03 Mayıs 2018

FATİHA SURESİNİN AÇIKLAMASI DÖRÜNCÜ BÖLÜM



FATİHA SURESİNİN AÇIKLAMASI DÖRÜNCÜ BÖLÜM


Birincisi Kur'an'ın Ebu’l- Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an - ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/74 -75. 
Ebu’l- Fida İsmail İbn Kesir, 
Hadislerle Kur’an - ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/79. başlangıcı ve ilk sûresi olması bakımından isminin delâlet ettiği hususta, ikincisi de hergün edâ edilen na mazda okun masıdır. Her ikisinde de Allah'ın rubûbiyet ve rahmet sıfatlarının zikri ve belirt ilmesi belli bir anlam taşır.» 

Âlemler: Âlemler kelimesi; âlem 'in çoğuludur. Âlem, Allah Azze ve Celle'nin dışındaki tüm varlıklardır. Âlem cemi'dir tekili yoktur. Avalim şeklindeki cem'i ise göklerde, karalarda ve denizlerdeki çeşitli yaratıklar sınıfı için kullanılır. Bunlardan her birinin grub veya nesline a lem adı verilir. Bişr İbn İmâre... İbn Abbâs'tan nakleder ki: «Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsûstur.» âyetinin mânâsı; hamd o Allah'a mahsûstur ki; göklerde yerde ve onların ikisinde ve ikisinin arasında bildiğimiz ve bilmediğimiz tüm yaratıklar O'nundur» demektir. 

Saîd İbn Cübeyr'in ve İkrime'nin İbn Abbâs'tan rivayetinde ise «Hamd âlemlerin Rabbı olan Allah'a mahsûstur» âyetinin mânâsı; cinlerin ve insanların Rabbı demektir. Saîd İbn Cübeyr, Mücâhid, İbn Cüreyc de bu şekilde demişlerdir. Hz. Ali'den de bu şekilde tefsir rivayet edilir. 

Bunu İbn Ebu Hâtîm zayıf bir isnâd ile nakleder. Katâde der ki; «âlemler in Rabbı» demek, âlemin bir sınıfının Rabbı demektir. Ebu Ca'fer el- Râzî, Rebî' İbn Enes'ten o da Ebu'l -Âliye'den rivayet eder ki; o, «âlemlerin Rabbi» kavli celîli hakkında şöyle demiştir : İnsanlar bir âlemdir, cinler bir âlemdir. 

Bunun dışında kalanla r onse-kiz bin âlem veya ondört bin âlemdir — ki o bu rakamda şüphe etmiştir — Melekler dünyanın üzerindedir ve dünyanın dört zaviyesi vardır. Her zaviyesinde üçbin beşyüz âlem vardır ki Allah onları kendisine ibâdet için yaratmıştır. İbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim de bunu rivayet ederler. 

Bu garîb bir sözdür ve böyle sözlerin sağlam bir delile dayanması icab eder. İbn Ebu Hatim der ki: Babam... Tübey" el - Himyerî'den nakletti ki, Allah Teâlâ'nın «âlemlerin Rabbı» kavli celîlindeki «âlemlerden» mu-râd, bin ümmettir. 
Bundan altıyüzü denizde, dörtyüzü karada yaşar. Benzeri bir ifâde Saîd İbn Müseyyeb'den nakledilir. Buna benzer bir diğer ifâde de merfu' olarak rivayet edilmiştir. 

Nitekim Hafız İbn Ebu Ya'lâ, Ahmed İbn Ali İbn el -Müsennâ, Müsned'inde der ki: Bize Muhammed İbn el Müsennâ... Câbir İbn Abdullah'tan nakleder ki, o şöyle demiş. Hz. Ömer'in hilâfeti yıllarından bir yıl, çekirge azaldı, bunun sebebini araştırdı, hiçbir haber bildirilemedi. 
Bunun üzerine (Ömer) üzüldü. Bir atlıyı Yemen'e diğerini Şam'a, öbürünü de Irak'a yolladı, çekirgenin görülüp görülmediğini araştırmalarını istedi. Câbir der ki Yemen yönüne giden atlı Ömer'e geldi, bir avuç çekirge getirdi ve huzû -i-una döktü. O bunu görünce tekbîr getirdi ve sonra şöyle dedi: «Rasûlullah (s.a.)'dan duydum ki şöyle diyordu : «Allah bin ümmet yaratmıştır. Altıyüzü denizde, dörtyüzü karadadır. Bu ümmetlerden ilk helak olanı çekirge ümmetidir, O helak olunca ipi kırılmış dizi gibi diğerleri de ardarda gelir.» 

Bu hadîs râvîleri arasında yer alan Muhammed İbn İsâ ki ona Hilâli lakabı verilir zayıf bir râvidir. İbn Kesîr'in Mısır baskısında aynca şu bilgiler bulunmaktadır : Beğavî, Saîd İbn el - Müseyyeb'ten nakleder ki o şöyle demiştir : «Allah Teâlâ'nın bin âlemi vardır, altıyüzü denizde, dörtyüzü karadadır.» Vehb İbn Münebbih der ki; Allah Teâlâ'nın onsekiz bin âlemi vardır, dünya bunlardan bir âlemdir. Mukâtil der ki: Âlemler seksen bindir. Kâ'b el- Ahbâr der ki; âlemlerin sayısını Allah Azze ve Celle'den başka kimse bilemez. Bütün bunları Beğavî nakleder. İmâm Kurtubî, Ebu Saîd el - Hudrî'den nakleder ki o şöyle demiştir. Allah Teâlâ'nın kırkbin âlemi vardır, doğusundan batısına kadar dünya bu âlemden biridir. 

