalemi" yarattı. Yaz! dedi. Kalem:
-Neyi yazayım? diye sordu. Allahû Teâlâ:
-Kaderi, olanı ve ebediyete kadar olacak olanı yaz!. buyurdu. (Tırmizî, Ebu Davud)
İNSANIN TÜM YAPTIKLARI, KAYBOLMADAN,
İLÂHİ KİTAPTA YAZILIYOR!
Beyin hücrelerimde mevcut olan, programlanmış olan o kavramlar ayrıca sese dönüşmemiş bir noktada beynim tarafından mikrodalga yayın olarak sizin beyinlerinize de ulaşıyor. Çünkü insan beyninin sadece 5 duyuya dönük faaliyeti değil; direct mikrodalga yayın olarak dışarıya faaliyeti de sözkonusudur. Bunun en basit örneği de “telepati” dediğimiz olaydır.
“Telepati”, beynin yaydığı mikrodalga verilerin herhangi bir, uygun frekansı algılayan beyne ulaşmasından ibarettir
Bu, farkedilir veya farkedilemez... Ama böyle bir olgu mutlak olarak sözkonusudur. Bunu da batı ilmi tesbit etmiş. Ve uzun yılladır Japonlar bir cihaz geliştirmeye çalışıyorlar ki; geçmişteki insanların beyinlerinden uzaya yayılan, atmosfere yayılan mikrodalga kimliği ele geçirip o kişinin tüm yaşamını ekranlarda seyredebilmek! Özellikle Japonlar bunun için çok büyük gayretler sarfediyorlar.
İşte bu olay da, beynin tüm zihinsel fonksiyonlarını mikrodalga bir biçimde dışarıya yaymak!
Hemen burada bir saptama yapıyım;
“Sizin yaptıklarınız, zerresi kaybolmadan ilâhi kitapta yazılmaktadır. Yarın yaptıklarınızın her birinin zerresi kaybolmadan görüp okuyacaksınız!” diyor, 1400 sene evvelinde Hz.Rasûlullah.
1992 de bizim toplumlarımızın daha bu gerçekten de haberi yok!
“ÜMMÜL KİTÂB”IN DEŞİFRE EDİLEBİLMESİ İÇİN…
Kurân‘ın, “OKU”nası “KİTAP’ın – Ümmül Kitap” deşifre edilebilmesi için; “ALLAH” Adıyla İşaret Edilen’in yaratısı SİSTEM ve DÜZEN’e göre, insana kendini tanıtan ve sorunlarına çareler sunan bir “yaşam ve değerlendirme kılavuzu” olduğunu fark edememişseniz…
Elbette işiniz zor olacaktır!.
“KİTAB”I “OKU”MA, HİKMETE ERME KONUSUNDA
OKUNMASI TAVSİYE EDİLEN ÂYET
Okunuşu:
 Kemâ erselnâ fiykum resûlen minkum yetlû aleykum âyâtina ve yüzekkiykum ve yuallimukumul kitabe vel hikmete ve yuallimukum ma lem tekûnu tâ’lemun.
Anlamı:
 Size İÇİNİZDEN bir RESÛL irsâl eyledik ki sizi arındırıyor (temizliyor), size kitab ve hikmeti öğretiyor, bilemediklerinizi bildiriyor.
Bakara sûresinin bu âyetini (151) yukarıda vermiş olduğum âyet-i kerîme ile birlikte bana öğreten, Abdülkerîm Ceylî hazretleridir. Bunlara devam ile sayısız faydalar hasıl oldu. "KİTAB’I OKU”MADA, hikmete ermede, hiç aklıma gelmeyecek olan şeylerin sırlarına ermemde Takdiri Hudâ ile âyetlere devam etmenin çok büyük faydalarını gördüm!.
Biz fânîyiz, kısa bir süre sonra aranızdan ayrılır gideriz; ama isteriz ki biz de nîcelerinin hayra hikmete ermesine vesile olalım, ardımızdan üç İhlâs bir Fâtiha ile, "Allah râzı olsun" diyenlerimiz olsun!
Bu sebeple, çok istifâde ettiğim bu âyetleri burada sizlere açıklıyorum. Arzu edenler bu âyetlere günde yüz defa devam ederler!. Veya daha âlâsı, önce birini günde bin defa ve oruçlu olarak kırk veya seksen gün devam ederler; sonra onu günde yüz defaya düşürüp ikincisini gene günde bin defa olarak kırk veya seksen gün yaparlar; sonra da her ikisine günde yüzer defa olarak devam ederler.
Kesinlikle bilelim ki bu âyetler Kur’ân-ı Kerîm’deki en değerli mücevherlerden ikisidir!.
Allah kolaylaştıra.
Ahmed Hulûsi

