Günümüzde bir takım insanlar, “Size düşen Kur’ana sarılmaktır, onun helal dediğini helal, haram dediğini de haram saydığınızda kurtuluşa erersiniz!” diyerek inanan insanları sadece bir kaynağa yönelmekte ve bilerek Allah’ın Rasulü(s.a.v.)’nü ve hadisi devreden çıkartarak: “Sünnetsiz bir hayat”ın savunuculuğunu yapmaktadırlar.
Tam bir müsteşrik kafasıyla hareket eden bu yerli “oryantalist işbirlikçileri”nin asıl amaçları sadece sünneti devreden çıkartmak değil, koskoca bir hadisler deryasını bir çırpıda yok saymak ve dolayısıyla da onları rivayet eden eşsiz sahabiyi nerdeyse “yalan hadis” gibi ağır bir ithamla suçlayarak, inananların gözünden sahabinin etkinliğini silmektir. Bu yüzden olsa gerek, her önüne gelen bir ahkam kesmekte, hadisleri reddetmekte, sünneti kabul etmemekte ve eşsiz sahabiye dil uzatabilmektedir. Bir de bu yaptıklarını“Kur’an İslamı, Kur’anî İslam, Hanif İslam, Kur’an eksenli İslam” gibi yaldızlı ve süslü tabirlerle cahil halka yutturmaktadırlar.
Bu makalemizde gayemiz, Kur’an İslâmı söyleminin tarihi arka planını irdelemek, İslam’ın ilk dönemindeki örnekleri ve günümüzdeki izdüşümlerini tespit etmek olacaktır..
Çalışma bizden, tevfik ise yüce rabbimizdendir.
Kur’ân ve İslâm kelimelerinin terkibinden meydana gelen “Kur’ân İslâmı” tabiri her ne kadar modern zamanda ortaya çıkmış bir söylem ise de, “Kur’ân bize yeter” ve “Kur’ân’a dönüş” gibi başka tabirleri de akla getirmekte ve İslâm’ı anlamak için sadece Kur’ân’la yetinmenin gerekli olduğu düşüncesini çağrıştırmaktadır. Bu sebeple modern zamanda sürekli dile getirilen Kur’an İslâmı ifadesinin hangi anlam ve bağlam çerçevesinde kullanıldığını tespit etmek, meselenin esas noktasını teşkil etmektedir. Bu konuyla ilgili olarak yapılan bir çalışmada, bu söylemin; ya sadece İslâm’ın tek kaynağının Kur’ân olduğunu ve bunun dışındaki kaynakların hüccet olmayacağını belirtmek veya Nebevî Sünnet’in İslâm’ın temel kaynaklarından sayılmayacağını vurgulamak, ya da geleneksel İslâm’ın yanlışlıklarından kurtulmak amacıyla söylenmiş olabileceği belirtilmektedir.(1)
Kur’an İslâmı, modern zamanda “Sünnetin saf dışı bırakılarak Kur’ân metnine dayalı bir İslâm anlayışı geliştirme” düşüncesine verilen bir simge isimdir.(2)
Kur’an’dan başka güvenilecek bir kaynak olmadığı ve esasen böyle bir kaynak aramanın Kur’an’a aykırı olduğunu, Kur’an’ın ahkâm ayetlerinin tarihsel olduğunu, yani bildirdikleri somut hükümler bakımından sadece nazil oldukları dönem için geçerli olup, bugün böyle bir özelliğe sahip bulunmadıklarını söyleyerek bunların bağlayıcılığını tartışma konusu yapmaları; bazılarının, Kur’an’da anlatılan kıssaların, vuku bulmuş gerçek olaylar olmadığını iddia etmesi; Kur’an’da nesh olmadığını savunmaları; Kur’an’ın, Hz. Peygamber (s.a.v)’e itaat konusundaki vurgularının sadece Hz. Peygamber (s.a.v)’in hayatta olduğu dönem için geçerli olduğunu, dolayısıyla Sünnet’in de –ibadetler dışındaki alanlarda– tarihsel olduğunu söylemeleri; hadislerin büyük oranda uydurulmuş olduğu anlayışına dayalı olarak hadisler vasıtasıyla haberdar olduğumuz kıyamet alametleri, Mehdi (a.s) ve Deccal, Hz.İsa(a.s.)’nın nüzulu, kabir azabı, Sırat, Mizan, Hz. Peygamber (s.a.v)’in kevnî mucizeleri… gibi gaybî hadiseleri ve varlıkları kabul etmemeleri; Sahabe’nin otoritesine itiraz etmeleri; hayatın muhtelif cephelerini düzenleyici nitelikteki dinî hükümleri, günümüz anlayışı ve yükselen değerleriyle bağdaşmadıkları gerekçesiyle muhtelif yöntemlerle yürürlük dışı kılmaları (3) Kur’an İslamını savunanların başlıca ve ayırt edici fikirleridir.