 Zeccâc der ki; Âlem Allah Teâlâ'nın dünya ve âhirette yarattığı bütün şeylerdir. Kurtubî bunun doğru "olduğunu ve âlemin her iki ev rene şâmil olduğunu belirtir. Âlem kelimesi alâmet masdarından türetilmiştir. Ben derim ki; bu masdar dan türetilmesinin sebebi, yaratıcısına, yapıcısına ve onun birliğine delâlet eden bir işaret olmasından dol ayıdır. Âlemlerin mahiyyeti ve sayısı konusunda ortaçağlarda pek çok spekülasyon yapılmıştır. Daha çok Aristotelesi felsefe ile ptolemius (Batlamyûs)'çu kozmoloji'nin üzerine dayanan bu fikirler müslümân müelliflerce tekrarlanmış, hatta tefsir kitaplarına kadar girdirilmiştir. 


Günümüze kadar felekler nazariyesi, onsekizbin âlem telakkisi- İslâmî eserlerde tekerrür etmiştir. Reşîd Rızâ da diyor ki : Âlem; yaratıcının kendisiyle bilindiği şeyin adıdır ve o yaratıcının dışında cevher ve a'razîarın hepsidir. Âlem; mümkün olduğu ve kendiliğinden vâcib bir müessire muhtaç olduğu için O'nun varlığına delâlet eder. (Âlemler denilerek) cemi' sığasının kullanılması muhtelif cinslerin kapsam içerisine alınması içindir. Bu cinsler arasında akıl sahipleri gâlib olduğundan, diğer vasıfları gibi ye ve nun ile cemi' olmuştur. Denilir ki (âlem); melekler, Reşid Rızâ, Tefsir el -Menâr, I, 74. 27 Ebu’l- Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an - ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/81 -82. 28 İbn Kesîr'in Mısır baskısı. 

Bekir Karlığa cinler ve insanlardan bilgi sahip leri için konulmuş addır. Diğerlerini içermesi onlara bağlı olması tarîkiyledir. Yine denildi ki; burada (âlemler lafzı ile) insan lar kasdolun- muştur. Çünkü insanlardan her birisi bir âlemdir. O büyük evrendeki cevher ve a'razlarla, âlemde Tanrının yarattığı şeyler sayesinde yaratıcıyı belirten cevher ve a'razlarla büyük evrenin bir benzeridir. Bunun için ikisi arasında musâvât göst erilerek Allah Teâlâ : «Ve kendi nefis lerinize bakmaz mısınız?» buyurmuştur. Bazıları ise âlemleri; meleklerden, insanlardan ve cinlerden ilim sahiplerine tahsis etmişlerdir. (...) Allah'ın zâtını düşünüp sıfatlarını tefekkür edenler için, yüce zâtın aza meti zahir ve âyetleri besbelli olur: «Yeryüzünde de yakînen inananlar için deliller vardır. 

Kendi nefisleri nizde de görmez misiniz?» Hattâ kendi nefsini bilen, Rabbını bilmiş olur. Burada uygun düşen mânâ âleme şâmil olmasıdır. Âlemler rakamlarla sayılamıyacak kadar çoktur... Yeryüzünde bulunan zerrelerden her bir zerre terbiyecisinin sınırlan içindedir, onun tarafından yöneltilir, onun ihata ettiği her şey imkân sâhâsı içinde ve varlık alanında bulunan ulvî ve süflî, mücerred ve maddî, ruhanî ve cismânî bü tün varlıklar vardır. (...) Tefsirinde pozitif ilimlere geniş yer veren Tantâvi Cevheri ise konuyu kendi zamanındaki astronomi açısından değerlendiriyor : Âlem; ulvî ve süflî olmak üzere ikiye ayrılır. Allah, her ikisinin de Rabbidir. İnsanlar; yeryüzünde halk arasında adaletle davranmak ilim ve bilgi kaynaklarını araştırmak konusunda Allah'ın halîfeleridir. 

Nasıl atalarımız insanlar arasında adaletle hüküm verme konusunda eşsiz başarılar göstermişlerse, biz de aynı şekilde hüküm verelim. Dînimi zin bize emrettiği tarzda bütün âlemlerin bilgisini öğrenelim. Aksi takdirde «De ki bakınız, göklerde ve yerde ne vardır?» âyet-i kerîmesiyle «Emrolunduğun gibi dosdoğru istikâmette yürü» âyeti arasında ne fark kalır? Her ikisi de emirdir. Emir, vücûb ifâde eder. Biz şer'î hükümleri okuyup onunla hükmettiğimiz gibi kâinattaki hârikaları da okuyup onunla amel edelim, tarımda ticarette ve sanayide gelişelim. Ben, yeryüzünün doğusunda ve batısında yaşayan tüm müsluman lara sesleniyorum. Sözüme kulak versinler. Bunları yapmayınca Allahü-Teâlâ'nm «Dinini bütün dinlere üstün kılmak için» âyeti nasıl gerçekleşir? 

Bu meziyet olmadan islâmiyet tüm dinlere nasıl üstün gelir? Dinler, kâinat ilimlerine hiç temas etmezlerken İslâm; bu ilimlere davet ediyor ve bunları emrediyor. Bu özelliği bakımından dinlerden hiç birisi İslâm'a benzemiyor. Bilginler ve hükümdarlar İslâm ümmetinin bütün ilimleri bilmesi gerektiğini belirtmelidirler. Müslümanlar, bu söylediklerimden uzaklaşırlarsa ben onların başına Âd ve Semûd kavminin başına gelmiş olan felâketlerin gelmesinden kendilerini uyarırım. Köylüleri, yaşlıları ve çocukları öldürüp mahveden uçakların felâketleri görülmüştür. Müslümanlardan bu ilimlere karşı tembel davranan lar, sadece kendi kendilerini kınasınlar. Çünkü «Doğrusu bir kavim kendini değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez. Allah bir kavim için de kötülük murâd ederse, onu geri çevirecek hiç kimse yoktur.» 
Dikkat edin! Şiî, Sünnî, Hanbelî, Hanefî, Şafiî ve Zeydî, tüm mezhep mensûblarının ihtilâfları temiz şeriat mes'elelerinde idi. 

