20 Temmuz 2018

Kördüğüm



Kördüğüm

Griye boyanmış, yüreğimin en ücra köşeleri
Bir bir uyanıyor canımda birileri
İçimde bir değil, bir kaç yangın yeri
Hangisinden söndürmeye başlasam; Bilmiyorum...

Tuhaf alacalar içinde sisten örtülere büründüm
Yüzlerce soru dizilmiş, boğazımda kördüğüm
Üfürsem üzerime yıkılacak o hafiflik
Ulu bir çınarın köklerini nasılda söküyor kalbimden

Uyandırmayın!  "Ne olur uyandırmayın sustuklarımı" diye
Bağırmak, sesim kısılana kadar haykırmak geliyor içimden
Sonra suskunluğum, ellerini kenetliyor dudaklarıma
Eksik bir söz, eksik bir nefes hapsoluyor parmaklarıma...

**************************************************

"Bir kez boşvermişse insan, yıkılmışsa kumdan kaleleri
Eskisi gibi olmayacak ne varsa, eskisi gibi kanamıyor artık!"


@Bircan

Atatürk’ün Bir Dönem Yasaklanan Kitabından Günümüzü Aydınlatacak 7 Alıntı



Atatürk’ün Bir Dönem Yasaklanan Kitabından 

Günümüzü Aydınlatacak 

7 Alıntı

Atatürk’ün Bir Dönem Yasaklanan Kitabından Günümüzü Aydınlatacak 7 Alıntı
İlgili kitabın ismi “Zabit Ve Kumandan İle Hasbihal” Atatürk”ün yakın arkadaşı Ali Fethi Okyar ile birlikte 1918″de Mondros Mütarekesi dönemi başlarında Minber Gazetesi’nin matbaasında bin nüsha olarak hazırladığı kitabıdır. Atatürk bu kitabın bir kısmını yakın dostlarına hediye etse de geriye kalan kitaplar Damat Ferit Paşa tarafından Atatürk Anadolu’ya geçtikten sonra toplatılarak yasaklandı. Oysa niye yasaklandığı ise kitapta yer alan cümlelerden oldukça açık bir şekilde anlaşılıyor. Büyük kumandanımız Mustafa Kemal Atatürk; yıllar öncesinde silah arkadaşı Nuri Conker’in “Zabit Ve Kumandan” kitabına bir cevap mahayetinde yazdığı “Zabit Ve Kumandan İle Hasbihal” kitabında zihinlerimize ışık tutacak ve geleceğe dair daha güzel günler görmemizi sağlayacak, reçete tesirinde cümleler sarfetmiştir. Hiç vakit kaybetmeden Gazi Paşa’mızın söylediklerine kulak verelim.

1. Ne olursa olsun, askerlerimizin ruhunu kazanmak bizim için bir görevdir. İlk önce onlarda bir ruh,
bir emel, bir karakter yaratmak da Allah’tan, Peygamber’den sonra bize düşüyor.

Atatürk Öğretmen
Şüphe yok ki bizim milletimizin karakteri de bütün karakterler gibi ilerlemeye, arzu edilen şekle değişebilme kabiliyetlidir, fakat kendi kendisi olmak şartıyla!

2. Eğer bizim karakterimize, dışarıdan başka karakterlerdeki etkileyiciler tarafından bir şekil verilmek istenirse kalıcı ve belirgin hiçbir şekil, hiçbir sonuç elde edilemez.

ataturk-meclis-konusmasi

Talimnamelerimizin, böyle olağanüstü durumlar için yol göstermesini dikkate almazsak aslında içerdikleri kurallar, hükümler, harpte genelde karşılaşılan basit taktik durumları ancak kapsayabilirler.

3. Oysa, komutanlar her hâl ve andaki duruma karşı tereddüt etmeden süratla gereken tedbirleri almak zorundadırlar.

ataturk-stockholm-de-anildi-4080683_1376_o
Olağanüstü ve ansızın ortaya çıkan durumlarda, ilk teması sağlayan, bir birliğin en üst rütbeli komutanı değildir. Büyük küçük her birlikteki her subay, astsubay, hatta er hareket tarzına ilişkin üstünden hiçbir emir ve fikir alamayacağı durumla karşılaşabilir.

4. Gerek komutanların gerek askerlerin kendiliğinden düşünerek iş yapabilecek meziyette yetiştiklerine kanaat getirilmeden bir askerî birliğin, bir ordunun güvenilecek ve dayanılacak kuvvet olarak bilinmesi ihtiyatsızlıktır, felakettir.

akit-yazari-mustafa-kemal-ataturk-u-hedef-aldi-oldu-ve-hesap-verecek-207415-5

Makineyi işleten, can veren, her parçasını harekete geçiren vasıta, buharla çalışan motorlar, o hareketi sağlayan, ordu makinesini teşkil eden canlı azaların zihinlerindeki kuvvet ve kanlarındaki ruhdur. Bu zihinlerde ve bu kanlarda lazım olan kuvvet ve akış hızı bulunmazsa makine durur ve başka hiçbir güç onu çalıştıramaz.

5. Uyuşuk zihinlerden, durgun kanlardan meydana gelen kitleler, taş, demir, odun yığınlarından daha boş ve çirkindir.

ata

Taş ve ot yığınları balya hâline getirilerek hafif bir itmeyle kolaylıkla hareket ettirilebilirler. Büyük, küçük
bütün balyalar hâlindeki tembel zihniyetli insan kitlelerinin sevk ve hareketi için lüzumlu olan hareketin, itici gücün ruhî ve fikrî varlığının bulunduğu yerden kaynayıp çıkması beklenir, çıkış noktası zihinde, yürekte aranır.