ESMA-ÜL HÜSNA TÜRKÇE VE ARAPÇA YAZILIMI

tesbihatESMA-ÜL HÜSNA TÜRKÇE VE ARAPÇA YAZILIMI


Adil العدل Herkese hakkını veren,
Afüv العفو Günahları affedip sâhibini cezâlandırmaktan vazgeçen
Âhir الآخر Varlığının sonu olmadığını belirtir ve insanlara vadettiği sonsuz hayâtı veren
Alîm العليم Bilgisi sonsuz olan, herşeyin farkında olup en ince noktasına kadar bilen
Aliyy العلي Yüksek, büyük ve yüce, güçte, bilgide, hükümde, irâdede ve diğer bütün yetkin sıfatlarında üstün olan
Allah الله Kendisinden başka ilah olmayan "O" ilah. El-İlah'dan türemiştir.Diğer isimleri kapsar.

Azîm العظيم Çok yüce ve sınırsız ve kayıtsız büyüklük, üstünlüğün tek sâhibi, pek azametli olan, yüce.
Azîz العزيز İzzet sâhibi, mağlup edilmesi imkânsız olan, her şeye galip olan.
Bâis الباعث Ölüleri dirilten, her canlıyı ölümünün ardından yeniden dirilten.
Bâkî الباقي Süreklilik sâhibi, sonsuza kadar kalan, sonsuz.
Bâri' البارئ Yarattıklarını temiz ve sağlam bir nizâm üzere yaratan, olgunlaştırarak birbirinden farklı niteliklerde meydana getiren, âzâ ve cihazını birbirine uygun yaratan.
Basîr البصير Herşeyi her yönüyle eksiksiz gören, yarattıklarına da görme duyusunu veren.
Bâsit الباسط Her hayrı veren, lütuf ve rahmetini kullarına yayan, dilediğine bolluk veren.
Bâtın الباطن Gizli, cisim olarak görülmeyen, varlığı gizli olan, ancak varlığı da kesin olarak bilinendir.
Bedî البديع Emsalsiz, acâyip ve hayret verici âlemler yaratan.
Berr البَرّ İyilik ve güzellik, bağışta bulunma, kullarına yardımcı olma
Câmi الجامع İstediğini istediği şekilde, istediği zaman, istediği yerde toplayan.
Cebbâr الجبّار Azamet ve kudret sâhibi, istediğini mutlak yapan, dilediğine muktedir olan.
Celîl الجليل Büyüklük ve ululuğu pek yüce olandır.Güzeller güzeli.
Dâr الضار Zarar verici şeyler yaratan
Evvel الأوّل Herşeyden önce, öncelerin öncesi, başlangıçların yaratıcısı ve varlığının öncesi olmayan
Fettâh الفتّاح Kulların her türlü güçlük ve sıkıntılarını açan ve kolaylaştıran
Gaffâr الغفّار Kullarının günâhlarını tekrar tekrar affeden ve çok bağışlayan yüce varlık
Gafûr الغفور Mağfiret eden, suçları bağışlayan, affeden.
Ganî الغني Çok zengin, hiçbir şeye muhtaç olmayan.
Habîr الخبير Her şeyden haberdâr olan, herşeyin iç yüzünden ve gizli tarafından her yönüyle bilen
Hâdî الهادي Hidâyete kavuşturan, kulunu hayırla muvaffak kılan.
Hâfıd الخافض Allah'ın emirlerini dinlemeyen, başkalarını beğenmeyen, büyüklenip hak ve hukuk tanımaz zorbaları; rezil, perişan eden.
Hafîz الحفيظ Muhafaza eden, koruyup saklayan, yapılan işleri bütün ayrıntılarıyla saklayıp, herşeyi belli vaktinde âfet ve belâlardan koruyan.
Hakem الحكم Hikmet sâhibi olan, yaptığı her işte hikmeti gözeten, hükmeden.
Hakîm الحكيم Herşeyi inceliğiyle bilip buna göre emir ve yasakları vâzeden, buyrukları ve bütün işleri yerli yerinde olan
Hakk الحقّ Varlığı hiç değişmeyen, hiç yok olmayan ve gerçek olan.
Hâlik الخالق Yaratıcı olan
