08 Ekim 2019

YEZÎD I

YEZÎD I
يزيد
Ebû Hâlid Yezîd b. Muâviye b. Ebî Süfyân el-Kureşî el-Ümevî (ö. 64/683)
Emevî halifesi (680-683).

Müellif: 
ÜNAL KILIÇ 
26 (647) veya 27 (648) yılında Dımaşk’ta doğdu. Annesi Yemen asıllı Kelb kabilesinden Meysûn bint Bahdel’dir. Babası Muâviye, oğlunun çöl ortamında yetişmesini sağlamak amacıyla onu annesiyle birlikte Kelb kabilesinin yaşadığı Tedmür civarındaki bâdiyeye gönderdi. Yezîd burada bedevî hayatının şartlarına göre büyüdü. Ata binme ve silâh kullanmada maharet kazandı, fasih Arapça’yı öğrendi. Bu arada içki ve eğlence dünyasını tanıdı. Yarış atları ve av köpekleri edindi, şiirle meşgul oldu. Muâviye oğlunu Dımaşk’a getirttikten sonra eğitimiyle yakından ilgilendi, onun için nesep âlimi Dağfel b. Hanzale gibi özel hocalar tuttu. Ancak Yezîd’in çölde edindiği kötü alışkanlıklarını sürdürmesi, bilhassa oyun ve eğlenceye düşkünlüğü halk tarafından yadırgandı ve eleştirilmesine yol açtı. 

Halifeliği kabile asabiyetine dayanan bir mücadele sonunda elde eden Muâviye 50 (670) yılında, müslümanların hilâfet meselesi yüzünden yeni bir iç savaşa sürüklenmesini engellemeyi gerekçe göstererek vefatının ardından yerine geçmesi için oğlu Yezîd’i veliaht tayin etmeye karar verdi ve bu niyetini valilerine bildirdi. Basra Valisi Ziyâd b. Ebîh’in bazı uyarıları dolayısıyla veliahtlık işini Ziyâd’ın ölümüne kadar (53/673) erteledi. Bu arada Yezîd’i halk arasında oluşan tepkiyi bertaraf etmek ve onu veliahtlığa hazırlamak amacıyla önemli görevlere getirdi. 49 veya 50 (669 veya 670) yılında gerçekleştirilen, ashabın ileri gelenlerinden bazılarının katıldığı ilk İstanbul kuşatmasında oğlunu komutan, 51 (671) yılında da hac emîri tayin etti. Yezîd, ikinci görevi esnasında Hicaz halkına bol miktarda bağışlarda bulunup onların gönüllerini kazanmaya çalıştı. Ziyâd b. Ebîh’in vefatından sonra veliahtlık meselesini tekrar gündeme getiren Muâviye kabile liderleri üzerindeki hâkimiyeti sayesinde hedefine ulaşmakta fazla zorlanmadı. Ancak Medine’de Hz. Hüseyin, Abdullah b. Zübeyr ve Abdullah b. Ömer gibi sahâbîlerden bir grup, bu uygulamanın hilâfeti saltanata çevirmek olduğunu söyleyip kendisine şiddetle karşı çıktı. Bunun üzerine Muâviye bizzat Hicaz’a gitmesine rağmen onları ikna edemeyince bazı tarihçilerin ihtiyatla karşıladığı bir rivayete göre kendilerinden tehditle biat aldıktan sonra Dımaşk’a döndü. Ardından Mekke ve Medine halkı da Yezîd’in veliahtlığını kabul etti. 

Muâviye vefat edince Yezîd Dımaşk’ta halife olarak biat aldı (Receb 60 / Nisan 680). Medine dışındaki şehirlerde de ona biat edildi. Veliaht tayin edilmesine karşı çıkan Medineli grubun halifeliğine de karşı çıkmasından endişe eden Yezîd, Medine valisine haber göndererek babasının ölümü duyulmadan muhalif grubun biatını almasını emretti. Ancak valinin kendilerini çağırmasından Muâviye’nin öldüğünü anlayan Abdullah b. Zübeyr ile Hz. Hüseyin o gece yola çıkıp Mekke’ye gittiler ve Yezîd aleyhindeki faaliyetlerini Mekke’de sürdürdüler. Hz. Hüseyin’in Kûfe’deki taraftarları kendisine mektup yazarak Kûfe’ye gelip başlarına geçmesini istediler. Bu hareketi organize etmesi için Hüseyin’in Kûfe’ye gönderdiği Müslim b. Akīl şehirde onun adına biat almaya başladı. Ancak durumu öğrenen Yezîd, Kûfe valiliğine Ubeydullah b. Ziyâd’ı tayin etti ve Müslim yakalanıp öldürüldü. Hz. Hüseyin, Müslim’in kendisini Kûfe’ye davet eden mektubunu alınca hemen yola çıkmıştı. Müslim ve taraftarlarının başına gelenleri ancak Kādisiye’ye yaklaştığı sırada öğrendi. Daha sonra Kerbelâ’da Emevî ordusu tarafından kuşatıldı ve Yezîd’e biat etmesi istendi. Hz. Hüseyin bunu kabul etmeyince 10 Muharrem 61 (10 Ekim 680) tarihinde beraberindekilerden yetmiş iki kişiyle birlikte feci şekilde öldürüldü. Yezîd’in, Hz. Hüseyin’in kendisine getirilen kesik başını görünce buna üzüldüğü rivayet edilirse de bu üzüntüsündeki samimiyeti şüphelidir. Bununla birlikte Hz. Hüseyin’in hayatta kalan yakınlarına iyi muamelede bulundu ve onları Medine’ye gönderdi. Kerbelâ Vak‘ası, Yezîd’in ismine silinmez bir leke sürmüştür. Bu olayın ardından Abdullah b. Zübeyr, Yezîd’e karşı oluşan muhalefetin tek lideri haline geldi ve Mekke’de gizlice biat almaya başladı, Yezîd’in gönderdiği orduyu da Mekke yakınlarında yenilgiye uğrattı (61/681). 

Yezîd, aleyhindeki olumsuz havayı bertaraf etmek için Medine ileri gelenlerinden bir heyeti Dımaşk’a davet etti. Heyet mensuplarına ikramda bulunarak bol miktarda bahşiş ve hediye verdi. Ancak heyettekiler, sefahate düşen ve halifeliğe yakışmayan işler yapan Yezîd’in durumunu yakından görünce büyük rahatsızlık duydular. Bunlar Medine’ye dönünce Yezîd’in oyun ve eğlenceye daldığını, haramlara bulaştığını anlatarak isyanı gündeme getirdiler. Bu durum Medine’de büyük bir infiale yol açtı. Medine’de başlayan muhalefetin dinî yönü yanında Muâviye dönemine kadar uzanan ekonomik boyutu da vardı. Medine’deki gelişmeleri haber alan Yezîd vali aracılığıyla halkı tehdit eden bir mektup gönderdi. Ancak mektubun halkın öfkesini daha da arttırdığını öğrenince onlarla uzlaşmak için ensardan Nu‘mân b. Beşîr’i bazı tekliflerle Medine’ye yolladı. Bu teklifleri reddeden Medineliler ensardan Abdullah b. Hanzale’ye biat ettiler. Ardından 1000 kişilik Benî Ümeyye mensubuyla müttefiklerini Mervân b. Hakem’in mâlikânesinde kuşatma altına aldılar. Mervân’ın yardım çağrısı üzerine Yezîd, Hicaz’a bir ordu göndermeye karar verdi; ordunun asıl hedefi Abdullah b. Zübeyr idi, fakat önce Medine’deki isyan bastırılacaktı. Müslim b. Ukbe kumandasında 12.000 kişilik bu kuvvet Medine’ye hareket etti. Bunu haber alan Medineliler, Mervân’ın evinde gözetim altında tuttukları kimseleri kendileri hakkında bilgi sızdırmayacaklarına dair yemin ettirdikten sonra şehirden çıkardılar. Dımaşk’a doğru giden grup Vâdilkurâ’da Dımaşk’tan gelen orduyla karşılaştı, bir kısmı yoluna devam ederken aralarında Mervân ve oğlu Abdülmelik’in de bulunduğu bazı kişiler orduya katıldı. Müslim, Abdülmelik’in tavsiyesiyle şehre doğudan girdi ve Harretüvâkım’da karargâh kurdu. Medineliler, Hendek Gazvesi’nde açılmış olan hendekleri derinleştirip yeni hendekler kazdılar, çevrelerine okçular yerleştirerek şehrin etrafını emniyete aldılar. 

Müslim b. Ukbe, Medineliler’e teslim olmaları için üç gün süre tanıdı; ayrıca ekonomik sıkıntılarını giderecek bazı tekliflerde bulundu. Olumlu cevap alamayınca saldırıya geçti. Başlangıçta kuvvetli bir direnişle karşılaştıysa da Benî Hârise liderleriyle anlaşıp onların savunduğu bölgeden şehre girmeyi başardı ve kısa sürede şehre hâkim oldu (27 Zilhicce 63 / 27 Ağustos 683). Eski kaynakların bir kısmında şehrin üç gün boyunca yağmalanmasına izin verildiği, halkın canına ve malına kastedildiği, tecavüzlerde bulunulduğu kaydedilir (bk. HARRE SAVAŞI). İsyanı bastırdıktan sonra Medineliler’in Yezîd’e olan biatını yenileyen Müslim b. Ukbe, Abdullah b. Zübeyr’in üzerine gitmek için Mekke’ye yöneldi. Ancak yolda Müşellel mevkiinde hastalandı; kumandanlığı Yezîd’in daha önce verdiği emir gereğince Husayn b. Nümeyr’e devrettikten sonra öldü. Husayn, Mekke önlerine varıp şehri kuşattı. Yezîd’in ölüm haberi Mekke’ye ulaşıncaya kadar altmış dört gün boyunca kuşatmayı sürdürdü. Kerbelâ ve Harre vak‘alarının ardından Mekke’nin kuşatılması Yezîd’e duyulan düşmanlık ve nefreti daha da şiddetlendirdi. 

Yezîd zamanında Kuzey Afrika dışındaki bölgelerde fetihler durdu. Bizans üzerine düzenlenen yaz ve kış seferlerine ara verildiği gibi Kıbrıs ve Rodos adalarındaki müslümanlar da tahliye edilmişti (Belâzürî, Fütûh, s. 219, 338). Kuzey Afrika’da 62 (681-82) yılında Yezîd tarafından yeniden İfrîkıye valiliğine tayin edilen Ukbe b. Nâfi‘in Sûsülednâ ve Sûsülaksâ bölgelerini fethiyle elde edilen başarılar kısa bir süre sonra bir felâkete dönüştü. Ukbe, Küseyle ve müttefiki olan Rumlar tarafından pusuya düşürülerek 300 askeriyle birlikte öldürüldü. Bunun üzerine İfrîkıye’nin merkezi Kayrevan’daki İslâm ordusu Berka’ya çekilmek zorunda kalırken Küseyle kumandasındaki Berberîler Kayrevan’a girdi (64/683). 

Üç yıl altı ay halifelik yapan Yezîd, Dımaşk yakınlarındaki Huvvârîn’de öldü ve Dımaşk’ta Bâbüssagīr Mezarlığı’na defnedildi (14 Rebîülevvel 64 / 10 Kasım 683). İri yapılı, av meraklısı, cesur ve oldukça cömert olan Yezîd idarî alanda babası Muâviye’nin politikalarını devam ettirmiştir. Babasının valilerini ve diğer devlet adamlarını yerlerinde bırakmış, onlara geniş yetkiler vermiştir. Kendisi zamanının çoğunu şair ve mûsikişinaslarla bir arada oyun ve eğlence meclislerinde geçirmiştir. İçki içen ilk halife olması dolayısıyla “el-humûr” (sarhoş) lakabıyla anılan Yezîd kendi döneminde gerçekleşen ve etkileri günümüze kadar gelen Kerbelâ Vak‘ası, Harre Savaşı ve Mekke kuşatması gibi icraatları yüzünden müslümanların hâfızasında İslâm tarihinin en kötü isimlerinden biri olarak yer etmiş, bu sebeple tekfir edilip lânetlenebileceğini söyleyenler olmuştur. 

