16 Şubat 2013

GÜLLER AĞLAR İÇİMDE




GÜLLER AĞLAR İÇİMDE
Ne zaman ayrılık saati gelse
En vazgeçilmez yerinde yaşamın
Duysak ayak seslerini akşamın
Ve sokaklardan el ayak çekilse
Bir ürpertiyle duyarım o zaman
Seni çağıran sesi uzaklardan
Ne zaman ayrılık saati gelse
Bir gariplik çöker içime birden
Kalan tek anı gibi bir devirden
Durmadan çalınır o gamlı beste
Sanki bilir dem hazin öykümüzü
Bulutlar ağlar, kararır gökyüzü
Ne zaman ayrılık saati gelse
Bir çaresizliğe anlatır gibi
Birden değişir gözlerinin rengi
Mavi solar, koyulaşır yeşilse
Sarınca ruhunu eski bir hüzün
Uçar gider pembeliği yüzünün
Ne zaman ayrılık saati gelse
Uzatsan özlemle dudaklarını
Tüm ağaçlar döker yapraklarını
Ne çiçek kalır ortada, ne bahçe
Sadece uğultusu o rüzgarın
Ve bir umut kırıntısı: Belki yarın
Ne zaman ayrılık saati gelse
Bir fırtına çıkmışcasına, büyük
İçimdeki güllerin boynu bükük
Bir zaman kalakalırım öylece
Neden sonra gittiğini anlarım
İçimde güller ağlar, ben ağlarım…

Ey Aşk! Hazırım Son Hamleni Yap Şimdi…!






Geçecek birtanem geçecek. Her şeyin geçtiği gibi. Kıyılarına vurup duran bir deniz var içinde. Durulacaksın.” Ne anlatmalıyım sana. Yüreğim acıyor. Ellerim sıyrık içinde… Yenildim. Yine bilmem kaçıncı kez yenildim. Yeminlerim asık yüzlü kararlarım asla olmazlarım… hiç biri kar etmedi. O gelişi hep bilinen ama çaresiz teslim olunan kasırga gibi. Direnmeyeceğim. Bir idam mahkumu gibi teslim olacağım.

Kimse yok ellerimi bırakma düşeceğim…”
Gece kanıyor sessiz ve derinden. Yüreğim iki parça ay gibi. Ellerim kanıyor sar onları. Ellerim sana kanıyor tut onları…tutabilirsen. Sorularına cevap alamamayı sevmezsin ya aslında hep cevaplarını bilmediğim sorular var hayatta. Durmadan onları soruyorsun. Oysa konuşacak ne çok şey var. Şu huzursuz insan kalbinin sukun bulduğu cennet bahçelerinden söz etmek isterdim mesela. Kalbim sakinleşirdi belki. Sonra masallardaki peri kızlarından bahsetmedik. Hani hep bir sırları vardır da ifşa ederlerse bir güvercin olup uçup giderler. Gülüyorsun içinden “Peri kızı mı sanıyor bu kendini?” diyorsun. Biliyorum. Ama sen bilmiyorsun…
Hayat; benim için boşlukları doldurabilme becerisi
Geceyi kanatıyor bakışların. Sessizce iniyor üstümüze rahmet. Taa derinlerde kimsesizlik. Ben mi? Ben boşlukları dolduruyorum; boş sandalyeleri boş saatleri fill in the blanks’le belirtilen kelime arası boşlukları avare boş gönülleri… Eyvallah etmiyorum ne sana ne neon ışıklı hayatlara ya yine de bir parçam kalıyor orada. Çekilmiyor hayat ya da çekemiyorlar bizi bilmiyorum. Boş ver. Saçlarını okşayıp dudağındaki tebessüm oluyorum usulca kalbine dokunuyorum sonra.
Ey aşk! Son hamleni yap şimdi. Hazırım…
Yoruldum. Dipsiz bir kuyuya düşüyor gibiyim. Çırpındıkça daha hızlı daha hızlı düşüyorum. Tutunmaya çalıştıkça parçalanıyor ellerim. Ey aşk hadi gel! Buradayım. Yeter uykusuz gecelerim yürek çarpıntılarım kor gibi yakan hasretlerle geçen günlerim. Ne mümkün sevgili ve ne mümkün toprak. Ey aşk! Hazırım. Son hamleni yap şimdi…