6. Muharebede yağan mermi yağmuru, o yağmurdan ürkmeyenleri, ürkenlerden daha az ıslatır.

Ataturk-latife-2

Bir orduyu meydana getiren unsurlardan
her birinin, bizzat her işi düşünüp kendiliğinden
yapıvermekteki derecesi aşırıya giderse ciddi bir
endişeye değer. Çünkü, kendiliğinden görülen işler
olumlu oldukça ne kadar takdire şayan ise amaca
aykırı olduğunda da o kadar eleştiriye açıktır.

7. Ey, Ordu! Ey Millet! Ne yapmak zorunda olduğunuzu, elinizi vicdanınıza koyarak aklınızı başınıza toplayarak düşününüz!…

Ataturk-1930-amongpublic
Düşünmeniz için sizi buraya alalım…
Ayrıca kaynak linki için buraya tıklayabilirsiniz.


Mustafa Kemal Atatürk ve “Başkomutan Yaversiz Gidemez!” Diyen Yoldaşı Salih Bozok

Mustafa Kemal Atatürk ve “Başkomutan Yaversiz Gidemez!” Diyen Yoldaşı Salih Bozok 
Mustafa Kemal Atatürk ve “Başkomutan Yaversiz Gidemez!” Diyen Yoldaşı Salih Bozok
 Mustafa Kemal Atatürk ve “Başkomutan Yaversiz Gidemez!” Diyen Yoldaşı Salih Bozok “Mustafa Kemal Paşa sayesinde yaşadım ve her şeye kavuştum. Şimdi samimiyetle söyleyeyim ki artık yaşamaktan, Mustafa Kemal’in olmadığı bir dünyada yaşamaktan, hiç mi hiç zevk almıyorum.” diyerek Atatürk’ün ölümünün ardından canına kıymak isteyen Salih Bozok ve Atatürk’ün çocukluktan başlayıp Ata’nın ölümüme kadar süren dostluklarını anlattık. Bir 10 Kasım gününde Atamızı ve Cumhuriyete gönül verenleri saygı ve özlemle anıyoruz… 
1. Ömür boyu yoldaş 
1. Ömür boyu yoldaş
 Selanik’te meşhur Olimpos Gazinosu’nda oturdukları bir akşam, Mustafa Kemal sofradaki dostlarına ileride nasıl iktidara geleceğini anlatır. Sonra da orada bulunanlara gelecekteki görevlerini açıklar. Masada bulunan Fuat Bulca, Nuri Conker, Fethi Okyar ve Salih Bozok hayretle izlerler onu. Herkese görev bölümü yapıldıktan sonra, sıra Bozok’a gelince Salih der Mustafa Kemal; “seninle hiç ayrılmayacağız, seni kendime yaver yapacağım.” Masadakiler sorar: “Peki sen ne olacaksın?” Yanıt kısadır: “Ben, size bu görevleri verecek adam olacağım.” Bu olay Atatürk’ün Salih Bozok’u daha o yıllardan “ömür boyu yoldaş” olarak seçtiğini gösteren en güzel örnektir. 
 2. Çocukluk yıllarında çizilen kader 
2. Çocukluk yıllarında çizilen kader
 Salih Bozok da 1881’de Selanik’te dünyaya gelir. Mustafa Kemal ile önce mahalle, daha sonra da okul arkadaşlığı yaparlar. Bu arkadaşlık daha o yıllardan onun kaderini çizmiş olur. İkisi de aynı okullarda okuduktan sonra aynı yıl Harp Okulunu bitirirler. Salih Efendi jandarma sınıfına seçilir, Mustafa Kemal ise Akademiye devam ederek kurmay olur. Mustafa Kemal Milli Mücadeleyi başlatmak üzere Anadolu’ya geçmeden önce ve Suriye Cephesi’nde bulunduğu sırada Salih Efendi’yi başyaver olarak yanına getirtir. 
 3. Hep Mustafa Kemal’in yanı başında 
3. Hep Mustafa Kemal’in yanı başında
 Atatürk’ün ölümüne kadar sürecek beraberlikleri de böyle başlar. Yüzbaşı Salih, Mustafa Kemal’in yanında, Heyeti Temsiliye’de görevli olarak Ankara’ya gider, Mustafa Kemal Meclis Başkanı iken o da Meclis Başkanı başyaveri olur. Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı seçilince Yarbay Salih de Cumhurbaşkanlığı başyaveri olur. Salih Bey yarbay rütbesinde askerlikten emekli olduktan sonra da Mustafa Kemal’in yakınında kalır. Önce o zamanki adı Bozok olan Yozgat’tan milletvekili seçilir, milletvekilliği 1939 seçimlerine kadar her dönemde yenilenir; bu arada Mustafa Kemal’in sofrasındaki yerini ve çevresindeki görevini de muhafaza eder. 
4. Atatürk'e ölesiye bağlılığın simgesi 
4. Atatürk'e ölesiye bağlılığın simgesi
 Neredeyse bütün yaşamını Atatürk’ün yanında geçiren Salih Bozok, 10 Kasım günü Ata’sının öldüğünü anlayınca Dolmabahçe’de boş bir odaya girer ve kalbine bir kurşun sıkarak yere devrilir, ancak Salih Bozok o gün ölmez. Göğsüne sıktığı kurşun kalbini bir-iki milimetrelik bir sapmayla sıyırır, akciğerini boydan boya delip geçerek sırtına saplanıp kalır. “Atatürk’e ölesiye bağlılığı” simgeleyen o tek kurşunu Salih Bozok’un kızı yıllarca boynunda kolye olarak taşır. 