Halîm الحليم Acele etmeyen, günahkârların cezâsını vermeye güç yetirdiği onlara yumuşak davranarak cezâlarını geriye bırakan, hilmi çok olan
Hamîd الحميد Çok övülen, övgüye en çok layık olan.
Hasîb الحسيب Herkesin yaptıklarını tâkdir eden, yapılanları bütün ayrıntılarıyla bilip her insanı hesâba çekerek yaptığının karşılığını veren
Hayy الحيّ Ezelî ve ebedî diri olan, uyuklama, yorulma gibi noksanlıklardan uzak olan.
Kābid القابض Herşeyi sonsuz kudreti altına alan, bu kudretiyle kuşatıp kavrayan, herşeyi emri altına alıp tutan
Kādir القادر Kudret sâhibi, tükenmez kudreti olan, istediğini dilediği gibi yapmaya muktedir olan
Kahhâr القهّار haddi aşanları çok şiddetli kahreden.
Kaviyy القويّ Kudretli, güçlü ve sınırsız kuvvet sâhibi olan
Kayyûm القيّوم Yarattıklarının işini çeviren, her işleneni bilen, evveli olmayan.
Kebîr الكبير çok büyük
Kerîm الكريم Cömert, kerem sâhibi; muktedirken affeden, cömertlik duygusunu veren, va'dini yerine getiren, çok ikrâm edici
Kuddûs القدّوس Her türlü hatâ, gaflet ve âcizlikten, eksiklikten uzak, mutlak kemâl sâhibi
Latîf اللطيف En ince işlerin bile bütün inceliklerini bilen, nasıl yapıldığına nûfuz edilemeyen en ince şeyleri de yapan
Mâcid الماجد Ulu ve cömert, şânı yüce anlamlarını taşımaktadır. Kadri ve şânı büyük, kerem ve müsamahası bol.
Mâlik-ül Mülk مالك الملك Mülkün ebedî ezelî sâhibi.
Mâni المانع Bâzı şeylerin meydana gelmesine müsâde etmeyen, engelleyen.
Mecîd المجيد Şan, şeref, büyüklük ve kudretinden dolayı yüce olan ve güzel işlerinden dolayı da sevilip övülendir. Şeref, ancak kendi emir ve yasaklarına uymakla elde edilebilir (Hud, 11/73). Şanı, şerefi çok üstün olan.
Melik الملك Mülkün sâhibi, mülk ve saltanatı devamlı olan.
Metîn المتين Metânetli, kuvveti çok şiddetli olup hiçbir iş zor gelmeyen, pek güçlü demektir.
Mu'ahhir المؤخّر Herşeyden sonra yine var olan; O'na uymayanları zelîl edip arkada bırakan, istediğini geri koyan
Mucîb المجيب O'na yalvaranların isteklerine icâbet eden ve karşılık verendir, teklifleri bilen
Muğnî المغني Dilediğine zenginlik veren, ihtiyaçlarını gideren, zengin kılan.
Muhsin المحسن Çokça veren, sonsuz düşünülse bile herşeyin sayısını her yönüyle bilen
Muhyî المحيي Dirilten, canlandıran ve hayat veren
Muîd المعيد Yaratılmışları yok ettikten sonra tekrar yaratan
Muiz المعز İzzet ve ikrâm edici, şeref sâhibi
Mukaddim المقدّم Herşeyden önce olan, dilediğini öne alan; dilediğine maddî ve manevî nimetler verip yükselten, öne geçiren
Mukît المقيت Rızıkları yaratan, bilen, tâyin eden, her yaratılmışın rızkını veren.
Muksit المقسط Bütün işlerini dengeli yapan
Muktedir المقتدر Gücü herşeye yeten, herşeyi dilediği duruma getiren, kuvvet sâhipleri üzerinde istediği gibi tasarruf eden
Musavvir المصور Yaratmış olduğu varlıkların şekillendiren ve durumlarını tâkdir eden
Mübdî' المبدىء Hiç yoktan ortaya koyan, vâreden, yaratan