MAL EDİNME YÜZÜNDEN İLK KAVGA VE İLK CİNAYET İKİNCİ BÖLÜM


Maniliğin temelinde hemen her dinden, akıl ölçüsüne uyularak alınmış, bir parça vardır. Dinin ana kuralı, iyilikle kötülük karşıtlığına dayanmaktadır. İyilik, ışık ve ruhtur, kötülük de karanlık ve bedendir. Evren, bir iyilikle kötülük karışımıdır. Evrenin bir parçası olan insan da öyledir, ruh ve bedenden, iyilikle kötülükten yapılmıştır. Bedenin (maddenin) içine hapsedilip acı çeken ruhları kurtarmak gerekir. Bütün ruhlar arınarak maddeden kurtulup gerçek yerlerine, ışık göğü’ne çıktıkları zaman dünyanın sonu gelecektir.

Mani, İsa’dan da yararlanmış; İsa’nın kendisini müjdelediğini, sözünü ettiğini Kutsal Ruh’un kendisi olduğunu ileri sürmüştür.

Mani, bütün dinlerin güneş-ışık gücü temeline dayandığını görmüş, dinin bütün dualarını bize ışık gönderen güneşe ve aya yöneltmiştir. Oruç tutmak, kardeşçe bir arada yemek yemek gibi çoğu dinlerdeki ortak biçimlere de önem vermişti. İnsanların, kendilerini bağlayan ve zora sokan biçimlerden ne kadar hoşlandıklarını biliyordu. Hıristiyanlara ermiş Pavlus’un yazdıklarına aldırmamalarını söyleyerek, gerçek İsa’nın bir ışık habercisi olduğunu, bu ışığın da Manilik bireşim diniyle gerçekleştiğini bildiriyordu. İyi bir Mani olabilmek için her türlü tutkudan ve yalancılıktan sakınarak yaşamak yetecekti. İyiliğin ilkeleri, tutkularını yenmesini bilmekle doğru sözlü olmaktı. İnsanlardan istediği, yaşadıkları sürece, bu kadarcık bir çaba gösterebilmeleriydi. Bu çabayı gösterebilenler arınmış, kurtulmuş (erdemli) ruhlar olacaklardı.

TANRIYA GÖTÜREN ÜÇ YOL

Erdeme, tanrıya benzemeye çalışmakla ulaşılır, diyor Plotinos. İnsanın amacı, tanrıya benzemek olmalıdır. Plotinos (203-270), Mısırda yerleşmiş bir Romalı ana babanın çocuğudur. Likopolis’te doğmuştur. O zamanlar Mısır toprakları Roma İmparatoru Septimus Severus’un egemenliği altındaydı. Plotinos, İ.S. 231 yılında, yirmi sekiz yaşındayken felsefeyle ilgilendi. İskenderiye’de. Ammonios Sakkas’ın öğrencisi oldu. Roma İmparatoru Gordianus’un İranlılara karşı açtığı savaşa katıldı. Romalıların başarısızlığıyla biten bu savaştan sonra, 243 yılında, Roma’ya yerleşti. Roma’da kurduğu felsefe okulunda, ölümüne kadar, sürekli olarak yirmi beş yıl felsefe okuttu. Hemen herkesçe beğenilen, aşırı saygı gören mutlu bir kişiydi. Öğrencileri arasında o çağın en ünlü bilginleri, sanatçıları, İmparator Gallienus, İmparatoriçe Salonina vardı. Okulu, bilgili kişilerin buluşma yeriydi.. İmparatordan saygı, sevgi; yardım görüyordu. O kadar ki, İmparator Gallienus, Platon’un düşüncesine uygun olarak örnek bir devlet kurmak için ona bir yer göstermeyi bile düşünmüştü. Devlet adamları, imparatoru bu isteğinden güçlükle vazgeçirdiler. Plotinos, düşüncelerini yazmaya başladığı zaman elli yaşındaydı. Her birinde dokuzar yazı bulunan altı kitabını, öğrencisi Porphyrios yayımladı. Plotinos’un yapıtına, bu yüzden, Ennead’lar (Dokuzluklar) adı verilmiştir. Enneadlar’ın tam basımını 1835 yılında Oxford’da Creutzer yaptı. Bouillet’nin üç ciltlik Fransızca çevirisi de 1856 yılında Paris’te yayımlandı.

