03 Mayıs 2018

FATİHA SURESİNİN AÇIKLAMASI DÖRÜNCÜ BÖLÜM



FATİHA SURESİNİN AÇIKLAMASI DÖRÜNCÜ BÖLÜM


Birincisi Kur'an'ın Ebu’l- Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an - ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/74 -75. 
Ebu’l- Fida İsmail İbn Kesir, 
Hadislerle Kur’an - ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/79. başlangıcı ve ilk sûresi olması bakımından isminin delâlet ettiği hususta, ikincisi de hergün edâ edilen na mazda okun masıdır. Her ikisinde de Allah'ın rubûbiyet ve rahmet sıfatlarının zikri ve belirt ilmesi belli bir anlam taşır.» 

Âlemler: Âlemler kelimesi; âlem 'in çoğuludur. Âlem, Allah Azze ve Celle'nin dışındaki tüm varlıklardır. Âlem cemi'dir tekili yoktur. Avalim şeklindeki cem'i ise göklerde, karalarda ve denizlerdeki çeşitli yaratıklar sınıfı için kullanılır. Bunlardan her birinin grub veya nesline a lem adı verilir. Bişr İbn İmâre... İbn Abbâs'tan nakleder ki: «Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsûstur.» âyetinin mânâsı; hamd o Allah'a mahsûstur ki; göklerde yerde ve onların ikisinde ve ikisinin arasında bildiğimiz ve bilmediğimiz tüm yaratıklar O'nundur» demektir. 

Saîd İbn Cübeyr'in ve İkrime'nin İbn Abbâs'tan rivayetinde ise «Hamd âlemlerin Rabbı olan Allah'a mahsûstur» âyetinin mânâsı; cinlerin ve insanların Rabbı demektir. Saîd İbn Cübeyr, Mücâhid, İbn Cüreyc de bu şekilde demişlerdir. Hz. Ali'den de bu şekilde tefsir rivayet edilir. 

Bunu İbn Ebu Hâtîm zayıf bir isnâd ile nakleder. Katâde der ki; «âlemler in Rabbı» demek, âlemin bir sınıfının Rabbı demektir. Ebu Ca'fer el- Râzî, Rebî' İbn Enes'ten o da Ebu'l -Âliye'den rivayet eder ki; o, «âlemlerin Rabbi» kavli celîli hakkında şöyle demiştir : İnsanlar bir âlemdir, cinler bir âlemdir. 

Bunun dışında kalanla r onse-kiz bin âlem veya ondört bin âlemdir — ki o bu rakamda şüphe etmiştir — Melekler dünyanın üzerindedir ve dünyanın dört zaviyesi vardır. Her zaviyesinde üçbin beşyüz âlem vardır ki Allah onları kendisine ibâdet için yaratmıştır. İbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim de bunu rivayet ederler. 

Bu garîb bir sözdür ve böyle sözlerin sağlam bir delile dayanması icab eder. İbn Ebu Hatim der ki: Babam... Tübey" el - Himyerî'den nakletti ki, Allah Teâlâ'nın «âlemlerin Rabbı» kavli celîlindeki «âlemlerden» mu-râd, bin ümmettir. 
Bundan altıyüzü denizde, dörtyüzü karada yaşar. Benzeri bir ifâde Saîd İbn Müseyyeb'den nakledilir. Buna benzer bir diğer ifâde de merfu' olarak rivayet edilmiştir. 

Nitekim Hafız İbn Ebu Ya'lâ, Ahmed İbn Ali İbn el -Müsennâ, Müsned'inde der ki: Bize Muhammed İbn el Müsennâ... Câbir İbn Abdullah'tan nakleder ki, o şöyle demiş. Hz. Ömer'in hilâfeti yıllarından bir yıl, çekirge azaldı, bunun sebebini araştırdı, hiçbir haber bildirilemedi. 
Bunun üzerine (Ömer) üzüldü. Bir atlıyı Yemen'e diğerini Şam'a, öbürünü de Irak'a yolladı, çekirgenin görülüp görülmediğini araştırmalarını istedi. Câbir der ki Yemen yönüne giden atlı Ömer'e geldi, bir avuç çekirge getirdi ve huzû -i-una döktü. O bunu görünce tekbîr getirdi ve sonra şöyle dedi: «Rasûlullah (s.a.)'dan duydum ki şöyle diyordu : «Allah bin ümmet yaratmıştır. Altıyüzü denizde, dörtyüzü karadadır. Bu ümmetlerden ilk helak olanı çekirge ümmetidir, O helak olunca ipi kırılmış dizi gibi diğerleri de ardarda gelir.» 

Bu hadîs râvîleri arasında yer alan Muhammed İbn İsâ ki ona Hilâli lakabı verilir zayıf bir râvidir. İbn Kesîr'in Mısır baskısında aynca şu bilgiler bulunmaktadır : Beğavî, Saîd İbn el - Müseyyeb'ten nakleder ki o şöyle demiştir : «Allah Teâlâ'nın bin âlemi vardır, altıyüzü denizde, dörtyüzü karadadır.» Vehb İbn Münebbih der ki; Allah Teâlâ'nın onsekiz bin âlemi vardır, dünya bunlardan bir âlemdir. Mukâtil der ki: Âlemler seksen bindir. Kâ'b el- Ahbâr der ki; âlemlerin sayısını Allah Azze ve Celle'den başka kimse bilemez. Bütün bunları Beğavî nakleder. İmâm Kurtubî, Ebu Saîd el - Hudrî'den nakleder ki o şöyle demiştir. Allah Teâlâ'nın kırkbin âlemi vardır, doğusundan batısına kadar dünya bu âlemden biridir. 

 Zeccâc der ki; Âlem Allah Teâlâ'nın dünya ve âhirette yarattığı bütün şeylerdir. Kurtubî bunun doğru "olduğunu ve âlemin her iki ev rene şâmil olduğunu belirtir. Âlem kelimesi alâmet masdarından türetilmiştir. Ben derim ki; bu masdar dan türetilmesinin sebebi, yaratıcısına, yapıcısına ve onun birliğine delâlet eden bir işaret olmasından dol ayıdır. Âlemlerin mahiyyeti ve sayısı konusunda ortaçağlarda pek çok spekülasyon yapılmıştır. Daha çok Aristotelesi felsefe ile ptolemius (Batlamyûs)'çu kozmoloji'nin üzerine dayanan bu fikirler müslümân müelliflerce tekrarlanmış, hatta tefsir kitaplarına kadar girdirilmiştir. 


Günümüze kadar felekler nazariyesi, onsekizbin âlem telakkisi- İslâmî eserlerde tekerrür etmiştir. Reşîd Rızâ da diyor ki : Âlem; yaratıcının kendisiyle bilindiği şeyin adıdır ve o yaratıcının dışında cevher ve a'razîarın hepsidir. Âlem; mümkün olduğu ve kendiliğinden vâcib bir müessire muhtaç olduğu için O'nun varlığına delâlet eder. (Âlemler denilerek) cemi' sığasının kullanılması muhtelif cinslerin kapsam içerisine alınması içindir. Bu cinsler arasında akıl sahipleri gâlib olduğundan, diğer vasıfları gibi ye ve nun ile cemi' olmuştur. Denilir ki (âlem); melekler, Reşid Rızâ, Tefsir el -Menâr, I, 74. 27 Ebu’l- Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an - ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/81 -82. 28 İbn Kesîr'in Mısır baskısı. 

Bekir Karlığa cinler ve insanlardan bilgi sahip leri için konulmuş addır. Diğerlerini içermesi onlara bağlı olması tarîkiyledir. Yine denildi ki; burada (âlemler lafzı ile) insan lar kasdolun- muştur. Çünkü insanlardan her birisi bir âlemdir. O büyük evrendeki cevher ve a'razlarla, âlemde Tanrının yarattığı şeyler sayesinde yaratıcıyı belirten cevher ve a'razlarla büyük evrenin bir benzeridir. Bunun için ikisi arasında musâvât göst erilerek Allah Teâlâ : «Ve kendi nefis lerinize bakmaz mısınız?» buyurmuştur. Bazıları ise âlemleri; meleklerden, insanlardan ve cinlerden ilim sahiplerine tahsis etmişlerdir. (...) Allah'ın zâtını düşünüp sıfatlarını tefekkür edenler için, yüce zâtın aza meti zahir ve âyetleri besbelli olur: «Yeryüzünde de yakînen inananlar için deliller vardır. 

Kendi nefisleri nizde de görmez misiniz?» Hattâ kendi nefsini bilen, Rabbını bilmiş olur. Burada uygun düşen mânâ âleme şâmil olmasıdır. Âlemler rakamlarla sayılamıyacak kadar çoktur... Yeryüzünde bulunan zerrelerden her bir zerre terbiyecisinin sınırlan içindedir, onun tarafından yöneltilir, onun ihata ettiği her şey imkân sâhâsı içinde ve varlık alanında bulunan ulvî ve süflî, mücerred ve maddî, ruhanî ve cismânî bü tün varlıklar vardır. (...) Tefsirinde pozitif ilimlere geniş yer veren Tantâvi Cevheri ise konuyu kendi zamanındaki astronomi açısından değerlendiriyor : Âlem; ulvî ve süflî olmak üzere ikiye ayrılır. Allah, her ikisinin de Rabbidir. İnsanlar; yeryüzünde halk arasında adaletle davranmak ilim ve bilgi kaynaklarını araştırmak konusunda Allah'ın halîfeleridir. 

Nasıl atalarımız insanlar arasında adaletle hüküm verme konusunda eşsiz başarılar göstermişlerse, biz de aynı şekilde hüküm verelim. Dînimi zin bize emrettiği tarzda bütün âlemlerin bilgisini öğrenelim. Aksi takdirde «De ki bakınız, göklerde ve yerde ne vardır?» âyet-i kerîmesiyle «Emrolunduğun gibi dosdoğru istikâmette yürü» âyeti arasında ne fark kalır? Her ikisi de emirdir. Emir, vücûb ifâde eder. Biz şer'î hükümleri okuyup onunla hükmettiğimiz gibi kâinattaki hârikaları da okuyup onunla amel edelim, tarımda ticarette ve sanayide gelişelim. Ben, yeryüzünün doğusunda ve batısında yaşayan tüm müsluman lara sesleniyorum. Sözüme kulak versinler. Bunları yapmayınca Allahü-Teâlâ'nm «Dinini bütün dinlere üstün kılmak için» âyeti nasıl gerçekleşir? 

Bu meziyet olmadan islâmiyet tüm dinlere nasıl üstün gelir? Dinler, kâinat ilimlerine hiç temas etmezlerken İslâm; bu ilimlere davet ediyor ve bunları emrediyor. Bu özelliği bakımından dinlerden hiç birisi İslâm'a benzemiyor. Bilginler ve hükümdarlar İslâm ümmetinin bütün ilimleri bilmesi gerektiğini belirtmelidirler. Müslümanlar, bu söylediklerimden uzaklaşırlarsa ben onların başına Âd ve Semûd kavminin başına gelmiş olan felâketlerin gelmesinden kendilerini uyarırım. Köylüleri, yaşlıları ve çocukları öldürüp mahveden uçakların felâketleri görülmüştür. Müslümanlardan bu ilimlere karşı tembel davranan lar, sadece kendi kendilerini kınasınlar. Çünkü «Doğrusu bir kavim kendini değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez. Allah bir kavim için de kötülük murâd ederse, onu geri çevirecek hiç kimse yoktur.» 
Dikkat edin! Şiî, Sünnî, Hanbelî, Hanefî, Şafiî ve Zeydî, tüm mezhep mensûblarının ihtilâfları temiz şeriat mes'elelerinde idi. 

Kur'an - ı Kerîm'in gösterdiği objektif konulara gelince bu hususta aralarında bir ihtilâf yoktur. Çünkü bunlar apaçık görülüyordu. Müslümanları buna Allah teşvik etmişti. Doğuda ve batıda bu lunan müslümanlar frenklerin ba şardıkları bu ilimlerin hepsini okusunlar. Bu ilimler enfüsî ve âfâkî ilimlerdir. O zaman göreceklerdir ki; müslümanların şer'i konularda aralarındaki ihtilâf, müttefik olduklarına nisbetle çok azdır. Ben tüm müslümanlan buna çağırıyorum. Doğru yola hidâyet eden ise Allah'tır. Geçmiş bilginlerimiz bu hususu kitaplarında açıklamışlardır. Ama müslümanlar gaflet içerisinde gerçekleri unutmuşlardır. İçlerinden bir bilgin çıksın ve kendilerine çiçekteki güzelliği, aydaki parlaklığı, bitkide ki hârikayı, tıptaki garîblikleri ve madendeki fevkalâdelikleri göstersin, anlatsın ve bunu devamlı yapsın. 

Sünnî, şiî, zeydî ve diğer islâm fırkalarına mensûb bilginler her şeyden önce mahlûkâta dâir bilgilerin ulvî ve süflî âlemlere ait malûmâtın insan için gıda olduğunu, fıkhî hükümlerden ibaret olan şer'î ilimlerin de ki ömürlerini bu uğurda harcamışlardır deva olduğunu görürler. Gıda olmadan insan nasıl yaşayabilir, anlarlar. İnsana yalnız başına deva verilirse insan mahvolur. Gıdayı her zaman arar, devayı ise ancak sakat olup sıhhatini yitir diği zaman arar. Ey Müslümanlar, gıda ilimlerini öğreniri. Kur'an, her ikisini de teşvik ediyor. Kur'an, gıda ilimlerine deva ilimlerinden daha çok ehemmiyet veriyor. Ama ne oluyor ki, sizlerin Allah'ın buyruğundan kaçın makta olduğunuzu görüyorum. Allah'ın daha sonra emrettiği şeylere, siz daha önce dalmış duruyorsunuz. 