İslam tarihinde farklı düşünce ve fikirlerle de olsa görünüşte bu söyleme yakın bazı ifadelere rastlamaktayız. Acaba, “Kur’ân bize yeter” veya “Bize sadece Kur’ân’dan haber ver” gibi fikirler Nebevî Sünneti bir tarafa bırakıp sadece Kur’ân’la yetinerek bir İslâm anlayışı oluşturma çabasına mı dayanmaktadır, yoksa Kur’ân’ı öne sürerek bazı rivayetlerin reddine yönelik başka amaçları ve gayeleri de bünyesinde barındırmakta mıdır? Kur’ân bize yeter diyenler Hz. Peygamberin sünnetini mi yoksa Kur’ân’a uymayan rivayetleri mi reddetmektedirler? Dolayısıyla bu sorulara cevap teşkil eden hususların da tespiti gerekmektedir. O halde “Kur’ân bize yeter”, “Bize sadece Kur’ân’dan haber ver”, “Kur’ân sadece İslâm’dır” ve “Kur’ân İslâm’ı” gibi söylemlerin geçtiği örnekleri zikrederek bu meseleyi irdelemeye çalışalım:
Konumuzla alâkalı en çarpıcı örnek, esas manayı değiştirmeyecek farklı lafızlarla hadîs eserlerinde zikredilen, ‘Erîke’ hadîsi olarak da bilinen meşhur bir rivayettir. Rivayete göre Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
“Bana Kur’an verildi, bir de beraberinde onun gibisi (sünnet) verildi. Yakında karnı tok, koltuğuna kurulmuş birisi(4) “size Kur’an yeter, O’nda neyi helal buluyorsanız, onu kabul ediniz, O’nda neyi haram bulursanız, onu da haram biliniz” diyecek, Şunu iyi biliniz ki Allah Rasulü’nün haram kıldığı da Allah’ın haram kıldığı gibidir.”(5) Hadisin başka bir tarikinde Hz. Peygamber’in Hayber günü yırtıcı tırnaklı hayvan ve ehli eşeğin eti ile zimmilerin malı gibi pek çok şeyi haram kıldıktan sonra böyle buyurduğu geçmektedir.(6)
Rivayetin metnine bakıldığında, Hz. Peygamber’in bir takım şeyleri haram kıldıktan sonra kendisinin yasakladıklarıyla Allah’ın yasakladıkları arasında bir fark olmadığını vurgulamak için böyle bir şey söylemiş olduğu anlaşılmaktadır ancak, buna değinmeye neden ihtiyaç hissettiği hususu rivayetlerde yer almamaktadır. Ancak şu ihtimal düşünülebilir; Hz. Peygamber, Hayber’de bir kısım şeyleri haram kılınca bazı kimseler “bunlar Kur’an’da yok” diyerek kabul etmek istememiştir. Hz. Peygamber de buyruklarının her birinin Kur’an’da yer alması gerekmediğini, kendisinin haram kıldıklarının Allah’ın haram kıldıkları gibi olduğunu vurgulamış, daha kendisi hayattayken ortaya çıkan bu yaklaşımın ileride de görüleceğini haber vermiştir (7)
Hz. Peygamber’in vefatının ardından geçen ilk 20 yıllık sürede İslam toplumunda ihtilaflar en az seviyededir. Kaynaklar Hz. Osman devrine (23–35/644–655) kadar Müslümanlar arasında yaşanan ciddi bir ihtilaftan söz etmezler ancak, Hz. Osman döneminin özellikle ikinci yansında, ihtilaflar, hoşnutsuzluklar ortaya çıkmıştır. Sonunda Hz. Osman Peygamber’in vefatından 25 yıl sonra, 35/655’de Mısırlılar tarafından şehid edilmiştir. Bu tarih, ayrılıkların, farklı yolları benimsemenin miladı olmuş, sorunlar ve sorgulamalar ümmeti her yanından kuşatmıştır.
Hz. Osman’ın ardından Hz. Ali hilafeti ele almış ancak, herkes kendisine tabi olmamıştır. Hz. Osman’ın şehadetinin ertesi yılında, 36/656’da gerçekleşen Cemel olayında Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz Zubeyr Hz. Ali’nin karşısına çıkmışlardır. Bunu takip eden bir sonraki yıl Hz. Ali, Hz Muaviye ile Sıffin’de karşı karşıya gelmiştir. Her iki tarafın tahkime razı olması üzerine Hz. Ali’ye birlikte bulunanlardan bazıları iki tarafa da cephe almış ve bunlar Hariciler diye isimlendirilmişlerdir. Hz. Ali taraftarlığında aşırı giden gulât da bu sıralarda ortaya çıkmıştır.