5. Atatürk hastaydı, babam hep Atatürk ile kalıyordu 
5. Atatürk hastaydı, babam hep Atatürk ile kalıyordu
 Salih Bozok’un oğlu Muzaffer Bozok Atatürk’ün son günlerinde yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “1938’de ben 17 yaşındaydım. O zamanlar evde yalnızdım. Atatürk hastaydı. O yüzden babam hep Atatürk’le kalıyor, hiç eve gelmiyordu. Annemleri, ablamları, eniştemleri de Avrupa’ya yollamıştı. Sonra bir gün babam beni Dolmabahçe Sarayı’na davet etti. ‘Sana araba yollayacağım, biner gelirsin’ dedi. Çok sertti babam. Çok döverdi beni… Çok top düşkünüydüm, mektebim iyi değildi. Arada kaçar, maça giderdim. Kızardı çok… Yine böyle bir şeyi haber aldı, yanına çağırıp dayak atacak diye korktum. Evde giyindim bekliyorum. Kapı çaldı. Resmi üniformalı biri geldi. ‘Moskof Ziya’ derlermiş. Sarayın şoförüymüş. Boşnak. Bir seferinde ben bir Fenerbahçe maçında buna çarpmıştım. Beni dövecekti, kurtardılar. Babam beni dövmeye onu yolladı sandım. ‘Saraydan geliyorum. Baban yolladı, seni bekliyorlar’ dedi. 
 6. Çünkü ben Atatürk'ü hiç ölmez bilirdim kafamda Çıktım. 
6. Çünkü ben Atatürk'ü hiç ölmez bilirdim kafamda
Kel Ali de (Ali Çetinkaya) arabada. Gittik saraya, ben korkudan titriyorum ama babam o kadar müşfik karşıladı ki beni, şaşırdım. Bak Muzaffer, dedi (şimdi anlatırken bile çok duygulanıyorum); Artık koca adam oldun, Atatürk ölüyor dedi. Başladım ağlamaya çünkü ben Atatürk’ü hiç ölmez bilirdim kafamda. ‘Ağlama evladım. Atatürk’ü uyandıracaksın; duyarsa kızar, ben de sevmem erkeklerin ağlamasını. Şunu bil ki eğer Atatürk ölürse ben de hayatıma son vereceğim’ dedi. Annemlere telgraf çektiğini, bir an önce trenle dönmelerini istediğini söyledi. ‘Sen artık koca adam oldun, ailenin erkeği sensin. Annen, ablaların sana emanet, aileye bakarsın. Oku, memleketine faydalı bir adam ol’ dedi. Hiçbir şey söyleyemedim. Yüzümü sakladım. Beni öptü, uğurladı. Döndüm, bitik bir vaziyette…”
 7. Kalbime kurşun sıkarsam ne olur, beynime sıkarsam ne olur 
7. Kalbime kurşun sıkarsam ne olur, beynime sıkarsam ne olur
 “Bir gün üst kattan çıktım, mektebe gideceğim. Bir baktım, babam tıraş oluyor. Daha doğrusu ben tıraş oluyor sandım. ‘Baba ben gidiyorum’ diye seslendim. ‘Güle güle yavrum’ dedi. Yüzünü bile görmedim. Meğer babam tıraş olmuyormuş. Doktorlara sormuş, ‘Kalbime kurşun sıkarsam ne olur, beynime sıkarsam ne olur?’ diye. ‘Beynine sıkarsan kör olursun, ölme ihtimalin daha az; en iyi ölüm, kalbe sıkılan kurşunla olur’ demişler. Babam da o gün tentürdiyot almış. Kalbinde ateş edeceği yeri işaretliyormuş. Eli şaşmasın diye…
 8. Bayraklar yarıya indirilmişti Ben gittim mektebe. 
8. Bayraklar yarıya indirilmişti
Saat 9’u yirmi geçe idareden çağırdılar. Evden seni istiyorlar, dediler. Sokağa çıkar çıkmaz olanları anladım. Çünkü bayraklar yarıya indirilmişti. Evimiz Osmanbey’deydi, eve geldim. Babam nerede, diye sordum. Şişli Sıhhat Yurdu hastanesinde, dediler. Hemen anladım tabii, koşarak gittim. Baktım, babam yatıyor, kendinde değil. Olup biteni orada öğrendim. Meğer Atatürk’ün ölümünün hemen üzerine gitmiş oraya, elini öpmüş. Arkadaşları, aman Salih bir şey yapma kendine, demişler. 
9. Babamdan çok Atatürk'e ağlamıştım 
9. Babamdan çok Atatürk'e ağlamıştım
 Yok gayet normalim, görmüyor musunuz, demiş. İnmiş aşağıya, sabah tentürdiyotla işaretlediği yere dayamış silahı, çekmiş tetiği, vurmuş kendini… Tabanca sesi üzerine koşmuşlar, kanlar içinde hastaneye getirmişler. Aslında intihar edeceğini söylemişti bana, ama hiç ihtimal vermiyordum. Çünkü babam hayatı severdi, ailesini severdi, neşeli bir insandı, ayrıca da canı çok kıymetliydi. Bir kere ayağı kırılmıştı da ortalığı ayağa kaldırmıştı. Ata’mı kaybetmiştim, babamı da kaybetmek üzereydim. Ama babamdan çok Atatürk’e ağlamıştım.”