Nitekim Allah Teâlâ bu âyet- i kerîme'de, âlemleri terbiye etmesini ve yaratıklarına rahmetini ibâdet ten önce beyân ediyor, dosd oğru yol olan Sırât - ı Müstakîm'i hidâyetten önce belirtiyor. Ve sanki bu âyet, sizi Allah'ın rahmetlerini etüd etme ye teşvik ediyor. Size kâinattaki sözlerini bilmeyi, Rahmânî âyetlerini öğrenmeyi, hikmet dolu hârikalarını bellemeyi, fıtratın eşsizlikleri ni iz lemeyi, kâinattaki güzellikleri görmeyi, yaptığı şeylerdeki zevkleri tat mayı emrediyor. Allah'a yemîn ederim ki bazı din bilginlerinin, yaratıklardaki hârikaları görmekten kaçınmaları beni çok üzüyor. Ben ister dim ki; gençler, Avrupa'mn tabiat ilimlerine dalsınlar, yaratıklardaki hârikayı çabucak kavrayıversinler. Ne var ki onların geçici görevlere koştuklarını, idarî işlerde çalıştıklarını görüyorum da din âlimlerinden birisinin de kâinat ilimlerine daldığım göremiyorum. Ülkemizde din âlimleri ile kâinat ilimlerini araştıran gençlerin birbirine benzediğini görüyorum. 

Birinciler fıkhı hükümlerle yetiniyorlar, ikinciler de resmî vazifelerle yetiniyorlar. «Ve her grup kendi yanındakiyle sevinmekte dir.» Bu iki gruptan az bir kitle bu söylediğim husu sta büyük bir mer hale kat etmiştir, ama bunlar çok azdır. «Kullarımdan şükredenler çok azdırlar.» Tefsîr el-Menâr, I, 79. Müslümanlar zikrettiğimiz hususu iyice düşünür ve ona göre davranırlarsa hamdleri gerçek mânâda hamd olur. 31 (...) «Ey İslâm ümmeti nasıl oluyor da biz namazımızda Allah'ın âlemlerin Rabbi olduğunu okuyor ve büyük küçük her işte Allah'ın bu Rabb oluşunu ve terbiye edişini bilmiyoruz?... Allah'ın inayeti bir buğday tanesinde nasıl apaçık ortaya çıkıyor? Nice habbeler var ki insan onlarda ilâhî inayeti görüyor. Dikkat edin, insanla hayvan arasındaki fark bu ilimler iledir. Eğer insanlık ekmek yemekten, su içmekten, elbise giymekten ve süslenmekten ibaret olsaydı biz «Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsûstur» demezdik de bizi doyuran, içiren giydiren veya bize mal ve çocuk veren Allah'a mahsûstur derdik. 

Hattâ Allah'ın âlemlerin terbiye edicisi olduğunun söylenmesiyle, san ki bizden her birimizin de düşünen bilginler olması istenmiş gibidir. Yoksa hayvanlar gibi yememiz, böcekler gibi ölmemiz istenmiş değildir. Keza eğer buradaki maksad, Allah'ın sevap verdiği ve iyiliklerle kötülük leri cezalandıran kudret sahibi olduğu belirtilmiş olsaydı, biz de iyilik lerin ve kötülüklerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun derdik. Halbuki Allah, rahmeti geniş, » lûtfu bol olandır. Lütuf ve ihsanları eşsizdir. Allah'ım, ben çabamı islâm ümmetini uyarmaya verdim ve görevimi yerine çetirdim. Senden dileğim bu tefsiri tamamlamakta bana yardım etmen dir.»  «Allah'ın mantık ilmi yoluyla bütün bilgileri kavrama konusunda büyük akıl sahiplerini terbiye edişinin örneği : Biz deriz ki beş duyudan her birisi kendisine yansıyan konularda hüküm verme imkânına sahip değildir. Hüküm veren akıldır. Sözgelimi insan, gün ortasında bir serâb görse bu görüşte yanılan bölge sadece hüküm çıka ran müfekki redir. 

Göz onu su sanmıştır,' ancak müfekkire gücünün, araştırıp duyu, dokunma ve diğer güçlerle mukayese yaptıktan sonra bir hüküm çıkarması gerekir. Tatma duyusu veya dokunma duyusuyla onu tadıp, elleyip su tadı verdiğini anlayınca onun su olduğuna hüküm verir. Aksi takdirde hüküm veremez. Aynı şekilde insan görme gücüyle elma rengine boyanmış kâfurdan yapılmış bir elmaya baksın. Bu bilgi müfekkireye aktarıldığında müfekkire onun tadı, kokusu hakkında elbetteki hüküm veremez. Hüküm vermesi için tatma koklama ve dokunma duyusuyla onu yoklar ve böylece o elma hakkında elmadır veya değildir diye hüküm verebilir. İşte bu Allah'ın akıl sahiplerini terbiye etme sinin bir numûnesidir. (...) 

Dikkat edin, hamd eden kişi, hamd edilenin sıfatlarını d aha iyi bi lirse, hamdinde daha doğru bir yol takîb eder. Hamd edilenin sıfatlarını daha az bildiği takdirde hamdinde daha çok yanlış yapar. Bunun için görüyoruz ki, insanlar bir ölüyü anmak istedikleri veya bir diriyi övmek istedikleri zaman kitaplarda o nun için yazılan övgü ifâdelerini toplarlar ve zikrederler. Kötülemek istedikleri zaman da o kişinin fena davranışlarını incelerler. İşte burada da durum aynıdır. Müslümanlar Allah'ın tabiattaki nizâmını anlayıncaya kadar Allah'a gerçek mânâ da hamdetmesin i bilemezler. Tabiat Allah'ın ilimlerinin, eserlerinin, hârika san'atlarınm meşheridir. 

Ebedî zaman sicilinin kaydedildiği tarih kitabıdır. Müslümanlar Allah'a gerçek mânâda hamdetmek ister iseler bilginleri tabiat nizamını incelesinler, düşünsünler, kâinattaki incelikleri görsünler ve bu hususta okumadık bir ilim, öğrenmedik bir fen bırakmasınlar. İşte o zaman - nasıl milletler kahramanlarını överken, onların faydalandıkları eserlerini zikrederlerse, müslümanlar da çerçek şekliyle o zaman hamd ederler Allah'a. Ve işte o zaman «hamd Allah'a mahsûstur» dediklerinde bu ifâdeleri gerçek olur ve gerçeğe uyar, bir söz olmaktan ibaret kalmaz. Diyebilirsiniz ki, ben şimdi anladım ki Allah'a gerçek mânâda hamdedebilmek için beşerî takatim ölçüsünde Allah'ın nimetl erini bilmem gerekiyormuş. (...) 

Öyleyse bu nimetleri toplayan şey nedir? Derim ki, bütün ilimler, Allah'a hamdin bir toplamıdır. Sana bunları bu tefsirde açıklayacağım. Kur'anm işaret ettiği gerçeklerin hepsi hamdi gerektiren âlemlerin Rabbinin eseridir. Âlemlerin Rabbı.(...) İyi bil ki âlemin, âlem'in cem'i olup Allah'tan başka her şeydir. Âlem iki kısımdır; biri ulvî âlem, diğeri süflî âlem. Ulvî âlem yıldızlar, güneş, ay, gezegenler ve bunların uydularıdır. Bilindiği gibi cevzâ burcundaki güneşlerden birisi bizim güneşimizin 25 milyon katıdır. Onun bizim ışığımıza nisbetle ışığı bir kıvılcımın ışığı gibidir. 

Biliyorsunuz ki güneş yeryüzünden 1 milyon 300 bin kere daha büyüktür. Ondaki parlaklık ve güzellik akılları çelecek şekildedir. Güneş yeryüzüne gönderdiği ışıkla yollan aydınlatır, gözleri açar, canlı resimler onun sayesinde hava üzerinde çizilen biçimde görünür. Güneş ısı yayar, sular akar, bitki biter, canlı ve insan hayat bulur. Yeryüzü su ve güneş sayesinde yemyeşil olur. (...) 

Güneş bir başka güneşin etra fında döner. İçice daireler aklı durdurup fikri bıktırmcaya kadar döner durur. Bunları sadece frenklerin ilminden öğreniyoruz. Onlar diyorlar ki; öbür güneşler bizim güneşimizden çok daha büyük. İşte ulvî âlem le ilgili sözümüzün özeti bunlar. Süflî âlem ise; denizde bulunan canlılar, yeryüzünde bulunan maden, bitki, hayvan ve insanlardır. Bugün bilginler denizler âlemi için onun gizliliklerini öğrenmek üzere apayrı bir ilim kurmuşlardır. Okuduğumuza göre onlar millerce derinlikle rde yaşayan, karanlıklarda' yüzen deniz hayvanlarını keşfetmişler. 

Gittiği zaman çevresini aydınlatan, ışık saçan canlıları ortaya çıkarmışlardır. (.. .) Bitkiler âlemi de süflî âle min bir parçasıdır. Botanik adı verilen bir ilim sayesinde onun da çeşitleri, değişiklikleri, şekilleri, renkleri ve tatları öğrenilir. Hayvanlar âle mi de süflî âlemin bir parçasıdır, onunla ilgilenen Zooloji adını taşıyan bir ilim vardır. Bu sayede hayvanların çeşit leri, türleri, cinsleri, karada yaşayanları, havada uçanları, denizde yüze nleri tesbît edilir. (...) 

İşte âlemler lâfzının ihtiva ettiği ulvî ve süflî âlem bunlardır. Bunların hepsini yetiştiren, eğiten, tamamlayan Allah'tır. Şunu müslümanlar iyi bilsinler ki; ilimlerin hepsini öğrenip teferruatını bilmedikçe, insanların o ndan faydalandıkları gibi bu ilimlerden faydalanmadıkça, doğuda batıda müslümanlar hiç bir şekilde Allah'a hakkıylaTantâvî Cevheri, Tefsir el-Cevâhir I, 7 - 8. 32 Tantâvî Cevheri, Tefsir el-Cevâhir, I, 9. hamd edemezler ve hakkıyla şükredemezler. 

Ama bu âlemleri ve bu âlemlerdeki güzelliği bilmeden «elhamdülillah» dedikleri takdirde bilsinler ki; hamdleri söz den ibarettir, şükürleri görüntüden ö teye geçmez.» Din Günü: «Din gününün mâlikidir.» Kurrâ'nm bir kısmı “Meliki Yevmiddin” şeklinde okumuş, bir kısmı da “Mâliki” şeklinde okumuştur. 
Ebubekr İbn Ebu Dâvûd bu konuda garîb bir şey nakleder ve şöyle der: Biz Abdurrahmân el-Azremî. ... 
İbn Şihâb'dan nakleder ki ona şu haber ulaşmıştır: «Resûlullah (s.a.), Ebubekir, Osman, Muâviye, onun oğlu Yezîd bu âyet-i kerîmeyi “Mâliki Yevmiddin” şeklinde okumaktaydılar. İbn Şihâb der ki; melik şeklini ilk ihdas eden Mervân'dır. Ben dedim ki, (İbn Kesîr) Mervân'ın yanında, okuduğunun doğruluğunu gösterecek bir bilgi olmalıdır ki İbn Şihâb buna muttali olmamıştır. 

Şüphesiz ki en doğrusunu Allah bilir. Müteaddit tarîklerle vârid old uğuna göre İbn Mer dûyeh Rasûlullah (s.a.) 'in “Mâliki Yevmiddin” şeklinde okuduğunu nakletmiştir. Bu radaki mâlik milk kelimesinden al ınmıştır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Şüphe yok ki bütün yeryüzüne ve üzerinde bulunanlara biz vâris olacağız. Ve onlar bize döndürü leceklerdir.» (Meryem, 40). «De ki: «İnsanların Rabbına sığınırım. İnsanların mâlikine.» (Nâs, 1 -2). Melik kelimesi ise, mülk kelimesinden alınmıştır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur : «O gün onlar ortaya çıkarlar. 

Hiçbir şeyleri Allah'a gizli kalmaz. « Kimindir bugün mülk? Vahîd, Kahhâr olan Allah'ındır.» (Gafir, 16). «O'dur, gökleri ve yeri hak ile yaratan, O'nun «ol» dediği gün hemen olur. O'nun sözü haktır. Sûr'a üfürüleceği günde mülk O'nundur. Görülmeyeni de görüleni de bilir. Ve O, Hakîm'dir. Habîrdir.» «O günde mülk ve tasarruf, Hakk olan Allah Teâlâ'ya mahsûstur. Kâfirler için ise çok güç bir gündür.» (Furkân, 26). 

Mülkün kıyamet gününe tahsisi; diğer günlerden onu nefyetmez. Zira daha önce Allah'ın âlemlerin Rabbi olduğu haberi geçmişti ve bu, dünya ve âhirete şâmil idi. Mülkün kıyamet gününe izafe edilmesinin sebebi o gün hiç bir kimsenin bir şey söyliyememesi ve Allah'ın izin verdiklerinden başkasının konuşamamasından dolayıdır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur : «O gün rûh ve melekler saf hal inde duracaklardır. Rahmân'ın izin verdiğinden başkaları konuşamazlar. O da ancak doğruyu söyler. İşte bu, hak gündür. 

Dileyen Rabbine (götürülecek) bir yol edinsin.» (Ne -be', 38-39). «O gün hiç bir tarafa sapmadan o davetçiye uyacaklardır. Sesler Rahmân'ın heybetinden kısılmıştır ve sen fısıltıdan başka bir şey işit mezsin. (Tâhâ, 108). «O gün gelince Allah'ın izni olmadan kimse konuşamaz. Onlardan kimisi bedbaht, kimisi de bahtiyardır.» (Hûd, 105). Dahhâk der ki; İbn Abbâs «Din gününün mâliki» ifadesinin o günde Allah'tan başka hiç kimse mülk sahibi değildir, dünyadaki gibi mülk - ier bulunmayacaktır, demek olduğunu nakleder. Din günü mahlûkâtm hesâb verdiği gündür ki bu kıyamet günüdür. Kıyamet gününde amelle - nyle insanlar cezalandırılırlar. Eğer amelleri hayır ise, o gün de hayır^ dır, eğer şer ise o gün de serdir. 