Kur'an - ı Kerîm'in gösterdiği objektif konulara gelince bu hususta aralarında bir ihtilâf yoktur. Çünkü bunlar apaçık görülüyordu. Müslümanları buna Allah teşvik etmişti. Doğuda ve batıda bu lunan müslümanlar frenklerin ba şardıkları bu ilimlerin hepsini okusunlar. Bu ilimler enfüsî ve âfâkî ilimlerdir. O zaman göreceklerdir ki; müslümanların şer'i konularda aralarındaki ihtilâf, müttefik olduklarına nisbetle çok azdır. Ben tüm müslümanlan buna çağırıyorum. Doğru yola hidâyet eden ise Allah'tır. Geçmiş bilginlerimiz bu hususu kitaplarında açıklamışlardır. Ama müslümanlar gaflet içerisinde gerçekleri unutmuşlardır. İçlerinden bir bilgin çıksın ve kendilerine çiçekteki güzelliği, aydaki parlaklığı, bitkide ki hârikayı, tıptaki garîblikleri ve madendeki fevkalâdelikleri göstersin, anlatsın ve bunu devamlı yapsın. 

Sünnî, şiî, zeydî ve diğer islâm fırkalarına mensûb bilginler her şeyden önce mahlûkâta dâir bilgilerin ulvî ve süflî âlemlere ait malûmâtın insan için gıda olduğunu, fıkhî hükümlerden ibaret olan şer'î ilimlerin de ki ömürlerini bu uğurda harcamışlardır deva olduğunu görürler. Gıda olmadan insan nasıl yaşayabilir, anlarlar. İnsana yalnız başına deva verilirse insan mahvolur. Gıdayı her zaman arar, devayı ise ancak sakat olup sıhhatini yitir diği zaman arar. Ey Müslümanlar, gıda ilimlerini öğreniri. Kur'an, her ikisini de teşvik ediyor. Kur'an, gıda ilimlerine deva ilimlerinden daha çok ehemmiyet veriyor. Ama ne oluyor ki, sizlerin Allah'ın buyruğundan kaçın makta olduğunuzu görüyorum. Allah'ın daha sonra emrettiği şeylere, siz daha önce dalmış duruyorsunuz. 

Nitekim Allah Teâlâ bu âyet- i kerîme'de, âlemleri terbiye etmesini ve yaratıklarına rahmetini ibâdet ten önce beyân ediyor, dosd oğru yol olan Sırât - ı Müstakîm'i hidâyetten önce belirtiyor. Ve sanki bu âyet, sizi Allah'ın rahmetlerini etüd etme ye teşvik ediyor. Size kâinattaki sözlerini bilmeyi, Rahmânî âyetlerini öğrenmeyi, hikmet dolu hârikalarını bellemeyi, fıtratın eşsizlikleri ni iz lemeyi, kâinattaki güzellikleri görmeyi, yaptığı şeylerdeki zevkleri tat mayı emrediyor. Allah'a yemîn ederim ki bazı din bilginlerinin, yaratıklardaki hârikaları görmekten kaçınmaları beni çok üzüyor. Ben ister dim ki; gençler, Avrupa'mn tabiat ilimlerine dalsınlar, yaratıklardaki hârikayı çabucak kavrayıversinler. Ne var ki onların geçici görevlere koştuklarını, idarî işlerde çalıştıklarını görüyorum da din âlimlerinden birisinin de kâinat ilimlerine daldığım göremiyorum. Ülkemizde din âlimleri ile kâinat ilimlerini araştıran gençlerin birbirine benzediğini görüyorum. 

Birinciler fıkhı hükümlerle yetiniyorlar, ikinciler de resmî vazifelerle yetiniyorlar. «Ve her grup kendi yanındakiyle sevinmekte dir.» Bu iki gruptan az bir kitle bu söylediğim husu sta büyük bir mer hale kat etmiştir, ama bunlar çok azdır. «Kullarımdan şükredenler çok azdırlar.» Tefsîr el-Menâr, I, 79. Müslümanlar zikrettiğimiz hususu iyice düşünür ve ona göre davranırlarsa hamdleri gerçek mânâda hamd olur. 31 (...) «Ey İslâm ümmeti nasıl oluyor da biz namazımızda Allah'ın âlemlerin Rabbi olduğunu okuyor ve büyük küçük her işte Allah'ın bu Rabb oluşunu ve terbiye edişini bilmiyoruz?... Allah'ın inayeti bir buğday tanesinde nasıl apaçık ortaya çıkıyor? Nice habbeler var ki insan onlarda ilâhî inayeti görüyor. Dikkat edin, insanla hayvan arasındaki fark bu ilimler iledir. Eğer insanlık ekmek yemekten, su içmekten, elbise giymekten ve süslenmekten ibaret olsaydı biz «Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsûstur» demezdik de bizi doyuran, içiren giydiren veya bize mal ve çocuk veren Allah'a mahsûstur derdik. 