 10. Bugün, 1941 yılının ilk günü Salih Bozok anlatıyor: 
10. Bugün, 1941 yılının ilk günü
“60 yaşındayım… Dünyadan ne umuyorsam ne bekliyorsam bunların hepsini -katmer katmer fazlasıyla- elde ettim. Mustafa Kemal Paşa sayesinde yaşadım ve her şeye kavuştum. Şimdi samimiyetle söyleyeyim ki artık yaşamaktan, Mustafa Kemal’in olmadığı bir dünyada yaşamaktan, hiç mi hiç zevk almıyorum. Koca bir kırk yılı birlikte geçirmiştik Mustafa Kemal Paşa ile. O buyurdu, ben yaptım. Gölgesi gibi yanı başındaydım hep. Kırk yıl bu, dile kolay… Azarladığı da oldu, koltukladığı da. Ama -Allah şahit- hiçbir gün kalbimi kırmadı. Gizlisi saklısı bendedir; bütün sırları, mektupları, gizlenmiş öfkeleri, yaşanmış sevinçleri bendedir. O da bana inanıyordu; ‘Al Salih, bunu da koy bir kenara, gün gelir lâzım olur…’ diye verirdi bu mektupları bana. Ben de onları ta Selanik günlerinden bugüne kadar üzerlerine titreyerek sakladım. 
11. Mustafa Kemal Paşa benim hayatım için bir oksijendi
11. Mustafa Kemal Paşa benim hayatım için bir oksijendi
 “Bana ‘ölenle ölünmez’ diyorlar. Ben ölenle ölmüyorum ki… Yaşayamadığım için ölüyorum! Siz, oksijensiz bir dünyada yaşayabilir misiniz? İşte Mustafa Kemal Paşa benim hayatım için bir oksijendi. Bugüne kadar geçen hayatımı nasıl Mustafa Kemal Paşa’ya adamışsam, bundan böyle geçecek hayatımı da Mustafa Kemal Paşa’nın buyruğunda geçirmeliyim.” 
12. Yine onun buyruğunda yaşayacağım 
12. Yine onun buyruğunda yaşayacağım
 “Biliyorum, o öldü; artık buyruk veremez. Ama, bana eliyle verdiği mektupları, sımsıcak anıları var; yalnız benim bildiğim tutumları, davranışları var… İşte ben bundan böyle bu anıları yazacağım, bu olayları anlatacağım -gidişi ile sevimli hale koyduğu ‘öbür dünyanın’ kapısını çalana kadar böylece yine onun buyruğunda, onun güveninde yaşayacağım…” diye anlatan Salih Bozok, Atatürk olmadan geçen kısa yaşamı sonrası 25 Nisan 1941 tarihinde vefat eder. 
 Kaynak: Yaveri Atatürk’ü Anlatıyor: Salih Bozok’un Anıları Yazar : Can Dündar

Bilgeler Planı-Altın Çağ Misyonu 1

Sadıklar Planı-Altın Çağ Misyonu 6

Sadıklar Planı-Altın Çağ Misyonu 5

Sadıklar Planı-Altın Çağ Misyonu 4

Sadıklar Planı-Altın Çağ Misyonu 3

Sadıklar Planı-Altın Çağ Misyonu 2

Dostlar Planı-Altın Çağ Misyonu 1

Öncüler Planı-Altın Çağ Misyonu

Nazim Hikmet Siirleri PDF

Nazım Hıkmet Umud Urmulu

Lanetli Kitaplar Şeref Akyıldız

Zamanin Gizli Sahipleri J Bergier

MASONLUK GİZLİ DİNLER CİNAİ CEMİYETLER KARBONARİ KU - KLUX-KLAN MAFİA




MASONLUK GİZLİ DİNLER CİNAİ CEMİYETLER KARBONARİ KU-KLUX-KLAN MAFİA

MASONLARIN SAKLI TARİHİ Yazar: Tuncar TUĞCU



MASONLARIN SAKLI TARİHİ
Yazar: Tuncar TUĞCU

TÜRKİYE VE DÜNYADA MASONLUK VE MASONLAR






TÜRKİYE VE DÜNYADA MASONLUK VE MASONLAR

Mason Bektasiler.pdf

MUAMMER_ULUTURK-HAVARILER.pdf

Son Adaya Gidiş Kılavuzu

Son Adaya Gidiş Kılavuzu

Kalbinin derdine düşenler, malın ve evladın fayda vermediği o dehşetli günde tek fayda verecek olan selim kalbin yoluna düşenlerdir. 