Cemel ve Sıffin müslümanlar arasında kapanmaz yaraların açılmasına ve pek¬ çok sahabinin hayatını kaybetmesine neden olmuştur. Hz. Ali’nin Haricilerce şehid edilmesi (40/660), bunun ardından Hz. Muaviye’nin idareyi tamamen ele alması (41¬60/661-680), Yezid zamanında Hz. Hüseyin’in öldürülmesi (61/680), Muslim b. Ukbe’nin Medine’yi kuşatıp şehri darmadağın etmesi (Harre olayı/63/683), Mekke’nin kuşatılıp Kabe’nin mancınıkla dövülmesi (64/683), daha sonra, Haccac tarafından tekrar kuşatılıp Abdullah b. Zubeyr’in öldürülmesi (73/692) ve nisbeten sükunet içinde geçen Ömer b. Abdulaziz devri haricinde hep karışıklık ve mücadelelerle geçen bir dö¬nemin ardından Abbasilerin idareyi ele alması (132/750) ve iki aile arasındaki düşmanlıklar müslümanlar arasındaki ihtilafları kemikleştiren temel nedenler olmuştur.(8)
Siyasi olaylara paralel olarak düşünsel alanda da bir takım gelişmeler söz konusu olmuştur. Bunların konumuzla ilgili sonuçları ana hatlarıyla şunlardır:
a) Müslümanların karşılaştıkları sorunlar dini açıdan yorumlanmaya başlanmış ve bu olaylarda yer alanların mesuliyetleri irdelenmiştir. İslam’ın büyük günahlardan saydığı öldürme fiilini işleyen kimselerin (murtekib-i kebirenin) durumu, amel-iman ilişkisi, kulun iradesi, kader, adalet, fiillerin yaratılması. Keza Allah’ın sıfatları, Kur’an’ın mahlûk olup olmadığı… Velhasıl hayatın kendisinin inceden inceye sorgulanması bu süreçte başlamıştır.
b) Futuhatın genişlemesiyle birlikte karşılaşılan kadim kültürler, inanca dair bazı konuların felsefi zeminde tartışılmaya başlanmasında son derece etkili olmuştur. Çünkü İslamı kabul edenlerin eski kültürlerinden taşıdıkları birikim yeni bakış açıları getirmiştir. İslam’ın temel öğretileriyle uyuşmayan bazı bakış açıları ise aşırı değerlendirmelere ve sapmalara neden olmuştur.
c) Büyük oranda hadislerin yazılı nakledilmemeleri, farklı görüş sahiplerinin kendilerini destekleyen rivayetleri ön plana çıkarmaları ve hemen hemen her grubun ortaya çıkan problemlere Rasûlullah(s.a.v)’dan destek sağlamak için piyasaya rivayetler sürmesi dinin ikinci kaynağı olan hadislere karşı endişelerin oluşmasına sebebiyet vermiştir. İbn Sîrîn’in (110/728) şu sözü bu hususu tesbit etmektedir: “Önceleri isnad sormuyorlardı, ne zaman ki fitne zuhur etti, ‘bize ravilerinizin isimlerini söyleyin’ demeye başladılar. Böylece, ehl-i sünnet olanlara bakılıp hadisleri alınır, ehl-i bidat olanlara bakılıp hadisleri alınmaz oldu.”(9)
Yukarıda zikrettiğimiz üç sebep nedeniyle siyasi çalkantılara paralel olarak gelişen düşünsel alandaki çalkantı nedeniyle her şey tartışılmaya başlanmıştır. Kur’ân özellikle inanca, nisbeten de ahkâma dair ayetlerde kastedilen mananın ne olduğuyla münazalardaki yerini alırken, sünnet malzemesi daha ziyade sıhhat açısından tartışılmaya başlanmıştır. Başka bir deyişle, birinci yüzyılın ilk yarısından itibaren gelişen fikrî akımlarla birlikte sünnet malzemesinin ne kadar güven telkin ettiği sorgulanmaya başlanmıştır. Siyasi çalkantılar yanında gelişen ve İslamiyet’in düşünsel alandaki dinamik dönemi sayılabilecek ilk iki asrı hadis eleştirisi açısından taradığımızda, gerek sahabenin, gerek tabiînin ve gerekse daha sonrakilerin zaman zaman rivayetler nedeniyle itirazlarla karşı karşıya kaldığını görmekteyiz. Hadislerin reddi sadedinde zikredilen ve aşağıda gelecek olan örneklere baktığımızda hicrî otuzlu yıllardan itibaren rivayetlerle ilgili bir takım kuşkuların gündeme geldiğini görmekteyiz. Bununla beraber zikredilecek örnekler de önemli bir husus dikkatleri çekmektedir: Otuzlu yıllarda vefat eden sahabilerin karşılaştıkları itirazların bireysel çıkışlar olduğu gözlenirken, hicrî ellili yıllardan sonra vefat eden sahabilerin karşılaştığı ve büyük ihtimalle de Hz. Osman’ın şehadetinden sonraki sürece denk gelen itirazlarda ise fikrî cereyanların etkisi açıkça görülür. Yöneltilen tenkidleri itirazlara muhatap olanların vefat tarihlerini göz önünde bulundurarak sıralamaya çalışalım:
a) Ubâde b. es-Sâmit (r.a.)(34/654) “Rasûlullah iki dirhemin bir dirhemle değiştirilmesini yasakladı” deyince oradakilerden birisi “peşin olduktan sonra ben bunda bir beis görmüyorum” der. Ubâde (r.a.) ona kızar ve “ben Rasûlullah şöyle buyuruyor diyorum, sense bir beis görmüyorum diyorsun. Vallahi bir daha seninle aynı yerde bulunmam” diye çıkışır.(10)
b) Bir bedevi arkadaşlarına hadis anlatmakta olan -sahabi veya muhadram-Zeyd b. Sûhân(r.a.)’ın (36/656) yanına oturur. Zeyd(r.a.)’in sol eli Nihavend savaşında kopmuştu. Bedevî, Zeyd(r.a.)’e “vallahi hadislerin beni hayrete düşürüyor. Aynı zamanda elinde şüphelendiriyor” der. (Bu sözleriyle Zeyd'(r.a.)in elinin hırsızlıktan dolayı kesilmiş ol¬masından endişe ettiğini söylemek ister). Zeyd(r.a.) ona “elimin nesinden şüphe ediyor¬sun ki, kesik olan sol elimdir” deyince, bedevî “hırsızlıkta sağ eli mi yoksa sol eli mi kesiyorlar vallahi bilmiyorum” cevabını verir. Bunun üzerine Zeyd(r.a.) “Allah ne güzel de söylemiş” der ve şu ayeti okur: “Bedevi Araplar, küfür ve ikiyüzlülükçe daha yaman ve Allah’ın, Elçisine indirdiği şeylerin sınırlarını tanımamağa daha müsaittirler. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. ‘(11)
c) İmrân b. Husayn(r.a.) (52/682) (ilgili hadisler ışığında) şefaati anlatır veyahut ta yanında şefaat meselesi konuşulur. Oradakilerden bir tanesi “ey Ebû Nuceyd! Siz bizlere hadisler anlatıyorsunuz fakat biz bunlarla ilgili Kur’ân’da bir asıl bulamıyoruz” (başka bir rivayette: “Bırakın bu hadisi yahu! Bize Kur’ân’dan bahsedin”), deyince, İmrân(r.a.) kızar ve adama şöyle der: “Sen Kur’ân’ı okudun mu?” “Evet.” “Peki Kur’ân’ın hiçbir yerinde yatsı namazının farzının dört, akşamınkinin üç, sabahınkinin iki, öğleyle ikindininkinin de dört rekat olduğuna rastladın mı?” “Hayır.” “Peki bunları kimden öğrendiniz? Bizden öğrenmediniz mi? Biz de Rasûlülah’tan öğrenmedik mi? Peki Kur’ân’da kırk koyunda bir koyun, şu kadar devede şu kadar, şu kadar dirheme şu kadar zekat düştüğüne rastladın mı?” “Hayır.” İmrân(r.a.) ona sonra şöyle der:”Öyleyse bunları kimden öğrendiniz? Bizden öğrenmediniz mi? Biz de Rasûlullah’tan öğrenmedik mi? Keza Kur’ân’da “Eski evi (Kabe’yi) tavaf etsinler(’12) ayetini okumadınız mı? Peki orada Kabe’yi yedi defa tavaf edin, Makam’ın arkasında iki rekat namaz kılın diye bir ifadeye rastladınız mı? Aynı şekilde Allah Rasûlü’nün bu¬yurduğu şu hususlar Kur’ân’da var mı? “Zekat tahsildarının bir yerde konaklaması ve zekat düşenlerin mallarını yanına getirmelerini istemesi, zekat vereceklerin mallarını uzağa götürüp tahsildara meşakkat vermeleri, kız kardeşleri birbirlerine vererek mehirsiz evlenmek İslamda yoktur.”(13) Peki Allah Teâlâ’nın Kur’ân’ında şöyle buyurduğunu duymadınız mı? “Rasûl size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa da ondan kaçının. ‘(14)
İmrân(r.a.) daha sonra şöyle söyler: “Sizin bilginizin olmadığı, Rasulüllah’tan öğrendiğimiz daha başka şeyler de var.”(15)Bunun üzerine adam: -Beni ihya ettiğin gibi, Allah da seni ihya etsin, diye, Hz. İmran(r.a.)’a dua da bulunmuştur(16).)