Hattâ Allah'ın âlemlerin terbiye edicisi olduğunun söylenmesiyle, san ki bizden her birimizin de düşünen bilginler olması istenmiş gibidir. Yoksa hayvanlar gibi yememiz, böcekler gibi ölmemiz istenmiş değildir. Keza eğer buradaki maksad, Allah'ın sevap verdiği ve iyiliklerle kötülük leri cezalandıran kudret sahibi olduğu belirtilmiş olsaydı, biz de iyilik lerin ve kötülüklerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun derdik. Halbuki Allah, rahmeti geniş, » lûtfu bol olandır. Lütuf ve ihsanları eşsizdir. Allah'ım, ben çabamı islâm ümmetini uyarmaya verdim ve görevimi yerine çetirdim. Senden dileğim bu tefsiri tamamlamakta bana yardım etmen dir.»  «Allah'ın mantık ilmi yoluyla bütün bilgileri kavrama konusunda büyük akıl sahiplerini terbiye edişinin örneği : Biz deriz ki beş duyudan her birisi kendisine yansıyan konularda hüküm verme imkânına sahip değildir. Hüküm veren akıldır. Sözgelimi insan, gün ortasında bir serâb görse bu görüşte yanılan bölge sadece hüküm çıka ran müfekki redir. 

Göz onu su sanmıştır,' ancak müfekkire gücünün, araştırıp duyu, dokunma ve diğer güçlerle mukayese yaptıktan sonra bir hüküm çıkarması gerekir. Tatma duyusu veya dokunma duyusuyla onu tadıp, elleyip su tadı verdiğini anlayınca onun su olduğuna hüküm verir. Aksi takdirde hüküm veremez. Aynı şekilde insan görme gücüyle elma rengine boyanmış kâfurdan yapılmış bir elmaya baksın. Bu bilgi müfekkireye aktarıldığında müfekkire onun tadı, kokusu hakkında elbetteki hüküm veremez. Hüküm vermesi için tatma koklama ve dokunma duyusuyla onu yoklar ve böylece o elma hakkında elmadır veya değildir diye hüküm verebilir. İşte bu Allah'ın akıl sahiplerini terbiye etme sinin bir numûnesidir. (...) 

Dikkat edin, hamd eden kişi, hamd edilenin sıfatlarını d aha iyi bi lirse, hamdinde daha doğru bir yol takîb eder. Hamd edilenin sıfatlarını daha az bildiği takdirde hamdinde daha çok yanlış yapar. Bunun için görüyoruz ki, insanlar bir ölüyü anmak istedikleri veya bir diriyi övmek istedikleri zaman kitaplarda o nun için yazılan övgü ifâdelerini toplarlar ve zikrederler. Kötülemek istedikleri zaman da o kişinin fena davranışlarını incelerler. İşte burada da durum aynıdır. Müslümanlar Allah'ın tabiattaki nizâmını anlayıncaya kadar Allah'a gerçek mânâ da hamdetmesin i bilemezler. Tabiat Allah'ın ilimlerinin, eserlerinin, hârika san'atlarınm meşheridir. 

Ebedî zaman sicilinin kaydedildiği tarih kitabıdır. Müslümanlar Allah'a gerçek mânâda hamdetmek ister iseler bilginleri tabiat nizamını incelesinler, düşünsünler, kâinattaki incelikleri görsünler ve bu hususta okumadık bir ilim, öğrenmedik bir fen bırakmasınlar. İşte o zaman - nasıl milletler kahramanlarını överken, onların faydalandıkları eserlerini zikrederlerse, müslümanlar da çerçek şekliyle o zaman hamd ederler Allah'a. Ve işte o zaman «hamd Allah'a mahsûstur» dediklerinde bu ifâdeleri gerçek olur ve gerçeğe uyar, bir söz olmaktan ibaret kalmaz. Diyebilirsiniz ki, ben şimdi anladım ki Allah'a gerçek mânâda hamdedebilmek için beşerî takatim ölçüsünde Allah'ın nimetl erini bilmem gerekiyormuş. (...) 

Öyleyse bu nimetleri toplayan şey nedir? Derim ki, bütün ilimler, Allah'a hamdin bir toplamıdır. Sana bunları bu tefsirde açıklayacağım. Kur'anm işaret ettiği gerçeklerin hepsi hamdi gerektiren âlemlerin Rabbinin eseridir. Âlemlerin Rabbı.(...) İyi bil ki âlemin, âlem'in cem'i olup Allah'tan başka her şeydir. Âlem iki kısımdır; biri ulvî âlem, diğeri süflî âlem. Ulvî âlem yıldızlar, güneş, ay, gezegenler ve bunların uydularıdır. Bilindiği gibi cevzâ burcundaki güneşlerden birisi bizim güneşimizin 25 milyon katıdır. Onun bizim ışığımıza nisbetle ışığı bir kıvılcımın ışığı gibidir. 

Biliyorsunuz ki güneş yeryüzünden 1 milyon 300 bin kere daha büyüktür. Ondaki parlaklık ve güzellik akılları çelecek şekildedir. Güneş yeryüzüne gönderdiği ışıkla yollan aydınlatır, gözleri açar, canlı resimler onun sayesinde hava üzerinde çizilen biçimde görünür. Güneş ısı yayar, sular akar, bitki biter, canlı ve insan hayat bulur. Yeryüzü su ve güneş sayesinde yemyeşil olur. (...) 

Güneş bir başka güneşin etra fında döner. İçice daireler aklı durdurup fikri bıktırmcaya kadar döner durur. Bunları sadece frenklerin ilminden öğreniyoruz. Onlar diyorlar ki; öbür güneşler bizim güneşimizden çok daha büyük. İşte ulvî âlem le ilgili sözümüzün özeti bunlar. Süflî âlem ise; denizde bulunan canlılar, yeryüzünde bulunan maden, bitki, hayvan ve insanlardır. Bugün bilginler denizler âlemi için onun gizliliklerini öğrenmek üzere apayrı bir ilim kurmuşlardır. Okuduğumuza göre onlar millerce derinlikle rde yaşayan, karanlıklarda' yüzen deniz hayvanlarını keşfetmişler. 