Teknoloji aklımızı başımızdan aldı. Gözlerimiz onun büyüsü ile baktığını görmüyor artık. Kulaklarımız onun tınıları ile dolu, dinlediğini işitmiyor. Muhakememiz onun mantığı ile örülü, selamete erdirmiyor. Bu zamane fitnesi bir tek kalbimize nüfuz edemiyor, çünkü kalbimiz üzerindeki bütün kir, pas ve ise rağmen hep ümit olarak kalacak bir mahiyete sahiptir. Kalbimiz son adamızdır; bizi çağın fitnesinden selamete erdirecek yegâne imkândır. İmkân, şu dünyaya ait hiçbir şeyin onu kandıramayacak olmasında saklıdır. Teknoloji hangi araç ve seviye ile gelirse gelsin onun açlığını dindiremeyecektir. Kalbi doyuramayanın kalbi teslim alması düşünülemez.
Kalbi kim, nasıl doyurur? Kalbin açlığının giderilmesi, indirildiği şu dünyada mümkün değildir. O bedenimizin içinde ve fakat bedenimize ait değildir. Topraktan gelmediği için toprağa da gitmeyecektir. Gıdası burada değildir ama dikkat buyrulsun ölümü burada olabilir. Ölebilir, hasta olabilir, son ada olma mahiyetini yitirebilir. Aslında o sahibini alıp kendisi ile beraber sonsuz bir hayata taşımak için vardır. Kendisine mahsus şartlarda yaşamaz ve gıdasını alamazsa bunu yapamaz. Önce üzeri tüllenir, sonra islenir, sonra kararır, sonra uyuşur, sonra hasta olur, en sonunda da ölür. Hiç unutmayalım; kalbimizin son ada oluşu bir potansiyele işarettir. Bu potansiyeli hayata geçirmek ancak onun diri kalacağı bir hayata terfi etmekle mümkündür. Bunun ise şartları vardır.
İlk şart kalbin temel gıdasını bulmaktır. Kalp bu dünyadan olmadığından gıdası da bu dünyaya ait bir şey değildir. Kalbin gıdası zikirdir. Zikir anmak ve hatırlamak kastına hizmet eden her türlü ebediyet markalı sözdür. Bununla beraber esas zikir Kur’an’dır. Zaten Kur’an’ın bir adı da zikirdir. İkisi de bu dünyadan olmayan zikir ve kalp birbirleri için yaratılmış gibidirler. Kalp zikirle tatmin olur, zikir kalpte muhafaza olunur. Zikir kalbi ihya eder ve selamete erdirir, kalp de zikrin diriliği ve duruluğunu koruyucu bir mekân olur. Kur’an’ı hafızlık ya da Mushaf değil esas kalp muhafaza eder. Kur’an’ın, Allah Rasulü’nün kalbine indirilmesi bu manada ne kadar dikkat çekicidir. O En Güzel İnsan’ın, Hira’da içine girdiği tefekkür dünyası kalbine indirilmeye başlayan Kur’an’la taçlanmıştır. Bu yüzden Allah Rasulü’nün kalbî hayatını, kalbi merkeze alarak yaşadığı hayatı dikkate almadan Kur’an’dan layıkıyla istifade edemeyiz. Kur’an’la kurulacak bir okuma, anlama ve tatbik etme ilişkisi, kalbi selim hale getirecek bir yolculuğun ilk ve en önemli adımıdır.
İkinci şart, gıdanın alınma zamanına ilişkindir. Doğru gıda ne zaman alınsa faydalıdır. Ama o gıdanın en tesirli olacağı zamana ilişkin bir işaret varsa ona dikkat edilmelidir. Bu işaret en büyük Zikir’de verilmiştir: “…Kur’an’ı ağır ağır, tane tane oku. Şüphesiz biz sana (sorumluluğu) ağır bir söz vahy edeceğiz. Şüphesiz gece ibadetinin etkisi daha fazla, (bu ibadetteki) sözler (Kur’an ve dua okuyuşlar) ise daha düzgün ve açıktır. Çünkü gündüzün sana uzun bir meşguliyet vardır.” (Müzzemmil 4-7). Gece kalbi zikre hazırlar. Feyzi ilahinin yağmur gibi yağdığı bu zamanlarda bir tür mânâ sofrası kurulur. Gökler peçesini açar. Bir alışveriş başlar ki tarifi satıra sığmaz. Gecenin simsiyah bağrını zikirle delenler, sadırlarının ufkunda doğan mana güneşi ile sermest olurlar. O güneş ile genişleyen gönüllerde gündüzün meşguliyeti bereketli bir ticarete, eşyanın çözülmeyen bilmecesi anlamlı bir hikmete dönüşür.
Üçüncü şart, kalbin gıdası olan zikrin hazmedilmesi meselesidir. Kur’an’dan nasip olan hikmet ve geceden alınan feyz nasıl hazmedilecektir? Zikrin hazmı hayata nasıl yansıdığıyla alakalıdır. Kalp nereye, nasıl bakacak, esas zikir olan Kur’ân’la hayatın irtibatını nasıl kuracak? Bu soruların cevabı ancak kalbi zikirle selamete ermiş ve o selim kalple hayata nizam vermiş bir örnek insanda bulunabilir. O En Güzel İnsan Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem efendimizdir. Zikrin nasıl hazmedileceğini ya da hayata nasıl yansıtılacağını O’nun diri kalbiyle yaşadığı hayat öğretmektedir. Sorduğumuz soruların cevabı Sünnet’tedir. Sünnet, Allah Rasulü’nün arı duru kalbinin hayat üzerine düşen nurudur. Bu nur kıyamete kadar isteyen herkesi aydınlatabilir. Hayatın hiçbir veçhesini karanlıkta bırakmayan bu nurun en görünür tarafında dua ve zikirler yer alır. Allah Rasulü’nün kalbindeki dirilik ve selamet, bakışına, dokunuşuna, işine eşlik eden ve dilinden hiç eksik etmediği ebediyet markalı sözlerle tahkim edilmiştir. Dolayısıyla son adaya iltica etmek isteyenin yerine getirmesi gereken üçüncü şart O’nun zikir ve dualarını dilinden ve kalbinden düşürmemektir.
Dördüncü şart, kalbini ve dilini zikirle diri tutanların yanından ve yöresinden ayrılmamaktır. Salih ve sadıklar kalpleri zikirle hayat bulmuş bahtiyarlardır. Aslında onların beraberliğini talep etmek zikir iklimini talep etmektir. Zikir iklimi; bir dostluk burcudur ki burada anma, hatırlama ve unutmama suyun akışı gibi kolaylaştırılmıştır. İnsan tek başına kalbinin sıcaklığını koruyamayabilir, ama muhabbet sıcaklığına ayarlanmış dostlardan oluşan bir muhit arzu edilen arı, duru kalbi kolaylıkla yeşertip inkişaf ettirebilir. O yüzden kalbinin derdine düşmüşleri arayıp bulmak şarttır. Bulmak da yetmez, onlarla ortak bir hayatı mümkün kılacak vesileleri çoğaltmalıdır. Bunun aynı ümit ve kaygılara sahip olmak, hayata aynı pencereden bakmaktan geçtiğini söylemek izahtan varestedir. Bu bir hayat tarzı tayinidir. Kalbini önceleyenlerin hayat tarzını tercih etmeden kalbi öncelemek mümkün olmaz. Kiminle yaşadığına bakmak yetmez; esas kiminle yeşerdiğine ve kiminle çürüdüğüne bakmalıdır.
Beşinci şart, helal lokmadır. Bedenin diriliğine vesile olan gıdanın; nereden, nasıl ve kiminle elde edildiği önemlidir, çünkü gıdanın niteliği kalbin diriliğine tesir eder. Helal olmayan lokma kalbi önce gaflete, sonra ölüme sürükleyebilir. Helal lokmadan hâsıl olan enerji ile haramdan elde edilen arasındaki fark muhtemelen cennet ile cehennem arasındaki fark kadardır. Gıdanın haram-helal boyutu kadar diri bir kalpten alınıp alınmaması bile önemlidir. Bu yüzden kalbî hayatı talim eden Hak dostları yemek mevzusuna o kadar önem vermişlerdir ki bu hizmeti bazen bizzat kendileri yapmış ve öğrencilerine elleriyle ikram etmişlerdir. Anne yemeğinin neden evlat için en tatlı yemek olduğu sorusunun cevabı o yemeğe katılan muhabbette gizli değil midir? Yine, öfke ile pişirilen yemekten uzak duran Hak dostunun hassasiyeti lokma meselesinin nerelere kadar uzandığını göstermesi açısından calibi dikkattir. Nereden kazanıp nereden yediğini dikkate almayanın, kalbinin sıhhatini de önemseyecek bir dikkate sahip olması beklenemez. Kalbine sığınmak isteyenler, lokmalarına dikkat ederler.
Son adanın derdine düşmek ve “ah kalbim” demek herkesin kârı değildir. Kalbinin derdine düşenler, malın ve evladın fayda vermediği o dehşetli günde tek fayda verecek olan selim kalbin yoluna düşenlerdir. O kutlu yolun işaret levhaları, Hak dostları tarafından; Kur’an, Sünnet, zaman, muhit ve lokma şeklinde formüle edilmiştir. Bu formülü uygulama başarısını gösterenler, sadece teknoloji fitnesinin boyunduruğundan kurtulmakla kalmazlar, iki dünyada da korku ve üzüntü görmez, dahası başka kalplerin şifasına vesile olacak bir hizmete namzet olurlar. Onlar zikirle dirilmiş kalpleri ile aslında ilahi rahmetin bir tecellisi olarak yaşarlar. Kıyamete kadar baki kalacak ve insanlığa hep umudu telkin edecek son adanın sakinleridir onlar.