Ancak Allah'ın o gün affettikleri müstesnadır. İbn Abbâs'tan başka, sahabe, tabiîn ve selef - i sâlihîn'den başka birçokları da bu şekilde, söylemişlerdir ki zahir olan da budur. İbn Cerîr geçmişlerin bazılarından nakleder ki onlar; din gününün mâliki ifâdesini tefsir ederken kıyamet gününü ikâme etmeye kadirdir şeklinde tefsir etmişlerdir. Zahire bakılacak olursa bu sözde bir çelişki yoktur. Her iki kavil de birbirini kabul ve itiraf eder. Ancak birinci ifâ de bundan daha çok gerçeğe delâlet etmektedir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur : «O günde mülk ve tasarruf, hakk olan Allah Teâlâ'ya mahsûstur. Kâfirler için ise çok güç bir gündür.» (Furkân, 26). İkinci söz ise şu âyetteki kavl -i celîl'e b enzer : «O'nun emri bir şeyi murâd ettiği zaman, sadece o'na «ol» demektir. O da oluverir.» (Yasın, 82). 

İbn Kesîr Tefsîr'inin Mısır baskısında ayrıca şu ilâve görülüyor : Bazı kurrâ “Mâliki Yevmiddin” şeklinde okurken diğer bazıları “Meliki Yevmiddin” şeklinde okurlar. Her iki okuyuş da sahihtir ve kırâet -i seb'a'da mevcuttur. Lâm'ın kesresi ve sükûnuyla melk ve melik şeklinde okunduğu gibi uzatılarak mâlik şeklinde de okunur. Nâfî, kâf in kesresini işba ederek okumuştur. Kırâetlerin her i kisini de mânâ ba kımından tercih edenler bulunmuştur ve her iki şekil de sahihtir. Zâ - mahşerî Meliki şeklinde okumayı Haremeyn - i Şerîfeyn'in kırâeti olması nedeniyle tercih etmiştir. Ebu Hanîfe'den nakledildiğine göre, O da melk şeklinde okumuştur. Fail ve mef'ûl şekli mevcûd ise bu cidden garîb ve şazdır. Din günü konusunda Reşid Rızâ diyor ki: «Bir kişi sorabilir ki : Bütün günler ceza günü değil midir ve insanların bu hayatta karşılaştıkları acı ve sıkıntılar, 33 Tantâvî Cevheri, Tefsîr el-Cevâhir, I, 12 -15. 34 Ebu’l- Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/90 -92 hakların yerine ge tirilmesinde ve görevle rin îfâsındaki aşırılıkların sonucu değil midir? Cevap olarak denilir ki : Biz hayatta bazan yaptıklarımızın cezasını görürüz, bazan da görmeyiz. Bazan ceza topluma nisbet ile tam olarak or taya çıkar, ancak fertlerin hayatına nisbetle tam olarak ortaya çıkmaz. Şüphesiz ki bir millet Allah'ın dosdoğru yolundan sapacak olur ve Al lah'ın yaratıkları için koyduğu İlâhî kanunlara uymayacak olursa mu hakkak o millet hak .ettiği cezaya çarptırılır. 

Bu ceza fakirlik, zillet, güç ve kudretin, şeref ve haysiyetin yitirilmesi şeklinde olabilir. Fertle re gelince biz ömürlerini şehvet ve lezzetlere boğularak geçiren pek çok azgın zâlimleri görürüz. Evet onların da vicdanları zaman zaman kendilerini uyarır. Bazı musibetlerden emîn olamazlar, mallarına ve mülk lerine eksiklikler isabet eder, vücûdları cezalara düçâr olur, aklî denge lerini kaybedebilirler. Ancak bütün bunlar onların bazı çirkin amellerini karşılayacak derecede olmaz. Özellikle hükümdarlar ve yöneticilerin kötülüklerinin, fena davranışlarının sıkıntı ve zorluklarını milletler çe ker. Keza kendilerine ve başkalarına iyi davranan kişiler görürüz ki, bunların hakları çiğnenir ve davranışlarının karşılığını elde edemezler. Her ne kadar ahlaken dürüst ve yetenekleri bakımından sağlam olurlar sa da hak ettikl eri şeyi elde edemezler. İşte kıyamet gününde her fert yaptığının karşılığını tam olarak elde eder. 

Ve orda kendisine hiçbir şekilde zulmedilmez : «Kim zerre miktarı hayr işlerse onu görür, kim de zerre kadar şer işlerse onu görür.» 35 Allah Teâlâ'nın Rahman ve Rahîm oluşunun zikrini müteakip, derhal O'nun «Din gününün sahibi» olduğu ilâve edilerek, böylece Rahman ve Rahîm sıfatlan, önünde herkesin fiillerinin hesabını vereceği günün unutulmasına yol açmıyacaktır. Her müslüman bilmelidir ki: Allah Te -âlâ s adece Rahman ve Rahîm değil, aynı zamanda Âdildir de. Her şey üzerinde mutlak kudrete sahip bulunması dolayısıyla dilediğini affetmek, dilediğini cezalandırmak, tam olarak O'nun elindedir. Bu sebepten, âkibetimizi hüsr an veya saadete kavuşturmanın tamamıyle O'nun kudretinde bulunduğuna tam olarak itikâd mecburiyeti vardır. 

İbâdet: Yalnız sana ibâdet ederiz ve yalnız Senden yardım di leriz. İbâdet; lüğatta zillet mânâsına gelir. Nitekim Arapçada “” cümleleri zelîl kılınmış, horlanmış anlamlarındadır. Ş er'i ıstılahta ise, sevginin, bağlılığın ve korkunun kemâlini birleştiren bir ifâdedir. “İyyâke” kelimesi mef'ûl olduğu halde öne alınıp fiil olan “Ne’budu” nün sona alınması, - ayrıca “İyyâke” kelimesinin iki kez tekrarlanması; itinâ ve hasr maksadına mebn îdir. Böylece mânâ; hiçbir itimseye ibâdet etmeyiz, ancak sana ibâdet ederiz, hiçbir kimseye da- nmayız ancak Sana dayanırız şeklinde olmaktadır ki bu, bağlılığın son derecesini ifâde eder. Dinin bütünü de bu iki anlamın içinde toplanmaktadır. Nitekim bazı selef bilginleri de Fatiha Kur'an'm sırrıdır, Fâtiha'nın sırrı da “İyyâke na’budu ve iyyâke nestain” âyetidir derler. 

Birinci cümle şirkten uzaklaştırmakta, ikinci cümle her türlü kuvvet ve güçten ay rılarak her şeyi Allah Azze ve Celle'ye dayandırmaktadır. Bu anlam Kur'an'm çeşitli âyet - i celîlelerinde yer alır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Göklerin ve yerin bilinmezlikleri Allah'a aittir. Bütün işler O'na döndürülür. Öyleyse O'na ibâdet et ve O'na güven. Rabbin yaptıklarınızdan habersiz değildir .» (Hûd, 123). «De ki: «Suyunuz yerin dibine batarsa, söyleyin; size kim temiz bir su kaynağı getirebilir?» De ki O, Rahmân'dır, O'na inandık ve O'na tevekkül ettik.» (Mülk, 29 - 30). «Doğunun ve batının Rabbi'dir. O'ndan başka İlâh yoktur. Öyley se O'nu Vekîl edin.» (Müzzemmil, 9). Bu âyet- i kerîmede sözün gâib ifâdesinden muhatap şekline dönüşmesi ve «yalnız Sana» denilmesi konuya son derece uygundur. 

Çünkü başlangıçta Allah'a medh-ü senâ'da bulununca, sanki o kişi Allah'ın huzuruna yaklaşmış ve onun önünde : «Yalnız Sana ibâdet eder ve yalnız Senden yardım dileriz» demektedir. Bu da gösteriyor ki; sûrenin baş tarafı Allah Teâlâ'nın bütün güzel sıfatlarıyla kendi yüce nefsini övgüyle haber verdiğine delâlettir. Kullarını da kendisini böylece öğmeleri konusunda irşâd etmektedir. 

 Onun için (Şafiî mezhebine göre) böyle demeyen kişinin namazı sahîh olmaz. Buhârî ve Müslim'de, Ubâde İbn Sâmit'ten nakledilir ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : «Fâtiha'yı okumayanın namazı caiz değildir.» (Bu Şafiî mezh ebine göredir.) Müslim'in Sahihinde A'lâ İbn Abdurrahman tarikiyle... Ebu Hü -reyre (r.a.) Rasûlullah (s.a.)'dan nakleder ki: «Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur : Ben namazı kulumla kendi aramda ikiye ayırdım, yarısı bana yarısı kulumadır. 

Kul : «Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mah sûstur» deyince ona her istediği verilir ve Allah buyurur ki kulum ba na hamdetti. (Kul) «Rahman ve Râhîm'dir» deyince kulum beni öğdü. Kul «Din gününün sahibidir» deyince, Allah buyurur ki; kulum beni ta'zîm etti. «Yalnız Sana ibâdet eder ve yalnız Sen'den yardım dileriz» deyince bu, benimle kulumun arasındadır. Kuluma istediği verilmiştir. «Bizi doğru yola, kendilerine nîmet vermiş olduklarının yoluna hidâyet et. Gazaba uğramışların, sapıkların yoluna değil» deyince Allah bu yurur ki; bu, kulumun isteğidir ve kulumun istediği kendisinindir.» Dahhâk, İbn Abbâs (r.a.)'dan nakleder ki: «Yalnız Sana ibâdet ederiz» âyetinin tefsiri, «Yalnız Seni bir sayar, Şenden korkar ve yal - mz Senden isteriz ey Rabbimiz, başkalarından değil.» «Ve yalnız Senden yardım dileriz» 35 Reşîd Rızâ, Tefsir el -Menâr, I, 54 - 55. 36 Bekir Karlığa, Bedreddin Çetiner, Hadislerle Kur’an - ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/93. âyetinin tefsiri de, «Sana ibâdette ve bizim kendi işimizde yalnız Senden yardım isteriz» demektir. 

 Katâde der ki: «Yalnız Sana ibâdet eder ve yalnız Senden yardım dileriz» âyetinin tefsiri şöyledir: Allah Teâlâ size yalnız Ona ihlâsla ibâdet etmenizi ve her işte kendisinden yardım dilemenizi emretmektedir. Önce «yalnız sana ibâdet eder» buyurulup da «yalnız senden yardım dileriz» cümlesinin sonra zikredilmesi şu sebeptendir. İbâdette asıl maksad; Allah Teâlâ'dır. Yardım dileme ise O'na tevessül etme, saygı göstermedir. Bunun için önemli olan, daha az önemli olana takdim edi lir. Burada mühim olan Allah'tır. 

En doğrusunu Allah bilir. İZAHI İbn Kesir tefsirinin Mısır baskısında ayrıca şöyle bir ilâve bulunmaktadır : Denilirse ki, “İyyâke na’budu ve iyyâke nestain” deki nûn'ların anlamı nedir? Eğer cem' içinse sebep aynıdır, eğer ta'zîb içinse buraya uygun düş mez. Buna şöyle cevap verilmiştir : Burada kasdolunan kullar cinsinin haber verilmesidir. Namaz kılan kişi kullarda n bir ferddir, özellikle top lu namazda ise veya cemaatın imâmı durumunda ise o kendi nefsinin ve mü'min kardeşlerinin yaradılış gayelerini teşkil eden ibâdetlerini haber vermektedir. Ve İmâm, mü'min kardeşlerine tavassut etmekte dir. Bazıları da derler ki nûnun ta'zîm için olması caizdir. 
Sanki kul., şöyle denilmektedir. Sen ibâdetin çerçevesi içerisine girdiğin için yüce bir kişisin, mevkiin geniştir onun için: «Yalnız sana ibâdet eder ve yal nız Senden yardım dileriz» de. Eğer ibâdetin dışında ise biz cümlesini kullanma, istersen yüzbinlerce kişi arasında ol, çünkü hepsi de Allah Azze ve Celle'ye muhtaçtır ve O'na dayanmak zorundadırlar. Kimileri de derler ki, «yalnız sana ibâdet ederiz» ifâdesi tevazu bakımından «yalnız sana ibâdet ettik» ifadesinden da ha lalîftir. 

Çünkü ikinci ifâdede kişinin yalnız kendisinin hakkıyla ona ibâdet edemiyece - ği ve hiçbir kimsenin lâyık olduğu şekilde kendisini övemeyeceği, Allah'a ibâdet için yalnız kendini ehil kılmak durumu sözkonusu olduğundan, kişinin kendi nefsine ta'zîmi bahis mevzudur. İbâdet yüce bir makamdır. Kul, Allah Teâlâ'nın huzuruna intisabı nedeniyle ibâdet makamında en üstün şerefe nail olur. 

Nitekim Allah Teâlâ Peygamberini; kitabını indirdiği, dâvası için harekete geçtiği ve kendi katına yücelterek mi' râcına nail kıldığı zamanda dahi kendi kulu olarak nitelendirmiştir. Peygamberin muhalifleri O'nu yalanladıklarında Peygamberin üzülmesi halinde O'na ibâdete kalkmasını öğütlemektedir. Râzî tefsirinde, bazı kimselerden naklederek der ki: Ubudiyet ma ka mı, risâlet makamından daha üstündür. Çünkü ibâdet halktan hak ka doğru çıkar risâlet ise Hakktan halka doğru iner. (Râzî der ki) Hem Allah, kullarının menfaatini gözetler, 

Rasûl ise ümmetinin menfaatini gözetir. Bu söz yanlıştır. Sözün yöneltildiği husus ta zayıftır. Râzî tefsirinde bu söze karşı çıkmamış veya zayıf olduğunu belirtmemiştir. Bazı sûfîler de derler ki: İbâdet; ya bir sevabın elde edilmesi veya bir cezanın durdurulması için yapılır. Bu önemli değildir. Çünkü maksad kasdedilenin elde edilmesidir. Ya da Allah Teâlâ'nın emirlerinin yüceltilmesi için ibâdet edilir ki bu da zayıf bir tarzdır. En yüce olan kemâl sıfatıyla muttasıf Allah'ın mukaddes zâtına ibâdet edilmesi şeklidir. Bunun için namaz kılan kişi, Allah için namaz kılıyorum der. Eğer maksadı sevâb elde etmek ve cezayı durdurmak olsaydı, namaz bâtıl olurdu. Ancak bu görüşe başkaları şöyle karşılık vermişlerdir : İbâ - detin Allah Azze ve Celle için olması O'nun beraberinde sevabı getirmesi veya azabı def'etmesiyle çelişik değildir. Nitekim aynı şekilde bir bedevî arap şöyle der : «Ben ne senin dediğin gibi güzel söyleyebiliyorum ne de Muâz'ın. Sadece Allah'ın Cennet'ini istiyorum ve Cehennem'inden O'na sığmıyorum. 

Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu : «İşte biz de bunun etrafında konuşuyoruz.» Hak Teâlâ hamde müstahak olduğunu belirttikten ve kendisini diğer zâtlardan ayıran büyük nitelikleriyle tavsif ettikten ve bu sıfatın belirli bir malûma taalluk eden bir ilim olduğunu zikrettikten sonra, bunun ile muhâtab kılmıyor: «Ey sânı bu olan Allah, ibâdet ve yardım dilemeyi yalnız sana tahsis ederiz» deniyor. Böylece tahsisin en ince delâleti ifâde ediliyor. 

Görülmiyenden görülene intikâl ediliyor ve bilinen; gözle görülür oluyor, düşünülen müşahede edilir hale geliyor, gâib hâzıra dönüşüyor. Sözün başlangıcı; arifin, zikir, fikir ve esmâ -i ilâhiye- yi düşünüp onun âyetlerini görmek, yaptıklarından şanının yüceliğine, saltanatının parlaklığına delil getirmek konusundaki halinin başlangıcına bina edilmektedir. Sonra da arifin hâlinin neticesine bağlanmaktadır. Bu merhalede o, vuslat denizine dalmakta, müşâhade ehlinden ol makta, ayan beyân onu görmekte ve kendisine yalvarmaktadır. Dudaklarıyla ondan yardım istemektedir. Allah'ım bizi eserini duyanlardan değil, gözle vâsıl olanlardan kıl. 

 Araplarda söz sanatı olarak bu tür davranmak bir gelenektir. Bu üslûptan diğerine geçmek onu bırakarak işiteni güçlendirmek gayesine mebnîdir. Bu yüzden hitâb hâzırdan gaibe, gâibten hâzıra döndürülür.» İstiâne yardım dilemedir. Bu ya zarurî olur, ya da olmaz. Zarurî yardım dileme fiilinin kendisi olmadan gerçekleşmeyenidir. Failin düşü - nüp güç yetirmesi gibi. 
Bir âlet ve o âletin işlediği maddenin hâsıl olması gibi. Bu ikisi birleştiğinde kişi güç yetirme niteliğine sahip olur ve bir fiil ile mükellef olması sahih olur. 

FATİHA SURESİNİN AÇIKLAMASI ÜÇÜNCÜ BÖLÜM


FATİHA SURESİNİN AÇIKLAMASI ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Rahman ve Rahim
Rahman ve Rahim ismi rahmet kökünden mübalağa vezninde türemiştir. 
Rahman ismi Rahîm isminden daha mübalağalıdır. 
İbn Ce - rîr Taberî bu konuda ittifak edilen görüşü şöylece özetlemektedir : Seleften gelen bazı tefsirde îsâ (a.s.)ya dayanan ve yukardaki şekle de* lâlet eden bir rivayet vardır. Şöyle k i: îsâ (a.s.),
 «Rahman; dünya ve âhirette fazla esirgeyici, 
Rahîm ise yalnızca âhirette esirgeyici anlamı - nadır» demiştir. 
Bazıları ise bu' isimlerin türetilmemiş olduğu kanaa - tındadırlar. 
Zira türemiş olsaydı rahmet edilenin zikriyle birleştirilmezdi. 
 Nitekim âyet-i Kerîme'de «O mü'minler için Rahîm'dir» buyu rulmuştur. 
 İbn Cerîr der ki, bize Şerri İbn Yahya el -Temimî, Azremî'nin söy le dediğini bildirir. Rahman ve Rahîm derken; 
Rahman tüm yaratıklara 
Rahîm ise mü'minlere merhamet eden anlamınadır. 
Denilir ki bunun için Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur : 
 «Gökleri yeri ve ikisinin arasındakleri altı günde yaratan, sonra da arşa hükmeden Rahmân'dır. Bunu, haberdâr olana sor» (Fürkan, 59) 
«O Rahman arşı istilâ etti.» (Tâhâ, 5). 
 İstiva kelimesinin Rahman ismiyle zikri, rahmetini bütün yaratıklarına yaygınlaştırmak içindir. 
Yine : «Ve o mü'minler için Rahîm olan dır». (Ahzâb, 43) buyurmuştur ki burada Rahîm ismini mü'minlere tahsis etmiştir. 
Derler ki, bu da gösteriyor ki Rahman rahmet bakımından daha çok mübalâğadır. Çünkü her iki dünyada tüm mahlûkâta rahmet eden anlamına gelir. 
Rahîm ise, mü'minlere hâstır. Lâkin me'sûr olan duada dünya ve âhiretin Rahmanı ve Râhîmi diye zikredilmiştir. 
 Allah Teâlâ'mn Rahman ismi yalnız O'na mahsûstur ve O'nunla başkası isimlendirilmemiştir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur : «De ki: «İster Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini derseniz deyin en güzel isimler O'nun içindir. Namazında sesini yükseltme de gizleme de. İkisi arasında bir yol bul.» (İsrâ, 110). 

Bazıları derler ki; Rahîm, Rahmân'dan daha çok mübalağa ifade eder. Çünkü o Rahman lafzını te'kîd için gelmiştir. Te'kîd eden te'kîd edilenden daha kuvvetli olmalıdır. Ona cevap olarak denilir ki, burada te'kîd babında değil sıfat babında zikredilmiştir. 

Binâenaleyh zikredilen husus söz konusu değildir. Şu halde Allah'ın başka hiçbir kimseye verilmeyen ismi celâlinin önce söylenip ardından Rahman sıfatıyla tavsif edilmesi onun Rahman sıfatıyla başkasına isim olarak verilmesini önler. 
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyur ur : «De ki ister Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini derseniz deyin en güzel isimler O'nun içindir.» (İsrâ, 110). 
Yemâme'li Müseyleme bu konuda azgınlık yapınca kendisine sapıklardan başka kimse uymamış ve o haddi aşmıştır. 

 Râhîm sıfatına gelince, Allah bu sıfatı kendinden başkaları için de kullanmıştır : «Andolsun ki, size kendinizden bir peygamber gelmiştir ki, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelir, sizin üzerinize düşkündür, mü'minlere Rauf ve Rahîm'dir.» (Tevbe, 128). 
Kendinden başkalarım diğer isimlerinden bir kısmıyla tevsif ettiği de vâriddir. 
Nitekim şöyle buyurur: «Biz insanı katışık bir damla sudan yaratmışızdır. Onu deneriz. Bu yüzden onu işitici ve görücü yaptık.» (İnsan, 2). 
Hâsılı kelâm, Allah Teâlâ'nın isimlerinden bir kısmı başkalarına verilebilir, bir kısmı verilemez. 
Bu verilemiyenler arasmda Allah, Rahman, Halik, Râzık (...) Ve benzeri isimler yer alır. Bunun için her şeye Allah'ın adıyla başlanır ve Rahman sıfatıyla devam edilir. 
Zira Rahman Rahîm'den daha özel ve daha çok bilinenidir. 
Çünkü isim önce en saygıya değer isimlerle başlar ve bu yüzden en özel olan isimler kullanılmıştır. Denilirse ki: Rahman ismi mübalağa bakımdan, Rahîm'den daha fazla olduğuna göre, sadece Rahmân'la yetinilip Rahîm söylenmezse olmaz mıydı? 

Horasanlı Atâ'dan (aşağı yukarı) şu anlamda bir ifâde rivayet edilir : 
Eğer Rahman lafzıyla Allah'tan başkası da adlandırılacak olursa, bunun Allah olması vehmini bütünüyle ortadan kaldırmak için Rahîm lafzı da getirilmiştir. 
Çünkü Allah'dan başkası Rahman ve Rahîm lafzıyla nitelendirilemez. İbn Cerîr de Atâ'dan aynı şekilde rivayet eder. Şüphesiz ki, en doğruyu Allah bilir. Bazılarının kanâatına göre araplar Rahman lafzını bilmezlerdi. Onun için Allah Teâlâ onlara reddiye makamında şöyle buyurmuştur : «D e ki: «İster Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini derseniz deyin en güzel isimler O'nun içindir. Namazında sesini yükseltme de gizleme de. İkisi arasında Dir yol bul.» (İsrâ, 110). 

 Bu sebeple Kureyşli kâfirler Hudeybiye Muahedesinin imzalandığı gün Rasûlullah (s.a.) Hz. Ali (r.a.) ye «Rahman ve Rahîm olan Allah' ın adıyla» şeklinde yazmasını buyurunca; müşrikler «biz ne Rahman’ı ve ne de Rahîm'i tanırız» dediler. 

Bu olayı Buhârî de nakleder. Bazı rivâyetlerde ise şöyle dediler: «Biz Rahman diye bir şey tanımıyoruz, sadece Yemâme'nin Rahmân'ını tanıyoruz. Allah Teâlâ buna karşılık şöyle buyurdu : «Onlara : «Rahmân'a secde edin» denildiği zaman, Rahman da nedir? Senin bize emredegeldiğine mi secde edeceğiz» derler. 

Ve bu onların nefretini artırır.» (Furkân 60). Anlaşılan odur ki müşriklerin bu inkârı inâd, direnme ve küfürde İsrardan başka bir şey değildir. Zira câhiliyet devri Arap şiirinde Allah Teâlâ'ya Rahman adının verildiği görülmektedir. İbn Cerîr Taberî der ki; bize Ebu Küreyb... Abdullah İbn Abbâs'tan nakletti ki şöyle demiş : Rahman fa'lân vezninde olup rahmet kökünden gelmektedir. Bu Arapların kullandıkları sözler arasında vardır. 
Ve dedi ki, “Er-Rahmani’r-Rahim” sevdiğine yumuşaklık, sevgi ve rıfk ile muamele ederek rahmet eder. Kızdığı kimseye karşı da rahmetten uzak davranır. 
O'nun bütün isimleri bu şekilde dir. 
Yine İbn Cerîr der ki; bize Muhammed İbn Beşşâr Hasan'dan nakletti ki o şöyle demiş «Rahman ismi başkası için memnû'dur.» İbn Ebû Hatim Hasan'dan nakletti ki o şöyle demiş: Rahman insanların edinebilecekleri bir isim değildir. 

Çünkü o Yüce ve Mübarek zât'ın adıdır. Rahman ve Rahîm sıfatlan ile Fatiha konusunda merhum Reşid Rızâ der ki: Ümmü Seleme'nin hadîsinde zikredilir ki Rasûlullah (s.a.) Fatiha sûresini okurken her harfi keserek okurmuş. Bu sebeple bazıları ayni şekilde okumuşlardır ki bunlar bir gruptur. Bir kısmı ise vaslederek okumuşlardır. Rahîm'in mîmi, iki sakini birleştirdiği için kesre olarak okunmuştur ki bunlar cumhuru teşkil ederler. 

Kisâî ise Kûfe'lil erden naklederek mîmi üstün ve hemzeyi vaslederek okuduklarını söylemiştir. Hemzenin harekesini teslîm ettikten sonra mîme nakletmişlerdir. İbn Atâ der ki, bu benim bildiğim hiçbir kırâette yoktur. 
 İbn el : Enbârî, Zahîre'de Müberrad'den nakleder ki Rahman Arapça değil İbranca bir isimdir. Ebu İshâk el -Zeccâc «Maânî el- Kur'an» adlı eserinde (der k i) Ahmed İbn Yahya, Rahman kelimesinin arapça, Rahîm kelimesinin ibranice olduğunu söylemiştir. Bunun için de ikisi birleştirilmiştir der. Ebu İshâk bu sözün, rağbet edilmeyen bir görüş olduğunu belirtir. 