Müheymin المهيْمن Allah'ın görüp gözeten, herşeye şâhit olan, herşeyi koruması altına alan, onları muhâfaza edip saklayan
Mü'min المؤمن Îmân ve güven veren, her türlü şüphe ve tereddütleri kaldıran
Mümît المميت Öldüren, ölümü her canlıya tâkdir edip bunu uygulayan
Müntakim المنتقم İntikâm alan
Müteâli المتعالِ Yüksek ve yüce varlık
Mütekebbir المتكبّر Her hususta çok büyük ve azamet sâhibi ulu yaratıcı
Müzil المذل Yüce Allah'ın lâyık olanları zillete düşüren, zelîl kılan, onları hor ve hakîr eden
Nâfi النافع Hayr ve menfaat verecek şeyleri yaratan, faydalandıran.
Nûr النور Âlemleri nurlandıran, dilediğini nûr eden, nûr, ışık olan.
Râfi الرافع Kaldıran, yükselten ve yüksek olan
Rahîm الرحيم Bağışlayıcı, sevdiklerine ve müminlere (âhirette) merhamet eden.
Rahmân الرحمن ALLAH'ın zati ismi.Pek merhametli, şefkati ve nimeti her şeyi kuşatan.
Rakîb الرقيب Görüp gözeten, murâkebe eden, bütün varlıklar üzerine gözcü olup bütün işlerini kontrol altına alan
Ra'ûf الرؤوف Çok şefkat ve merhamet gösteren, çok esirgeyen, kolaylık sağlayan
Reşîd الرشيد Bütün âlemleri dosdoğru bir nizam ve hikmetle âkıbetine ulaştıran
Rezzâk الرزّاق Bütün yaratıkların rızıklarını veren
Sabûr الصبور Çok sabırlı olan, isyankârlardan acele intikam almayan
Samed الصمد Hiçbir şeye muhtaç olmayan, tüm canlıların ihtiyaçlarını gideren ve her türlü istekte doğrudan kendisine başvurulan
Şehîd الشهيد Herşeye şâhit olan, herşeyi hakkıyla gören, bilen ve muâmelesini de buna göre yapan
Şekûr الشكور Çok şükre lâyık olan, kendi rızâsı için şükredilen, şükür olarak yapılan iyi işlerin daha fazlasıyla karşılığını veren, insanlara nimetlerini artırarak şükür muâmelesi yapan
Selām السلام Her türlü eminliğin, salimliğin aslı olan,güvenlik verren. Selam, İslam sözcüğüyle aynı semantik kökten türer.
Semî السميع İşiten, işitme kuvvetine sâhip olan ve işitme gücünü veren
Tevvâb التوّاب Tövbeleri çok kabul eden, tövbe kapısını açık tutarak tövbe etme imkânı veren
Vâcid الواجد Vârolan ve herşeyi vâreden, icâd eyleyen; varlığı kendinden olan; dilediğini istediği anda var edip yaratan
Vâhid الواحد Tek, bir olan; kendisinden başka tanrı olmayan
Vâlî الوالي Yardım eden, destek veren, işleri düzenleyen, yöneten
Vâris الوارث Bütün servetlerin gerçek sâhibi
Vâsi الواسع Bağışlaması bol ve rahmeti çok olan
Vedûd الودود Çok şefkatli, muhabbetli, sâlih kullarını çok seven ve onlarca çok sevilen, onları rahmet ve rızâsına erdiren; sevilmeye ve dostluğu kazanılmaya yegâne lâyık olan
Vehhâb الوهّاب karşılıksız veren
Vekîl الوكيل Hayâtını Allah'a tevekkül ederek düzenleyen ve böylece O'na sığınanların işlerinde kendilerine yardım eden
Velî الولي Dost, emir sâhibi ve iyi insanların, yâni müminlerin dostu (velîsi) olup onlara yardım ederek işlerini yöneten
Zâhir الظاهر Görünen, varlığında hiç şüphe olmayan, varlığı herşeyden âşikâr olan
Zülcelâl-i vel-İkrâm ذو الجلال والإكرام Hem azamet, hem de fazl-u kerem sâhibi.