d) Bir defasında Abdullah bin Mes’ud (r.a.), “Allah dövme yapana ve yaptırana, güzelleşmek için yüz ve kaşlardaki tüyleri yoldurup Allah’ın yarattığını değiştirene ve bunu yapana lanet etsin” dedi. Bu sözler kendisine ulaştığında Ümmü Ya’kub isimli bir kadın hemen onun yanına geldi ve “Ey Ebu Abdurrahman, “Senin böyle söylediğini işittim. Bunun aslı nedir?” dedi. İbni Mes’ud (r.a.) kadına dedi ki: “Rasulullah(sav)’ın lanet ettiklerine ben niçin lanet etmeyeyim, hem bunlar Kur’ an’da da var.” Kadın dedi ki: “Mushaf ‘in hepsini okudum; fakat bu senin söylediklerini bulamadım.” İbni Mes’ud (r.a.) İyice okumuş olsaydın bulurdun. Zira Allah Teala, ‘Peygamber size neyi verdi ise onu alın, neyi yasaklarsa ondan da sakının,’ (17) buyurmadı mı? Şeklinde cevap verdi. Bunun üzerine kadın,“Ben şu anda senin hanımlarının da bunları yaptıklarını tahmin ediyorum” dedi. İbni Mes’ud (r.a.) da :”Git, bak” dedi. Kadın gitti, baktı, geldi ve onlarda böyle şeyler görmediğini söyledi. İbni Mes’ud (r.a.) şöyle dedi: “Şayet eşim böyle olsaydı, onunla bir arada bulunmaz, ayrılırdık.” (18)
e) Ebû Hureyre(r.a.) (59/679) Rasulullah (sav)’ın “Cübbe üzerine hırkayla kibirli kibirli dolaşan bir adamı Allah yere batırdı. O kişi, kıyamete kadar yeraltında batar durur” hadisini nakleder. Orada bulunan güzel elbiseli bir delikanlı (alay ederek), “Yere batırılan genç böyle mi yürüyordu” diyerek elini kolunu sallayıp taklide kalkınca, birden yere düşer. Az kalsın bir tarafını kıracak olur. Ebû Hureyre(r.a.) (alay eden delikanlının yüzükoyun yere kapaklanması sebebiyle) şöyle der: “(Hadisle alay eden) ağzın ve burnun yere sürtülmesi elbette haktır. (Nitekim Allah Teâlâ da şöyle buyurmaktadır): Muhakkak ki (seninle alay eden) o müstehzilere karşı biz sana yeteriz. ‘(19)
f) Zeyd b. Erkam(r.a.) (66/685) anlatıyor: Ubeydullah b. Ziyâd (67/687) beni çağırttı. Yanına vardım. Bana dedi ki: “Kur’ân’da kendileriyle ilgili bir delil bulamadığımız halde senin rivayet edip durduğun bu hadisler neyin nesidir? Rivayetine göre Rasulullah(sav)’ın cennette bir havzı varmış!” Zeyd(r.a.), O’na şöyle der: “Bunları bizlere anlatıp vaad eden Rasulullah(sav)’ın kendisidir.” (Biz kendi kafamızdan çıkarmıyoruz).”(20)
g) Umeyye b. Abdillah b. Hâlid, Abdullah b. Ömer(r.a.)’e (74/693) sorar: “Kur’ân-ı Kerîm’de hazarda ve korku halinde namazın nasıl kılınacağını buluyoruz. Fakat seferdeyken nasıl kılınacağını bulamıyoruz.” İbn Ömer(r.a.) ona şöyle der: “Kardeşcağızımın oğlu! Biz birşey bilmiyorken Allah(cc), bizlere Hz, Muhammed(sav)’i gönderdi. Bizler Hz. Muhammed (sav)’i nasıl yapıyor gördüysek öyle yapıyoruz.”(21)¬
h) Bir şahıs tabiînin büyüklerinden Mutarrif b. Abdillah el-Basrî(rh.a.)’nin (86/704) yanında “Bize hadis anlatıp durmayın, sadece Kur’ân’da geçenlerden bahsedin” deyin¬ce, Mutarrif (rh.a.)ona şöyle der: “Vallahi biz hadisleri Kur’ân’ın yerine anlatmıyoruz. Bilakis hadisleri anlatmaktaki gayemiz Kur’ân’ı bizden daha iyi bileni(n açıklamalarını) anlatmak¬tır.'(22)
ı) Tabiinden Saîd b. Cubeyr (rh.a.) (95/713) bir gün Rasûlüllah’tan hadis rivayet edince adamın biri itiraz eder: “Allah’ın kitabında buna muhalif ayet var.” Saîd (rh.a.)ona şöyle der: “Bakıyorum da, sana Rasulullah(sav)’tan hadis rivayet ediyorum, sense Allah’ın Kitabına muhalif olduğunu söylüyorsun. Oysa Allah’ın Rasûlü(sav), Allah’ın kitabını senden iyi bilirdi.”(23)