Plotinos’a göre evren, tanrıdan geliyor, tanrıya dönüyor. İnsan da tanrıdan gelmiştir, tanrıya dönmektedir. İniş merdiveninin ilk basamağında ruhlar, ikinci basamağında hayvanlar, üçüncü basamağında cisimler vardır. Çıkış merdiveninin alt basamağındaysa anlamak, orta basamağında sonuç çıkarmak, son basamağında da mistik seziş bulunmaktadır. Bu merdiven inilmiştir, öteki merdivenden çıkılacaktır. Mademki yeniden çıkacaktık, şu halde niçin indik? diye sormazsanız Plotinos’un varlık düşüncesini başlangıç noktasında biten bir yuvarlak olarak çizebilirsiniz.

Özdek (madde), önce tanrıya karşı gibi görünür. İlk bakışta iki ayrı uçta durur gibidirler. Biri etkilenen, öbürü etkileyendir. Tanrı, özdeği sürekli olarak etkilemektedir. [sayfa 117] Her varlık, bir özdekle bir biçim birleşiğidir. Tanrı, biçimdir. Oysa özdek bu biçimle biçimlendiğine göre; tanrının karşısında değil, içindedir. Varlığın ilkesi tektir. Bu ilke, birlik, başka bir deyişle tanrıdır. Tanrı, kendisi hiçbir şey olmadığı halde, her şeyin ölçüsüdür. İyilikçi değildir, çünkü salt iyiliktir. Güzelliği yoktur, çünkü salt güzelliktir. Düşünceleri bulunmaz, çünkü salt düşüncedir. Ona nitelikler vermeye çalışmamalıyız, çünkü bu niteliklerle onu sınırlamış oluruz. Tanrı, bizim düşündüğümüz hiçbir şey değildir, çünkü her şeydir. Bizler ondan geldik, yeniden ona gidiyoruz.

Bu açıdan bakarsanız her yaratık er geç erdemli olmak zorundadır: Çünkü tanrıya gidiş, vazgeçilmez bir gidiştir, hiç kimse gitmemezlik edemez. Şu halde kuşkulanmak gerekmez, nasıl olsa sonunda hep erdemli olacağız. Bu düşünce, erdemsizlere soluk aldıran bir düşüncedir.

Tanrı salt iyiliktir, her şeyin varlığını isteyen Baba’dır. Her şey ondan çıkmıştır, bilinçli ya da bilinçsiz, gene ona dönmek istemektedir. Her şey tanrının çevresinde döner, tanrıya yaklaşmak ister. Bireyler son varlıklar değildirler. İlk varlık da, son varlık da tanrıdır. Tanrıdan ilk çıkan şey anlak’tır (zeka). Anlak, süje (mutlak zeka, nous) ve obje (anlaşılır alem, kozmos) olmak üzere ikiye ayrılır. Tanrılık birlikten bu ikiliğe nasıl geçilmiştir? Plotinos bunun bilinemeyeceğini söylüyor. Tanrılık birlik bölünemeyeceğine göre, gerçekten de, bu ikiliğin açıklanması oldukça zordur. Kimi filozoflar bunun sadece bir görünüşten ibaret olduğunu ileri sürmektedirler. Şöyle ya da böyle, Plotinos’a göre anlak da, kendisinden çıktığı tanrı gibi, yaratıcıdır, tin’i (ruh) yaratmıştır. Nasıl anlak, tanrıdan çıktığı halde tanrıya doğru gitmekteyse, öylece, tinler de anlaktan çıktıkları halde anlağa dönmek isterler.

Platon’dan ve stoacılıktan gelen Plotinos’un evreni, incelenmeye değer bir evrendir. Her çıkanın, çıktığına bin pişman, bir an önce çıktığı yere dönmek istediği bir hoşnutsuzlar evrenidir bu.