Kalp – Gönül Gönül asla yalan söylemez

Kalp – Gönül Gönül asla yalan söylemez ile ilgili görsel sonucu
Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde 
Kalp – Gönül Gönül asla yalan söylemez 
Sâlih insanların gönlüne bâzen bir olaydan önce bir endişe bir sıkıntı gelebilir, 
kötü bir şeyler hissedebilirler. 
""Bunlara vârid  vârid nedir, ne demek Arapça, gelen demektir. Kul, irade etme-den, kendi katkısı bulunmadan, eğer kalbine bir mana gelirse, buna vârid denir. Allah'tan gelen vârid'e vârid-i Hak, ilimden (şeriattan) gelen vârid'e de vârid-i ilim denir. Gelen vârid, kulu etki altına alır, onu sevindirir ve hüzünlendirir, o zaman gelen bu vâridler, psikolojik olarak çıkardığı duruma göre, vârid-i hüzn, vârid-i sürür gibi isimler alır. Allah'tan gelen feyz veya ilhama, vârid adı verilir.""denir. 
Vârid, kulun kasdı olmaksızın kalbe gelen hâtıralar (havâtır, ilham, feyz) dır. 
""HAVÂTIR Allahü teâlânın insanın kalbinde meydana getirdiği şeyler olur. 
Bunlara hak, doğru havâtır denir. 
Bâzan melekler vâsıtasıyla gelir. 
Buna ilhâm denir. 
Bâzan, şeytan onları insanın kalbine atar, buna vesvese denir. 
Bâzan da nefsin kendi kendine çıkardığı şeyler olur ki, buna hevâcis denir. 
(Hâdimî) Melek tarafından olan havâtırın doğruluğuna alâmet, dîne uygun olmasıdır. 
Dîne uygun olmayan havâtır bâtıldır, bozuktur, denilmiştir.
 Şeytan tarafından gelen havâtırın çoğu günahlara dâvet eder. 
Bâzan şeytandan gelen havâtır, 
tâat ve ibâdet gibi görünürse de yine o gizli bir günâha, isyâna dâvettir. 
Bunlar şeytanın gizli tuzaklarındandır.  
(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî) 
Havâtır ve niyetlerimi önce kitap ve sünnet ile karşılaştırıyorum. 
Bu iki âdil şâhide uygun olanları söylüyor ve yapıyorum. 
(Ebû Süleymân Dârânî) 
Havâtır nefse acı gelirse, hayr olduğu; 
Tatlı gelir hemen yapmak isterse şer (kötü) olduğu anlaşılır. 
Bunu anlamak için İslâmiyet'e uygun olup olmadığına bakılır. 
Anlaşılmazsa, sâlih (günâh işlemeyen) bir âlime sorulur. (M. Hâdimî)""
Bâzen meleğin bâzen de şeytanın ilkası ile (kalbe bir mânâ getirmesi ile) olur. 
Havâtır kalbe ilka olunmak sûretiyle Hak Teâlâ cihetinden gelirse buna hâtır-ı Hak denir.
gonul-asla-yalan-soylemez.
Mevlânâ sâlih kimsenin o sezişinin Hakk’ın nûruyla olduğu kanâatindedir. 
Nefsin doğru, kalbin yalan söylemeyeceğinde tasavvuf büyükleri ittifak etmişlerdir. 
Şeyhlerden birisi şöyle demiştir, 
“Şüphe etme ki, nefsin sana doğruyu, kalbin yalanı söylemez.” 
Mevlânâ’ya göre insan-ı kâmilin gönlü bir uyarıcıdır. 
Nitekim Hz. Yakub’un da diğer oğulları, kardeşleri Hz. Yûsuf’u kendileriyle berâber götürmek istediklerinde gönlüne bir ateş düşmüştü. Bir kötülük sezmişti, gönlünün yanılmadığını da biliyordu. Zîra, gönül sâhibini aldatmaz, hiç yalan söylemez; çünkü onda arş nûrunun parıltısı vardır. İlk önce onlara mâni olmak istediyse de ısrarları karşısında direnmedi ve dediklerini yaptı. 
Böylelikle Hakk’ın kazâ ve kaderine karşı gelmemiş oldu, Hz. Yûsuf’u onlarla gönderdi. Mevlânâ’da rızâyla mündemiç bir kader anlayışı vardır. 
Evvelen ve âhiren, her an Hak bir fiilde olduğundan, kulların yaptıklarının gerçek fâili de kendisidir. Şu halde Hak’tan gelene gönül rızâsıyla teslim olmak en güzel davranıştır. 
Hakk’a bağlı bir gönül kaderin hilâfına gitmez.
 Hz. Yâkub’un davranışını kendi kader anlayışı çerçevesinde değerlendiren 
Mevlânâ gönlü şöyle konuşturur; 
“Mâdem ki Allah’ın takdîri böyle, O böyle olmasını istiyor, varsın olsun!” 

Beyit:İyi bir insanın gönlüne herhangi bir şey yüzünden bir kötülük gelirse, bu boş yere gelmez! 

Beyit: O sezişi, o anlayışı Hakk’ın anlayışı bil; vehim bilme! Müminin gönlündeki nur, o anlayışı levhinden, levh-i mahfûz’dan okumuştur! 

Beyit:Güzel huylu Yâkup peygamber de, kardeşleri Yûsuf için izin almak istedikleri zaman 

Beyit:Yâkup; “Şunu biliyorum ki; onun benim yanımdan ayrılması gönlümü yakıyor; içime dert, bir mahzunluk getiriyor! 

Beyit:Şu gönlüm beni hiç aldatmaz, hiç yalan söylemez! 
Çünkü gönülde, arş nûrunun parıltısı var!

Beyit:;Yâkup’un gönlüne gelen şey, bu işteki fesadın, kötülüğün kat’i bir delîli fakat; 
kazâ ve kaderden korunması mümkün değildi! 

Beyit:İçine belirli şüpheler düştüğü halde, yine de Yûsuf’u gönderdi. Çünkü, kazâ ve kaderden korunması mümkün değildi! 

Beyit:Şu kazânın, şu kaderin çeşit çeşit, renk renk işleri, gözbağları var; “Allah ne dilerse o olur.”

Beyit: Gönül, kaderin hünerini hem bilir, hem bilmez; mührünü basmak, hükmünü yürütmek için demiri bile mum gibi yumuşatır. 

Beyit: Gönül der ki; “Mâdem ki Allah’ın takdîri böyle, O böyle olmasını istiyor, varsın olsun!”

[4] [1] Kuşeyrî, s.220. [2] Kuşeyrî, s.218. [3] Mesnevî, c.III., s.478. [4] Mesnevî, c.III., s.536.

Dil yalan söyler ama... Kalp asla yalan söylemez..


Dil yalan söyler ama...  Kalp asla yalan söylemez.. ile ilgili görsel sonucu
Dil yalan söyler ama...
Kalp asla yalan söylemez..