i) Eyyûb es-Sehtiyânî (131/748) şöyle demektedir: “Bir kişiye bir sünneti aktardığında, ‘Bunu bırak sen bize Kur’ân’dan haber ver’ derse, bil ki o sapıtmıştır.”(24)
j) İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe(rh.a.)’nin (150/767) yanında hadis okunurken biri içeri girer ve “bırakın bu hadisleri” der. İmam da ona kızar ve “Sünnet olmasaydı hiçbirimiz Kur’ân’ı anlayamazdık” der(25)
Buraya kadar sunmuş olduğumuz örneklerden anlaşılan odur ki, Hz.Peygamber’in Sünneti Seniyyesini bir tarafa bırakarak sadece Kur’ân’la yetinme düşüncesi, bid’at bir düşünce olarak hicrî birinci yüzyılın ortalarında başlamıştır. İnkar fitnesi, sistemli olarak ilk önce Hicrî II. yüzyılda ortaya çıktı. Bunu ilk başlatanlar da Hâricîler ve Mu’tezile idi.
İmam Şafiî (Ö.204/819) el-Ümm isimli eserinde Cimâu’l-İlim ismiyle bir bölüm açarak “Haberleri tamamen reddeden grubun sözlerini anlatma babı” ismiyle özel bir bab ayırmıştır. Burada “Kendi mezheplerince ilim mensuplarından sayılan onlardan biri bana dedi ki:” dedikten sonra onun sözlerini nakletmiş, ona bir takım deliller getirmiştir. Her ne kadar burada sünneti reddedenlerin kimlikleri üzerinde durulmaz ise de, İmam Şafiî’nin çağdaşı olan Abdurrahman bin Mehdi, bunların Haricîler olduğunu söyler. (26)
Mutezile ile başlayan ve bütün ehl-i bid’at fırkaların ortak özelliği haline gelen hadis düşmanlığı, Kur’ân İslâmı düşüncesinin günümüze kadar Ehl-i Kur’ân, Kur’âniyyûn, Mealciler gibi farklı isimlerle gelmesinde de önayak olmuştur*
Günümüzdeki durumu daha iyi anlayabilmek ve arka planı görebilmek için 19.yüzyılın başlarından itibaren İslam coğrafyasındaki siyasi ve fikrî durumu kısaca özetleyelim:
19. asır, İslam coğrafyasının önemli kültür merkezlerinin istilaya uğradığı bir dö¬nemdir. Bunlar içinde iki yer dikkat çekicidir: Hindistan ve Mısır. Hindistan 1849, Mısır ise 1882 yılında İngiliz işgaline uğramıştır. Bu işgallerden önce de her iki coğraf¬ya başta Fransa ve İngiltere olmak üzere batılıların nüfuz ve mücadele alanlarıydı ancak, işgalle birlikte bu iki bölge insanları batının gücüyle ilk kez bu derece yakınlıkta karşı karşıya geldiler ve sömürgecilerle beraber yaşamak durumunda kaldılar. Bunun sonucunda da tek taraflı bir etkilenme söz konusu oldu. Sömürgecilerle yüzleşme peşinden sorgulamayı getirdi. Eş zamanlı olarak, her iki ülkede müslümanların düştükleri yerden kalkmalarının, batılılar gibi kalkınmalarının, fikrî durgunluğun içinden çıkmalarının, en önemlisi de İslamı evrensel bir din olarak başta kendilerine sonra da bütün insanlığa sunabilmenin yolu aranmaya başlandı. Bu arayış sırasında, çabalarının önündeki engellerin neler olduğu tesbite çalışıldı ve bunların bertaraf edilmesi gerektiği düşünüldü. Bu yaklaşım tarzı müslümanları tabii olarak Kur’ân etrafında toplanmaya ve onu yeniden yorumlamaya yöneltti. Hadisler ise çeşitli gerekçelerle, ya önemli oranda tenkide maruz kaldı ya da tamamen bırakılması gerektiği görüşü seslendirildi.(27)
Bu yeni harekette şu faktörlerin de az veya çok etkili olduğunu söylemek duru¬mundayız:
a) Batılıların buralardaki eğitim faaliyetleri,
b) Sömürgecilerin değiştiremedikleri Kur’ân karşısında öncelikli olarak sünnete olan güveni sarsma çabaları,
c) Batıya giden bir kısım müslümanların buradan etkilenmeleri.