Ziraatla ilgilenip bilhassa Dımaşk civarında kanallar açtırdığı ve tarımın gelişmesine katkı sağladığı için I. Yezîd’e “el-mühendis” lakabı da verilmiş, Dımaşk’taki Beradâ nehrinden su getirttiği kanal onun adıyla (Nehrü Yezîd) anılmıştır. Fesahat ve belâgat sahibi olup aynı zamanda güçlü bir şairdir: İslâm tarihinde ilk hükümdar şair olarak tanınır. Merzübânî tarafından derlenip bir divanda toplanan şiirlerine daha sonra başkalarına ait şiirler de ilâve edilmiştir. Selâhaddin el-Müneccid kaynaklarda yer alan şiirlerini bir kitap halinde yayımlamıştır (Şiʿru Yezîd b. Muʿâviye, Beyrut 1982). I. Yezîd’in himaye ettiği Ahtal, Miskîn ed-Dârimî, Râî en-Nümeyrî, Mütevekkil el-Leysî ve Abdullah b. Zübeyr el-Esedî onun hakkında şiirler yazmıştır. İbn Tolun, önceki âlimlerin Yezîd b. Muâviye hakkındaki görüşlerini Ḳaydü’ş-şerîd min aḫbâri Yezîd adlı eserinde toplamış, Takıyyüddin İbn Teymiyye de Suʾâl fî Yezîd b. Muʿâviye adıyla bir risâle yazmıştır. Kaynaklarda Ebû Abdullah Muhammed b. Abbas el-Yezîdî ve Muhammed b. Ahmed el-Ezherî’nin Aḫbâru Yezîd b. Muʿâviye, Abdülmugīs b. Züheyr el-Harbî el-Bağdâdî’nin Feżâʾilü Yezîd b. Muʿâviye adlı kitapları zikredilmektedir. Ünal Kılıç I. Yezîd ve dönemiyle ilgili bir doktora hazırlamıştır (bk. bibl.). 

BİBLİYOGRAFYA 
Halîfe b. Hayyât, et-Târîḫ (Ömerî), s. 214-237; Ezrakī, Aḫbâru Mekke (Wüstenfeld), I, 110-111, 130, 138-139; el-İmâme ve’s-siyâse, I, 12-13, 23-24, 28, 46-48, 140, 142; Belâzürî, Ensâb (Zekkâr), V, 57, 88-89, 93-94, 118, 188-190, 295, 299-303, 313-375; a.mlf., Fütûh (Fayda), s. 219, 338, ayrıca bk. İndeks; Dîneverî, el-Aḫbârü’ṭ-ṭıvâl, s. 226-227, 231, 263, 268; Ya‘kūbî, Târîḫ, I-II, tür.yer.; Taberî, Târîḫ (Ebü’l-Fazl), IV, 250; V, 232, 301-307, 322-323, 338-501; ayrıca bk. İndeks;İbn Abdürabbih, el-ʿİḳdü’l-ferîd, IV, 332-338; Mes‘ûdî, et-Tenbîh, s. 278-280, 303; a.mlf., Mürûcü’ẕ-ẕeheb (Abdülhamîd), I-IV, tür.yer.; Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, el-Eġānî (nşr. Abdülemîr Ali Mühennâ - Semîr Câbir), Beyrut 1415/1995, bk. İndeks; İbnü’l-Cevzî, el-Muntaẓam (Atâ), V, 320-324; VI, 13-15; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil (Ebü’l-Fidâ Abdullah el-Kādî), Beyrut 1987, III, 314, 349-355, 377-467; ayrıca bk. İndeks; İbn Teymiyye, Mecmûʿu fetâvâ, IV, 47, 483-487, 490, 510; Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, IV, 35-40; Şemseddin İbn Tolun, Ḳaydü’ş-şerîd min aḫbâri Yezîd (nşr. M. Zeynühüm M. Azeb), Kahire 1406/1986; H. Lammens, Le califat de Yazīd Ier, Beyrouth 1921; J. Wellhausen, Arap Devleti ve Sukutu (trc. Fikret Işıltan), Ankara 1963, s. 53, 60, 66-79; Nebîh Âkıl, Ḫilâfetü benî Ümeyye, Beyrut 1394/1975, s. 84, 93-94, 98, 101-112, 114-115; Cebrâil Süleyman Cebbûr, el-Mülûkü’ş-şuʿarâʾ, Beyrut 1401/1981, I, 25-47; Selâhaddin el-Müneccid, Şiʿru Yezîd b. Muʿâviye, Beyrut 1982; İrfan Aycan, Saltanata Giden Yolda Muâviye Bin Ebî Süfyân, Ankara 1990; Hezzâ‘ b. Îd eş-Şemrî, Yezîd b. Muʿâviye: el-Ḫalîfetü’l-müfterâ ʿaleyh, Riyad 1993; Feryâl bint Abdullah, Ṣûretü Yezîd b. Muʿâviye fi’r-rivâyeti’l-edebiyye, Riyad 1995; Hamdî Şâhîn, ed-Devletü’l-Ümeviyye el-müfterâ ʿaleyhâ, Kahire 2001, s. 278-352; Ünal Kılıç, Tartışmaların Odağındaki Halife Yezid b. Muaviye, İstanbul 2001; Muhammed b. Abdülhâdî b. Rezzân eş-Şeybânî, Mevâḳıfü’l-muʿâraża fî ḫilâfeti Yezîd b. Muʿâviye, Mekke, ts. (Dârü’l-Beyârak); Adnan Demircan, “İbn Teymiyye’ye Göre Yezîd b. Muâviye’nin Durumu”, Harran Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, II, Şanlıurfa 1996, s. 129-147; Hakkı Dursun Yıldız, “Yezîd b. Mu’âviye”, İA, XIII, 411-413; G. R. Hawting, “Yazīd (I) b. Muʿāwiya”, EI2 (İng.), XI, 309-311. 

HİND bint UTBE

HİND bint UTBE
هند بنت عتبة
Hind bint Utbe b. Rebîa b. Abdişems b. Abdimenâf b. Kusayy el-Kureşiyye (ö. 14/635)
Ebû Süfyân’ın karısı.

Müellif: 
M. YAŞAR KANDEMİR 
Babası Utbe ve annesi Safiyye bint Ümeyye tarafından Hz. Peygamber ile aynı soydan gelir. Kendisi azılı İslâm düşmanlarından biri olduğu halde kardeşi Ebû Huzeyfe İslâmiyet’i ilk kabul edenlerden biriydi. Hind önce Hâlid b. Velîd’in amcasının oğlu Hafs (Fâkih) b. Mugīre el-Mahzûmî ile evlendi ve bu evlilikten Ebân adında bir oğlu oldu. Kendisini aldattığını sanan kocasının onu babasının evine gönderdiği, yanıldığı anlaşıldıktan sonra ise Hind’in kocasını terkettiğine dair rivayet çeşitli kaynaklarda yer almıştır (Heysemî, IX, 264-265). Eş seçiminde titiz davranan Hind, babasına başvurarak kendisiyle evlenmek isteyenlerin adlarını değil vasıflarını söylemesini istedi (İbn Sa‘d, VIII, 235-236) ve adaylardan İslâmiyet aleyhindeki faaliyetlerin içinde yer alan Ebû Süfyân’ı seçti. Bu evlilikten de Muâviye ve Utbe adlı oğulları ile Cüveyriye ve Ümmü’l-Hakem adlı kızları dünyaya geldi. İslâm aleyhtarlığı hususunda kocasından geri kalmayan Hind, kardeşi Ebû Huzeyfe’nin Bedir Gazvesi’nde düşman saflarında gördüğü babasını mübârezeye davet etmesine sinirlenerek onu bir şiirle hicvetti. Babası Utbe ve kardeşi Velîd ile amcası Şeybe’nin bu savaşta öldürülmesi üzerine onların intikamı alınıncaya kadar ağlamayacağını, koku sürünmeyeceğini ve kocasıyla beraber olmayacağını söyleyerek Kureyşliler’den bu savaşta kaybettikleri yakınlarının intikamını almalarını istedi. Uhud Gazvesi’nde müşrik ordusuna kumanda eden Ebû Süfyân’ın yanında yer aldı ve Kureyşli diğer kadınlarla birlikte def çalıp şiir okuyarak orduyu savaşa teşvik etti. Bedir Gazvesi’nde yakınlarını öldüren Hamza’yı öldürmesi için Vahşî b. Harb’e mükâfat vaad eden Mekkeliler’den biri de Hind idi. Hind, ciğerini çiğneyeceğini ve organlarından gerdanlık yapıp boynuna takacağını söylediği Hamza’yı öldürdüğü takdirde Vahşî’ye bütün takılarından ve yanında bulunan mallardan başka 10 altın vereceğini söyledi. Vahşî de Hamza’yı uzaktan attığı mızrakla şehid ederek karnını yardı ve ciğerini Hind’e götürdü. Hamza’nın ciğerini alıp çiğnediği için “âkiletü’l-ekbâd” (ciğer yiyen kadın) diye anılan Hind’in bütün takılarını Vahşî’ye verdiği, bunların yerine başta Hamza olmak üzere diğer şehidlerin organlarını keserek gerdanlık ve halhal olarak taktığı, Mekkeli kadınları da böyle yapmaya teşvik ettiği belirtilmektedir. 

Resûl-i Ekrem’in kızı Zeyneb, Mekke’den Medine’ye hicret etmek üzere hazırlık yaptığı sırada Hind onun yanına gelip “amcamın kızı” diye hitap ederek kendisine yardıma hazır olduğunu söylediyse de Zeyneb hicretine engel olunacağından korktuğu için ona Medine’ye gitmeyi düşünmediğini söyledi (Taberî, II, 469). 