Kurtubî der ki; Rahman kelimesinin türetilmiş olduğunun delili Tirmizî'nin tahrîc ettiği ve sahîh kabul ettiği Abdurrahmân İbn Avf (r.a.)'dan nakledilen hadîs - i şeriftir. O, Rasûlullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu işitmiştir: «Allah Teâlâ der ki; Ben Rahmân'ım, Rahîm'i yarattım ve ona kendi adımdan bir ad eşleştirdim. Binâenaleyh sıla -i Ra hîm yapanlara Ben de sıla yaparım, sıla -i rahmi kesenleri Ben de keserim.» Kurtubî diyor ki; Arapların Rahman ismini reddetmeleri; Allah'ı bilmemeleri ve O'na gereken saygıyı duymamalarındandır. Sonra şöyle devam ediyor: Denilir ki Rahman ve Rahîm “Fa’lan ve Fail” şeklinde aynı mânâyadır. Bunu söyleyen Ebu Übeyd'dir. Denilir ki, Fa'lân vez- niyle fail vezninin yapısı aym değildir. Çünkü fa'lân vezni fiilin müba lağası için kullanılır. Fail vezni ise bazan fail bazan da mef'ul mânâsı na gelir. Ebu Ali el-Fârisî der ki: Rahman Teâlâ'ya mahsûs olup, tüm rah met türlerini içine alan umûmî bir addır. Rahîm ise mü'minler için sözkonusu olur. Nitekim Allah Teâlâ : «Ve o mü'minler için rahîm olan dır» buyurur. İbn Abbâs der ki: Rahman ve Rahîm birbirine çok yakın iki isimdir. Biri diğerinden daha çok rahmet sahibi anlamına gelir. Sonra Hattâbî'den ve diğerlerinden nakledilir ki onlar bü sıfat konusunda müşkilpesend olmuşlardır ve öyle sanıyoruz ki daha çok yumuşaklık anlamına gelir demişlerdir. Nitekim hadîste : «Allah yumuşaktır, bütün işlerde yumuşaklığı sever. Ve o baskı ile vermeyeceğini yumuşaklıkla verir.» buyurulmuştur. İbn el -Mübârek ise, Rahman isteyince veren, Rahîm ise, istenmeyin ce kızan anlamınadır, der. İşte, Allah Teâlâ Rahman ve Rahîm olduğunu bize öğreterek kalbimizi kendine çekmektedir. Ancak kullarından hepsi bu lûtfun şuuruna ermekte midirler ki istenilen şekilde kendi lerini cezbeye teslim ede bilsinler. İçinizden doğru ve eğri demeden istediği gibi yola gidenler yok mu? İşte bunun için Hakk Teâlâ rahmetini zikrettikten sonra ceza ve din gününü zikretmektedir ve bize kullarının amellerine göre cezalandırılıp değerlendirileceğini öğretmektedir. Kullarına rahmetinin sonucu olarak O insanları teşvik ve korkutma gibi iki eğitim metoduyla terbiye etmektedir.» 21 «Rahman» ve «Rahîm» kelimelerinin aynı manâya geldiklerini belirten Şeyh Muhammed Abduh der ki: «Ben, bir müslüm amn gerek kendi kendine, gerekse diliyle «Kur'an' da. kendisinin müstakil bir mânâsı olmaksızın başka bir kelimeyi te'kid sadedinde gelen bir kelime olduğunu» söylemesinin dahi doğru olma - dığı kanaatindeyim. Belirli bir mânâsı olmayan bir harf dahi Kur'an' da vârid.olmamıştır.» Cumhûr'a göre Rahman «Büyük nimetler veren», Rahim ise «İnce, dakîk nimetler veren» anlamındadır. Bazıları da şöyle demişlerdir : «Rahman, hem kâfirlere hem de başkalarına —umumî olarak— nîmet veren Rahim ise sadece mü'minlere nimet ler veren anlamlarına gelmektedir.» Bütün bunlar, filolojide yeralan «kelimenin yapısındaki harf fazlalığı, mânâdaki fazlalığa işarettir.» kaidesine dayanmaktadır. Ancak kelimedeki harf sayısının fazlalığı sıfatta bir ziyadeliği gerektirir. Me selâ, «Rahman» kelimesinin sîgası verilen ihsandaki fazlalığa işaret etmektedir. İhsan ister büyük, isterse dakîk olsun. Ama bunda «harfi çok olan lafzın delâlet ettiği ihsanın bölümleri -fertlerinin- harf sayısı daha az olan lâfzın delâlet ettiği ihsanın bölümlerinin daha büyük olması kastedilmemektedir. «Rahman» kelimesi «genel ihsanları, nimetleri ve ren» mânâsındadır diyen doğru anlama yaklaşmışsa da sefer «Ra -hîm» kelimesinin medlulünü mü'minlere tahsis etmek suretiyle hatâ etmiştir. (...) Sonra kendi görüşünü şöyle açıklar : «Biz de diyoruz ki: «Rahman» lâfzı fiilî bir sıfat olup «fa'âl» kelimesinde olduğu gibi mübalâğa mânâsı vardır. 20 Ebu’l- Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an - ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/64 -66. 21 el-Menâr I, 55


Kur'an, insanların sıfatlarına benzemekten münezzeh olan Allah'ın sıfatlarını anlatırken dahi Arap dilinin belâğatlı üslûbunu bırakmamıştır. «Rahman» lâfzı fiilen rahmet izleri —ki bu da ihsan ve nimetleri bol bol vermektir— kendisinden sâdır olan kimseye delâlet etmektedir. «Rahîm» kelimesi ise bu ihsan ve rahmetin kaynağına — menşeine — işaret etmektedir. Bu mânâda ve her ikisinin de Allah' ın sıfatlarından olması hasebiyle birisi diğerinden bizi müstağni kıla maz ve ikincisi birinciyi kuvvetlendirme —te'kîd— için de gelmiş ola maz. Zira Arap Allah'ın «Rahman» sıfatını duyduğu zaman; bundan Allah'ın, bilfiil nimetleri veren olduğunu anlar. Ancak «Rahmet» in onun dâimi ve zâtına vâcib sıfatlardan olduğuna itikâd etmez. Zira fiil —nî met verme işi — bazan kesilebilir. Arızî olduğuna göre de lâzım ve sabit bir sıfattan neş'et etmiş olamaz. Ancak «Rahîm» lafzını — sıfatını — işittiği zaman Allah'ın zâtına uygun düşecek ve O'nun razı olacağı bir şekilde inancı kemâle ermiş olur. 22 Hamd: - Hamd, âlemlerin Rabbı Allah'a mahsûstur. Ebu Ca'fer İbn Cerîr Taberî derki; «hamd» in mânâsı, şükrün sadece Allah'a mahsûs olması ve Onun dışı nda tapınılan hiçbir şeye, yaratıklarından hiç birisine şükredilmemesidir. Çünkü Allah, kullarına sayıya gelmeyecek ve sayısı kavranılamıyacak kadar nimetler ihsan etmiştir. Bu nimetleri O'ndan başka kimse bilmez. Kendisine itaat etmeleri için âletleri düzeltmiş, farzlarını yerine getirmeleri için mükelleflerin vücûd ve organlarını takviye etmiş, kendilerine dünyada geniş rızıklar ihsan etmiş, hak etmedikleri halde dünya hayatını nîmet ve gıdalarla gıdalandırmış, ebedî nimetler yurdunda sürekli olarak karâr kılmalarını sağlıyacak sebepleri önlerine sererek onları uyarmıştır. Bütün bunlardan dolayı başta da sonda da hamd Rabbımıza mahsûstur. İbn Cerîr : «Elhamdülillah» sözü Allah'ın, güzel isimleriyle ve yüce sıfatlarıyla övülmesidir. Allah'a şükür is e nîmet ve ihsanlarıyla övül - mesidir. Sonra bu görüşü reddederek hülâsatan şöyle der : Arap dilini silenlerin tümü hamd ve şükür kelimelerinin birbirinin yerine kullanıldığını görürler. İbn Cerîr'in iddiası üzerinde düşünülmesi gerekir. Çünkü daha sonraki bilginlerden birçoğu tarafından meşhur olan ka -nâata göre hamd; hamd edilene lâzım ve müteaddî olan sıfatlarla övgüdür. Şükür ise ancak müteaddî sıfatlarla olabilen bir sözdür ve bu; dille, gönülle ve erkânla olur. Lâkin bilginler hamd veya şükür sözle ri nden hangisinin daha genel olduğunda ihtilaflıdırlar. Gerçek odur ki aralarında umumiyet ve hususiyet bakımından iki görüş vardır. Şöy -leki; hamd, şükürden daha geneldir. Çünkü o, hem lâzım, hem de müteaddî sıfatlarla kullanılır. Siz, bir kişinin biniciliğine hamdettim, cö mertliğine hamdettim diyebilirsiniz, şükür ise daha özeldir çünkü o ancak sözle olabilir. Şükür; kaville, fiille ve niyetle olması hasebiyle daha geneldir. Daha önce de geçtiği gibi müteaddî sıfatlarla olması ne -deniyle de daha özeldir, çünkü bir kişiye biniciliğinden dolayı şükrettim denmez de cömertliğinden ve ihsanından dolayı şükrettim denir. Bu da müteahhirîn bilginlerinden bir kısmının görüşüdür. En doğruyu şüphesiz Allah bilir. Ebu Nasr İsmâîl Hammâd el -Cevheri der ki; Hamd zemm'in tersi dir. Hamd; şükürden daha geneldir. Şükür; ihsan eden kişiye iyiliklerinden dolayı övgüdür. Medh ise hamd'den daha geneldir, çünkü hem canlı, hem ölü, hem de cansız varlıklar için kullanılır. Keza yemek gibi şeyler ile de medh edilir. Ayrıca ihsand an önce ve sonra da medh edilebilir. Keza müteaddi ve lâzım sıfatlarla da medh irad edilir bu yüz den o daha geneldir. 23 Hamd Konusunda Geçmişlerin Görüşleri : . "İbn Ebu Hatim der ki; bana babam... İbn Abbâs (r.a.)'dan nakletti., O demiş ki Hz. Ömer (r.a.) şöyle de di: «Biz Sübhânallah ve lâ ila he illallahın ne demek olduğunu biliyor uz. Elhamdülillah ne demektir?» Hz. Ali buyurmuş ki: «Elhamdülillah kel imesi Allah'ın kendi nefsi için seçtiği bir sözdür.» Başkaları ise Haf s'tan naklen derler ki Hz. Ömer arkadaşlarının yanında Hz. Ali (r.a.)'ye şöyle dedi : «Biz, Lâ ilahe illallah, Sübhânallah ve Allahü Ekber lafızlarının mânâsını biliyoruz, Elhamdülillah ne mânâya gelir?» Hz. Ali şöyle buyurdu: «Elhamdülil lah Allah'ın kendi nefsi için seçtiği, hoşlandığı ve söylenmesini istediği sözdür.» Ali i bn Zeyd... Yûsuf İbn Mihrân'dan nakleder ki; İbn Abbâs şöyle demiş : «Elhamdülillah şükür kelime sidir: Kul elhamdülillah deyin ce, Allah kulum bana şükretti der.» İb n Ebu Hatim de bu rivayeti nak leder. İbn Ebu Hatim ve İbn Cerîr, Bişr İbn İmâre'den naklen... İbn Abbâs'ın şöyle dediğini rivayet ederler. «Elhamdülillah, Allah'a şükürdür, ona boyun eğmektir. O'nun nimetini ikrar ve hidâyetini kabuldür ve buna başlangıçtır.» Kâ'b el-Ahbâr der ki: Elhamdülilla h Allah'a senadır. . Dahhâk der ki: Elhamdülillah, Rahmân'm örtüşüdür. Hadîste de bu şekilde vârid olmuştur. . - ' İbn Cerîr der ki: Bize Saîd İbn Amr... Hakem İbn Ümeyr'den nakletti ki Resûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : «Elhamdülillâhi Rabbi'l Âlemîn» denildiği zaman Allah'a şükretmiş olursun, O da sana (nimetini) artırır. İmâm Ahmed İbn Hanbel, Esved İbn Serî'den rivayet eder ki o şöyle demiş : Ey Allah'ın Resulü, Rabbın Tebâreke ve Teâlâ'yı hamd edeceğin hamdlerle beni ihya eder misin? diye söylediğinde, buyurdu ki: «Bilmez misin Rabbin hamd'i sever.» Bu hadîsi Neseî Ali İbn Hacer ka - naliyle Esved İbn Serî'den nakleder. 22 el-Menâr I, 56-57. 23 Ebu’l- Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an - ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/73 -74. Hafız Ebu İsa el - Tirmizî, Neseî ve İbn Mâce, Musa İbn İbrahim'den... Câbir İbn Abdullah'ın şöyle dediğini nakleder : Resûlulah (s .a.) buyurdu ki; zikrin efdali «Lâ İlahe İllallah»tır. Duânm efdali ise «Elhamdülillah» tır. Tirmizî bu hadîs'in garîb ve hasen olduğunu söyler. Elhamdü'deki eliflâm istiğrak içindir. Çünkü bütün hamd türlerini ve sınıflarını içine alır. Nitekim hadîste şöyle buyurulur : «Allah'ım, bütün hamd sana mahsûstur, bütün mülk senindir, bütün hayırlar senindir ve bütün işler sonunda Sana döndürülür.» 24 İZAHI İbn Kesîr'in Mısır baskısında ayrıca şu bilgiler bulunmaktadır : Kırâet -i Seb'aya göre «elhamdü»nün dal 'ı ötredir. Çünkü mübtedâdır. Süfyân İbn Uyeyne ile Ru'be İbn el - Haccâc derler ki «elhamdü»nün dalı ötre değil üstündür ve bunun başında bir fiil gizlenir. İbn Ebu Leylâ ise lâm'ın ve dâl'in ötre olduğunu söyler. Bu konuda birçok de lil gösterirlerse de de lilleri şazdır. Hasan ve Zeyd İbn Ali ise «elham - dü»nün dâl'ını esre olarak okurlar. İbn Mâce, Enes İbn Mâlik (r.a.)'den nakleder ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : «Allah bir kula bir nîmet lütfedince kul «elhamdülillah» derse, muhakkak ki veren al andan daha üstün olmuş olur.» Kur -tubî tefsirinde ve Nevâdir el- Usûl'de, Enes İbn Mâlik'in Rasûlullah (s.a.)'dan şöyle duyduğunu nakleder: «Eğer bütün dünya pislikleriyle ümmetimden bir kişinin elinde bulunsa, sonra o elhamdülillah dese mu hakkak ki o Elhamdülillah sözü bunların hepsinden daha üstün olurdu.» Kurtubî ve diğerleri derlerki «O'na Allah'a hamdolsun» ifâdesinin ilham edilmesi; verilen bütün dünya nimetlerinden daha çok olurdu. Çünkü hamd'in sevabı yok olmaz, dünyanın nimetleri ise yok olur. İbn Mâce'nin Sünen'inde İbn Ömer'den nakledilir ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : «Allah'm kullarından bir kul demiş ki: Ey Rab - bim hamd Sanadır, vechinin celâline, saltanatının azametine lâyık ol duğu şekilde hamd Sanadır. Kirâmeyn kâtibin adı verilen me lekler bu nu nasıl yazacaklarını bilememişler, Allah'ın huzuruna çıkarak Ey Rab - bimiz bir kulun öyle bir söz söyledi ki onu nasıl yazacağımızı bilmiyo ruz demişler. Allah (c.c.) buyurmuş ki «(O, kulunun ne söylediğini en iyi bilendir.) Kulum ne dedi? Melek ler demişler ki: Ey Rabbimiz o şöyle dedi: Ey Rabbim vechinin celâline, saltanatının azametine yaraşan şekilde hamd Sanadır. Allah (c.c.) buyurmuş ki; onu kulumun dediği gibi yazın, kulumun dediği bana öylece ulaşsın ki ben de kulumu onun la mükâfatlandırayım.» Kurtubî bir gruptan nakleder ki; onlar şöyle demişler: Kulun «Elhamdülillâhi Rabbi'l Âlemin» demesi «Lâ İlahe İllallah» demesinden daha efdaldir. Çünkü birincisi hamd ile beraber tevhidi içerir. Diğer bir grup da «La ilahe illallah»in daha efdal old uğunu söylemiştir. Çünkü o îman ve küfrün arasını ayırır ve insanlar «Lâ İlahe İllallah» deyince ye kadar savaşmak emri vardır. Ve üzerinde ittifak edilen bir hadîste Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmuştur : «Benim ve benden önceki peygam berlerin söylediği en efdal söz «lâ ilahe illallâhu lâ şerîke lehû» sözü dür.» «Âlemlerin Rabbı...» Rabb, Mutasamf ve mâlik anlamına gelir. Lüğatta ise efendi demektir. Bir şeyi düzeltmekle görevlendirilen kimseye de Rabb denir. Al lah Teâlâ hakkında bütün bunlar sahihtir. Rabb Allah'tan başkası için kullanılamaz sadece izafet yapılarak kullanılır. Evin sahibi anlamına “Rabu’d-Dâr” kullanılır. 25 Rabb: Terbiye edici ve yetiştirici anlamlarına gelen Rabb kelimesi, muhteva ve bu anlayışın hayattaki fonksiyonu bakımından çok önem ifâde eder. İnsanların çeşitli Rabblara kul olduğu günümüzde bu kavramın İslâmm pratiği bakımından önemi inkâr edilemez. Bu konuda müfes - sirlerin görüşlerini şöylece özetleyebiliriz : Reşid Rızâ der ki: «Rubûbiyet ve Rahmet sıfatlan, Allah Teâlâ'nın bütün işleri bilip irâdesine mâlik yegâne güç olduğuna delâlet eden iki sıfattır. Allah'ın rahmeti gazabını altetmiştir. Rahmetinin eseri olan lûtfu intikamını mağlup etmiştir... Kullarının mâliki olan Rabb'ın kullarının işlerini idare edip yöneltmesi ve herkesi davranışına göre cezalandırması şiarıdır. Mazlumun zâlimden intikamım almak onun özelliğidir. Adaletli cezasıyla insanlığı korkutur. Çünkü bütün kullar; Rablarına, nefislerine, ailelerine ve çocuklarına karşı görevlerinde kusur edebilirler. Hattâ ken dilerinden daha aşağıda ve daha düşük mevkide bulunanların haklarını vermekte eksik davranabilirler. Bunların kalplerindeki korku ve ümid duygularını mağlup etmeleri gerekir. Bunun için Allah rahmet sıfatıyla rubûbiyet sıfatını birleştirerek onu tek lafızla değil iki lafızla ifâde etmiştir. Rubûbiyet ve rahmet sıfatının bütün ilâhî fiillerin niteliklerini ve anlamlarını taşıması açıktır. Çünkü kulların Rabbi, kulların yaratıl - ması rızıklandırılması işlerinin idaresi gibi esmâ -i hüsnâ'mn delâlet et tiğ i fiillerin hepsiyle ilgili konularda onlara yardımcı olur (...) Biz bu gerçeği bilince, Allah Teâlâ'nın yüce kitabının başlangıcında, Fâtiha'nın başında, bütün fiillerinin taşıdığı sıfatlara delâlet eden rubûbiyet ve rahmet sıfatlarını belirtmesinin hikmeti ortaya çıkar. Allah neyi mu- râd ettiğini en iyi bilendir. Ancak Fatiha, iki bakımdan dikkatleri celbetmektedir.