Batılı oryantalistlerin etkin çalışmaları ve Batıya karşı eziklik duygusu birleşince 19. asrın ikinci yarısında Kur’ân’la yetinmeyi benimseyen bir hareket doğdu: Kur’âniyyûn (Ehlu’l-Kur’ân). Bu akımının kurucusu Seyyid Ahmed Hân’dır. (1898). Hareketin ünlüleri arasında Çırağ Ali (1895), Abdullah Çekralevî (1914) Ahmeduddîn Amritsârî (1936), Eşlem Cerâcpûrî (1955) ve Ğulâm Ahmed Pervîz (1985) gibi isimler gelmektedir.(28)Bu hareket belli bir merkezden idare edilen bir akım olmayıp aynı doğrultudaki insanların bakış açılarıyla tabiî olarak oluşmuştur. Dolayısıyla esas itiba¬rıyla bir cemaat değildir ve Kur’âniyyûn’ diye nitelenen kimselerin hepsi bütün konularda aynı düşünmemektedir. Bu ekolün sünnete karşı tutumlarına gelince; İsminden de anlaşılacağı üzere bu ekol teşri’de Kur’ân dışında başka bir kaynak kabul etmez. Hükmün sadece Allah’a ait olduğu temel prensibi ile sünnetin teşri’de rolü olmayacağına kâildirler. Bu babtan olmak üzere sünnet ile tebyin, tahsis veya nesh olan Kur’ân ayetlerinin yorumlarında tabiî olarak cumhur Ehl-i Sünnet anlayışına ters düşen farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Örneğin bu ekole göre: Kur’ân-ı Kerim’de nasih ve mensuh ayet bulunmaz. Kabir hayatı, âlem-i berzah yoktur. Sünnet ile şekil kazanmış ibadetler bu ekole göre daha değişik yorumlanmış ve sadece Kur’ân’ın zahir naslarına dayalı ibadet anlayışı hâkim olmuştur. Mesela sübûtu Kur’ân’a dayanmayan cenaze ve bayram namazlarını kılma zarureti yoktur. Ekol mensubu bazılarına göre farz olan namaz günde sadece iki rekattir. Ramazan orucu da senenin herhangi bir ayında olabilir. Bu ekolün kurucularından Abdullah Cekralevî’ye göre Kur’ân’da ezan ve muezzinle ilgili bir bilgi ve işaret olmadığı için bunların yapılması küfürdür.(29)
Yukarıda kısaca örnek sadedinde zikrettiğimiz bu görüşleri çoğaltmamız mümkündür. Netice olarak bu ekolün temel felsefesi Kur’ân’ı sünnetin dışlanarak salt Kur’ân ayetleri ile anlamaya çalışmaktır. Bunun için de ümmetin üzerinde icma edip yapa geldiği şeairi veya anlayışları sünnetin olmaksızın Kur’ânî bir temel üzerine oturtmaya çalışılmıştır. Veya kendi tabirleriyle “Sünnet ilavesi” ile şüyû’ bulmuş ibadet veya anlayışlar temelinden inkâr yoluna gidilmiştir.