 Birlikte olduğunuz insanın yalan söyleyip söylemediğini anlamak hiç de zor değil. Beden dilinin inceliklerini öğrenip, iyi bir gözlemci olursanız 'gerçeğe' giden yolu bulursunuz.Psikolojik tekniklerle insanların gerçek düşüncelerini okuyabilen Derren Brown,"Bedenlerimiz değişmez bir şekilde, gerçekte nasıl hissettiğimiz hakkında ipuçları veriyor.

Neye baktığınızı bildiğiniz takdirde, herhangi birisinin beden hareketlerinden yalancı olduğunu kolayca anlayabilirsiniz" diyor. "Body Language-Vücut Dili"adlı kitabın yazarı Allan Pease de insanların beden dillerinin gerçek düşüncelerini kesinlikle ortaya koyduğunu iddia edenlerden. Siz de Brown ve Pease'in önerileriyle, sevgilinizin kafasından neler geçtiğini anlayabilirsiniz... 

El saklama Birisiyle samimi olduğumuz zaman, ellerimizi görünür kılarız ve avuç içlerimiz yukarıya doğru döner. Ama yalan söylediğimiz zaman ellerimizi arkamıza veya ceplerimize saklama eğilimi gösteririz. Erkek arkadaşınızın sizden bir adım geride gitmesi, konuştuğu konudan rahatsız olduğu hakkında bir sinyal olabilir. 

Burun kaşıma Burun kaşıma, beyaz yalanların klasik işaretidir. Yine de, sevgiliniz sizden gerçekleri saklarken, büyük bir olasılıkla gözlerine, kulaklarına, dudaklarına dokunuyor olabileceğini biliyor muydunuz?Erkekler gerçeği söylemediği zamanlarda elleriyle yüzlerine dokunuyorlar. 

Bu bedenlerinin, yalanlarına karşı koyuş biçimi. Yutkunma Bedenlerimizin yalanlarımıza bir diğer karşı koyuş biçimi ise boğazımızın işlevlerini yerine getirmesini kısıtlamak. Bu da konuşmayı zorlaştırır, yani eğer birisi yalan söylüyorsa sözcükleri dışarıya çıkarmak için sık sık yutkunur veya dudaklarını yalar.

 Göz hareketleri İşte yalanı gözlerden yakalama tekniği: 
Bu konuda yapmanız gereken ilk şey, sevgilinize cevabını bildiğiniz soruları sormak. 
Birlikte olduğunuz zaman yaptığınız bir şeyi sorun, örneğin 
"Ne yemiştin" veya "Nereye park etmiştik?" gibi. 
"Cevabı düşünürken, gözlerinin nereye gittiğini izleyin. 
Her zaman için bir yönde giderler, bu da onun yöntemidir. 
Erkek arkadaşınızın konuşması bittikten sonra baktığı yerler,söylediklerinin doğru mu yalan mı olduğu konusunda ipuçları veriyor. 
Örneğin, aşağı doğru bakma, hisleri açığa çıkaran bir durum. 

Pek çok insan yalan söyledikten sonra kendini suçlu hissediyor, bu nedenle farkında olmadan, karşısındakinin düşündüklerini kontrol etmek için gözlerini yukarıdan aşağıya süzüyor. 
Öksürmek Eğer sevgilinize nerede olduğunu sorduğunuzda şiddetli bir öksürük nöbetine yakalanıyorsa, bu iyi bir işaret değildir. 
Yalandan öksürme, klasik aldatma tekniğidir.

 Beden yalana karşı koymaya çalışır, öksürmek veya boğazını temizlemek hikaye uydurmak için zaman kazanma şansını artırır. Hızlı konuşma Sevgiliniz tane tane mi konuşuyor, yoksa hızlı mı? Uzmanlara göre, ne kadar hızlı konuşursa, yalan söylediğinden o kadar fazla kuşkulanabilirsiniz. Genel kanıya göre, insanlar hızlı konuştuklarında yalanlarının ortaya çıkmayacağını düşünüyorlar. Nefes alıp verme İşte size süper bir ipucu daha... 

Yalan söyleyen birinin rahat nefes alamadığını sakın unutmayın. Baskı altında olduğu zaman, karnından nefes almayı bırakıp, göğsünden nefes alır. Gülmek Pek çok insan yalan söylediğinde ilk başta rahatlar. Bunun etkisi sesine de yansır. Yüksek sesle konuşur ve daha neşeli olur

VİCDAN YALAN SÖYLER Mİ????

VİCDAN YALAN SÖYLER Mİ???? ile ilgili görsel sonucu
VİCDAN YALAN SÖYLER Mİ????