İnsanı Güncelle ki İslam`la Dirilsin


İnsanı Güncelle ki İslam`la Dirilsin

Bir güncelleme ihtiyacından bahsedilebilecekse bu İslam’a dair değil insana dairdir. İnsanın güncellenmesi, değişmez ve değişmeyecek hakikatlerle yücelmesidir. İslam, insanın güncellenerek yücelmesinin yegâne yoludur.

Güncelleme; zaman ve zeminle mukayyettir. Mesela insan güncellenebilir, çünkü bir zamanda, bir yerde yaşar ve belli insanlarla muhataptır. İlişkiler hep güncellenir; ihtiyaçlar değişir, imkânlar değişir, fırsat ve tehditler değişir. Ama İslam’da güncelleme olmaz, çünkü zaman üstüdür. İslam, kıyamet kopuncaya dek değişmeyecektir. Aşkın bir hakikattir, çünkü Allah’a aittir. Kendisinde ve kanununda hiç değişim ve dönüşüm olmayacak Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden gelmiş bir hakikat, her zaman ve zeminde geçerlidir. Yaratan, yarattığını en iyi bilendir. İnsanın güncellenmesi, Yaratan’ın kendisi için koyduğu ölçülere göre hayat tarzının, bakış açısının ve iş yapış biçiminin düzenlenmesidir.
İnsan niye güncellenmelidir? Gaye, her şey değişirken hak ve hakikat üzere duruşu temin etmektir. Değişen zaman ve zeminde ayağın kaymasına engel olmak için bir istinat noktası şarttır. İslam işte bu istinat noktasıdır. Tevakkuf edilen ya da ısrar edilen nokta İslamî hayat tarzıdır. Bu nokta bize nereden gelip nereye gittiğimizi, dünyanın ne olduğunu ve burada ne aradığımızı anlama imkânı verir. İnsan, zaman ve âlem hakkında en sağlıklı ve kazançlı bakış açısını sağlar. Dostu, düşmanı bildirir, iyilikten ve kötülükten haberdar kılar. İnsanın güncellenmesi, İslam noktasındaki duruşunun sabitliği, sağlamlığı ve istikametinin garantisini temine matuftur. Mihnet rüzgârları İslam’da sabitkadem olanı eğebilir, bükebilir ama durduğu yerden sökemez.
İslam geldiği günden bu yana dipdiridir. O ana hükümdür; ana hükümde güncelleme olmaz. Ayetler de bellidir, En Güzel İnsan’ın sözleri ve yaşadığı hayat da… Bu iki değişmez kaynaktan beslenerek güzel örnekler ortaya koyanlar, nasipleri ve gayretleri ölçüsünde ilk iki kaynak gibi hüccet olmaya liyakat kazanabilirler. Bu zamana kadar bir yere gelmeyi başaran, söz konusu kaynaklara dayanarak bunu yapmıştır. Kadimi de çağdaşı da, köylüsü de şehirlisi de, kölesi de efendisi de, fakiri de zengini de, memuru da amiri de hep aynı hükümlerle güncellenmiş, ne arıyorsa aradığına bu değişmez hükümlerle erişmiştir. Mekke’yi karanlıklardan kurtaran, bedevilerin torunlarına Avrupa’da Endülüs gibi bir medeniyet kurduran, 400 çadırdan koskoca bir cihan devleti çıkartıp, İstanbul’un fethi ile çağ açıp çağ kapattıran, dahası ilim, teknoloji ve medeniyet alanında zamanın zirvelerini yücelten, değişmeyen, güncellenmeyen ve pörsümeyen aynı hakikatlerdir. İnsan ne zaman bu hakikatlerle kendini güncelleyip dirilmişse işte o zaman, arz bir kilim gibi önüne serilmiş, varlığa ait bilmeceler çözülmüş ve dünya esas vatanı andıran bir yere dönüşmüştür. Tersi de vakidir; İslam’ın hakikatleri unutulup, insanın güncellenmesi ertelendiğinde ortalığı kesif bir karanlık kaplamış, zulüm ve vahşet çoğalmış ve dünya yaşanmaz bir yer halini almıştır.
Hakikat sade ve berraktır: üstünlük, güç ve hâkimiyetin yolu değişmeyen altın hakikatlere sarılmaktan geçer. 1400 küsur yıldan bu yana devir, insan ve zihniyet sürekli değişse de İslam aynı kalmıştır. Hangi devrin insanı İslam’ı hayatının ve devrinin ana değeri haline getirerek kendini güncelleyebilmişse kazanmış, iki dünyasını da abat etmiştir. Bunu yapamayan, kendini güncelleyemeyen ve aklını merkeze alarak insanı değişmez değer haline getirenlerin ise iki dünyası da berbat olmuştur. Bir güncelleme şarttır, ama bunun insanda mı yoksa İslam’da mı olacağı bir tercih meselesidir. Akıbet bu tercihe müncerdir. Tarih bir güncelleme mücadelesinin agorasıdır; İslam’ı temel değer olarak alanlar insanı, insanı temel değer olarak alanlar ise İslam’ı güncelleme derdine düşmüşlerdir. Bugün de değişen bir şey yoktur, çünkü aktörler güncellense de hak ve batıl mücadelesi Habil ve Kabil’den bu yana değişmemiştir.