Gittiği zaman çevresini aydınlatan, ışık saçan canlıları ortaya çıkarmışlardır. (.. .) Bitkiler âlemi de süflî âle min bir parçasıdır. Botanik adı verilen bir ilim sayesinde onun da çeşitleri, değişiklikleri, şekilleri, renkleri ve tatları öğrenilir. Hayvanlar âle mi de süflî âlemin bir parçasıdır, onunla ilgilenen Zooloji adını taşıyan bir ilim vardır. Bu sayede hayvanların çeşit leri, türleri, cinsleri, karada yaşayanları, havada uçanları, denizde yüze nleri tesbît edilir. (...) 

İşte âlemler lâfzının ihtiva ettiği ulvî ve süflî âlem bunlardır. Bunların hepsini yetiştiren, eğiten, tamamlayan Allah'tır. Şunu müslümanlar iyi bilsinler ki; ilimlerin hepsini öğrenip teferruatını bilmedikçe, insanların o ndan faydalandıkları gibi bu ilimlerden faydalanmadıkça, doğuda batıda müslümanlar hiç bir şekilde Allah'a hakkıylaTantâvî Cevheri, Tefsir el-Cevâhir I, 7 - 8. 32 Tantâvî Cevheri, Tefsir el-Cevâhir, I, 9. hamd edemezler ve hakkıyla şükredemezler. 

Ama bu âlemleri ve bu âlemlerdeki güzelliği bilmeden «elhamdülillah» dedikleri takdirde bilsinler ki; hamdleri söz den ibarettir, şükürleri görüntüden ö teye geçmez.» Din Günü: «Din gününün mâlikidir.» Kurrâ'nm bir kısmı “Meliki Yevmiddin” şeklinde okumuş, bir kısmı da “Mâliki” şeklinde okumuştur. 
Ebubekr İbn Ebu Dâvûd bu konuda garîb bir şey nakleder ve şöyle der: Biz Abdurrahmân el-Azremî. ... 
İbn Şihâb'dan nakleder ki ona şu haber ulaşmıştır: «Resûlullah (s.a.), Ebubekir, Osman, Muâviye, onun oğlu Yezîd bu âyet-i kerîmeyi “Mâliki Yevmiddin” şeklinde okumaktaydılar. İbn Şihâb der ki; melik şeklini ilk ihdas eden Mervân'dır. Ben dedim ki, (İbn Kesîr) Mervân'ın yanında, okuduğunun doğruluğunu gösterecek bir bilgi olmalıdır ki İbn Şihâb buna muttali olmamıştır. 

Şüphesiz ki en doğrusunu Allah bilir. Müteaddit tarîklerle vârid old uğuna göre İbn Mer dûyeh Rasûlullah (s.a.) 'in “Mâliki Yevmiddin” şeklinde okuduğunu nakletmiştir. Bu radaki mâlik milk kelimesinden al ınmıştır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Şüphe yok ki bütün yeryüzüne ve üzerinde bulunanlara biz vâris olacağız. Ve onlar bize döndürü leceklerdir.» (Meryem, 40). «De ki: «İnsanların Rabbına sığınırım. İnsanların mâlikine.» (Nâs, 1 -2). Melik kelimesi ise, mülk kelimesinden alınmıştır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur : «O gün onlar ortaya çıkarlar. 

Hiçbir şeyleri Allah'a gizli kalmaz. « Kimindir bugün mülk? Vahîd, Kahhâr olan Allah'ındır.» (Gafir, 16). «O'dur, gökleri ve yeri hak ile yaratan, O'nun «ol» dediği gün hemen olur. O'nun sözü haktır. Sûr'a üfürüleceği günde mülk O'nundur. Görülmeyeni de görüleni de bilir. Ve O, Hakîm'dir. Habîrdir.» «O günde mülk ve tasarruf, Hakk olan Allah Teâlâ'ya mahsûstur. Kâfirler için ise çok güç bir gündür.» (Furkân, 26). 

Mülkün kıyamet gününe tahsisi; diğer günlerden onu nefyetmez. Zira daha önce Allah'ın âlemlerin Rabbi olduğu haberi geçmişti ve bu, dünya ve âhirete şâmil idi. Mülkün kıyamet gününe izafe edilmesinin sebebi o gün hiç bir kimsenin bir şey söyliyememesi ve Allah'ın izin verdiklerinden başkasının konuşamamasından dolayıdır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur : «O gün rûh ve melekler saf hal inde duracaklardır. Rahmân'ın izin verdiğinden başkaları konuşamazlar. O da ancak doğruyu söyler. İşte bu, hak gündür. 

Dileyen Rabbine (götürülecek) bir yol edinsin.» (Ne -be', 38-39). «O gün hiç bir tarafa sapmadan o davetçiye uyacaklardır. Sesler Rahmân'ın heybetinden kısılmıştır ve sen fısıltıdan başka bir şey işit mezsin. (Tâhâ, 108). «O gün gelince Allah'ın izni olmadan kimse konuşamaz. Onlardan kimisi bedbaht, kimisi de bahtiyardır.» (Hûd, 105). Dahhâk der ki; İbn Abbâs «Din gününün mâliki» ifadesinin o günde Allah'tan başka hiç kimse mülk sahibi değildir, dünyadaki gibi mülk - ier bulunmayacaktır, demek olduğunu nakleder. Din günü mahlûkâtm hesâb verdiği gündür ki bu kıyamet günüdür. Kıyamet gününde amelle - nyle insanlar cezalandırılırlar. Eğer amelleri hayır ise, o gün de hayır^ dır, eğer şer ise o gün de serdir. 