FATİHA SURESİNİN AÇIKLAMASI İKİNCİ BÖLÜM


FATİHA SURESİNİN AÇIKLAMASI İKİNCİ BÖLÜM

Bu (Ebu Hanîfe'nin dışında kalan) diğer imamlardan İmam Mâlik, Şafiî, Ahmed İbn Hanbel ve arkadaşlarıyla Cumhur -u Ulemânın görüşüdür. Onlar şu Hadîs - i şerifi delil gösterirler. Rasûlullah (s.a.) : «Kur'an'ın anasını okumadan na - maz kılan kimsenin namazı eksiktir» buyurur. Hadîs'in metninde ge çen “”El-Hidac” kelim esi hadîsin devamının da tefsir ettiği gibi eksikliktir. 

Keza bu imamlar Buhârî ve Müslim'de Zührî'den nakledilen şu hadîsi delîl göstermektedirler : Zühri... Ubeyde İbn Sâmit'ten nakleder ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : «Fâtiha'yı okumayan kişinin namazı tamâm olmaz.» İbn Hüzeyme, İbn Hı bbân Ebu Hüreyre (r.a.)'den naklederler ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : «İçinde Kur'an'ın anası okunmayan namaz tamâm değildir.» Bu konuda hadîsler pek çoktur. 

Münazara şekli çeşitlidir. Bizim burada onları zikretmemiz uzun olur. Me'hazlarına işaret ettik. Allah cümlesine rahmet eylesin. Şafiî mezhebine ve ilim ehlinden bir topluluğa göre; Fâtiha'nın her rek'atta okunması vaciptir. Diğer bir kısmı ise rek'atların çoğunda okunması gerekir derler. Hasan el- Basrî ve Basralıların çoğunluğu ise «Fatiha okumayanın namazı yoktur.» hadîsini mutlak olarak alırlar ve namazda her rek'atta Fatiha okumanın vacip olduğunu belir - tirler. 

Ebu Hanîfe ve arkadaşlarıyla, Sevrî ve Evzaî ise Fatiha okumanın belirtilmediğini, onun dışında herhangi bir âyet okunsa da Al lah Teâlâ'nm : «Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun» (Müzzemmil, 20) âyetine dayanarak yeterli olduğunu belirtirler. Doğruyu Allah bilir. İbn Mâce, Ebu Süfyân el -Sa'dî'nin hadîsinde Ebu Nadre ve Ebu Saîd'den merfû' olarak nakleder ki: Rasûlullah (s.a.) «farz veya başj. ka (namazda), her rek'atta fatiha ve bir sûre okumayan kişinin namaza yoktur.» buyurmuştur. Bu hadîsin sıhhati şüphelidir. Bu konuların yeri ise büyük ahkâm kitabıdır. Şüphesiz ki Allah en doğruy u bilendir. Üçüncü bir husus ise, imâma uyan kimseye Fatiha okumanın vacip olup olmaması konusudur. Bu konuda bilgin lerin üç görüşü vardır : a) İmâma vacip olduğu gibi (yukardaki hadîslerin umûmuna binâen) imâma uyana da Fatihayı okumak vaciptir. b) İmâma uyan kimseye, ne Fatiha, ne de başka bir âye t oku mak vacip değildir. İster cehrî ister gizli okunan namazda olsun hiç bir şey okumak gerekmez. 

İmâm Ahmed İbn Hanbel Müsned'inde, Câbir İbn Abdullah'ın Rasûlullah (s.a. )'dan rivayet ettiğine göre Hz. Peyg amber şöyle buyurmuştur: «İmâmı olan kişiye imâmın okuması kırâettir.» Ancak bu hadîsin isnadı zayıftır. Mâlik, Vehb İbn Keysân' dan o da Câbir'den bu hadîsi rivaye t etmiştir. Bu hadîs başka yollarla da rivayet edilmiştir ki bunlardan hiçbirisinin Rasûlull ah'a isna dı sahîh değildir. Allah en doğrusunu bilendir. c) Yukarda geçtiği gibi, gizli okunan namazlarda imâma uya nın kırâeti vaciptir, ancak cehrî nam azlarda vacip değildir. Nitekim Müslim'in sahihinde Ebu Mûsâ el- Eş'arî'den rivayet edildiğine göre R asûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: «İmâm, imâma uyulmak için öngörülmüştür. Binâenaleyh tekbîr aldığı zaman tekbîr alın, okuduğu zaman dinleyin» ve hadîsin devamı da zikredilir. 

Ebu Dâvûd, Tirmizî, Neseî, ibn Mâce gibi Sünen sahibi imamlar da böylece riva yet etmiş l er ve Rasûlullah (s.a.)'in «Kur'an okunduğu zaman susun» kavlini nakletmişlerdir. Müslim İbn Haccâc da aynı şekilde bunu sağlam saymıştır. Bu iki hadîs, bu görüşün sıhhatına delâlet eder ki Şafiî merhûm'un eski görüşüdür. Doğrusunu ancak Allah bil ir. İmâm Ahmed İbn Hanbel merhûm'dan da bu görüş nakledilir. Bu mes'elenin burada zikredilmesinin sebebi; Fatiha sûresinin di ğer sûreleri ilgilendirmeyen bazı özel hükümlerini açıklamaktan ibarettir. 

Hafız Ebu Bekr el -Bezzâr... Enes (r.a.)'den Rasûlul lah (s.a.) :n şöyle buyurduğunu nakleder,: «Yanını yatağa koyduğunda; Fatihayı ve İhlâs'ı okuduğunda ölümden başka her şeyden emîn olmuşsun -iur.» İstiâzenin Mâhiyyeti : Allah Teâlâ buyuruyor ki: “Sen af yolunu tut, ma'rûfu emret ve câhillerden yüz çevi r. Şeytan seni dürtecek olursa Allah'a sığın. Ş üphesiz ki O, Semî'dir, Alîm’dir.” (A'râf, 199-200) “ Sen kötülüğü en güzelle defet. Onların nitelendirmekte olduk -jinm biz çok daha iyi biliriz. Ve de ki: "Rabbim şeytânların kışkırtsana sığınırım.” (Mü'minûn, 96 - 97) İyilikle kötülük bir olmaz. 

Sen fenalığı en iyi bir şekilde sav. Ö SJI gereceksin ki; seninle arasında düşmanlık bulunan kişi, yakın bir dost gibi oluvermiştir. Bu, ancak sabredenlere vergidir. Ve bu, ancak o büyük hazzı tadanlara vergidir. Şeytân seni bir vesvese ile dür tecek olursa, Allah'a sığın. Doğrusu O; Semî', Alîm olanın kendisidir.» (Fussilet, 34 -36) Bu üç âyet — ki aynı konuda bir dördüncüsü yoktur — Allah Teâlâ insan cinsinden olan düşmanlara iyi davranarak, onların aslen iyi olan tabiatlarına dönerek arınmalarını sağlamaya çalışmayı emret mektedir. Buna karşılık şeytân cinsinden olan düşmandan Allah'a sığınmayı buyurmaktadır. Çünkü o, iyi davranmayı ve ihsanı kabul et mez. 

Şeytân; insanlığın atası Hz. Âdem ile aralarındaki şiddetli düşmanlıktan dolayı, onun evladının helakini ister. Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor : Ebu’l- Fida İsmail İbn Kesir , Hadislerle Kur’an- ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/17 -23. «Muhakkak ki şeytân sizin düşmanınızdır. Öyleyse siz de onu düşman edininiz. O, taraftarlarını ancak çılgın ateşli alevin yârânı olmaya çağırır.» (Fâtır , 6) Şeytân, atamız Âdem (a.s.)'e yemin ederek kendisine öğüt verenlerden olduğunu belirtmiş ve yalan söylemiştir. Ona karşı muamelesi böyle olduğuna göre bize karşı nasıl olacaktır? «Hani meleklere : "Âdem'e secde edin" demiştik de İblîs'ten başka hepsi secde etmişti. Oysa, cinlerden olduğu için Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştır. 

Şimdi siz beni bırakıp ta size düşman olan, onu ve soyunu mu dost ediniyorsunuz? Zâlimler için ne kötü bedeldir bu.» (Kehf, 50) «Kur'an okuyacağın zaman önce, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın. Doğrusu inananlar ve yalnız Rablarına güvenenler üzerinde onun bir nüfuzu yoktur.» (Nahl, 98-99) «Ancak içlerinden senin samimi kulların müstesna.» (Sâd, 83) Kurrâ'dan bir grub ve diğerleri dediler ki; kırâetten sonra istiâze gerekir. Onlar âyetin zahirî siyakına bağlandılar ve İbâdetten fariğ olduktan sonra hayreti defetmek için böyle dediler. 

Bu görüşte olanlar İbn Kalûka'nın ifâdesine göre Hamza ve Ebu'l - Kasım Yûsuf İbn Ali de «el -Kâmil» isimli eserinde bunu nakleder. Bu husus Ebu Hü-reyre'den de nakledilir. Ancak bu nakil garîbtir. Cumhûr'un üzerinde birleştiği meşhur görüş, tilâvetten önce is tiâze çekilmesidir. Böylece vesvese verenin (şeytânın) defi sağlanır. Onlara göre : «Kur'an okuyacağın zaman önce, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın.» (Nahl, 98) âyetinin mânâsı Kur'an okumak istediğin zaman şek lindedir. Nitekim: «Namaza kalktığınız zaman, yüzlerinizi, dirseklere kadar, ellerinizi yıkayın. 