Bizler İslam’ın değişmez ve güncellenmez olduğuna inanırız. Bir güncelleme derdimiz vardır, evet. Ama bu kendimize, zihnimize ve kalbimize dairdir. Sadece kendimiz de değil, biz herkesin güncellenmesi gerektiğini de düşünürüz. Hayat, bu güncellemenin hayra, güzelliğe ve iyiliğe doğru artarak devam etmesinin mücadelesidir. Bu mücadele azığımız değişmez hakikatlerle kurduğumuz doğru, samimi ve sahih ilişkidir. Güncelleme oraya bakarak yapılır. Orası mihenktir. Kendimize bakarak ancak eksiğimizi görürüz. Eğer güncellemeyi kendimizde değil de mihenkte görmeye başlarsak, bir şeylerin yanlış gitmeye başladığını söyleyebiliriz.
İlk yanlış dünyaya ait bakışta olabilir. Dünya uyum sağlanacak yoksa uyumu sağlanacak mı bir yerdir? Dünya bize verilmiş bir emanettir, sermayedir, fırsattır. Buraya varis olmak gayesi ufkumuzda ışıldar. Bunun için salih olmak gerekir. Salihlik, sulhu temin maksadıyla hayatın üzerine yürüme cehdidir. Dünya bizimdir; biz buraya uyum sağlamaya değil, uyumu sağlamaya geldik. Hayat; iman ve cihattan ibarettir. İman, dünyadan ötesinin olduğuna inanmak; cihat, başta kendimiz olmak üzere herkesin ve her şeyin Allah için olmasına gayret etmektir. Yaşamak bunun için yaşamak, bununla yaşamak ve bunda yaşamaktır.
İkinci yanlış zamana ait bakışta olabilir. Bizden istenen zamana uymak değil zamana uyanmaktır. Zamanına uyanmak demek, zamanının fırsatlarının ve tehlikelerinin farkına varmak demektir. Bu zaman, hız ve hazzın ana gündem olduğu bir zamandır. Bu zamanda başlar ayak, ayaklar baş olmuştur. Erkek erkekliğini, kadın da kadınlığını unutmuştur. Böyle bir keşmekeşte gündemimiz bellidir; şartlar ne olursa olsun dert, İslam ile insanın arasına konulmuş engelleri kaldırmaktır. Zamanı ve zemini ifsat edenler bize kendi gündemimizi sathi ve sahte gündemlerle perdeleyerek unutturuyorlar. Kendi gündemimize sahip çıkmak zorundayız. Ânına sahip olamayan, anılacak işler yapamaz.
Üçüncü yanlış, hak anlayışında olabilir. Temel önceliğimiz, hakkımızı değil vazifemizi aramak olmalıdır. Okçular Tepesi’nden inin talimatı gelmemiştir, gelmeyecektir de, çünkü o talimatı verecek olan sözünü itmam eylemiştir. Sahip olduğumuzu zannettiğimiz her şey, varlığımızla beraber, emanettir. Hepsinin bir gün hesabı sorulacaktır. Bu kadar nimetin içinde hakkını arayanın korkarız ki gözüne gözükecek vardır. Bu zamanda hakkını değil, vazifesini aramak gerekir, çünkü sorulacak odur. Güncelleme yapılacaksa tam da bu noktada yapılmalıdır. Herkesin suçu, günahı ve vebali başkasında aradığı bir zamanda, suçu kendinde aramak erdemdir. Herkesin başkasına ayar vermek, başkasını güncellemek derdine düştüğü şu hengâmda vazifesini aramak ve kendini güncellemeye talip olmak, bir Hak vergisidir.
En büyük dâvâ, emaneti koruma dâvâsıdır. Emanet, bize verilen her şeyle birlikte, daha sınırlarına seyahat etme cesareti gösteremediğimiz potansiyelimizdir. Hayat, bu potansiyeli keşfetme, harekete geçirme ve kullanılması gerektiği yere kadar kullanma mücadelesidir. İmtihanımız potansiyelimiz kadardır. Kime ne verilmişse, ondan ancak o sorulacaktır, fazlası değil… Ancak, kim kendisine verileni layıkıyla bilebilir ki? Potansiyelimizin sınırlarını henüz keşfetmedik. Bunun derdine düşseydik, sürekli kendimizi güncellemek gibi bir çabanın içerisine girebilirdik. O yüzden bize düşen hakkımızdaki muradın ne olduğuna dair bitmeyen bir açlıkla hayatın üzerine yürümek ve “adını koymak”tır. Adını koymak üç sorunun cevabını verebilmektir: Ne yapıyorum? Ne için yapıyorum? Nasıl başaracağım? Bu soruları samimiyetle sorup cevabını arayan adını koymuştur. Neyin adını? Kendi adını… Hayatının adını… Ne için yaşadığının adını… Nereye gideceğinin adını… Adını koyan aslında akıbetinin adını koymuştur.
Bir güncelleme ihtiyacından bahsedilebilecekse bu İslam’a dair değil insana dairdir. İnsanın güncellenmesi, değişmez ve değişmeyecek hakikatlerle yücelmesidir. İslam, insanın güncellenerek yücelmesinin yegâne yoludur. Bu yolda berdevam olanların, dünyaya ve zamana bakışları bellidir; onlar uyum sağlamaya değil, uyumu sağlamaya gelmişlerdir. Son nefese kadar bitmeyecek bu mücadelede hak değil, vazife sorulur. Ne güç, ne teknoloji, ne de geçici menfaatler bu duruşu bozamaz. Bozuyorsa güncelleme vakti gelmiş demektir.