Hind’in İslâmiyet’e karşı olan düşmanlığı Mekke’nin fethine kadar devam etti. İslâm ordusu Mekke’ye yaklaştığı sırada müslüman olan Ebû Süfyân, kendi evine sığınanlara Hz. Peygamber’in eman vereceğini Mekkeliler’e söylediği zaman ona herkesten önce Hind karşı çıktı ve kocasının sakalından tutarak öldürülmesini istedi; ancak Ebû Süfyân’dan bir gün sonra o da müslüman oldu. Rüyasında putların kendisini ateşe ittiğini, Resûlullah’ın ise onu kurtardığını görünce İslâmiyet’i kabul etmeye karar verdiği söylenmekte, ayrıca kendisine, bir gün önceki fikrini değiştirerek neden müslüman olmaya karar verdiğini soran kocasına, Mekke’nin fethedildiği gün müslümanların Kâbe’de sabaha kadar nasıl ibadet ettiklerini seyrettiğini, o güne kadar Kâbe’de Allah’a bu şekilde ibadet edildiğini görmediğini ve bu durumun kararını değiştirmesine sebep olduğunu anlattığı belirtilmektedir. Hind’in bu kararı üzerine Ebû Süfyân, karısının henüz Resûlullah’ın yanına varmadan öldürülebileceğini düşünerek Hz. Peygamber’in huzuruna itibarlı biriyle gitmesini tavsiye etti. Hind de kıyafet değiştirerek Hz. Ömer’in veya Hz. Osman’ın yahut kardeşi Ebû Huzeyfe’nin himayesinde o sırada Ebtah mevkiinde veya Safâ tepesinde bulunan Resûl-i Ekrem’in yanına gitti. Ona biat etmek isteyen kadınların arasına karışarak huzuruna çıktı. Resûl-i Ekrem kadınlardan Allah’a şirk koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, iftirada bulunmamak ve iyi iş yapma hususunda Peygamber’e karşı gelmemek üzere (el-Mümtehine 60/12) kendisine biat etmelerini isteyeceğini söyleyince Hind erkeklerden istemediği şeyleri kadınlardan istediğini, bununla beraber biat edeceklerini söyledi. Yüzü kapalı olduğu için Resûl-i Ekrem onu tanıyamamıştı. Biat konularından biri olan hırsızlık yapmama meselesi üzerinde durulurken Hind kocasının cimri olduğunu, kendisinin ve çocuklarının bütün ihtiyaçlarını karşılamadığını, bu sebeple ona sormadan malından harcama yaptığını belirterek buna hakkı olup olmadığını sordu. Hz. Peygamber de aşırı gitmemek şartıyla onun malından kendisine ve çocuklarına yetecek kadar bir miktarı alabileceğini ifade etti (Buhârî, “Büyûʿ”, 95; Müslim, “Aḳżıye”, 7-9). Orada bulunan Ebû Süfyân daha önce aldıklarını kendisine helâl ettiğini söyleyince Resûl-i Ekrem Hind’i tanıdı. Kadınların zina etmemesi üzerinde konuşulurken Hind söze karışarak hür kadının zina edemeyeceğini söyledi. Sıra çocukları öldürmeme maddesine gelince, “Onları siz öldürdünüz” veya, “Biz onları küçükken yetiştirdik, büyüdükleri zaman sen onları Bedir’de öldürdün” dedi. İftira üzerinde durulurken Hind tekrar söze karışarak şunları söyledi: “İftira çirkin şeydir, sen bize güzel ahlâkı emrediyorsun.” Peygamber’e karşı gelmeme teklifi üzerine de, “Biz bu yüce divana sonradan isyan etmemek niyetiyle geldik” dedi. Resûl-i Ekrem biat sırasında kadınların eline dokunmamakla beraber Hind’in Hz. Peygamber’e elini uzattığı, muhtemelen kınasız olması yüzünden Resûlullah’ın onun avucunu yırtıcı hayvan pençesine benzettiği ve onun görünüşünü kınayla değiştirmedikçe biatını kabul etmeyeceğini söylediği rivayet edilmektedir (Ebû Dâvûd, “Tereccül”, 4). Resûl-i Ekrem’in kendisini iyi karşılaması ve daha önce yaptıkları üzerinde durmaması Hind’i son derece memnun ettiği için ona, bir zamanlar yeryüzünde perişan olmasını en çok istediği ailenin Peygamber ailesi olduğunu, fakat artık gözünde bu aile fertlerinden daha değerli bir kimse bulunmadığını ifade etti (Buhârî, “Eymân”, 3, “Aḥkâm”, 14; Müslim, “Aḳżıye”, 8). Hind oradan ayrıldıktan sonra evine gitti ve bütün putları kırdı. Onun kızarttığı iki oğlağı bir câriyesiyle Hz. Peygamber’e sunduğu, koyunları çok az kuzuladığı için daha fazlasını gönderemediğini belirttiği, Resûl-i Ekrem’in de onların çoğalması için dua ettiği, daha sonraları sürülerinin çoğaldığı, Hind’in zaman zaman bu olayı anarak kendilerini İslâmiyet’le şereflendiren Allah’a hamdettiği kaydedilmektedir. 

Yermük Savaşı’na Ebû Süfyân’la birlikte katılan Hind heyecanlı konuşmalarıyla müslümanları savaşa teşvik etmiş, bozgun alâmetleri görüldüğü zaman diğer kadınlarla birlikte onların derlenip toparlanmasında büyük etkisi olmuştur. Hind’in daha sonra Ebû Süfyân’dan boşandığı, ticaret yaparak geçimini temin etmek amacıyla hilâfeti döneminde Hz. Ömer’e başvurup beytülmâlden 4000 dirhem borç aldığı, fakat ticarette zarar ettiği belirtilmektedir. Yine Hz. Ömer devrinde oğlu Muâviye Şam valisi olduğu zaman Hind onu görmeye gitmiş, halifenin Allah rızâsını ön planda tutan bir insan olduğunu hatırlatarak her konuda halifeyi dinlemesini, kendi yakınlarına gereğinden fazla bir şey vermemesini tavsiye etmiş, aksi halde Ömer’in kendisini azledebileceğini hatırlatmıştır. Hind, Muharrem 14’te (Mart 635) Hz. Ebû Bekir’in babası Ebû Kuhâfe ile aynı günde öldü. Bir rivayete göre ise Hz. Osman devrinde vefat etmiştir. 

Hind çok güzel konuşan, akıllı, cesur ve gururlu bir kadındı. Savaşlarda askerleri coşturmak için söylediği şiirler, bazı kimseler için yazdığı hicviyeler ve savaşlarda kaybettiği yakınları için söylediği mersiyelerden bazı bölümler günümüze kadar gelmiştir. Meşhur şair ve sahâbî Hansâ’nın, kabileler arasında yapılan savaşlarda kardeşlerini kaybettiğinden kendisini “en büyük felâkete uğrayan Arap kadını” diye tanıttığını ve onlar için mersiyeler söylediğini duyan Hind’in bir panayırda onunla özellikle karşılaştığı, Bedir’de kaybettiği yakınlarından dolayı en büyük musibete uğrayan kadının asıl kendisi olduğunu belirttiği ve Hansâ ile karşılıklı mersiyeler okudukları rivayet edilmektedir. 

BİBLİYOGRAFYA 
Wensinck, el-Muʿcem, VIII, 288; Buhârî, “Büyûʿ”, 95, “Eymân”, 3, “Ahḳâm”, 14; Müslim, “Aḳżıye”, 79; Ebû Dâvûd, “Tereccül” 4; İbn İshâk, es-Sîre, s. 302-303, 306-307, 312; Vâkıdî, el-Meġāzî, I, bk. İndeks; İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, VIII, 235-237; İbn Habîb, el-Muḥabber, s. 19, 105, 408, 437; İbn Kuteybe, el-Maʿârif (Ukkâşe), s. 72, 344; Taberî, Târîḫ (Ebü’l-Fazl), II, 469, ayrıca bk. İndeks; İbn Abdürabbih, el-ʿİḳdü’l-ferîd, VI, 86-89; Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, el-Eġānî (nşr. Lecne), Beyrut, ts. (Dârü’s-Sekāfe), IV, 212-214; XII, 344-345; XV, 147-148; İbn Abdülber, el-İstîʿâb, IV, 424-427; İbn Asâkir, Târîḫu Dımaşḳ: terâcimü’n-nisâʾ (Şihâbî), s. 437-459; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ġābe, VII, 292-293; a.mlf., el-Kâmil, II-III, bk. İndeks; İbn Hudeyde, el-Miṣbâḥu’l-muḍî (nşr. Muhammed Azîmüddîn), Beyrut 1405/1985, I, 109-130; Heysemî, Mecmaʿu’z-zevâʾid, IX, 264-265; İbn Hacer, el-İṣâbe (Bicâvî), VIII, 155-156; Abdülkādir el-Bağdâdî, Ḫizânetü’l-edeb, III, 263-265; X, 468-469; Mehmed Zihni, Meşâhîrü’n-nisâ, İstanbul 1294, II, 306-313; Zeyneb bint Ali, ed-Dürrü’l-mens̱ûr, Bulak 1312, s. 537-539; Ammâr Tâlibî, Âs̱âru İbn Bâdîs, Beyrut 1404/1983, II/2, s. 118-119; Kehhâle, Aʿlâmü’n-nisâʾ, V, 239-251; Ziriklî, el-Aʿlâm (Fethullah), VIII, 98; Hâirî, Terâcimü aʿlâmi’n-nisâʾ, Beyrut 1407/1987, s. 426-427; Abdülemîr Ali Mühennâ, Aḫbârü’n-nisâʾ fî Kitâbi’l-Eġānî, Beyrut 1409/1988, s. 383-386; a.mlf., Muʿcemü’n-nisâʾi’ş-şâʾirât, Beyrut 1410/1990, s. 256-259; Cezzâr, Medâḫilü’l-müʾellifîn, IV, 1845-1846; Ahmed Halîl Cum‘a, Nisâʾ min ʿaṣri’n-nübüvve, Beyrut 1412/1992, II, 337-354; Fr. Buhl, “Hind bint ʿUtba”, EI2 (Fr.), III, 471.

MUÂVİYE b. EBÛ SÜFYÂN

İlgili resim
MUÂVİYE b. EBÛ SÜFYÂN
معاوية بن أبي سفيان
Ebû Abdirrahmân Muâviye b. Ebî Süfyân Sahr b. Harb b. Ümeyye el-Ümevî el-Kureşî (ö. 60/680)
Sahâbî, Emevî hilâfetinin kurucusu (661-680).

Müellif: 
İRFAN AYCAN 
602 veya 603 yılında Mekke’de doğdu. Ebû Süfyân ile Hind bint Utbe b. Rebîa’nın oğlu, Ümmü Habîbe bint Ebû Süfyân’dan dolayı Hz. Muhammed’in kayınbiraderidir. Resûlullah’ın peygamberliğini ilân etmesinden sonra Kureyş’in diğer ileri gelenleriyle birlikte İslâm’a cephe alan ve Bedir Savaşı’nın ardından üstlendiği Mekke liderliğini şehrin fethine kadar sürdüren babasının gözetiminde bir şehzade gibi büyüdü ve onunla birlikte fetih sırasında müslüman oldu. Müellefe-i kulûbdan sayıldığı için Huneyn ganimetlerinin dağıtımında payına fazla miktarda para ve mal ayrıldı. 

Müslüman olduktan sonra Hz. Peygamber’e kâtiplik ve onun vefatının ardından Suriye üzerine gönderilen dört ordudan birinde kumandan yardımcılığı yapan Muâviye, 17’de (638) Hz. Ömer tarafından önce Ürdün, ertesi yıl Dımaşk valiliğine tayin edildi. 19 (640) yılından sonra halifenin emriyle Filistin’in sahil şehirlerinden Kaysâriye, Askalân ve Trablusşam’ı aldı, sahillere karakollar kurup asker yerleştirdi. Bu arada Bizans’tan kalma tersanelerden yararlanarak İslâm donanmasında ilk deniz birliklerini teşkil etti. Arkasından sahillere yakınlığı dolayısıyla tehlike oluşturan Kıbrıs’a sefer düzenlemek için halifeden izin istediyse de alamadı. Hz. Osman döneminde Filistin, el-Cezîre, Humus ve Kınnesrîn’in de uhdesine verilmesiyle Suriye genel valiliğine getirilen Muâviye yeni halife ile olan akrabalığı sayesinde daha rahat hareket etmeye başladı. İslâm öncesinde Suriye’ye yerleşmiş bulunan Benî Kelb’den bir kadınla evlenip bölgenin en büyük kabilesini arkasına aldı ve birkaç yıl sonra halifenin de aynı kabileden bir kadınla evlenmesini sağlayarak aralarındaki yakınlığı pekiştirdi. Böylece Kelbîler’e ve halifeye dayandırdığı güç ve itibarını gittikçe arttırdı; kendisine çok bağlı disiplinli bir ordu kurmanın yanında başarılı yönetimiyle bölge halkının gönlünü kazandı. 27 (648) yılında Kıbrıs’a bir donanma gönderilmesi hususunda Hz. Osman’ı ikna eden Muâviye, yolladığı 1700 parçalık filo ile adayı kan dökmeden yılda 7200 altın haraca bağladı; beş yıl sonra da ikinci bir sefer düzenleyip buraya 12.000 kişilik bir ordu yerleştirdi. 