Ancak Allah'ın o gün affettikleri müstesnadır. İbn Abbâs'tan başka, sahabe, tabiîn ve selef - i sâlihîn'den başka birçokları da bu şekilde, söylemişlerdir ki zahir olan da budur. İbn Cerîr geçmişlerin bazılarından nakleder ki onlar; din gününün mâliki ifâdesini tefsir ederken kıyamet gününü ikâme etmeye kadirdir şeklinde tefsir etmişlerdir. Zahire bakılacak olursa bu sözde bir çelişki yoktur. Her iki kavil de birbirini kabul ve itiraf eder. Ancak birinci ifâ de bundan daha çok gerçeğe delâlet etmektedir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur : «O günde mülk ve tasarruf, hakk olan Allah Teâlâ'ya mahsûstur. Kâfirler için ise çok güç bir gündür.» (Furkân, 26). İkinci söz ise şu âyetteki kavl -i celîl'e b enzer : «O'nun emri bir şeyi murâd ettiği zaman, sadece o'na «ol» demektir. O da oluverir.» (Yasın, 82). 

İbn Kesîr Tefsîr'inin Mısır baskısında ayrıca şu ilâve görülüyor : Bazı kurrâ “Mâliki Yevmiddin” şeklinde okurken diğer bazıları “Meliki Yevmiddin” şeklinde okurlar. Her iki okuyuş da sahihtir ve kırâet -i seb'a'da mevcuttur. Lâm'ın kesresi ve sükûnuyla melk ve melik şeklinde okunduğu gibi uzatılarak mâlik şeklinde de okunur. Nâfî, kâf in kesresini işba ederek okumuştur. Kırâetlerin her i kisini de mânâ ba kımından tercih edenler bulunmuştur ve her iki şekil de sahihtir. Zâ - mahşerî Meliki şeklinde okumayı Haremeyn - i Şerîfeyn'in kırâeti olması nedeniyle tercih etmiştir. Ebu Hanîfe'den nakledildiğine göre, O da melk şeklinde okumuştur. Fail ve mef'ûl şekli mevcûd ise bu cidden garîb ve şazdır. Din günü konusunda Reşid Rızâ diyor ki: «Bir kişi sorabilir ki : Bütün günler ceza günü değil midir ve insanların bu hayatta karşılaştıkları acı ve sıkıntılar, 33 Tantâvî Cevheri, Tefsîr el-Cevâhir, I, 12 -15. 34 Ebu’l- Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/90 -92 hakların yerine ge tirilmesinde ve görevle rin îfâsındaki aşırılıkların sonucu değil midir? Cevap olarak denilir ki : Biz hayatta bazan yaptıklarımızın cezasını görürüz, bazan da görmeyiz. Bazan ceza topluma nisbet ile tam olarak or taya çıkar, ancak fertlerin hayatına nisbetle tam olarak ortaya çıkmaz. Şüphesiz ki bir millet Allah'ın dosdoğru yolundan sapacak olur ve Al lah'ın yaratıkları için koyduğu İlâhî kanunlara uymayacak olursa mu hakkak o millet hak .ettiği cezaya çarptırılır. 

Bu ceza fakirlik, zillet, güç ve kudretin, şeref ve haysiyetin yitirilmesi şeklinde olabilir. Fertle re gelince biz ömürlerini şehvet ve lezzetlere boğularak geçiren pek çok azgın zâlimleri görürüz. Evet onların da vicdanları zaman zaman kendilerini uyarır. Bazı musibetlerden emîn olamazlar, mallarına ve mülk lerine eksiklikler isabet eder, vücûdları cezalara düçâr olur, aklî denge lerini kaybedebilirler. Ancak bütün bunlar onların bazı çirkin amellerini karşılayacak derecede olmaz. Özellikle hükümdarlar ve yöneticilerin kötülüklerinin, fena davranışlarının sıkıntı ve zorluklarını milletler çe ker. Keza kendilerine ve başkalarına iyi davranan kişiler görürüz ki, bunların hakları çiğnenir ve davranışlarının karşılığını elde edemezler. Her ne kadar ahlaken dürüst ve yetenekleri bakımından sağlam olurlar sa da hak ettikl eri şeyi elde edemezler. İşte kıyamet gününde her fert yaptığının karşılığını tam olarak elde eder. 

Ve orda kendisine hiçbir şekilde zulmedilmez : «Kim zerre miktarı hayr işlerse onu görür, kim de zerre kadar şer işlerse onu görür.» 35 Allah Teâlâ'nın Rahman ve Rahîm oluşunun zikrini müteakip, derhal O'nun «Din gününün sahibi» olduğu ilâve edilerek, böylece Rahman ve Rahîm sıfatlan, önünde herkesin fiillerinin hesabını vereceği günün unutulmasına yol açmıyacaktır. Her müslüman bilmelidir ki: Allah Te -âlâ s adece Rahman ve Rahîm değil, aynı zamanda Âdildir de. Her şey üzerinde mutlak kudrete sahip bulunması dolayısıyla dilediğini affetmek, dilediğini cezalandırmak, tam olarak O'nun elindedir. Bu sebepten, âkibetimizi hüsr an veya saadete kavuşturmanın tamamıyle O'nun kudretinde bulunduğuna tam olarak itikâd mecburiyeti vardır. 