Tinler de yaratıcıdırlar, onlar da kendilerinden daha az yetkin (mükemmel) olan cisimleri yaratmışlardır. Oysa her cisim gene tanrının izini taşımaktadır. Tanrıya dönmek isteğindedir. Cisimlerin varlığı, biçimleriyle belirir. Cisimlerin özdekleriyse onların bir çeşit yokluklarıdır. Cisimsel alem, varlıkla yokluk arasında bocalayan sürekli bir değişmedir.

Cisimlerin ötesinde dibi olmayan bir uçurum vardır, bu uçurumda henüz biçimlenememiş kaba özdekler kaynaşırlar. Bu kaba özdeklerin altında artık başka bir şey yoktur. Tanrı nasıl yukarıya doğru sonsuzsa, bunlar da aşağıya doğru sonsuzdurlar. Ancak bu kaba özdekler, bir gün, biçimlenip tanrıya döneceklerdir. Böylece her şey sonunda bir tekte, bir birlikte, bir biçimde, hepsini toplayan bir deyişle tanrıda birleşmiş olacaktır.

İnsan tinleri (ruhları), kaba cisimlere bürünmek için hayatlarını tanrılık hayattan ayırdılar, diyor Plotinos. Çektikleri işte bu davranışlarının cezasıdır. Sizler bu cezayı hak etmediğimizi düşünecek misiniz bilmem, Plotinos hak ettiğimiz düşüncesindedir.

Plotinos’un töresine (ahlak) göre, insanları tanrıya götürecek olan üç yol, daha doğrusu bir yolun üç geçiti vardır: Sanat, sevgi, felsefe... İnsan bu geçitlerden geçerek, [sayfa 118] bu basamaklardan çıkarak tanrıya ulaşacaktır. Erdeme sanat, sevgi ve felsefe yoluyla varılır. İnsan, ancak bu yollardan giderek tanrıya benzeyebilir. Sanatçı ideyi duyulur görünüşlerinden, seven insan ruhunda, filozof tanrıda aramaktadır.

MAL EDİNME YÜZÜNDEN İLK KAVGA VE İLK CİNAYET BİRİNCİ BÖLÜM


Mal edinme yüzünden ilk kavga, ilk insanla başlıyor. Musa’nın birinci kitabının dördüncü bölümü bu masalı şöyle anlatır: Ve Adem, karısı Havva’yı. bildi. Havva gebe kalıp Kabil’le Habil’i doğurdu. Kabil çiftçi, Habil çoban oldu. Günler geçti. Kabil, Tanrı’ya toprağın ilk ürünlerini sundu. Habil de sürünün ilk ürünlerini. Tanrı, Habil’in armağanını aldı, Kabil’in armağanına bakmadı. Kabil çok öfkelendi ve kırda karşılaşınca kardeşi Habil’i öldürdü. Günler geçip koşullar elverdikçe insanlar iki bölümde birikiyorlar: Ezenler ve ezilenler... Kavga, bunlar arasında olmaktadır. Nitekim ilk büyük kavgalara da, ezenlerle ezilenlerin en çok sivrildikleri Roma imparatorluğu topraklarında rastlıyoruz.

Bu kavgalardan ilki, Lucius Sergius Katilina’nın (İ.Ö. 109-6l) yönettiği kavgadır. Bu kavgada, tarihsel diyalektik çok önemli bir dönüşme örneği veriyor: Ezenlerin soyundan geldiği halde ezilenlerin savunucusu Katilina’yla ezilenlerin soyundan geldiği halde ezenlerin savunucusu Çiçeron karşı karşıyadır. Güçlülere dayanan Çiçeron, Katilina’ya karşı konsül seçilmiştir. Katilina, yoksullara toprak dağıtılmasını ve çeşitli faizlerle haksızca kabaran borçlarının silinmesini istemektedir. Buna karşı Çiçeron, Görevler adlı yapıtında şöyle yazıyor:

Varlıklıların elindeki toprağı almak ve borçları silmek ha?.. Fakat bu, devletin temellerini sarsmak demektir. Çünkü, devletin görevi, mülkiyeti korumaktır. Kendi paramla yaptırdığım evi başkaları kullansın, böyle şey görülmüş müdür? Borç olarak verdiğim kendi paramı köylüden geri istememeliymişim, bu da ne demek oluyor?.. Bunun ne demek olduğunu, Katilina ayaklanmasına katılan komutan Manlius, bir mektubunda şöyle anlatıyor: Bütün anlaşmazlıkların ve savaşların kaynağı olan zenginliği istemiyoruz. İstediğimiz, sadece özgürlüktür... Katilina, önceleri, sosyal adaleti olumlu bir yoldan gerçekleştirmeyi düşünüyordu. Bunun için de iki kez konsül seçilmeye çalışmıştı. Ama olumlu yol kapanınca olumsuz yola başvurmak zorunda kaldı. Büyük bir ayaklanma tertipledi. Ne var ki bu ayaklanmanın sonunda, üstün güçler karşısında dayanamayarak arkadaşı Manlius’la birlikte savaş alanında öldürüldü. Tarihçi Salluste, Katilina ayaklanmasını yerdiği halde, onun, Floransa dolaylarında kahramanca can verdiğini yazmaktadır. Şöyle diyor: Yüzü, ölümünden sonra bile kahramanlığını yitirmemişti, varlıklıları küçümsemekte devam ediyordu... Katilina olayı, 1611’de B. Johnson’un ve 1748’de Crebillon’un yazdıkları iki ünlü trajediye konu olmuştur.

Ezilenlerin ezenlere karşı ikinci büyük ayaklanması, gene Roma’da, Spartaküs adlı kölenin yönettiği ayaklanmadır (İ.Ö. 73-71). Spartaküs, Trakya’dan devşirilmiş, çok üstün nitelikleri olan bir adamdı. Kimi tarihçiler onu, Anibal değerinde bir komutan saymaktadırlar. Roma’da büyük çiftliklerin işletilmesi kölelerin gücüne dayanıyordu. Roma, gittikçe gelişen zenginliğini kölelere borçluydu. Köleler, genellikle savaş tutsaklarıydı. Kölelerin sağladıkları üstün bir mutluluğa erişen Roma, ne var ki bu mutluluğu ödemekte pek cimriydi. Romalı kölelerin yaşayışı, Romalı hayvanların yaşayışından daha kötüydü. Tanınmaları için kızgın demirle göğüsleri damgalanıyor, kaçmamaları için kalın zincirlerle birbirlerine bağlanıyorlardı. Romalı soyluları eğlendirmek için birbirleriyle dövüştürülüyor, birbirlerini boğazlamak zorunda bırakılıyorlardı. Vahşi hayvanların önüne atılıp parçalattırılmaları da başka bir eğlence biçimiydi. Spartaküs de bu kölelerden biridir. Yetmiş kadar köleyle birlikte kaçmanın yolunu bulmuş, arkalarından gönderilen üstün kuvvetleri darmadağın ederek silahlarını ele geçirmiştir. İtalya’nın dört bir yanından koşup gelen bütün ezilmişlerin katılmasıyla kısa zamanda büyük bir ordu kurarak Roma’yı titretmeye başlamıştır. Bu, öylesine bir titremeydi ki, Romalı analar yaramazlık eden çocuklarını, "Spartaküs geliyor" diye sindiriyorlardı. Spartaküs, üstüne gönderilen kocaman Roma ordularına karşı birçok önemli başarılar elde ettiği halde, sonunda, yenilgiden kurtulamamıştır. Bu yenilgi, Romalıların bile ummadıkları bir sonuçtu. Çünkü Spartaküs, Roma’yı kökünden temizleyecek yolun dörtte üçünü aşmış bulunuyordu.

İKİ KAVRAM

Bir yanda ezenlerle ezilenler her gün biraz daha uçlaşırken öbür yanda ezenler sınıfından toprak sahiplerinin karşısına para adamları dikilmektedir. Böylelikle insan düşüncesinde iki önemli kavram daha oluşmaktadır: Vergi ve faiz.