Başınızı da meshedin» (Mâide, 6) âyeti «kalkmak istedi- ğiniz» zaman diye tefsir edilmişti r. Bu konuda Rasûlullah (s.a.)'dan pek çok hadîs delil getirilmiştir. İmâm Ahmed İbn Hanbel (Rahmetullahi Aleyh) der ki: Bize Mu - hammed İbn el - Hasan İbn Enes... Ebu Saîd el - Hudrî'den rivayet etti. (Ebu Sâîd dedi ki) Rasûlullah (s.a.) gece kalkınca namaza başlar ve tekbîr getirir sonra (Sübhaneke)yi okur üç kerre «La ilahe illallah" derdi. Sonra «Şeytanın aldatmacasından, üfürmesinden ve okumasından Alîm ve Semî olan Allah'a sığınırım» derdi. Dört sünen sahibi muhaddisler bu hadîsi Ca'fer İbn Süleyman tarîk ıyla Ali İbn Ali'den naklederler. 

Tirmizî de bu hadîs, bu konuda en meşhur olan hadîstir der. Hadîsin met ninde geçen «hemz» ölüm ve boğulmayla «nefti» kelimesi kibirle «nefs» kelimesi şiirle tefsir edilmiştir. Ebu Dâvûd ve İbn Mâce... Nâfi' İbn Cübeyr'in babasından nakleder ki o şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.)'in namaza başlarken üç kerre Allahü Ekber Kebiran üç kerre E lhamdülillâhi kesîran, üç kerre Subhanallahi bükraten ve asîlen dediğini sonra, «Allah'ım, şeytânın hem zinden, nefhinden ve nefesinden Sana sığınırım buyurduğunu gör - Jüm.» Amr der ki, hemz ölümdür, nefh kibirdir, nefs ise şiirdir. İbn Mâce der ki; bize Ali İbn el Münzir... İbn Mes'ûd'dan Hz. Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu nu haber verdi: «Allahım kovulmuş şeytândan Sana sığınırım, on un hemzinden, nefesinden ve ilha mından da.» Sonra buyurdu ki, «hemz ölümd ür, nefh (üfürme) kibir, ilham ise şiirdir.» İmâm Ahmed der ki, bize İshâk İbn Yûsuf kendisine anlatan bir adamdan nakleder ki o adam Ebu Ümâme el - Bâhilî'nin şöyle dediğini işitmiş: Rasûlullah (s.a.) namaza kalktığında üç kerre tekbîr geti rirdi, sonra üç kerre Lâ ilahe illallah der ve sonra üç kerre Subhanallahi ve bihamdihi derdi. 

Sonra kovulmuş şeytânın hemzinden, üfürmesinden ve ilhamından Allah'a sığınırım buyururdu.» Hafız Ebu Ya'lâ Ahmed İbn Ali İbn el Müsennâ el Mevsılî Müs - ned'inde der ki; bize Abdullah İbn Ömer İbn Ebân el- Kûfî... Ubeyy İbn Kâ'b (r.a.)'dan nakletti ki, o şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.)'m hu - nirunda iki kişi birbiriyle çekişti, içlerinden birisinin kızgınlıkt an bur nu kızardı. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Ben öyle bir şey biliyorum ki eğer onu söyleseydi içinde bulunduğu hâl giderdi. Sonra devam etti ve «kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım» dedi. Neseî de aynı hadîsi Yûsuf İbn İsâ el -Merzevî'den nakleder... Ah- med İbn Hanbel ise aynı hadîsi Ebu Saîd kanaliyle Cerîr İbn Abdül - hamîd'den nakleder. Tirmizî ve Neseî de Bûndâr İbn Mehdî kanaliy le Sevrî'den naklederler. 

Abdülmelik İbn Ümeyr, Muâz İbn Cebel' - den nakleder ki: İki kişi Rasûlullah'ın huzurunda birbirin e küfretti, birisi diğerine hiddetle öylesine kızdı ki, öyle sanıyorum kızgınlığından burnu kıpkırmızı olmuştu. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu : «Ben öyle bir kelime biliyorum ki onu söyleseydi kızgınlığı giderdi. Adam: «Ey Allah'ın Rasûlü, o nedir?» dediğinde, Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: «Allah'ım kovulmuş şeytândan Sana sığınırım desin.» Ebu Leylâ diyor ki: Muâz, adama böyle demesini emrediyordu, o ise kaçınıyordu ve gittikçe de kızgınlığı artıyordu. Ebu Davud'un rivayet ettiği lâfız budur. Tirmizî der ki, bu hadîs mürseldir. Yani Abdurrahmân İbn Ebu Leylâ, Muâz İbn Cebel ile karşılaşmamıştır. Çünkü Muâz hicrî 20'den önce vefat etmişti. Ben derim ki; Abdur rahmân İbn Ebu Leylâ — daha önce de geçtiği gibi — Übeyy İbn Kâ'b' - dan işitmiştir, o da Muâz İbn Cebel'den nakletmiştir. Çünkü bu vak'a - ya sahabeden birden fazla kişi şâhid olmuştur. 

İmâm Buhârî der ki; bize Osman İbn Ebu Şeybe... Süleyman İbn Şart (r.a.)'dan nakletti ki; iki kişi Rasûlullah (s.a.)'m yanında birbirine küfretmişti, biz de onun yanında oturuyorduk. Diğeri -arka daşına kızarak küfrediyordu ve kızgınlığından yüzü kıpkırmızı olmuş tu. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki : «Ben öyle bir kelime biliyorum ki onu söylese kızgınlığı geçer, eğer "kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım." deseydi kızgınlığı giderdi.» Orda Neseî gec e ve gündüz bahsinde, İbn Merdüveyh de tefsirinde; Hâlid'in hadîsinde, nakleder ki..: İbn Üsâme babasından duymuş ve demiş ki, «Ben Rasûlullâh'ın terkisinde idim...» ve yukardaki olayı zikretmiş sonra şöyle demiş; Rasûlullah; «Sen böyle deme, çünkü o bü -yüklenir ve bir ev gibi olur. Bismillah de, o küçülür ve bir sinek gibi olur.» buyurmuş. İşte bu Allah'ın adının bereketi ve te'sîriyledir ki onunla her işe ve söze başlamak müstehaptır. 

Söze besmele ile başlamak : «Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla başlanmayan her şey eksiktir.» buyruğu uyarınca müstehaptır. İ mâm Ahmed'in Müs ned'inde ve diğer Sünen kitaplarında Ebu Hüreyre'nin Saîd İbn Zeyd' - den ve Ebu Saîd'den merfû' olarak : «Allah'ın adını zikretmeyen kişinin abdesti yoktur» buyruğuna binâen abdeste başlarken besmele çekmek müstehaptır. Ki bu hadîs hasen bir hadîstir. Ulemâdan bir kısmı abdeste başlarken besmele çekmeyi vâcib kabul ederken, bir kısmı da mutlak mânâda vacib kabul etmektedirler. Şafiî mezhebin de kurban kesilirken besmele çekmek müst ehaptır. Diğer bir cemaat mutlak mânâda zikir anında besmele çekmeyi vâcib kabul eder. İnşâallah ilerde yeri gelince açıklanacaktır. 

Müslim'in Sahîh'inde Rasûlullah (s.a.)'in Ömer İbn Seleme'ye : «Allah'ın adıyla de, sağınla ye ve önünden ye.» buyruğu uyarınca yemek yerken besmele çekmek müstehaptır. Bazı bilginler bu halde besmeleyi vâcib saymışlardır. Buhârî ve Müslim'in sahihlerinde İbn Abbâs'dan rivâyet edilen Rasûlullah (s.a.)'ın «sizlerden biriniz ehline yaklaşmak isterse "Allah'ın adıyla, Allah'ım sizi şeytân'dan uzak tut, şeytânrSTbke rızkettiğinden uzak tut" derse ve bir çocukları olur - sa şeytân ona ebediyyen zarar vermez.» buyruğu mucibince cima' anında ^3a besmele çekmek müstehaptır. Besmeledeki «ba»'nın müteallakının takdiri konusunda nahivci -- ler arasında iki görüş vardır. Bir kısmı onun isim, bir kısmı da fili , olduğunu zikrederler. Her ikisi de Kur'an'da vârid olmuştur. İsim takdir edenler başlamam Allah'ın adıyladır, diye takdir etmektedirler. Ni -cekim bu mânâda Yüce Allah Kur'an- ı Kerîm'inde şöyle buyurur: «Nuh; ona binin» dedi, yürümesi de durması da Allah'ın adıyladır. 

Rabbin muhakkak ki Ğafûr ve Rahîm'dir» dedi.» (Hûd, 41) Fiil takdir edenler ise, Allah'ın adıyla başlarım veya Allah'ın adıyla başladım şeklinde emir veya haber kipini takdir etmektedir ler. Nitekim Yüce Allah'ın şu âyet -i kerîme'si bu takdirdedir. «Yaratan Rabbinin adıyla oku.» (A'lak, 1) Her iki takdir de sahihtir, çünkü fiilin mutlaka bir masdarı olması gerekir. Sen istersen fiili ve masdarını takdir edebilirsin, bu da önce besmele çektiğin fiile göre değişir. Eğer oturmak, kalkmak, ye mek, içmek, okumak, abdest almak veya namaz kılmak gibi bir fiil ise meşru' kılınan, bunlann hepsine başlarken Allah'ın adını zik - retmektir. Bu tamamlanması ve kabul kılınması için Allah'tan yardım dileme, teberrük ve teyemmün içindir. En iyisini Allah bilir. Bunun için İbn Cerîr ve İbn Ebu Hâtim'in İbn Abbâs'tan nak lettikleri hadîste buyurulur ki; Cebrail'in Hz. Muhammed (s.a.)'e in dirdiği ilk söz «Ya Muhammed (s.a.) koğulmuş şeytândan bilen ve işiten Allah'a sığınırım» de sözüdür. 

Sonra «Ya Muhammed Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla de» dedi. (İbn Abbâs der ki) Cebrail (a.s.) dedi ki: «Ey Muhammed (s.a.) Allah'ın adıyla oku, Rabbını zikret, O'nun zikri ile kalk ve otur. » Bu hadîsin lafzı İbn Cerîr Ta berî'nin rivayetidir. 12 Allah Lafza- i Celâlinin Anlamı: Allah lâfzı yüce ve mübarek Rabbin a'lemidir. Onun ismi A'zam olduğu söylenir. Çünkü Allah'ın bütün isimlerini içine al maktadır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: «O, öyle Allah 'tır ki, O'ndan başka İlâh yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. 

O Rahmân'dır, Rahîm'dir. O, öyle Allah'tır ki, Ondan başka İlâh yoktur. Melik, Kuddüs, Selâm, Mü'min, Mühey -min. Aziz, Cebbar, Mütekebbirdir. Allah onların koştukları eşlerden münezzehtir. O, yaratan, var eden, yarattıklarına şekil veren Allah' tır. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde bulunanlar O'nu tesbîh eder. Ve O, Azîz'dir, Hakîm'dir.» (Haşr, 22 -24) Diğer isimler sıfat olarak kullanılmıştır. Nitekim Allah Teâlâ şöy le buyurur: «En güzel isimler Allah'ındır. Öyleyse ona bunlarla dua edin. Onun isimleri konusunda eğriliğe sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir.» (A'râf, 180) «De ki: "İster Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini derse niz deyin en güzel isimler O'nun içindir. 

Namazında sesini yükseltme de gizleme de. İkisi arasında bir yol bul."» (İsrâj 110) Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde Ebu" Hüreyre rivayet eder ve der ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: «Allah Teâlâ'nın doksan - dokuz ismi vardır, yüzden bir eksiktir. Kim onları sayarsa Cennet'e girer.» Bu isimlerin sayısı Tirmizî ve İbn Mâce'nin rivayetinde de vâ - rid olmuştur. İki rivayet arasında eksiklik veya fazlalık bakımından farklılık vardır. Allah ism- i Celâli O'ndan başka hiçbir kimseye verilmeyen isimdir. O Yüce ve Münezzehtir. Bunun için Arap dilinde onun iştikakı söz konusu olmamıştır. Nahivcilerden onun câmid isim olduğunu ve iştikakı bulunmadığını söyleyen bilginler vardır. Müştak olduğunu söyleyenler de vardır. 

Bunlar ünlü şâir Rû'be el Accâc'in bir şiirini örnek gösterirler. Bu şiirde şâir masdar olarak «teellûh» kelimesini Ebu’l- Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an - ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/49 -51. kullanmıştır. “” âyetini İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre o “” diye okumuştur. Yani İlâh kelime sine ibadet mânâsını vermiştir. Yani o kendisine ibadet edilir fakat o ibadet etmez diye okumuştur. Mücâhid ve diğerleri de böyle demişlerdir. Kelimenin aslı el - İlâh idi. Kelimenin ilk harfi olan hemze hazfedilmiş, zâid olan lâm ile kelimenin aslında olan (aynel fiili ve ortasındaki lâm) birleşerek bir diğerine idğâm edilmiş ve ikisi birlikte şeddeli tek lâm haline gelmiş ve ta'zîm için tefhim edilerek «Allah» denilmiştir. 

İbn Kesîr'in Mısır baskısında ayrıca şu malûmat bulunmaktadır : «Kurtubî; aralarında Hattâbî'nin bulunduğu bir topluluktan bunu nakletmiştr. İmâm Halîl ve Sîbeveyh'ten elif ve lam'ın lafza -i celâldan olduğunu rivayet eder. Nitekim Hattâbî der ki; sen Ya Allah derken elif lâm'ı kullanıyorsun da, Ya Rahman derken elif lâm'ı kullanım - yorsun. Eğer elif lâm kelimenin aslında olmasaydı nida edatının elif ile lâm'ın üzerine gelmesi caiz olmazdı. Lafza- i Celâl'in müştak olduğu da söylenmiştir. Sîbeveyh, İmâm Halil'den nakleder ki, Lafza - i Celâl'in aslı fiâl vezninde ilâhtır. 