 İnsanın özü, kendini duyuş ve bilişi de diyebileceğimiz vicdan; insan ruhunun, iyiyi kötüden tefrik edebilen irade, kalbin ayrı bir derinliğinin unvanı sayılan latîfe-i rabbâniye (fuâd), şuur vâridatıyla zihin ve ihsas televvünlü his halîtasından oluşan bir mekanizmadır; insanın, hem kendini hem de bütün varlığı, varlığın Allah’la münasebetini duyan, sezen, yorumlayan ve rükünlerinin canlılığı ölçüsünde imana, mârifete, muhabbete, aşk u iştiyaka menfezler oluşturan melekûtî bir mekanizma.Geniş bir sistem olan vicdanın rükünlerinden bir tanesi felç olsa, artık vicdan fonksiyonunu eda edemez. 

Aslında, Hak varlığının hiçbir zaman susmayan bütün şahitleri gibi, vicdan da tek başına hakkı ve hakikati haykıran ilâhî ve semavî bir sadâdır. Fakat bu, vicdanın bizim tarifimize giren vicdan olması itibarıyladır. Yoksa, nefis mekanizmasının altında kalıp ezilmiş bir vicdandan aynı neticeleri beklemek elbette ki mümkün değildir. 

Evet, bir insan düşünün ki, bütünüyle bir şehvet, kin, öfke, makam ve mansıp sevdalısı hâline gelmiştir. Yaptığı her işinde ruhunu sarmış bu negatif duyguların tesirindedir. İşte, vicdanının elini kolunu bağlamış ve dolayısıyla da onu tesirsiz kılmış böyle bir insana kelimenin tam mânâsıyla “vicdansız” denir.

-Vicdan, kelime olarak “bulmak” mânâsına gelir. İnsan onunla hem kendini hem de Rabbini bulur. İnsanın bir mülk, bir de melekût yanı vardır. İnsanın mânevî cephesini de maddî cephesini de ayrı birer mekanizma şeklinde ele almak ve öyle değerlendirmek daha uygundur. İsterseniz bunlardan, mânevî olana vicdan mekanizması, diğerine de nefis mekanizması diyebilirsiniz. 

Kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ âlem-i emre ait Rabbanî latîfeler, irade, idrak, şuur, his ve duygular vicdan mekanizmasını meydana getirirken; her türlü şehevî arzu, istek ve kaprisler, belli hikmet ve gayeler için insana verilen kin, nefret, öfke, inat gibi duygular da nefis mekanizmasını meydana getirirler. 

Bu iki mekanizma âdeta hep birbirinin aleyhine işler. Şu kadar var ki, vicdan mekanizmasının galebesi halinde, nefis mekanizması da müsbete dönüşür ve insanın yücelip yükselmesine hizmet eden bir sistem hâline gelir.

-Vicdanda bir nokta-i istinat ve bir de nokta-i istimdat vardır. İnsan bunlarla acizliğini ve hiçliğini idrak eder. Bu idrakle, Cenâb-ı Hakk’a dayanır; dayanır ve ne isteyecekse O’ndan ister. Ne var ki, hayatında bir kere olsun vicdanını dinlememiş bir insanın, bunu duyup sezmesi mümkün değildir. 

-Kalb; göğsün sol tarafında bulunan ve çam kozalağına benzeyen organın dublesi, alternatifi, melekûtî buudu ve aynı zamanda, şuur, idrâk, ihtisas, akıl ve irade gücünün de merkezi rûhânî bir latîfedir. Bu rûhânî lâtîfe, cismânî kalb ile sımsıkı alâkalıdır. 

Bu alâkanın keyfiyeti, dünden bugüne filozofları ve İslâm hukemâsını bir hayli meşgul etmiştir. 
Ancak, “sanavberî” (çam kozalağı şeklinde) et parçası olan zâhirî kalb ile insanın insanlığının remzi ve bütün duygularının hayat kaynağı olan “latîfe-i rabbâniye” arasında bir hakikatin iki yüzü denebilecek şekilde münasebet bulunduğunda şüphe yoktur. 

-Kalb, düşünce sıhhati, tasavvur sıhhati ve ruh sıhhati, hatta beden sıhhati için âdeta bir kale gibidir. İnsanın maddî, mânevî duyguları bu kaleye sığınır ve korunmuş olurlar. Bu açıdan insan için bu kadar önemli olan kalbin de karantinaya ve gözetilmeye ihtiyacı vardır. Zira o, yaralanınca tedavisi çok güç ve ölünce de hayata döndürülmesi çok zor bir lâtîfedir. Kur’ân bize:
رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا
“Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma...” (Âl-i İmran, 3/8) duâsını öğütlemekte, Peygamber Efendimiz de sabah-akşam el açıp hem de defaatle, 
اَللَّهُمَّ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دِينِكَ

“Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Kalbimi dininle sabitleyip perçinle!” tazarruunda bulunmakla bu çok önemli korunma ve karantinayı hatırlatmaktadır. (08.01)

-Reyn, bir şeyin üzerinin pasla kaplanması, her tarafının paslanması demektir. Cenâb-ı Hak, “Hayır hayır! Gerçek şu ki, onlar yapageldikleri o kötü işler yüzünden kalblerini is-pas sardı da (ondan dolayı inkar yaşıyorlar.)” (Mutaffifin, 83/14) buyurmuş; Allah Rasûlü de “Her günah onu işleyenin kalbinde siyah bir nokta oluşturur, bir leke yapar. 
Eğer kul, tevbe edip vazgeçer, mağfiret dilenirse kalbi yine parlar. 