İbâdet: Yalnız sana ibâdet ederiz ve yalnız Senden yardım di leriz. İbâdet; lüğatta zillet mânâsına gelir. Nitekim Arapçada “” cümleleri zelîl kılınmış, horlanmış anlamlarındadır. Ş er'i ıstılahta ise, sevginin, bağlılığın ve korkunun kemâlini birleştiren bir ifâdedir. “İyyâke” kelimesi mef'ûl olduğu halde öne alınıp fiil olan “Ne’budu” nün sona alınması, - ayrıca “İyyâke” kelimesinin iki kez tekrarlanması; itinâ ve hasr maksadına mebn îdir. Böylece mânâ; hiçbir itimseye ibâdet etmeyiz, ancak sana ibâdet ederiz, hiçbir kimseye da- nmayız ancak Sana dayanırız şeklinde olmaktadır ki bu, bağlılığın son derecesini ifâde eder. Dinin bütünü de bu iki anlamın içinde toplanmaktadır. Nitekim bazı selef bilginleri de Fatiha Kur'an'm sırrıdır, Fâtiha'nın sırrı da “İyyâke na’budu ve iyyâke nestain” âyetidir derler. 

Birinci cümle şirkten uzaklaştırmakta, ikinci cümle her türlü kuvvet ve güçten ay rılarak her şeyi Allah Azze ve Celle'ye dayandırmaktadır. Bu anlam Kur'an'm çeşitli âyet - i celîlelerinde yer alır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Göklerin ve yerin bilinmezlikleri Allah'a aittir. Bütün işler O'na döndürülür. Öyleyse O'na ibâdet et ve O'na güven. Rabbin yaptıklarınızdan habersiz değildir .» (Hûd, 123). «De ki: «Suyunuz yerin dibine batarsa, söyleyin; size kim temiz bir su kaynağı getirebilir?» De ki O, Rahmân'dır, O'na inandık ve O'na tevekkül ettik.» (Mülk, 29 - 30). «Doğunun ve batının Rabbi'dir. O'ndan başka İlâh yoktur. Öyley se O'nu Vekîl edin.» (Müzzemmil, 9). Bu âyet- i kerîmede sözün gâib ifâdesinden muhatap şekline dönüşmesi ve «yalnız Sana» denilmesi konuya son derece uygundur. 

Çünkü başlangıçta Allah'a medh-ü senâ'da bulununca, sanki o kişi Allah'ın huzuruna yaklaşmış ve onun önünde : «Yalnız Sana ibâdet eder ve yalnız Senden yardım dileriz» demektedir. Bu da gösteriyor ki; sûrenin baş tarafı Allah Teâlâ'nın bütün güzel sıfatlarıyla kendi yüce nefsini övgüyle haber verdiğine delâlettir. Kullarını da kendisini böylece öğmeleri konusunda irşâd etmektedir. 

 Onun için (Şafiî mezhebine göre) böyle demeyen kişinin namazı sahîh olmaz. Buhârî ve Müslim'de, Ubâde İbn Sâmit'ten nakledilir ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : «Fâtiha'yı okumayanın namazı caiz değildir.» (Bu Şafiî mezh ebine göredir.) Müslim'in Sahihinde A'lâ İbn Abdurrahman tarikiyle... Ebu Hü -reyre (r.a.) Rasûlullah (s.a.)'dan nakleder ki: «Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur : Ben namazı kulumla kendi aramda ikiye ayırdım, yarısı bana yarısı kulumadır. 

Kul : «Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mah sûstur» deyince ona her istediği verilir ve Allah buyurur ki kulum ba na hamdetti. (Kul) «Rahman ve Râhîm'dir» deyince kulum beni öğdü. Kul «Din gününün sahibidir» deyince, Allah buyurur ki; kulum beni ta'zîm etti. «Yalnız Sana ibâdet eder ve yalnız Sen'den yardım dileriz» deyince bu, benimle kulumun arasındadır. Kuluma istediği verilmiştir. «Bizi doğru yola, kendilerine nîmet vermiş olduklarının yoluna hidâyet et. Gazaba uğramışların, sapıkların yoluna değil» deyince Allah bu yurur ki; bu, kulumun isteğidir ve kulumun istediği kendisinindir.» Dahhâk, İbn Abbâs (r.a.)'dan nakleder ki: «Yalnız Sana ibâdet ederiz» âyetinin tefsiri, «Yalnız Seni bir sayar, Şenden korkar ve yal - mz Senden isteriz ey Rabbimiz, başkalarından değil.» «Ve yalnız Senden yardım dileriz» 35 Reşîd Rızâ, Tefsir el -Menâr, I, 54 - 55. 36 Bekir Karlığa, Bedreddin Çetiner, Hadislerle Kur’an - ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/93. âyetinin tefsiri de, «Sana ibâdette ve bizim kendi işimizde yalnız Senden yardım isteriz» demektir. 

 Katâde der ki: «Yalnız Sana ibâdet eder ve yalnız Senden yardım dileriz» âyetinin tefsiri şöyledir: Allah Teâlâ size yalnız Ona ihlâsla ibâdet etmenizi ve her işte kendisinden yardım dilemenizi emretmektedir. Önce «yalnız sana ibâdet eder» buyurulup da «yalnız senden yardım dileriz» cümlesinin sonra zikredilmesi şu sebeptendir. İbâdette asıl maksad; Allah Teâlâ'dır. Yardım dileme ise O'na tevessül etme, saygı göstermedir. Bunun için önemli olan, daha az önemli olana takdim edi lir. Burada mühim olan Allah'tır. 