Muâviye, Hz. Osman’ın ardından Medine’de halife seçilen Hz. Ali’ye, Hz. Osman’ın öldürülmesi konusunda ilgisiz kaldığını ve suç ortağı olduğu isyancıları ordusunda barındırdığını ileri sürerek biat etmedi. Bunun yanında Hz. Osman’ın yakın akrabası sıfatıyla onun kanını dava etme hakkına sahip olduğunu söyledi ve bunu gerçekleştirmek şartıyla Şam halkından biat aldı. Daha sonra Mekke’de Hz. Âişe, Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvâm üçlüsü etrafında, haksız yere öldürülen halifenin kanını dava etmek için toplanan gruplarla, katillerin cezalandırılması hususunda acele edilmemesi gerektiği görüşünde olan Hz. Ali arasındaki mücadelenin neticesini beklemeyi tercih etti. Cemel Vak‘ası’nda galip gelen Hz. Ali’nin kendisini tekrar itaate davet etmesi karşısında ona, Hz. Osman’ın katillerini kendisine teslim etmesini ve halifeliği bırakarak şûra tarafından yeni bir halife seçilmesi işini sağlamasını teklif etti. Onun bu tavrı iki tarafı Sıffîn’de karşı karşıya getirdi (Zilhicce 36 / Haziran 657). Aralıklarla üç ay süren çarpışmaların son gününde Hz. Ali’nin kumandanı Mâlik el-Eşter, Muâviye’nin ordusuna kesin darbeyi vurma noktasına gelmiş, hatta ümidini kaybeden Muâviye kaçmaya karar vermişti (Taberî, I, 3330). Ancak bu sırada maiyetinde savaşan Amr b. Âs ona, mızrak uçlarına Kur’ân-ı Kerîm sayfaları taktırarak karşı tarafı anlaşmazlığı Allah’ın kitabının hakemliğinde çözmeye çağırmasını önerdi. Bu taktik işe yaradı ve Muâviye ağır bir mağlûbiyetten kurtuldu. Neticede savaş durdu ve taraflar hakemlerin Allah’ın kitabı, gerektiğinde de Resûlullah’ın sünnetiyle hüküm vermeleri şartıyla anlaştılar (13 veya 17 Safer 37 [31 Temmuz veya 4 Ağustos 657]). Muâviye, böylece Hz. Ali’nin ordusunun parçalanmasına ve aralarında savaş çıkmasına da zemin hazırlamış oldu. Çünkü kalabalık bir grup (Hâricîler), işin hakemlere bırakılması üzerine isyan ederek Hz. Ali’nin ordusundan ayrılmış ve ona karşı silâhlı mücadeleye girişmişti. Dolayısıyla rakibinin Hâricîler’le uğraştığı bir sırada meselenin daha karmaşık hale gelmesi onun işine yaradı ve hakemi Amr b. Âs’ın, Hz. Ali’nin hakemiyle yaptığı görüşmelerden sonra kendisini halife seçtiklerini açıklamasının ardından Şam’da biat aldı. Böylece önceleri Hz. Ali tarafında olan askerî üstünlüğün Hakem Vak‘ası’nın ardından kendi tarafına geçmesi üzerine fırsatı değerlendiren Muâviye, Hâricîler’le uğraşmak zorunda kalan Hz. Ali’ye bağlı merkezlere saldırı başlattı ve birkaç yıl içerisinde Mısır, Irak, Hicaz ve Yemen’i eline geçirdi. Her ne kadar Hz. Ali buraları geri aldıysa da çok zor bir duruma düşmüştü. Taberî, 40 (660) yılında iki taraf arasında bir saldırmazlık antlaşması yapıldığını kaydetmektedir (a.g.e., I, 3453). 

Hz. Ali’nin aynı yıl bir Hâricî tarafından şehid edilmesi, bir diğer Hâricî’nin aynı zamandaki suikastından yaralı olarak kurtulan Muâviye’yi hedefine biraz daha yaklaştırdı. Bu gelişmenin ardından Kudüs’te “emîrü’l-mü’minîn” unvanıyla biat alan Muâviye, Hz. Ali’nin yerine halife seçilen oğlu Hasan’la savaşmak için Irak üzerine yürüdü. Hz. Hasan’ın kendisini halife seçen ordusuna güvenmemesi ve askerleri arasında karışıklık çıkması onun işini kolaylaştırdı. Karşılıklı yazışmalar neticesinde rakibinin bazı şartlarla halifeliği bırakmayı kabul etmesi üzerine Kûfe’ye giderek ondan ve halktan biat aldı (25 Rebîülevvel 41 / 29 Temmuz 661). Böylece “birlik yılı” (âmü’l-cemâa) adı verilen o yıl ülkenin tamamını hâkimiyeti altında toplamış ve doksan yıl hüküm sürecek Emevî Devleti’ni kurmuş oldu. Sünnîler Muâviye’nin halifeliğinin meşruiyetini Hz. Hasan’ın kendisine biatıyla başlatmaktadır. 

Irak, Hz. Ali zamanında gelişen olayların ardından Şîa ve Hâricîler’in yurdu haline gelmişti. Muâviye, Şîa’nın merkezi durumundaki Kûfe valiliğine Mugīre b. Şu‘be’yi getirdi (41/661). Başarılı bir devlet adamı olan Mugīre, bu karışık şehirde müsamahakâr bir politika takip etmekle birlikte gerektiğinde güç kullanmaktan da kaçınmadı. Suriyeli birliklerin Hâricîler karşısında yenilmesi üzerine onlarla mücadeleyi çeşitli baskılar uygulamak suretiyle, Hakem Vak‘ası’na kadar beraber savaştıkları Hz. Ali taraftarlarının omuzlarına yükledi; neticede Hâricîler ağır bir hezimete uğradı (43/663). Mugīre halifeye en büyük iyiliği, kendisi gibi Sakīf kabilesine mensup olan Ziyâd b. Ebîh’in Muâviye’ye katılmasını sağlamakla yaptı. Hz. Ali tarafından vali tayin edildiği Fars’ta direnerek tehditlere ve para vaadlerine boyun eğmeyen Ziyâd, Mugīre’nin araya girmesiyle Ebû Süfyân’ın nesebine katılıp Muâviye’nin kardeşi ilân edildi ve ardından Basra valiliğine getirildi (45/665). Muâviye, Mugīre’nin ölümünün ardından Kûfe valiliğini de Ziyâd’ın uhdesine verdi (50/670). Doğu vilâyetlerini sekiz yıl başarıyla yöneten Ziyâd, Hâricîler’e göz açtırmayacak derecede sert bir politika izledi; aynı şekilde Hz. Ali propagandasına da izin vermedi. Bu arada idarecilerin Hz. Ali aleyhindeki faaliyetlerine açıkça karşı çıkarak bir muhalefet cephesi kuran Hucr b. Adî ve arkadaşlarını fitne çıkarıp itaatten ayrılmakla suçlayarak Muâviye’ye gönderdi ve neticede idam edilmelerini sağladı (51/671). 53 (673) yılında ölen Ziyâd’ın yerine tayin edilen oğlu Ubeydullah da babası gibi Hâricî isyanlarını kanlı bir şekilde bastırdı. Muâviye, Hâricîler’le mücadelede kendilerinden yararlandığı Hz. Ali taraftarlarına karşı önceleri müsamahakâr davrandı ve liderlerine yakınlık gösterdi. Ancak Hâricîler’in bertaraf edilmesinden sonra ekonomik ve siyasî baskı uygulayıp onları tesirsiz hale getirdi. Hz. Ali aleyhindeki propagandalarla Hucr ve arkadaşlarının idamı gibi bazı sıkıntılı olaylara yol açmakla birlikte onları kendi döneminde isyancı bir unsur olmaktan çıkarmayı başardı. 

Muâviye, iç karışıklıklar dolayısıyla yaklaşık on yıldan beri durmuş olan fetih hareketlerini üç ayrı cephede yeniden başlattı. Hz. Ali ile mücadelesi sırasında vergi vermek zorunda kaldığı Bizans üzerine 42 (662) yılından itibaren yeniden seferler düzenledi. 49’da (669) karadan ve denizden İslâmî dönemdeki ilk İstanbul kuşatması gerçekleştirildi. 50 (670) yılında Kyzikos (Kapıdağ) yarımadası ele geçirildi ve buradan başlatılan akınlarla İstanbul dört yıl süreyle muhasara edildi (54-58/674-678). İkinci cephe olan Basra’ya bağlı Horasan ve Sind bölgelerinde de hâkimiyetten çıkan bazı merkezlerin itaat altına alınmasından sonra yeni fetihler gerçekleştirildi. Sicistan’daki merkezlerin ardından Kâbil (44/664), Tohâristan, Kuhistan, Buhara (54/674) ve Semerkant (56/676) alınarak bazı Doğu hükümdarları vergiye bağlandı. Üçüncü cephe olan İfrîkıye’de Muâviye b. Hudeyc bölgeyi yeniden zaptetti (45/665); onun halefi Ukbe b. Nâfi‘ de Mağrib fetihleri için üs olarak kullanmak amacıyla Kayrevan karargâh şehrini kurdu (50/670) ve harekâtını Atlas Okyanusu’na doğru genişletirken başarılı politikasıyla bölge halkı Berberîler’in İslâm’a girmesini hızlandırdı. 

Halifeliği kabile asabiyeti temeline dayanan bir mücadeleyle ele geçiren Muâviye’nin en kalıcı icraatı oğlu Yezîd’i veliaht tayin etmesi, böylece devleti veraset kuralını esas alan bir hânedana dönüştürmesidir. Meşhur rivayete göre bunu, Kûfe Valisi Mugīre’nin tavsiyesiyle ve müslümanların hilâfet meselesi yüzünden yeni bir anlaşmazlığa düşmelerini engellemek amacıyla yaptığını söyleyen Muâviye, Medine dışında önemli bir muhalefetle karşılaşmadı. Medine’de Hz. Hüseyin ve Abdullah b. Zübeyr’in başını çektiği bir grup sahâbî kendisine şiddetle karşı çıktı. Bunun üzerine biatlarını bizzat almak için Hicaz’a giden Muâviye tehditle problemi halletti. Onun özellikle bu tasarrufu sebebiyle ilk İslâm tarihçilerinin çoğu tarafından yoğun biçimde eleştirildiği görülür. Ancak İbn Haldûn, içinde bulunulan şartlar düşünüldüğünde bu işin müslümanların hayrına olduğunu söyler. İbn Haldûn’un bu görüşü özellikle çağdaş Sünnî yazarlar tarafından da benimsenmiştir (DİA, XI, 90). Sonuç olarak hilâfeti verasete dayalı mutlak bir saltanata dönüştüren Muâviye 60 yılının Receb (Nisan 680) ayında Dımaşk’ta vefat etti ve Bâbüssagīr Mezarlığı’na defnedildi; aynı gün yerine oğlu Yezîd geçti. 

Kendisiyle birlikte “Araplar’ın dâhileri” denilen Amr b. Âs, Mugīre b. Şu‘be ve Ziyâd b. Ebîh’e büyük yetkiler vererek kurduğu devletin temellerini onların yardımıyla sağlamlaştıran Muâviye muhaliflerine anlayacakları dilden konuşarak yaklaşmaya çalışırdı. Nâdir yetişen bir diplomat, çevresini iyi tanıyan ve ileriyi gören bir idareci olarak hilim ve teennîyi ilke edinmişti; mecbur kalmadıkça kuvvete başvurmazdı. Düşmanlarının en ağır hakaretleri karşısında dahi kendini tutar ve soğuk kanlılığını korurdu. İhsanlarının fazlalığı dolayısıyla hayrete düşenlere bir savaşın bundan çok daha fazlasına mal olacağını, paranın iş gördüğü yerde konuşmaya, konuşmanın iş gördüğü yerde kırbaca, kırbacın iş gördüğü yerde kılıca ihtiyaç duymadığını söylerdi (Ya‘kūbî, II, 238). “Dilimle, Ziyâd’ın kılıcıyla kazandığı başarıdan daha fazlasını elde ettim” derdi. Ancak valilerinin sert davranışlarına göz yummayı tercih ederdi; hatta Hâricîler’e ve Şiîler’e karşı ılımlı tutumu yüzünden şikâyetlere mâruz kalan Mugīre’yi valilikten almayı bile düşünmüştü. İnsanlarla bağlarını koparmamak için âzami gayret gösterir ve özellikle kabile reislerine büyük önem verirdi. Onların üzerinde kurduğu nüfuz sayesinde oğlu için biat almakta zorlanmadı. Fakat kendi kabilesinin etkisi altında kalmamaya dikkat etmiş, bunun için eyaletlere başka kabilelerden, bilhassa Sakīf kabilesinden valiler göndermiştir. Tâif, Mekke ve Medine valilikleriyle hac emirliğinde ise akrabalarını görevlendirirdi. 

Muâviye, valiliğinin ilk yıllarından itibaren Bizans idarecileri gibi giyinmeye ve onlar gibi yaşamaya başlamıştı. Şam’a gelen Hz. Ömer kıyafetini yadırgayıp kendisini hükümdarlara benzetince cihad ruhunu kaybetmediğini, ancak düşmana yakın oldukları için heybetli görünmek gerektiğini söyleyerek halifeyi ikna etmeyi başarmıştı. Devletini Bizans müesseselerinden faydalanarak kurmaya çalışan Muâviye zamanında hâciblik, Dîvânü’r-resâil, Dîvânü’l-hâtem ve Dîvânü’l-berîd oluşturuldu. Ayrıca o saldırılardan korunmak için özel muhafızlar görevlendiren ilk halife idi. Gayri müslimlere karşı iyi davranan Muâviye, müşavirlerinden Sercûn b. Mansûr ve özel doktoru İbn Üsâl gibi bazı hıristiyanları sarayında görevlendirmişti. 