Hemzeye bedel olarak elif ve lâm getirilmiştir. Sî beveyh der ki bunun benzeri en- Nas kelimesidir. Çünkü onun aslı nastır. Lafza- i Celâl'in aslının lâhe olduğu ve elif ve lâm'ın tazim için getirildiği belirtilir. Sîbeveyh'in tercihi de bu görüştür. 14 Lafza-i Celâl'in Etymolojisi: Besmele'de 'ism'den sonra «Allah» kelimesi gelmektedir. Lafza- i Celâl adı verilen bu kelimenin etimolojisi, muhtelif dillerdeki kullanılışı, ifâde ettiği anlam üzerinde tefsir bilginleri çok dururlar. İslâm'a hâs özel bir isim olan Allah lafz- ı celâli, yalnızca İslâm'ın sâf tevhîd akidesini ifâde etmektedir. Şöyle ki; İslâm'ın getirmiş olduğu sâf tevhîd akidesi, kâinatın ve eşyanın - yaratıcısı ve yoktan varedicisi olarak Allah (c.c.)'ı kabul eder. 

Allah lafzı celâli sadece İslâm'ın kabul ettiği tanrı inancının a'lemi (özel ismi)'dir. Ancak Allah lafzının aslı ve nereden geldiği konusu tartışılmış ve bu konuda değişik görüşler serdedilmiştir. Dil bakımından kelimeyi tahlil edenler, Allah kelimesinin aslının Lah olduğunu ve başına tarîf harfi olan el edatının getirilmesiyle el- Lâh isminin elde edilmiş olduğunu bil dirirler. Arap dilindeki el-Ayyuk ve el-Necm kelimelerinin başındaki tarîf harfini kelimeden ayırmak nasıl mümkün değilse el - Lâh kelimesinin başındaki tarîf harfini de kelimeden ayırmak aynı şekilde mümkün değildir. 

Bu gibi kelimelerde harf -i tarîf olan el, kelimenin ay rılmaz bir parçası olmuştur. Bu görüşün doğruluğuna delil olarak da vallah billah gibi kelimelerde hemzenin yalnızca tearuzda, bazan da hem telaffuzda, hem de yazıda hazfedilmesi gösteril mektedir. Ancak Ya Allah gibi bazı kelime lerde hamzenin h azfedilmemesini, kelimenin başında bir tarîf harfinin bulunmadığına ielil getirenler de vardır. Lâh kelimesi, arapça lâhe, yelîhu kelimesinden masdar olup gizli olma, irtifa ve ihticâb mânâlarına gelir. «Tesettür» eylemek manasınadır. Sîbev eyh (aleyhi'r - rahme) lâfzâ- i celâlenin bu maddeden iştikakını tecvîz eyledi. Ve büle nd ve âli olmak manasınadır.» 

 Aynı zamanda ma'bûd, ilâh mânâsına gelir. Arapçada ilâh karşılığı kullanılan; lâhüm, Lâhüm -me ve el-Lâhümme isimleri de buradan gelmektedir. «Ülûhiyyet; ubû-diyyet vezninde, kulluk eylemek, ibâdet manasınadır. Müstecma -i cemî- i sıfat olan ism -i celâlde bu maddeden me'hûzdur ki aslı ilâh idi (...) Laf -za- i celâle hakkında ulemâ - i kiramın yirmi akvâl -i muhtelifeleri var dır. Ve ilâh, vech-i me zkûr üzere ma'bûd mânâsına olmakla putpe restlerin ma'bûd ittihâz eyledikleri asnâm- ı bâtıle kendi ind ve i'ti- kadlarında ilâh olur(...) Şârih der ki; Hazret -i Vâcib'ül - Vücûd Celle Şânühü, zât - ı Eceli ve â'lâsında ukûl ve efhâm ve evham mütehayyir olduğu gibi, zât- ı A'zamma dâll olan ism - i şerifinde dahi mütehay yir oldular. Lâkin esahh- i akvâl; a'lem ve ğayr - i müştak olmasıdır. 

Mütercim - i hakîr der ki; Allahümme lafzında bazı ehl -i tahkik de mişler ki, ind el - Basriyyîn aslı, ya Allah olup kesret -i isti'm âlinden nâşi harf -i nida hazf ve âhirine iki mim ta'vîz ve idğâm olundu. Mi min ta'vîzinin vechi budur ki, mim, hurûf-i gütmedendir. Ve ya harfi iskân olundukta mim gibi mahreci hayşûme karîb olur. Zira mimden ve ya'dan hayşûmda bir savt hâsıl olur ki ana ğunne derler. Pes beynlerinde münâsebet olmuş olur. 

Ve mahzûf ya ile elif olmakla, anlardan iki mim ta'vîz olundu ve teberrüken bi ismihi Teâlâ min ahire ilhak olundu.(...)»  İlâh kelimesi lügatte, ısınmak, alışmak, korkulan bir işin başa gelmesi, birisini korumak, kurtarmak, birisine aşırı sevgi ile yönel mek, deve yavrusunun anasına düşkün olması, kulluk etmek, örtün me k, gizlenmek mânâlarına gelir. Allah Lafza- i Celâlinin başındaki eliflâm harf - i ta'rîf olarak alı nacak olursa, Lâh kelimesinin, öncel eri başka bir anlam da kullanılırken, sonradan Cenâb - ı Hakk'ın zâtı için kullanılmak üzere vaz'olunmuş menkûl bir kelime olması gerekir. Nitekim Basriy - yûn'a göre (Basra'lı dil bilginleri) Allah ism -i Celâli menkûldür. Kû-fiyyûn'a (kûfe'li lisan bilginleri) göre de bu kelime menkûldür. 

Ancak Basra 'lıların kabul ettiği gibi Lâhe den değil, ilâh anlamına gelen el - İlâh dan menkûldür. İlâh kelimesinin hemzesi hazfedilmiştir, ona bedel olarak harf -i ta'rîfteki 13 Ebu’l- Fida İsmail İbn Ke sir, Hadislerle Kur’an- ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/51 -52. 14 İbn Kesîr'in Mısır baskısı. 15 Âsim, Kâmûs Tercümesi, IV, 834. 16 Âsim, Kâmûs Tercümesi, IV, 790-791. 17 Bkz. İbn Kesîr, Tefsir, I, 19 -20, Nisâbûri, Tefsir, 165-66. eliflâm kon muş ve böylece harf -i ta'rif, kelimenin ayrılmaz bir parçası olmuş tur. Lâh kelimesinin Süryanca (Lâha) kelimesinden arap çalaştırıldığını söyleyenler bulunduğu gibi, Aramcadaki «Alâhâ» keli mesinde bozulmuş bir şekli olduğunu söyleyenler de çıkmıştır. İbran -cadaki «Elohim» kelimesi ile arapçadaki «Lâhüm» kelimesi arasında irtibat bulunduğu da belirtilir. Lâh kelimesi ile eâhiliyet devri arap - larının tapındığı bir put olan «Lât» kelimesi ara sında ilgi kuranlar da vardır. 18 Allah lafzının yabancı dilden arapçalaştırılmış olmayacağım söy leyenler i se kelimenin mu'rab ve munsarıf olmasını delil gösterirler. İslâm, terminolojiye özel bir önem verir. 

Başka dinler ve inançlarla alâkası bulunan kelimeleri kullanmamaya itinâ gösterir. Bunun için Lafza- i Celâl, yalnızca İslama mahsus bir isimdir. Hem başk a bir kelimeden türetilmemiş, hem de önce başka bir anlama kullanılırken sonra bugünkü anlamına kullanılmamıştır. O, doğrudan doğruya hakîkî ma'bûdun a'lemi olarak vaz'edilmiştir. Allah lafzı, ülû -hiyyet ve ma'bûdiyyet sıfatlarından değil, bu sıfatlar Ce nab- ı Allah'ın zâtından alınmıştır. Binaenaleyh onun zâtı, her şeyden öncedir ve ilktir. Allah, ibâdete müstahak olduğu için Allah değil, bizatihi (kendiliğinden) ve lizâtihi (kendisi için) Allah olduğundan ibâdete lâyıktır. Dolayısıyla ibâdet, onun zâtından sonra gelir. Bütün varlıklar bi lerek veya bilmeyerek Allah'a ibâdet ederler. 

Mü'minler bu ibâdeti irâde ve şuûrlarıyla îfâ ederken, mü'min olmayanlar zorla, istemeye rek ve farkında olmaksızın Allah'a kulluk ederler. Gerek Lafza-i Celâlin, gerekse on un türetildiği söylenen İlâh veya Lâh lafzının lügat anlamlarından şu hususlar ortaya çıkıyor : Kulluk ve ibâdet için, kendisinin dışındaki bir güce doğru yönelen insanın zihninde, yaptığı şeyin kendisinden daha üstün, kuvvetli ve kendisinin ihtiyâçlarını giderecek birisine karşı itaat ve bağlılık olduğu gerçeği yer eder. Bu güç, onun ıstırap ve acılarını dindirmeye muktedir olduğu gibi, gerekirse onu koruyup emniyet ve selâmete de çıkarır. 

Dolayısıyla insan, kendisinden daha zayıf ve daha güçsüz bir varlığa karşı saygı ile yönelme gereği duymaz. Diğer milletlerin dilinde Allah Lafza - i Celâlini karşılayacak aynı anlam ve muhteva genişliğine sahip bir kelime yoktur. Zira İslâm'ın dışındaki dinlerin ilâh telâkkisi İslâm'dan tamamen farklıdır. Bu se beple, di ğer dinlerdeki ilâhlara, ancak ilâh, tanrı, Rab, Huda Çalab • s ismi verilebilir. Allah ismi ise asla verilemez. Bunun sebebini an - layabilmek için, İslâm dışı dinlerin ilâh telâkkisine göz atmak gere - inr Bilindiği gibi eski kavimlerden herbirisi kendi milletine has ilâh- i.r ediniyorlardı. Bu ilâhlar çoğunlukla beşerî ihtirasların zebûnu varlıklar olarak kabul ediliyordu. 

Sözgelimi eski Mısır'ın mitoloji k din lerine göre zaman ilâhı Keb ile gök tanrıçası Nut'un evlenmesinden meydana gelen Osiris kıskançlık yüzünden Seth tarafından öldürü lerek, oniki parçaya bölünmüştü. Eski Çin dini olan Sinizm'e göre tanrı Çang - Ti'nin soyundan gelen Çin hükümdarı göğün oğludur. Hind dinlerindek İlâhlar her türlü beşe rî eksikliklerle ma'lûl bulunu yorlardı. Gök gürültüsü, fırtına ve yağmur gibi olayların ilâhı olan İndra,' çok zâlim ve ğaddâr bir ilâhtır. Keza Sümerlerin ilâhı olan Marduk, ulûhiyyeti diğer tanrılarla savaşarak — tıpkı krallar gibi — elde etmişti. İran dini olan Mecusîlikte ise iyilik tanrısı olan Hürmüz ile kö tülük tanrısı Ehrimen devamlı savaşmaktadırlar. 

Hangisi ğâlip gelirse ona bağlı olarak yeryüzünde iyilik veya kötülük ğâlip gelmektedir. Bugünkü Avrupalıların ataları olan Kelt'lerin dininde, insanlar vahşîce ilâhlara kurban edilirdi. Aztek'lerin harb il âhı olarak kabul ettikleri Viçli-Puçli, insan yü reği yemekten hoşlanan zâlim ve savaşçı bir ilâhtı. Batı dillerinde ilâh mukabili kullanılan (Fransızca, «Dieu», İngilizce, «God»; Almanca «Gott»; İtalyanca «Dio») kelimeler temelde ( Yunanca Theos ve Latinc e Deivos kelimelerine dayanmaktadır. Bu kelimeler de bilindiği gibi Yunan mitolojisinin insan şeklindeki tanrı anlayışına (antropomorfik) dayanmaktadır. 

Çoğunlukla beşerî zaaflar ve eksiklerle ma'lûl olan bu Yunan menşe'li ulûhiyet inancı önce Roma'ya, ordan da Hıristiyanlığa geçmiştir. Yunan politeizmi Roma'nın hıristiyanlığı kabul etmesiyle tamamen Hıristiyan dinini is - tîla etmiştir. Ve bundan sonra Hıristiyan ma'bedlerine Hz. İsa'nın ve Meryem'in heykeleri konmuştur. 
Bugünkü Batı dünyası Yunan ve Roma p oliteizmini, isminin dışında her şeyi ile almıştır. Dolayısıyla onların ulûhiyyet fikri, bir türlü saf tevhide ve tevhîddeki her şeyden tecrîd edilmiş Allah anlayışına yaklaşamamaktadır. 
Yahudi milletinin millî ilâhı olan Yahova, kendi kavmi olan İsrailoğullarının dışında kalan kavimlere karşı son derece zâlim ve gaddardır. 

İslâm'ın Allah'ı yalnız müslümanların değil tüm âlemlerin Rabbi'dir. Bütün varlıklar isteyerek istemeyerek, bilerek bilmeyerek ona bo yun eğer ve ibâdet ederler. O'nun zâtı, her türlü tavsif ve temsilden münezzehtir. İnsan kendi idrâk ve duyu vasıtalarıyla Allah'ın zâtım neye benzetirse Allah onun gayrıdır. Dolayısıyla şirke hiç yer yokt ur. İslâm'ın ilk şartı, Allah'ı her türlü şirk unsurlarından tenzih etmek tir. Binâenaleyh, İslâm'ın Allah akîdesiyle öbür dinlerdeki ilâh fikri arasında mukayese kabul etmez büyük farklar vardır. Ve bu, ancak İslâm çerçevesi içerisine girildiği takdirde kavranır. Dışardan sırf baş -ka ilâhlarla irtibat kurularak kavranamaz. 

İslâmın tamamen mücer -red bir va sfı hâiz olan vahdâniyyet görüşünün ifâdesi olan Allah, sa dece İslâm'a hâs özel bir isimdir. Onu başka hiçbir terimle karşılamak veya başka dinlerin ilâhlarıyla kıyaslamak mümkün değildir. 19 18 Daha geniş bilgi için İs lâm Ansiklopedisi, Allah madde sine bakınız. 19 Bekir Karlığa - Bedreddin çetiner, Hadislerle Kur’anı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/52 -57.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...