En doğrusunu Allah bilir. İZAHI İbn Kesir tefsirinin Mısır baskısında ayrıca şöyle bir ilâve bulunmaktadır : Denilirse ki, “İyyâke na’budu ve iyyâke nestain” deki nûn'ların anlamı nedir? Eğer cem' içinse sebep aynıdır, eğer ta'zîb içinse buraya uygun düş mez. Buna şöyle cevap verilmiştir : Burada kasdolunan kullar cinsinin haber verilmesidir. Namaz kılan kişi kullarda n bir ferddir, özellikle top lu namazda ise veya cemaatın imâmı durumunda ise o kendi nefsinin ve mü'min kardeşlerinin yaradılış gayelerini teşkil eden ibâdetlerini haber vermektedir. Ve İmâm, mü'min kardeşlerine tavassut etmekte dir. Bazıları da derler ki nûnun ta'zîm için olması caizdir. 
Sanki kul., şöyle denilmektedir. Sen ibâdetin çerçevesi içerisine girdiğin için yüce bir kişisin, mevkiin geniştir onun için: «Yalnız sana ibâdet eder ve yal nız Senden yardım dileriz» de. Eğer ibâdetin dışında ise biz cümlesini kullanma, istersen yüzbinlerce kişi arasında ol, çünkü hepsi de Allah Azze ve Celle'ye muhtaçtır ve O'na dayanmak zorundadırlar. Kimileri de derler ki, «yalnız sana ibâdet ederiz» ifâdesi tevazu bakımından «yalnız sana ibâdet ettik» ifadesinden da ha lalîftir. 

Çünkü ikinci ifâdede kişinin yalnız kendisinin hakkıyla ona ibâdet edemiyece - ği ve hiçbir kimsenin lâyık olduğu şekilde kendisini övemeyeceği, Allah'a ibâdet için yalnız kendini ehil kılmak durumu sözkonusu olduğundan, kişinin kendi nefsine ta'zîmi bahis mevzudur. İbâdet yüce bir makamdır. Kul, Allah Teâlâ'nın huzuruna intisabı nedeniyle ibâdet makamında en üstün şerefe nail olur. 

Nitekim Allah Teâlâ Peygamberini; kitabını indirdiği, dâvası için harekete geçtiği ve kendi katına yücelterek mi' râcına nail kıldığı zamanda dahi kendi kulu olarak nitelendirmiştir. Peygamberin muhalifleri O'nu yalanladıklarında Peygamberin üzülmesi halinde O'na ibâdete kalkmasını öğütlemektedir. Râzî tefsirinde, bazı kimselerden naklederek der ki: Ubudiyet ma ka mı, risâlet makamından daha üstündür. Çünkü ibâdet halktan hak ka doğru çıkar risâlet ise Hakktan halka doğru iner. (Râzî der ki) Hem Allah, kullarının menfaatini gözetler, 

Rasûl ise ümmetinin menfaatini gözetir. Bu söz yanlıştır. Sözün yöneltildiği husus ta zayıftır. Râzî tefsirinde bu söze karşı çıkmamış veya zayıf olduğunu belirtmemiştir. Bazı sûfîler de derler ki: İbâdet; ya bir sevabın elde edilmesi veya bir cezanın durdurulması için yapılır. Bu önemli değildir. Çünkü maksad kasdedilenin elde edilmesidir. Ya da Allah Teâlâ'nın emirlerinin yüceltilmesi için ibâdet edilir ki bu da zayıf bir tarzdır. En yüce olan kemâl sıfatıyla muttasıf Allah'ın mukaddes zâtına ibâdet edilmesi şeklidir. Bunun için namaz kılan kişi, Allah için namaz kılıyorum der. Eğer maksadı sevâb elde etmek ve cezayı durdurmak olsaydı, namaz bâtıl olurdu. Ancak bu görüşe başkaları şöyle karşılık vermişlerdir : İbâ - detin Allah Azze ve Celle için olması O'nun beraberinde sevabı getirmesi veya azabı def'etmesiyle çelişik değildir. Nitekim aynı şekilde bir bedevî arap şöyle der : «Ben ne senin dediğin gibi güzel söyleyebiliyorum ne de Muâz'ın. Sadece Allah'ın Cennet'ini istiyorum ve Cehennem'inden O'na sığmıyorum. 

Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu : «İşte biz de bunun etrafında konuşuyoruz.» Hak Teâlâ hamde müstahak olduğunu belirttikten ve kendisini diğer zâtlardan ayıran büyük nitelikleriyle tavsif ettikten ve bu sıfatın belirli bir malûma taalluk eden bir ilim olduğunu zikrettikten sonra, bunun ile muhâtab kılmıyor: «Ey sânı bu olan Allah, ibâdet ve yardım dilemeyi yalnız sana tahsis ederiz» deniyor. Böylece tahsisin en ince delâleti ifâde ediliyor. 

Görülmiyenden görülene intikâl ediliyor ve bilinen; gözle görülür oluyor, düşünülen müşahede edilir hale geliyor, gâib hâzıra dönüşüyor. Sözün başlangıcı; arifin, zikir, fikir ve esmâ -i ilâhiye- yi düşünüp onun âyetlerini görmek, yaptıklarından şanının yüceliğine, saltanatının parlaklığına delil getirmek konusundaki halinin başlangıcına bina edilmektedir. Sonra da arifin hâlinin neticesine bağlanmaktadır. Bu merhalede o, vuslat denizine dalmakta, müşâhade ehlinden ol makta, ayan beyân onu görmekte ve kendisine yalvarmaktadır. Dudaklarıyla ondan yardım istemektedir. Allah'ım bizi eserini duyanlardan değil, gözle vâsıl olanlardan kıl. 

 Araplarda söz sanatı olarak bu tür davranmak bir gelenektir. Bu üslûptan diğerine geçmek onu bırakarak işiteni güçlendirmek gayesine mebnîdir. Bu yüzden hitâb hâzırdan gaibe, gâibten hâzıra döndürülür.» İstiâne yardım dilemedir. Bu ya zarurî olur, ya da olmaz. Zarurî yardım dileme fiilinin kendisi olmadan gerçekleşmeyenidir. Failin düşü - nüp güç yetirmesi gibi. 
Bir âlet ve o âletin işlediği maddenin hâsıl olması gibi. Bu ikisi birleştiğinde kişi güç yetirme niteliğine sahip olur ve bir fiil ile mükellef olması sahih olur. 

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...