Köz, Öz, Söz Ve Göz


Köz, Öz, Söz Ve Göz

Yeni bir dünya kuruluyor. Zaman dönüyor her zamanki gibi. Yola düşmek gerek. Yol çağırıyor, zaman davet ediyor, dünya bekliyor. Gönüller kıpır kıpır, zira bahar gelmiş. Herkes uyanıyor, herkes ayaklanıyor, herkeste bir heyecan. Yola düşmekten daha kolay ne var? 

Yeni bir dünya kuruluyor. Zamanı döndürüyor döndüren. Her zamanki gibi. Baharın şafağı söktü. Sökün eden pırıltılar sadece gözlerimizi değil gönlümüzü de ışıtıyor. Yüreklerimiz kıpır kıpır. 

Kışta çalışanların gözü ne keskinmiş! Şu gümbür gümbür gelen gökyüzü donanmasının işaret fişeklerini herkesten önce onlar fark ettiler. Aşk olsun, o zifiri karanlıkta bunu nasıl gördüler? 

Aslında onlar gönüllerinde gördüler ne gördülerse. Gönüllerine getirdiler baharı, gönüllerinde sürdüler safayı. Onlar hangi mevsim olsa böyle davranacaklardı. 
Hiçbir mevsimin iyiliğine güvenerek ya da kötülüğünden dertlenerek düşmediler ki yola. 

Onları yola düşüren huzurda verdikleri ahitti. Bir söz verdiler, hayatları değişti. Hayatlarını o sözle aldılar, zaman geldi o söz için hayatlarını verdiler. 

 Önce içlerine bir köz düştü; ışıl ışıldı. Hiç bir şey kandıramadı onları. Ne yar, ne ağyar... Bilemedikleri bir zamanda içlerine düşmüş bir sevda tuttu gönül perçemlerinden götürdü, nereye gidilecekse. 

Başka yere müsaade etmedi. O köz kah ışıttı yollarını, aktılar gittiler, kah kamaştırdı gözlerini bir adım atmayı dahi beceremediler. Közün dediği oldu hep. Köz rehberleri oldu, heyecanları, can suları... 

 Özlerini o közün harareti ile aydınlattılar; pırıl pırıldı. Sadakatleri, eminlikleri dillere destan oldu. Alıp ellerini kalplerini, çıkıp insanlara gösterecek kıvama erdiler. Ama bunu hiç bir zaman ifşa etmediler. 

Örtüp geçtiler. Örtülü seçilmişlerdi zaten. Örtülü aştılar. Yüzlerine bakan anladı ama örtüleni, neyin setredildiğini, neyin gizlendiğini. "Bu yüz yalancı olamaz" hakikatinin varisleri oldular. 

 Sözleri o közün ve özün duruluğundan akıp geldi, kıvıl kıvıldı. Duyanı teshir etti. Kopup geldiği yere benzetti varıp konduğu yeri. Titretti, sarstı, kendine getirdi. Söz, sahte dertlerin arasından hakiki derdi seçti, görünür kıldı. Sahtelikleri ifşa etti, esas görüleceği ayan etti. 

 Gözleri, iliştiğini aldı kendisi gibi yaptı; çakmak çakmaktı. Gördüğüne kendisi gibi yola düşecek bir kıvamın ilk kıvılcımını çaktı. Gördüğünü erdirdi. Erdirirdi zira hep hikmetle, hep ibretle bakmıştı. Gün gelmiş, hikmetin ve ibretin kaynağı olmuştu. 

 Yeni bir dünya kuruluyor. Zaman dönüyor her zamanki gibi. Yola düşmek gerek. Yol çağırıyor, zaman davet ediyor, dünya bekliyor. Gönüller kıpır kıpır, zira bahar gelmiş. 

Herkes uyanıyor, herkes ayaklanıyor, herkeste bir heyecan. Yola düşmekten daha kolay ne var? Baharda yola koyulmaktan daha cazip ne var? İçin çağırıyor zaten, dışın çağırıyor. 

 Yola düşeceksin. Yol yazılmış alnına. Yürüyeceksin muradına. Ama yola düşmeden içini bir yokla bakalım: Bahtlarına kışta sefer düşenler gibi mi için? Orada bir köz var mı köz? İçin yanıyor mu derdi ile vuslatın? Özün nasıl sonra? 

Sadakatinden emin mi hem yârin hem ağyarın? Sözün onlarınki kadar duru ve keskin mi? Nerenden çıkıyor, ne anlatıyor, neyin özlemiyle çınlıyor? Ya gözün? Nereye bakıyor, niye görüyor ya da niye görmüyor? 

 Ne haldesin; közün, özün, sözün ve gözün ne halde?

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...