Döner tekrar günah işlerse, o lekeler artar, nihayet kalbini ele geçirir. İşte Kur’ân’da yüce Allah’ın zikrettiği “râne” budur.” sözleriyle bu ilahî beyanı ve onda yer alan “râne” kelimesini şerh etmiştir. Evet, pas tutan bir kalbin bütün ufukları kararır; artık o iyiyi kötüden ayırma kabiliyetini kaybeder; beyazı siyah, siyahı da beyaz görmeye başlar; başlar ve onun bir daha da kendine gelmesi, fıtrî saffetini elde etmesi çok zor olur. (11.48)

-İradenin devamlı olarak güçlendirilmesi gerekir. Bunun için dua ve istiğfar, çok ama çok önemli iki faktördür. Üstad Hazretleri, “İstiğfar meyelân-ı şerrin kökünü keser, dua meyelân-ı hayra kuvvet verir.” diyerek bu hakikate parmak basar. (16.17)

-Eğer günah tevbeyle çabuk silinmezse, Üstad’ın dediği gibi, bir günah, bir günah, bir günah daha derken ona inzimam eden diğer günahlarla kalbde “hatm” olur, hafizanallah, kalb mühürlenir. Bundan dolayı, “Her günah içinden küfre giden bir yol vardır.” Böyle bir mühürlenme ve damgalanmanın kesbi insandan, halk’ı da Allah’tandır. 

Bu hususu, insanın gaflet ve bir kısım fenalıklara alışması sonucu bir deformasyon şeklinde de yorumlayabiliriz. İman, amel-i salih işlene işlene insan tabiatının bir derinliği haline gelip sübut mührüyle şereflendirildiği gibi, her biri küfrün ayrı bir kapısı sayılan günahlar da tevbe, inabe ve evbe ile giderilmediği takdirde, insanın üst üste ve iç içe kaymalar yaşaması kaçınılmaz olur. 

Bu itibarla, böyle bir “hatm”de kat’iyen cebir söz konusu değildir; zira arzu, intihab, ihtiyar insana, mükellefe; böyle bir temayüle halk’la cevap vermek de –isterse vermeyebilir– Cenâb-ı Hakk’a aittir. (18.40)

-Müslim’in rivayet ettiği bir hadis-i şerife göre: Amr b. Âs (radıyallahu anh) Peygamber Efendimiz’e gelerek, bağışlanmak şartıyla kendisine biat etmek ve Müslüman olmak istediğini söylediğinde Peygamberimiz, “Bilmez misin ey Amr, İslâm, kendisinden önceki günahları yok eder. 

Hicret, kendisinden önceki günahları yok eder. Hac, kendisinden önceki günahları yok eder.” buyurur; İslam’ın, Müslümanlıktan önceki her şeyi silip süpürüp götürdüğünü müjde verir. Demek ki, o dönemde ne kadar çatlama, kırılma, yıkılma ve tahrip olmuşsa, Müslümanlık onların hepsini tamir etmiş. 

Zaten İslam, insanlardaki eksiği, gediği, kırığı, döküğü tamir etmek için gelmiştir. Dökülüp yollarda kalanları kaldırıp varmaları gerekli olan noktaya yönlendirmek için gelmiştir. Öyleyse, insanlar Müslümanlığa girdikten sonra cahiliye döneminde bir kambur gibi sırtlarına aldıkları o günahlarla kalmazlar. 

Allah, onlara rahmetiyle muamele eder ve sırtlarında ağırlık yapan her şeyden kurtarır onları. Hicret, hac ve güzel bir topluluk içinde bulunma da günah kirlerini giderir, vicdanı diriltir ve insanı değiştirir.

-Muhterem Hocamızın, Muzaffer Arslan Ağabey’le tanışması.. Hazreti Üstad’dan selam alışı.. daha çok küçük yaşlarında Peygamber Efendimiz’i rüyada görebilmek için yaptığı dualar.. yetiştiği nezih çevre.. merhum babasından kaynaklanan Ashab sevgisi.. ve “Bu asırda da Sahabe gibi kimseler yaşıyormuş!..” demesine vesile olan hâlis insanlar...

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...