Âlimler, edipler ve şairlerle sohbeti sever, onlardan yararlanmaya çalışırdı. Tarihe de büyük ilgi duyardı. Yemenli tarihçi Ubeyd b. Şeriyye’yi Dımaşk’a çağırarak kendisinden Arap ve Acem meliklerinin hayatlarını anlatan bir kitap yazmasını istemişti. Hz. Peygamber’den 163 hadis rivayet etmiş, bunlardan dördü Buhârî ve Müslim’de, beşi yalnız Buhârî’de, dördü de sadece Müslim’de yer almıştır. 

Muâviye b. Ebû Süfyân hakkında yazılan eserler arasında İbn Ebü’d-Dünyâ’nın Ḥilmü Muʿâviye, İbn Ebû Âsım’ın Feżâʾilü Muʿâviye, Gulâmu Sa‘leb’in Feżâʾilü Muʿâviye, Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ’nın Tebriʾetü (Tenzîhü) Muʿâviye, Ubeydullah b. Muhammed es-Sakatî’nin Feżâʾilü Muʿâviye, Takıyyüddin İbn Teymiyye’nin Risâle fî Muʿâviye b. Ebî Süfyân ve İbn Hacer el-Heytemî’nin Taṭhîrü’l-cenân ve’l-lisân ʿani’l-ḫuṭur ve’t-tefevvüh bi-s̱elbi Muʿâviye b. Ebî Süfyân adlı kitapları zikredilebilir. 

BİBLİYOGRAFYA 
Nasr b. Müzâhim, Vaḳʿatü Ṣıffîn (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire 1382, s. 502-504; İbn Hişâm, es-Sîre2, II, 173, 402-403; İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, II, 351-352; III, 32-33; IV, 255-256; Halîfe b. Hayyât, et-Târîḫ (Ömerî), s. 99, 141, 155, 160, 203-230; İbn Kuteybe, el-Maʿârif (Ukkâşe), s. 349-350; el-İmâme ve’s-siyâse, I, 49-50, 74-78, 84-103, 112, 140, 142, 148-174; Belâzürî, Ensâb (Zekkâr), V, 21-127; a.mlf., Fütûh (Fayda), bk. İndeks; Ya‘kūbî, Târîḫ, II, 216-241; Taberî, Târîḫ (de Goeje), I, 2820-2824, 2985-2986, 3096-3097, 3182-3220, 3330, 3414-3416, 3453; ayrıca bk. İndeks; İbn A‘sem el-Kûfî, Kitâbü’l-Fütûḥ, Beyrut 1406/1986, I, 261-264, 448-495; II, 289-291; İbn Abdürabbih, el-ʿİḳdü’l-ferîd (nşr. Müfîd M. Kumeyha - Abdülmecîd et-Terhînî), Beyrut 1407/1987, I, 77-78; II, 105; V, 50-51, 93-94, 110-114, 155-156; Mes‘ûdî, Mürûcü’ẕ-ẕeheb (Abdülhamîd), III, 4-62; Agobios b. Kostantin el-Menbicî, el-Münteḫab min Târîḫi’l-Menbicî (nşr. Ömer Abdüsselâm Tedmürî), Trablus 1406/1986, s. 65-73; İbn Abdülber, el-İstîʿâb (Bicâvî), III, 1416-1422; İbn Asâkir, Târîḫu Dımaşḳ (Amrî), LIX, 55-241; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 95, 117-118, 201-204, 274-325, 404-525; IV, 5-13; ayrıca bk. İndeks; Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, III, 119-162; İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 174; V, 30-34, 55, 337-338, 355; İbn Haldûn, Muḳaddime, I, 364-365, 372-374; İbn Hacer, el-İṣâbe (Bicâvî), VI, 151-154; J. Wellhausen, Arap Devleti ve Sukutu (trc. Fikret Işıltan), Ankara 1963, s. 35-53; Ömer Süleyman el-Ukaylî, Ḫilâfetü Muʿâviye b. Ebî Süfyân, Riyad 1984; Bessâm el-Aselî, Muʿâviye b. Ebî Süfyân, Beyrut 1985; İbrâhim el-Ebyârî, Muʿâviye, Kahire, ts. (el-Müessesetü’l-Mısriyyetü’l-âmme); İrfan Aycan, Saltanata Giden Yolda Muâviye Bin Ebî Süfyân, Ankara 1990; Vecdi Akyüz, Hilafetin Saltanata Dönüşmesi: Emevîler’in Kuruluş Devrinde İslâm Kamu Hukuku, İstanbul 1991; H. Lammens, “Muâviye”, İA, VIII, 438-444; M. Hinds, “Muʿāwiya I”, EI2 (Fr.), VII, 265-270; İsmail Yiğit, “Emevîler”, DİA, XI, 87-90. 

EBÛ SÜFYÂN


EBÛ SÜFYÂN
أبو سفيان
EBÛ SÜFYÂN ile ilgili görsel sonucu
Ebû Süfyân Sahr b. Harb b. Ümeyye (ö. 31/651-52)
Kureyş kabilesinin reislerinden, sahâbî.

Müellif: 
İRFAN AYCAN 
Hicretten elli yedi yıl önce (m. 565) Mekke’de doğdu. Bedir Gazvesi’nde öldürülen oğlu Hanzale’den dolayı Ebû Hanzale künyesiyle de anılır. Annesi, Hz. Peygamber’in hanımı Meymûne’nin halası olan Safiyye bint Hazn el-Hilâliyye, babası Kureyş kabilesi ileri gelenlerinden Harb b. Ümeyye’dir. Çocukluğu Mekke’de refah içinde geçti. Hz. Peygamber’in amcası Abbas onun en samimi çocukluk arkadaşıydı. 
Ebû Süfyân babası gibi ticaretle meşgul oldu. Okuma yazma bilen çok az sayıdaki Mekkeli’den biriydi. Kısa sürede kendini kabul ettirerek görüşüne başvurulan, sözüne güvenilen, kabilesinin ticaret işlerini yöneten bir Kureyş büyüğü durumuna geldi. Resûlullah’ın peygamberliğini ilân etmesinden sonra Kureyş ileri gelenleri gibi o da İslâm’a cephe aldı. Onun bu tavrında, Ümeyye ailesiyle Hz. Peygamber’in mensup olduğu Benî Hâşim arasında öteden beri devam edegelen rekabet ve düşmanlığın önemli rolü vardır. 
İslâmiyet’in Mekke’de hızla yayılması ve Hamza ile Ömer’in müslüman olmaları Kureyş kabilesini endişeye sevkedince, yeğenini davasından vazgeçirmek üzere Ebû Tâlib’e gönderilen heyetlerde ve Dârünnedve’de toplanıp Hz. Muhammed’in öldürülmesine karar veren müşrikler arasında Ebû Süfyân da yer aldı. Fakat hicret öncesinde Hz. Peygamber’e ve müslümanlara fiilî olarak eziyet edenler arasında bulunmadı. Hz. Muhamed’in gençlik yıllarında onun Mekke’de sahip olduğu siyasî nüfuz, etkili bir görevde veya makamda bulunmasından değil Ümeyye’nin zenginlik ve nüfuzuyla kendi şahsî kabiliyetinden kaynaklanıyordu. 
Hicretten iki yıl sonra Ebû Süfyân’ın riyâsetinde Suriye’den gelmekte olan bir ticaret kervanı Hz. Peygamber’in emriyle müslümanlar tarafından ele geçirilmek istendi. Bunu haber alan Ebû Süfyân kervanın yolunu değiştirerek müslümanların takibinden kurtuldu ve Mekke’ye ulaştı. Fakat bu olay, Kureyş’in lideri Ebû Cehil’in tahrikleriyle Bedir Savaşı’na sebep oldu. Ebû Cehil’in bu savaşta ödürülmesi üzerine Ebû Süfyân Mekke müşriklerinin reisi oldu. Kureyş, Bedir mağlûbiyetinin intikamını bir an önce alma görevini ona verdi ve bu savaşa sebep olan Suriye kervanındaki malları müslümanlara karşı yapılacak savaşın masraflarına tahsis etti. 
Bedir’in intikamını almadıkça yıkanmayacağına yemin eden Ebû Süfyân, hicretin 3. yılı Şevval ayı ortalarında (Mart 625) cereyan eden Uhud Savaşı’na müşrik ordusunun kumandanı olarak katıldı. Karısı Hind bint Utbe de diğer Kureyş kadınlarıyla birlikte def çalarak orduyu savaşa teşvik ediyordu. Bu savaşta müşrikler, parlak bir zafer elde edememekle beraber Hz. Peygamber’in amcası Hamza’nın Vahşî tarafından şehid edilmesi sebebiyle bir ölçüde intikam duygularını tatmin etmiş oluyorlardı. Hind de aynı intikam duygusuyla Hz. Hamza’nın ciğerini çıkarıp ağzında çiğnemişti. Ebû Süfyân Hendek Gazvesi’nde de Kureyş’in kumandanlığını yaptı. Onun bu liderlik görevinin Mekke’nin fethine kadar sürdüğü, müslümanlara karşı yapılan hareketlerde en üst seviyede rol aldığı görülmektedir. 
Hz. Peygamber’in, Bizans İmparatoru Herakleios’u İslâm’a davet etmek üzere Dihye b. Halîfe el-Kelbî’yi Suriye’ye gönderdiği günlerde (Muharrem 7 / Mayıs 628) Ebû Süfyân da otuz kişilik bir ticaret kafilesiyle birlikte Suriye’ye gitmişti. Herakleios Kudüs’te (bazı rivayetlere göre Humus’ta) iken Resûlullah’ın mektubunu alınca onun kavmine mensup biriyle görüşmek istediğini söyledi. O sırada Gazze’de bulunan Ebû Süfyân ve kafiledeki arkadaşları imparatorun isteği üzerine Kudüs’e getirildiler. Soyunun Resûl-i Ekrem’e yakınlığı sebebiyle Ebû Süfyân ile görüşmeyi tercih eden Herakleios ona Hz. Peygamber’in soyu, ahlâkı, Müslümanlığı kabul edenlerin sosyal durumu, sayılarının çoğalıp çoğalmadığı, müslüman olduktan sonra dinden dönenlerin bulunup bulunmadığına dair, ayrıca neleri emrettiği, onunla yaptıkları savaşlarda kimin galip geldiği gibi hususlarda çeşitli sorular sordu. Ebû Süfyân’ın, ona gerçek dışı bilgiler vermeyi arzu ettiği halde yalan söylediğinin duyulmasından korktuğu için doğru cevaplar vermek zorunda kaldığı rivayet edilir (ayrıca bk. HERAKLEIOS). 
Mekkeliler’in Benî Bekr’e yardım ederek müslümanlarla yaptıkları anlaşmayı bozmaları üzerine Hz. Peygamber de müttefiki Huzâa kabilesine yardım vaad etti. Bu durum Kureyşliler’i telâşa düşürdü; reisleri Ebû Süfyân’ı Medine’ye göndererek anlaşmayı yenilemek istediler. Fakat Ebû Süfyân, Medine’de Hz. Peygamber’in hanımı olan kızı Ümmü Habîbe dahil hiç kimseden ilgi görmedi. Bu durum onun Kureyşliler nezdindeki itibarının sarsılmasına yol açtı. Mekke’yi fethetmek üzere harekete geçen İslâm ordusu Mekke yakınında Cuhfe’de karargâh kurunca Ebû Süfyân çocukluk arkadaşı Abbas b. Abdülmuttalib’in ısrarlarıyla Hz. Peygamber’in huzuruna çıktı ve İslâmiyet’i kabul etmek zorunda kaldı. Hz. Peygamber de fetih günü Mekke’de Ebû Süfyân’ın evine sığınanlara eman verileceğini bildirerek onu taltif etti. Ebû Süfyân’ın bunu Mekkeliler’e bizzat duyurması herkesten önce karısı Hind’in sert tepkisine yol açtı. 
Ebû Süfyân’ın müslüman olduktan sonra katıldığı Huneyn Gazvesi’nin ilk safhasında müslüman öncü birliklerinin yenilmesine sevinmesi (İbn Hişâm, II, 443) İslâmiyet’i henüz gönülden kabul etmediğini göstermektedir. Hz. Peygamber, bu savaşta elde edilen ganimeti paylaştırırken müellefe-i kulûb*dan olan Ebû Süfyân’a 100 deve ile kırk ukıyye gümüş verdi. Oğulları Yezîd ile Muâviye de bu gruptan kabul edilerek kendilerine 100’er deve verildi. Bir şehir devletinin başkanlığından normal bir vatandaş durumuna düşen Ebû Süfyân’a ve oğullarına gösterilen bu ilgi onları çok memnun etti. 
Ebû Süfyân Tâif Muhasarası’na da katıldı ve bu sırada bir gözünü kaybetti. 9. (630) yılda Necranlılar’la yapılan anlaşmanın şahitleri arasında yer alan Ebû Süfyân, Belâzürî’ye göre şartsız teslim olan Cüreş şehrine vali tayin edildi (Fütûh, s. 84); Hz. Ebû Bekir döneminde ise Necran âmilliğinde de bulundu (a.e., s. 150). Hz. Peygamber’in vefatı sırasında Ebû Süfyân Mekke’de bulunuyordu. İbn İshak’a göre Resûl-i Ekrem onu Mekke yakınlarındaki Kudeyd’de bulunan Menât putunu yıkmakla görevlendirmişti. Hz. Ebû Bekir’in halife olmasına karşı çıkan Ebû Süfyân daha sonra ona biat etti. Yetmiş yaşlarında iken Suriye’nin fethine gönderilen orduya katıldı. Yermük Savaşı’nda oğlu Yezîd’in idaresinde askerleri cesaretlendirmek için gayret sarfetti. Taberî onun gözünü bu savaşta kaybettiğini söylemektedir (Târîh, I, 2101). Zehebî’ye göre ise gözlerinden birini Tâif Muhasarası’nda, diğerini de Yermük’te kaybetmiştir (Aʿlâmü’n-nübelâʾ, II, 106). 
Ebû Süfyân 31’de (651-52) Medine’de vefat etti. Onun 30 (650-51), 32 (652-53) ve 34 (654-55) yıllarında öldüğünü söyleyenler de vardır. 
Hz. Peygamber’in kâtipleri arasında yer aldığı söylenen Ebû Süfyân (M. Mustafa el-A‘zamî, s. 39) Resûl-i Ekrem’den bazı hadisler rivayet etmiştir (bk. Wensinck, el-Muʿcem, VIII, 105). Kendisinden, Herakleios ile yaptığı konuşmayı rivayet eden İbn Abbas’tan başka oğlu Muâviye ve Kays b. Ebû Hâzim’in de rivayette bulunduğu bilinmektedir. 
Sünnî kaynakları Ebû Süfyân’ın İslâmiyet’i kabul ettikten sonra samimi bir müslüman olduğunu belirttiği halde daha ziyade Şiî müellifler bunun aksini iddia ederler. Hatta onun bir münafık ve zındık olduğunu, Hz. Peygamber’e inanmadığını, lâedriyye* mezhebini benimsediğini ileri sürenler de vardır (Ali Sâmî en-Neşşâr, I, 198). Süleyman Essop Dangor, Ebû Süfyân hakkında bilgi veren bazı tarihçilerin ona karşı düşmanca davrandıklarını ve objektif bilgi vermediklerini söyler (el-ʿİlm, s. 60). Ebû Süfyân’ın ilerlemiş yaşına rağmen Suriye’deki fetihlere katılması, Yermük’te müslüman askerleri cesaretlendirmesi onun aleyhindeki iddiaların kasıtlı olduğunu göstermeye yeterlidir. Ayrıca Sünnî kaynaklarının, İslâmiyet’i gönülden benimsemeyen bir kişinin daha sonra samimi bir müslüman olduğunu kaydetmeleri de mümkün görünmemektedir.