Vergi, devlet kurumunun masraflarını karşılamak için halktan alınan paradır. Daha açık bir deyişle, Roma’nın köleci devletinde köleleri baskı altında tutmak ve başkaldırmalarına engel olmak için kurulan devlet örgütünün parasını da köleler öder. 1793 Fransız Anayasası, "hiçbir vatandaş devlet masraflarına katılmak şerefinden yoksun bırakılamaz" demekle, onu bir şeref olarak nitelemiştir. Bununla beraber, birçok vatandaşlar bu şereften, açık ve gizli olmak üzere iki yolla, yoksun bırakılmışlardır. Bu şeref yoksunluğunun açık yoluna maliye dilinde vergi muafiyeti denir. Gizli yolsa birçok karmaşık vergi formülleriyle gerçekleştirilir. Bu karmaşık hesap formüllerinin kolaylıkla anlaşılabilecek olanı araçlı vergilerdir. Bir ölçek tuz alırken Romalı konsülle Romalı köle aynı vergiyi öder. Gerçekte her ikisinin de tuz ihtiyacı aynı niceliktedir. Daha açık bir deyişle, bir varlıklı, parası çok olduğundan ötürü daha çok tuz yiyemez. Bu vergiyi ödeyen konsülün varlığından hiçbir şey eksilmez, ama köle belki de bütün varlığını harcamış olur. Vergiyi ödeyen konsülle köledir ama, vergi tuzdan alınıyormuş gibi görünür. Her şey bir vergi konusudur. İngiltere Başbakanı Gladstone, yeni kurulan Faraday laboratuarlarını gezerken: "Elektrik ne işe yarar?" diye sormuş. Faraday da: "Devletin vergi almasına yarar efendim!" demiş. İşte başkaldıran kölelerin azaltılmasını istediği vergi bu vergidir.

Faiz, kiralanan paranın kira bedelidir. Borç para verenle borç para alan arasındaki anlaşmadan ya da yasalardan doğar. Büyük dinler, paranın gittikçe artan gücüne karşı toprak sahipleri sınıfını korumak için faizi yasaklamışlardır. Çünkü büyük dinlerin meydana çıktıkları çağlarda egemen sınıf, köleci eşdeyişle toprak sahipleri sınıfıydı. Toprak sahipleriyse topraklarını işletebilmek için daima borç para almak durumundaydılar. Aldıkları borç paraya karşı faiz ödemek istemiyorlar, kendilerine borç verenlerin erdemli ’olmakla yetinmeleri gerektiğini ileri sürüyorlardı. Tanrı adına bunun da çaresi bulunmuş ve faiz bütün büyük dinlerce yasaklanmıştır. Ne var ki egemenlik, köleci eşdeyişle toprak sahipleri sınıfından para sahipleri sınıfına geçince dinler önce pek zor bir durumda kaldılar. Çünkü daima egemen olan sınıfı korumak görevini yüklendiklerinden bu sefer de para sahipleri sınıfını korumaları gerekiyordu. Ama Tanrı adına bunun da yolu kolaylıkla bulundu ve hiyle-i şer’iyye’lerle faize göz yumma yolu tutuldu.

Vergiler ve faizlerle ezilenleri avutmak gerekiyordu. Metafiziğin güçlü kurumları bu avutma görevini yerine getirebilmek için tarihsel süreçte durmadan değişiyorlar, yeni çareler arıyorlar, yeni biçimlere dönüşüyorlardı.