BİBLİYOGRAFYA
Wensinck, el-Muʿcem, VIII, 105.
Buhârî, “Bedʾü’l-vaḥy”, 6.
Vâkıdî, el-Meġāzî, bk. İndeks.
İbn Hişâm, es-Sîre, I, 147, 264, 295, 417; II, 50, 60, 67, 75-77, 93-94, 214, 215, 395-397, 400, 402-403, 443, 492-493, ayrıca bk. İndeks.
İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, VIII, 44, 99, 236.
Zübeyrî, Nesebü Ḳureyş, s. 121-122.
Câhiz, el-ʿOs̱mâniyye (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire 1374/1955, s. 60, 71, 72, ayrıca bk. İndeks.
İbn Kuteybe, el-Maʿârif (Ukkâşe), s. 342, 575, 586.
Belâzürî, Ensâb, IV/I, s. 1 vd.
a.mlf., Fütûh (Fayda), s. 84, 150, ayrıca bk. İndeks.
Taberî, Târîḫ (de Goeje), I, 1345 vd., 1364, 1418, 1437 vd., 1458, 1533, 1633, 1827, 2101.
İbn Hazm, Cemhere, s. 274.
İbn Abdülber, el-İstîʿâb, II, 183-184.
İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ġābe, III, 12-13.
İbn Hudeyde el-Ensârî, el-Miṣbâḥu’l-muḍî fî küttâbi’n-nebiyyi’l-ümmî (nşr. Muhammed Azîmüddin), Beyrut 1405/1985, I, 108-109.
Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, II, 105-107.
a.mlf., Târîḫu’l-İslâm: ʿAhdü’l-ḫulefâʾi’r-râşidîn, s. 368-370.
İbn Hacer, el-İṣâbe, II, 178-180.
a.mlf., Tehẕîbü’t-Tehẕîb, IV, 411-412.
L. Caetani, İslâm Tarihi (trc. Hüseyin Cahid), İstanbul 1924-27, VII, 43, 103.
Yahyâ Muhammed el-Hârisî, Ebû Süfyân b. Ḥarb fi’l-Câhiliyye ve’l-İslâm, Cîzân 1973.
Ali Sâmî en-Neşşâr, Neşʾetü’l-fikri’l-felsefî fi’l-İslâm, Kahire 1977, I, 198; II, 31.
Muhammed Hıdır Hüseyin, Naḳżu kitâb fi’ş-şiʿri’l-câhilî (nşr. Ali Rızâ et-Tunûsî), [baskı yeri yok] 1977 (Dâru Hassân), s. 151-153.
Bedrân, Tehẕîbü Târîḫi Dımaşḳ, Beyrut 1379/1979, VI, 390-409.
M. Mustafa el-A‘zamî, Küttâbü’n-nebî, Riyad 1401/1981, s. 39.
Mustafa Fayda, İslâmiyetin Güney Arabistan’a Yayılışı, Ankara 1982, s. 30, 64.
Abbas el-Kummî, el-Künâ ve’l-elḳāb, Beyrut 1403/1983, I, 88-93.
Muhammed Câsim el-Meşhedânî, Mevâridü’l-Belâẕürî, Mekke 1986, I, 197-198.
Süleyman Essop Dangor, “Abū Sufyān: Study of the Sources”, el-ʿİlm, IX, Westville 1409/1989, s. 54-60.
W. Montgomery Watt, “Abū Sufyān b. Ḥarb”, EI2 (Fr.), I, 155-156.

HARB b. ÜMEYYE

HARB b. ÜMEYYE
حرب بن اميّة
Ebû Amr Harb b. Ümeyye b. Abdişems (ö. m. 588)
Ebû Süfyân’ın babası.

Müellif: 
İBRAHİM SARIÇAM 
Abdüşemsoğulları’nın reisi olup Câhiliye devrinde Mekke’nin en nüfuzlu kişilerindendi. Emevîler’in Süfyânî kolunun soyu ona ulaşır. Arap yazısını kullanan ilk Mekkeli olduğu, yazıyı, Irak bölgesine yaptığı ticarî seyahatler sırasında tanıştığı Dûmetülcendel reisi Ükeydir b. Abdülmelik’in kardeşi Bişr’den öğrendiği rivayet edilir. 

Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib’in yakın arkadaşı olan Harb’in kızı Ümmü Cemîl, Abdülmuttalib’in oğlu Ebû Leheb ile evlendiği için aralarında akrabalık bağı da kurulmuştu. Ya‘kūbî, Harb’in Sakīf’e karşı giriştiği mücadelede Abdülmuttalib’i desteklediğini söyler (Târîḫ, I, 249). Aralarındaki dostluk, onun Abdülmuttalib’in emanı altındaki yahudi bir tâciri gizlice öldürtmesine kadar sürdü. Olayın iç yüzünü öğrenen Abdülmuttalib, Harb’den yahudi tâcirin diyetini istedi. Harb’in suçunu inkâr etmesi üzerine birbirlerini münâfereye (şeref ve itibar hususunda karşılıklı övünme) çağıran taraflar, hakem olarak seçtikleri Habeş Kralı Necâşî’nin hakemliği kabul etmemesi üzerine Hz. Ömer’in dedesi Nüfeyl b. Abdüluzzâ’yı hakem tayin ettiler. Nüfeyl Harb’in aleyhine hüküm verdi. Öldürülen yahudinin diyeti olan 100 deveyi maktulün amcasının oğluna vermek ve gasbetmiş olduğu malı da iade etmek zorunda kalan Harb, daha sonra Nüfeyl’in kabilesi Adî (b. Kâ‘b) oğullarını Mekke’den çıkarmaya karar verdi. Bu iş için Abdüşems ve Nevfeloğulları’nın da desteğini sağladı. Ancak Hâşim, Muttalib, Sehm ve Zühreoğulları’nın onun bu teşebbüsüne karşı çıkmaları üzerine Adîoğulları’nı Mekke’den sürmekten vazgeçti. 

Harb, Kureyş kabilesinin ordu kumandanlığı dedesi Abdüşems ve babası Ümeyye yoluyla kendisine intikal ettiğinden Kureyş ile Kays Aylân arasında meydana gelen birinci ve ikinci Ficâr savaşlarına kumandan olarak katılmış, ikinci Ficâr savaşının bir safhası olan Yevmü Şemta’da Kureyş’le birlikte Kinâne kabilesine de kumanda etmiştir. Kureyş ve Kinâne ile Hevâzin arasında cereyan eden son Ficâr savaşı Yevmü Nahle’de, Kusay’dan intikal eden ve Ukâb adı verilen Kureyş’in sancağı onun elinde bulunuyordu. Bir rivayete göre daha önce de Zâtı Nükeyf’te Kureyş ile Bekiroğulları arasında meydana gelen savaşta Kureyş kabilesinin kumandanlığını yapmıştı. 
Ficâr savaşlarında yaralandıktan kısa bir süre sonra ölen Harb’in, karısı Safiyye bint Hazn’dan Ebû Süfyân, Fâria ve Fâhite adlı üç çocuğu olmuştur. 

BİBLİYOGRAFYA 
İbn İshak, es-Sîre, s. 47; Ma‘mer b. Müsennâ, Eyyâmü’l-ʿArab ḳable’l-İslâm (nşr. Âdil Câsim el-Beyâtî), Beyrut 1407/1987, II, 505, 513-516, 524; İbn Hişâm, es-Sîre2, I, 186; İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, I, 87; İbn Habîb, el-Münemmaḳ, s. 94-98; a.mlf., el-Muḥabber, s. 132, 165, 173-174; Ezrakī, Aḫbâru Mekke (Melhas), I, 115; Belâzürî, Ensâb, I, 102; V/1, s. 3-5; Müberred, el-Kâmil, Kahire 1936, I, 275; Ya‘kūbî, Târîḫ, I, 249, 258; Taberî, Târîḫ (Ebü’l-Fazl), II, 253-254; İbn Abdürabbih, el-ʿİḳdü’l-ferîd, IV, 135; Cehşiyârî, el-Vüzerâʾ ve’l-küttâb, s. 2; Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, el-Eġānî, I, 8; Meydânî, Mecmaʿu’l-ems̱âl (Ebü’l-Fazl), I, 75-76; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 15; İbn Haldûn, el-ʿİber, III, 2; Makrîzî, en-Nizâʿ ve’t-teḫâṣum fîmâ beyne Benî Ümeyye ve Benî Hâşim (nşr. Hüseyin Mûnis), Kahire 1988, s. 42; Mahmûd Şükrî el-Âlûsî, Bulûġu’l-ereb, III, 368; Cevâd Ali, el-Mufaṣṣal, IV, 91; VIII, 117-118, 157-158; IX, 717; W. M. Watt, Hz. Muhammed Mekke’de (trc. R. Ayas - A. Yüksel), Ankara 1986, s. 36, 37, 96, 165; Hamîdullah, İslâm Peygamberi (Tuğ), I, 37, 318; İbrahim Sarıçam, Emevî Hâşimî Mücadelesi: İslâm Öncesinden Muaviye Devrinin Sonuna Kadar (doktora tezi, 1991), AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 60, 62, 70-75. 

Dini Kime Soracağımızı Bilelim

Dini Kime Soracağımızı Bilelim

Dini Kime Soracağımızı Bilelim
Yazar: Ömer SEYHAN 
Çare aramaktır, fayda ummaktır, ihtiyacı gidermektir, bilmek ve öğrenmek istemektir sormak… Bundandır, “Her şeyin bir anahtarı vardır. İlmin anahtarı ise soru sormaktır.” Denilmesi. 
Evet, soran yanılmaz lakin her ne hususta olursa olsun ehline sorduğu müddetçe. Günümüz şartlarında ehline ulaşmak zor değildir; sadece samimiyet ve biraz gayret gerektirir. Bu yola meyletmediğimizde ise zekâsı ve dünyevi tahsiliyle, hoşa giden duruşu ve nasihatiyle vs. yani başımızda olup, göz dolduran nicesine dinden sual ederiz “Ben bilmiyorum” diyeni bulmak zor olduğundan mutlaka bir cevap verilir sualimize. Ve her haliyle dini bir hüküm içerdiğinden bu bir fetvadır; Kur’an-ı Kerim’e, sünnet-i seniyyeye, icma ve kıyas’a isabet edip etmediği belli olmayan.
Her Mecliste Fetva Kürsüsü Kurmak
Rivayet edildiğine göre; Süfyan es-Sevri (Kaddesallahu Sirruhu) Askalan şehrine gelir ve orada üç gün ikamet ettiği halde, kendisine hiç kimse gelip de ilmi bir mesele hakkında soru sormaz. 
Süfyan es-Sevri buna çok üzülür ve “Bana ücreti karşılığında binek verin de bu beldeden hemen gideyim. Çünkü bu beldede ilim ölmüş” der. 
(Gazali, İhyau Ulumi’d-din, 1,18)
Asırlar öncesinden gelen bu rivayetin günümüzdeki yansıması çoğunlukla, “İnandım, bundan fazlası bana lazım değil” düşüncesiyle karşımıza çıkmakta. Hâlbuki “İlim öğrenmek her Müslüman üzerine farzdır.” (İbn Mace, Mukaddime, 17) hadis-i şerifi mucibince, müminin kendisine yetecek derecede ilim öğrenmesi temel vazifesidir. İlmin bu kadarından istifade etmemek ne derece yanlış bir tutum ise her ortam ve şartta önüne geleni soru yağmuruna tutup fetva istemek de dinde hassasiyet sahibi olduğumuz göstermez. Olsa olsa ihtiyatsızlığımızın, kolaycılığımızın emaresidir. Alelade fetva isteyenin çok olduğu yerde, iman etmiş olmamızın, din hakkında gelişi güzel hükümler vermemize yeteceği zannıyla, fetva verenimiz de olur.
Bu yerleşik anlayışımıza her meclis kendiliğinden fetva kürsüsünün kurulduğu birer mahal haline dönüşüyor. Sosyal ve siyasi olaylarla ilgili düşüncelerimizi dahi dinden kendimizce referanslar bularak onaylatmaya çabalıyor, birbirimizle bu yolla rekabet ediyoruz. Kendimizi fetva makamına öylesine layık görüyoruz ki örneğin bir arkadaşımıza, kocasının sarf ettiği olumsuz bir sözü işitince, önünü ardını düşünmeden “Nikâhınız düştü, seni boşadı” diyebiliyoruz. Böylece dert dinlerken ayrı bir derde sebep olabileceğimizi hesaba katmıyoruz.
Dini ilimlerden bir cüz öğrenmek maksadıyla oluşturulan bazı meclisler de benzer hatalardan beri olmuyor maalesef. “Nasılsa burada dinden bahsediliyor, bir müşkilimi sormamda veya sorulana cevap vermemde bir beis olmaz” vehmine kapılabiliyoruz. Bu vehimle ilminin ne düzeyde olduğunu kestiremeyeceğimiz kişilerin kurduğu tefsir veya hadis halkalarına katılmayı, ilim öğrenmek zannediyor; yapılan ayet tefsirlerinin ve hadis-i şerif şerhlerinin ne derece Allah ve Resul’ünün (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) muradına uyduğunun muhakemesini yapmıyoruz.
Bireysel teşebbüslerle oluşturulan din eksenli bir tür toplantılarla sınırlı kalmıyor kurulan fetva kürsüleri. Dinden söz ediliyor olmasının rehavetiyle bazı vakıf ve derneklerin vakarlı, ciddi, sistemli sohbet meclisleri de benzer uygulamalara sahne olabiliyor. Her ne kadar sohbet edenler “Biz fetva veremeyiz” diyerek ilgili yerlere ve kaynaklara yönlendirme yapsalar da ya bilgiye olan açlıktan ya da kolaya kaçmaktan “peşinen cevap” isteyenlerle karşılaşmak mümkün. İşte bu nedenle her iki tarafın dikkat etmesi gereken hususlar mevcut.
Sohbet eden kişi her halükarda “Cevap veremediğim takdirde bir şey bilmiyor denmesi nefsime ağır gelmemeli. Nefsimle değil hazırladığım sohbetle mükellefim” düşüncesiyle kendini ikna etmeli.
Benzer şekilde sohbet dinleyen de nefsine dönüp: “Bu sorduğum sıradan bir soru değil, dünyamı ve ahiretimi ilgilendiren bir sorudur. Niyetim hakikati öğrenmek ise sual ettiğim kişi doğru insan mıdır?” şeklinde maksadını evvela kendinden sual etmeli değil midir?
Kimdir Fetvaya Ehliyetli?
Öğrenmek bilmek için birkaç kitap karıştırmanın, TV ekranlarında boy gösteren kişileri dinlemenin yeterli olduğunu zannedip dini sıradan muhabbetlerimizin vazgeçilmezi yaptık. Böylece “Tavuktan kurban olur, kadınlar özel hallerinde namaz kılabilir, oruç tutabilir.”! şeklinde fetva veren, “hoca!” vasıflı kişiler gönüllerimizi çeldi. İlgili hükümlerin hakikatini öğrendik mi? Hayır. Aksine “Kimin söylediğine inanacağım, birinin sevap dediğine diğeri günah diyor?” şeklinde cümleler kurar olduk. Nasıl ki din hususunda sorulan sorular, sıradan sorular değilse bu cümleler de öyle basite alınacak türden değil. Zira kalbin düştüğü ikilik şüphenin göstergesidir, lakin din şüphe götürmez.
Gönüllerimizin bulanmasına engel olmak için ilmin bilmekle yükümlü olduğumuz kadarını bir hocadan talim edebileceğimiz gibi, muteber kitaplardan da okuyabiliriz. Bununla birlikte “Musibetlerin en büyüğü sayfaları hoca edinmektir.“ fetvasınca daha incelikli, karmaşık, ihtilaflı mevzuları da kitaplardan öğrenebilirim yanılgısına düşmemeliyiz. Bu noktada dini ilimlere vakıf, ehliyetli şahıslara yönelmek gerekir. Aynı zamanda fetva istenecek kişinin bilgi ve itikat ekseninin Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat çizgisinde olması, fetvasını vahiyden bağımsız akılla, dinin kabul etmediği gelenek ve kültürle, herhangi bir ideolojiyle harmanlamaktan uzak durması son derece mühim. Yine taşınması gereken başka bir vasıf, takva sahibi, mütevazı olunmasıdır. Öyle ki bir takva ehli, fetva vermeden tıpkı İmam Gazali’nin (Rahmetullahi Aleyh) bize belirttiği gibi olmalıdır. 
Diyor ki İmam Gazali:
“Âlimlerde aranan diğer hususiyetlerden biri de sorulduğunda fetva vermekte acele etmemek, ağırdan almak ve kurtuluş yolunu aramak için çekingen davranmaktır. Eğer sorulan her suali, Kur’an’ın veya hadisin sarahatinden, icmadan veya kıyastan biliyorsa cevabını verir, yok eğer şüphe ettiği bir şeyden sorulmuşsa: “Bilmem” der. 
Eğer kendi içtihadı ve tahmini ile zannettiği bir şeyden soruluyorsa ihtiyati tedbir olarak, varsa daha iyi bilene havale eder. Akıllılık, bu anlattığımızdır. Çünkü içtihat tehlikesini yüklenmek büyük iştir. Haber de şöyle denilmiştir: “İlim üçtür: Konuşan kitap, yerleşen sünnet, üçüncüsü de “Bilmem” demektir.”
(Gazali, İhyau Ulumi’d-din, 1,106)
Şu halde her önümüze gelene dinden sormadığımızda; soru sorduğumuz, fetva istediğimiz kişinin ilmi ve takvayı kuşanmış olmasına özen gösterdiğimizde 
İbrahim b. Ethem’in (Kaddesallahu Sirruhu):
“Dünyayı yamamak için parçalarız dini biz Sonra ne din kalır elde, ne yama diktiğimiz.”

Sözündeki aczi yete düşmemiş oluruz.