DİNSEL BİREŞİM

Görüldüğü gibi, din kurumu her zaman ve her yerde güçlülerin yanındadır. Bu dünyadan umutlarını kesmiş bulunan ezilmişler, onun öbür dünya vaatlerine dört elle sarılmışlardır. Ne var ki bu oyalanma da yetmiyor, ara sıra canları boğazlarına gelip başkaldırıyorlar. Oyalamanın bir başka yolu dinleri çeşitlendirip, bu çeşitli dinleri de küçük ayrıntılarla çeşitli mezheplere ayırarak, ezilmişleri birbirlerine saldırtmaktır. İ.S. III. yüzyılda İran’da akıllı bir adam yaşadı. Bu adam, bütün dinlerin aynı kaynaktan doğduğunu, değmez ayrıntılar yüzünden bunca yıldır insanların boş yere birbirleriyle boğuştuklarını görerek bütün dinleri tek bir dinde toplamaya, bir çeşit dinler bireşimi (sentez) yapmaya kalktı. Bu akıllı adamın adı Mani’dir (İ.S. 216-276). Fransızlar, Manés ya da Manichée diyorlar, Latincede de Mancius deniyor. Bu büyük İranlının kurduğu dinin adı Manilik’tir (Manicheisme). Manilik dünyanın dört bucağına hızla yayılmış, XI. yüzyılda Fransa’ya bile sokulmuştur. Ermiş Augustinus bile bir ara bu dini benimsemiştir. Manilik, dinlerin bireşimini yaparak, dinler arasındaki kavgayı kaldırmak amacını güdüyordu. Zerdüşt rahipleri İ.S. 276 yılında Mani’yi yakalayarak derisini yüzüp astılar. Oysa Manilik akımını önleyemediler. Bu akım, için için kaynayarak yüzyıllar boyunca yaşadı ve günümüze dek geldi.

YEDİ BİLGEDEN SÖZLER




I-Euagoras'ın oglu Lindoslu Kleobulos'un sözleri

1-hiçbir zaman ölçüyü kaçırmamalısın.2-babayı saymak gerek.3-sık sık dinlemeli,çok konuşmamalı.4-yurttaşlarına en iyi ögütleri ver.5-isteklere gem vurmalı.6-asla zora başvurmamalı.7-çocukları egitmeli.8-halk düşmanını devletin düşmanı saymalı.9-şarap içerken köleni dövme,yoksa seni sarhoş sanırlar.10-dengin olan bir kızla evlen. yüksek soydan birini alırsan efendin olur, akraban degil.

II. Exakesdides'in oglu Atinalı Solon'un özdeyişleri
1-aşırıya kaçma.2-isteksizlik doguran isteklerden kaçın.3-çabuk dost edinme; edindiklerinide hemen terketme.4-boyun egmeyi ögrenmişsen, emretmeyide bileceksin.5-yurttaşlarına en hoşa gideni degil, en iyiyi salık ver.6-yakınlarına karşı hoşgörülü ol.7-görünmeyeni görünenden çıkar.

III. Damagetos'un oglu Spartalı Khilon'un özdeyişleri
1-kendini bil.2-ölenleri övgüyle an.3-yaşlıları say.4-alçak düşürücü kazanç yerine kaybetmeyi tercih et; 
çünkü kayıp bir kez acı verir,ötekiyse her zaman.5-öfkene hakim ol.6-yasalara uy.7-haksızlıga ugrarsan uzlaş. ama kötülük görürsen kendini savun.

IV. Hekamyes'in oglu Miletoslu Thales'in sözleri
1-kefaletin yoldaşı felakettir.2-kötü yoldan zengin olma.3-ana ve babana gösterdigin sevgiyi 
yaşlılıkta çocuklarından bekle.4-tembellik hoşa gitmez.5-kendine hakim olamamak zararlıdır.6-egitim eksikligine katlanmak zordur.
7-zengin de olsan tembellik etme.8-acınmaktan çok gıpta edil.9-ölçülü ol.10-herkese güvenme.


V. Hyrrhas'ın oglu Lesboslu Pittakos'un Özdeyişleri
1-uygun zamanı kolla.2-aklına koydugun işten kimseye söz etme,başaramazsan gülerler.3-karaya güvenilir,denize güvenilmez.4-kazancın gözü doymaz.

VI. Teutamides'in oglu Prieneli Bias'ın Özdeyişleri
1-insanların çogu kötüdür.2-işe yavaş giriş,başladıgına da sıkı sarıl.3-ne iyi niyetli ne de kötü niyetli ol.4-iyi bir iş yapmışsan tanrılardan bil, 
kendinden degil.

VII. Kypselos'un oglu Korinthoslu Periandros'un özdeyişleri
1-aceleci insan tehlikelidir.2-istekler geçicidir, erdemlerse kalıcı.3-iyi günde ölçülü,kara günde temkinli ol.
4-annene ve babana layık oldugunu göster.5-dostlarına karşı iyi günlerinde de kötü günlerinde de hep aynı şekilde davran.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...