İHLAS SURESİ'NİN FAZİLETLERİ VE SIRLARI



İHLAS SURESİ'NİN FAZİLETLERİ VE SIRLARI

İhlas Suresi’nin Fazilet ve Sırları

  • Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) yolculuğa çıktığı zaman şöyle buyururdu: “Sizden herhangi bir kimse bir gecede Kuran’ın üçte birini okumaktan aciz midir?” Ashabı Kiram (Radıyallahü Anhüm): “Kuran’ın üçte birini nasıl okuyabilir(iz)” diye sordular. Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “Kul hüvallahü Ehad üçte birine denktir.”(1)
  • Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Canımı gücü ve kuvveyitle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, bu sure Kuran’ın üçte birine denktir.”(2)
  • Ebu Hureyre (Radıyallahü Anh) anlatıyor: Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) yanımıza geldi ve: “Size Kuran’ın üçte birini (200 sayfasını) okuyayım” buyurdu. Arkasında da “Kul Hüvellahü ehad…” diyerek bütün sureyi bitirinceye kadar okudu.(3)
  • Ebu Saîd el-Hudri (Radıyallahu Anh) anlatıyor: Bir adamın İhlas suresini tekrar tkerar okudğunu gördüm. Hemen ertesi gün Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’e giderek durumu anlattım. Çünkü adam okuduğunu adeta azımsıyordu. Bunun üzerine Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “Kuvvet ve iradesi sayesinde yaşadığım Allah’a yemin ederim ki bu sure fazilet bakımından Kuran’ın üçte birine denktir.“(4)
  • Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh) anlatıyor: Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ile beraber yürüyordum. Bir ara Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)İhlas suresini okuyan bir ses duydu ve “Vacip oldu” buyurdu. Ben:-“Ne vacip oldu ey Allah’ın Resulü?” diye sorunca:
    -“Cennet” buyurdu. 
  • Bunun üzerine ben gidip okuyan adama müjdeyi vermek istedim, fakat Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ile beraber yemek yeme fırsatını kaçıracağımdan korktum. Onun için Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)ile yemek yemeyi tercih ettim. Daha sonra adamı aradım, fakat onu yerinde bulamadım, gitmişti.(5)
  • Bir kimse fakirlikten ve geçim sıkıntısından Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’e şikayette bulundu. Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ona:-“Evine girdiğin vakit kimse varsa, selam ver. eğer kimse yoksa Benim üzerime selam (salavat) getir ve bir defa İhlas suresini oku” buyurdu.O kimse Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in bu emirlerini yerine getirdi. Allah’u Teala ona öyle bol rızık verdi ki, komşularına dağıtmaya başladı.(6)
  • Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Kulları kendisini hamd etmeden önce, Allah’ın kendisini övdüğü ve methettiği Fatiha ve İhas sureleriyle şifa isteyiniz.”(7)
  • Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Yanını yatağa koyduğunda, Fatiha-i Şerife’yi ve İhlas-ı Şerif’i okursan, muhakkak ki ölüm hariç (böcekler, hırsızlar ve eziyet veren) her şeyden kurtuldun.“(8)
  • Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Kim İhlas suresini namazda veya namaz dışında okursa, Allah ona cehennem beraatı verir.”(9)
  • Enes bin Malik (Radıyallahü Anh) anlatıyor: Bir adam:
    • “Vallahi ben doğrusu İhlas suresini gerçekten seviyorum!” dediğinde Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
      -“Onu sevmen seni Cennet’e sokmuştur.!” buyurdu.(10)
    • Hazreti Aişe (Radıyallahu Anhâ) anlatıyor: “Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) askeri bir birliğin başına bir adamı komutan yapmıştı. Bu zat arkadaşlarına namaz kıldırırken, her seferinde kıraatini İhlas suresi ile tamamlıyordu. Döndükleri zaman durumu Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’e söylediler. Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’de:-“Sorun ona niçin öyle yapıyormuş?” buyurunca, o:
      -“İhlas suresi, Allah’u Teala’nın sıfatlarını kendinde toplamıştır. Ben onu okumayı çok seviyorum! diye cevap verdi. Bunun üzerine Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
      –“Ona haber verin, Allah’u Teala da onu seviyor.”(11)
    • Enes bin malik (Radıyallahu Anh) anlatıyor: Ensar’dan bir adam vardır. Ku’ba mescidinde imamlık yapardı. Okuyabileceği bir sureyi namazda onlara okuyacağında İhlas suresi ile başlar sonra başka bir sure okur ve her rekatte aynen böyle yapardı. Arkadaşları kendisiyle konuştular ve şöyle dediler:-“Sen bir sureyi okuyor, onu yeterli görmeyip başka bir sure daha okuyorsun. Ya daima bu sureyi oku veya diğerlerini oku( yani aynı rekatta ikisini birden okuma)!”
      Ensar’dan olan bu kimse dedi ki:
      -“Ben bu İhlas suresini okumayı bırakacak değilim. Size bu sure ile namaz kıldırmamı isterseniz yaparım istemiyorsanız imamlığı bırakırım.” dedi. Cemaat onu aralarında en faziletli kimse biliyorlardı, başkasını imamlık yapmasına gönülleri razı olmadı. Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)kendilerine uğrayınca durumu O’na haber verdiler. Bunun üzerine (imamı çağırarak):
      -“Ey filan dedi; cemaatin söylediğinden seni alıkoyan ve her rekatta bu sureyi okumaya seni yönelten sebep nedir?” buyurdu. O kimse de:
      -“Ey Allah’ın Resulü! Ben bu sureyi seviyorum”, deyince, Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şu müjdeyi verdi:
      -“Bu sureyi sevmen, cennete girmene sebep olacaktır.”(12)
    • Ebu Ümame el-Bahili (Radıyallahu Anh) diyor ki: Cebrail (Aleyhisseklam) Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’e Tebük’te geldi:-“Ya Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)! Muaviye el-Müzeni’nin cenazesine yetiş (namazını kıl, o Medine’de vefat etmiştir), dedi.
      Bunun üzerine Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem namazını kılmak için) çıktı. Cebrail (aleyhisselam) da yetmiş bin melek ile indi. Sağ kanadını dağlar üzerine koydu da onlar eğildiler. Sol kanadını da yerler üzerine koydu da onlar düzeldiler. Öyle ki, Mekke ve Medine’yi gördü. Böylece Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Cebrail (Aleyhisselam) ve melekler namazını kıldı. Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) namazı bitirince sordu:
      -“Ya Cebrail! Muaviye hangi şeyle bu dereceye ulaştı?” Cebrail (Aleyhisselam) şöyle cevap verdi:
      -“İhlas suresini ayakta, süvari ve yaya yürürken okumakla!”(13)
    • Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Her kim öleceği hastalığında İhlas suresini okursa:(1) O kişi kabirde sual görmez.(2) Kabir sıkıntısından (ve azabından) kurtulur.
      (3) Kıyamet gününde melekler onu elleri üzerinde taşır, hatta bu şekilde sıratı geçer ve cennete girer.”(14)
    • Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Üç şey vardır ki, her kim (kıyamet gününde) imanla beraber onları getirirse, cennetin kapılarından dilediğinden girer ve hurilerden istediği ile evlendirilir. (Bunlar:)(1) Katilini (bir yakınını öldüreni) affeden,
      (2) (Allah’u Teala’dan başka kimsenin bilmediği) gizli borcu ödeyen,
      (3) Her farz namazın arkasından on kere İhlas suresini okuyandır.” (15)
    • Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Her kim farz namazının arkasından on kere İhlas suresini okursa, muhakkak ki Allah’u Teala o kişiye rızasını ve mağfiretini vacip kılar.”(16)
    • Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki:–“Kim -Kul hüvellahü Ehad-
      suresini tamamlayıncaya kadar 10 defa okuyacak olursa, Allah ona cennette bir köşk bina eder. Her kim yirmi defa okursa, bu sebeple Cennette onun için iki köşk yapılır. Kim de onu otuz defa okursa, bundan dolayı Cennet’te onun için otuz köşk yapılır!”

      Bunun üzerine Hazreti Ömer (Radıyallahü Anh):
      -“O halde ey Allah’ın Resulü! Biz de çok okuruz” deyince, Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
      -“Allah’ın mükafatı (gücü ve cenneti) daha geniştir.“(17)
    • Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Kim günahlardan sakınmak şartıyla sabah namazından sonra 12 defa İhlas Suresini okursa, Kuran’ı dört defa okumuş gibi sevap kazanır ve yeryüzü halkının en faziletlisi olur!“(18)
    • Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Kim her gün elli defa İhlas Suresini okursa kıyamet gününde kabrinden şöyle çağrılır: “Kalk! Ey Allah’ı öven zat, Cennete gir!“(19)
    • Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Her kim İhlas suresini elli defa okursa, Allah ona elli yılın günahlarını bağışlar!”(20)
    • Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Her kim sabah namazını kıldıktan sonra, kimseyle konuşmadan 100 kere İhlas suresini okursa, her ihlas suresini okuyuşunda bir senelik günahı affolunur.”(21)
    • Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Kim ki, İhlas suresini yüz defa okur da şu dört şeyden de sakınırsa, Allah onun elli senelik günahını bağışlar. Bunlar, Adam öldürme, Haksız yere başkasının malını zimmetine geçirme, Zina etme, İçki içme.”(22)
    • Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Namaz içinde veya dışında 100 kere İhlas suresini okuyan kişiye cehennemden berat verilir.”(23)
    • Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Her kim uyumak istediğinde sağ tarafına yatar da, 100 kere İhlas suresini okursa, kıyamet günü olduğunda, Rab Teala ona: -Ey Kulum! Sağ tarafından cennete gir- buyurur”(24)
    • Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Her kim sabah namazını cemaatle kılar da, namaz kıldığı yerde oturup, 100 kere İhlası Şerif’i okursa, Allah’u Teala onunla kendisi arasındaki Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği günahları affeder.”(25)
    • Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Her kim İhlas suresini her gün 200 kere okursa elli senelik günahı silinir. Ancak üzerindeki kul borcu bunun dışındadır.”(26)
    • Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Her kim (günde) 1.000 kere İhlas suresini okursa, canını Allah’ü Teala’dan satın almış olur (cehennemden kurtarır).”(27)

    Rivayet Edildi ki:

    • Kabristanın önünden geçen bir kişi, 11 kere İhlas suresini okuyup orada yatan müslümanların ruhuna bağışlarsa, orada yatan ölülerin sayısı kadar sevap alır.
    • Bir yolculuğa çıkmak isteyen kimse, evinin kapısını çekip ayrılınca 11 defa İhlas suresini okursa, o dönünceye kadar Allah onu ve ailesini muhafaza eder.
    • Bir kimse İhlas suresini abdestli olarak okumaya devam ederse, Allah’u Teala o kimseye ölüm halini ve kabir sualini kolaylaştırır, kıyametin dehşetinden ve mahşer yerinin susuzluğundan bu sure hürmetine o kimseyi korur.
    • 100 defa okuyan, kamil bir iman’a ere. 10 defa okuyan kimsenin amel defterine günah yazılmaz. 1.000 defa okuyanın vücudu kabirde çürümez. 10.000 defa okuyan, her murada ulaşır.
    • Maddi ve manevi bir sıkıntısı olan, bu sureyi okuyup dua ederse, Allah’ın yardımıyla sıkıntılardan kurtulur.
    • İhlas Suresi Ok Takipli Dinle
    • İhlas Suresi Kıraatli Türkçe Meali
    • İhlas Suresi Kıraatsiz Türkçe Meali
    • İhlas Suresini Öğren – Dersimiz Kuran-ı Kerim
    • İhlas Suresini Öğren – Nihat Temel İle Kuran Öğreniyorum
    • Dipnot ve Kaynaklar

      1. Buhari, Fedâilü’l-Kur’ân, 13; Müslim, Müsafirin 259; Tirmizi, Fedailü’l-Kuran 11; Nesai, İftitah, 27; Darimi, Fedailül Kuran, 17
      2. Buhari, Fedâilü’l-Kur’ân, 13; Müslim, Müsafirin 27; Ebu Davud, Vitr, 18; Tirmizi, Hâc, 95; Darimi, Fedailü’l-Kurân, 24; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2/173, 3/8; İbni Mace, Edeb, 17
      3. Müslim, Müsafirin, 199
      4. Buhari, Fedâilül-Kur’ân, 66/13; Malik, Muvatta’, 15/16
      5. Tirmizi, Sevâbül-Kur’ân, 11; Mâlik, Muvatta’, 15/17; Hakim, Müstedrek, 1/566; Nesai, Amelül-Yevm, 702
      6. Kurtubî, Câmi’ul-Ahkâmil-Kur’ân, 20/224; Sehâvî, el-Kavlül-Bedî’, s.273
      7. Suyûtî, Câmi’ussağir, 1/490, no.977
      8. Münzirî, Tergîb ve Terhîb, 1/416
      9. Suyûtî, el-İtkân, 2/339
      10. Dârimi, Fedâilü’l-Kur’ân, 24, no.3438
      11. Buhârî, Ezân, 106 Tevhid, 1;Müslim, Salât, 263; Nesâî, İftitah, 69
      12. Tirmizi, Fedâilu’l-Kur’ân, 11; Dârimî, Fedâilu’l-Kur’ân, 24v
      13. İbni Sunnî, Sahîh, 179
      14. Suyutî, El-Tikân, 2/339
      15. Ali, el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, 15/810, no.43220; Suyûtî, Câmi’ussağir, 3/290, no. 3424; İbni Asâkir
      16. Gümüşhanevi, Râmuzu’l-Ehâdîs, no.5468
      17. Ahmed bin Hanbel, Müsned, 3/437; Dârimî, Fedâilu’l-Kur’ân, 24
      18. Taberânî, Mu’cemüss-sağir, 111
      19. Taberânî, Mu’cemüss-sağir, 781
      20. Dârimi, Fedâilü’l-Kur’ân, 24, no.3441
      21. Heysemi, Mecme’uzzevâid, 10/112
      22. Suyuti, Câmiussağir, 6/202, no.8950; Beyhakî, Şü’abül-İmân
      23. Zebidi, İthaf, 3/294
      24. Tirmizi, Fedailül-Kuran, 11; Darimi, Fedailül-Kuran, 27
      25. Ali el-Müttaki, Kenzü’l-Ummal,2/152 no.3548
      26. Tirmizi, Fedailül-Kuran, 11
      27. Gümüşhanevi, Ramuzul-Ehadis, 438,5467

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...