Hindistan’da olduğu gibi Mısır’da da aynı dönemde Kur’ân etrafında toplanma ve yenilenme(!) hareketi başladı. İlk olarak Cemaleddin Efgânî (1897) Kahire’de başlattığı hareketle bütün insanlığı İslâmî yenilenmeye(!) çağırdı. Ardından öğrencisi Muhammed Abduh’la (1905) birlikte sürgünde bulundukları Avrupa’da yayın yoluyla Kur’ân merkezli bir İslama çağırdılar. Abduh’un çalışma ve mesajı tamamen Kur’ân merkezli idi. Diğer tefsir çalışmalarında olduğu gibi onun Menâr tefsirinde de müsbet ilimlerin ağırlığı ve Kur’ân’ın modern ilimlerle uzlaştırılması kendini göstermektedir. Onun nazarında, haberlerin Buhâri ve Müslim’in Sahihlerinde veya diğer muteber hadis mecmualarında oluşu bir kıymet ifade etmemekteydi.(30)
İçinde geçtiği kitaba ehemmiyet vermeden, hadislere eleştirel yaklaşan Abduh yanında, Menâr dergisini çıkaran talebesi Reşid Rıza (1935) İslam’ın modern dünyaya ayak uydurmasını isteyip çok evliliğin yasaklanması, kadınlara medeni hakların verilmesi gibi istekleri seslendirmesi yanında dergi vasıtasıyla hadisleri, Mısır’da o dönemde dini tartışmanın ortasına çeken insandır.(31)
20. Yüzyılın başlarında, sadece Kur’ân’la yetinme düşüncesini net olarak açıklayan ve Kur’ân İslâm’ı tabirine lafzen en yakın ifadeyi kullanan,Mısırlı bir tıp doktoru Muhammed Tevfik Sıdkî’dir (Ö.1920). O, el-Menâr dergisinde “İslâm yalnız Kur’ân’dır(el-İslâmü hüve’l-Kur’ân vahdehu)” isimli bir makale yayınlayarak İs¬lâm’ın sadece Kur’an’dan ibaret olduğunu, hadîslere hiç gerek kalmadığını, ibadetin ayrıntılarının ve muamelatın tamamının Kur’ân metnine istinaden tespit edilebileceğini savunmaktadır. O, bu görüşüyle Hz. Peygamber(s.a.v)’in sünnetine ihtiyaç hissedilmediğini de açıkça dile getirmektedir.(32)
İsmail Edhem ise, 1934 yılında yayınladığı bir risalede “Sahîhândakiler(Buhari ve Muslim) de dâhil olmak üzere mevcut hadislerin asılları ve temelleri sabit değildir. Bilakis bunlar şüphelidir ve uyduruldukları yönündeki düşünce ağır basmaktadır” demiştir.(33) Yoğun tepkiler üzerine, eseri Mısır hükümetince toplatılmak zorunda kalınmıştır.
Ahmed Emîn (1954), Ebû Reyye (1970), Taha Huseyn (1973), Hasan Hanefî gibi insanlar bu çizgiyi takip ettirmişlerdir.
Kur’an İslam’ı söyleminin ülkemizdeki durumuna bakalım:
Ülkemizde de, hadisleri inkar eden ve kendilerine Kur’ân İslamcısı adını veren kişiler mevcuttur.Özellikle sistem tarafından kendilerine bir takım payeler verilmiş olan ve Allah(c.c)’ın dinini az bir paha karşılığı satan ilahiyatçılar(34) arasında revaç bulan Kur’ân İslamı söylemi özellikle Yaşar Nuri Öztürk, Süleyman Ateş, Hüseyin Atay, Bayraktar Bayraklı, Ahmet Akbulut, Edip Yüksel, Abdulaziz Bayındır, Fereç Hüdür gibi kimseler tarafından insanlara angaje edilmeye çalışılmaktadır. Özellikle Yaşar Nuri Öztürk işbirlikçi medyanın kendisine sunduğu imkânlarla halka zehrini bal kabında sunmaktadır.(35)
Yaşar Nuri Öztürk, Resûl-i Ekrem (s.a.v)’in hadislerine bakış açısını şu cümlelerle ortaya koyar:”O’nun bıraktığı Allah’ın kitabıdır. Zâten gerek Kur’an vasıtasıyla, gerek kendi sözleriyle O, dâima kendisinin, kendisine, vahyedilene tâbi olduğunu söylemiş ve vahiyden ayrı olarak kendi sözlerine bir değer vermemiştir(!). Hayatında yanıldığını anladığı hükümlerinden dönmüş: “Siz dünyanızı benden iyi bilirsiniz.” demiştir. Böyle iken kendi sözlerini ve hareketlerini, Allah’ın Kitabından ayrı bir kaynak olarak bıraktığını söylemiş olması mâkul değildir. Çünkü o bilirdi ki insan davranışları, bulunulan ortama, yaşanılan zamana göre değişir. Bir yerde bir davranışı gösteren aynı insan başka yerde başka davranış gösterebilir, insan davranışları dondurulamaz. O halde insanlar için değişmeyecek, çağlar boyunca uygulanacak genel prensipler gerekir ki, işte bunlar, ilâhî vahiy ile ona bildirilen Allah sözleri, yâni Kur’an-ı Kerimdir…”(35)
Yaşar Nuri Öztürk‘ün eserlerine bi nazar edecek olursak şu inci(!)lere rastlamaktayız: Ümmet-i Muhammed Sahabe ve âlimler de dahil olmak üzere Kur’an’a sahip çıkmadıkları için suçludurlar. Hz.Peygamberin vefatından sonra Kur’an devre dışı bırakılmıştır. Kur’an’dan başka kaynak kabul etmek şirktir. Çünkü Kur’an dışında hiçbir kaynağın korunma garantisi yoktur. Mirac hadisi uydurmadır Hadislerin yazılmasını emreden rivayetler uydurmadır. Hadis diye yazılanlar, Rasulullah(sav)’ın sözleri diye O’na isnad edilmistir. Hadisler bağlayıcı degildir. Hüküm kaynağı da olamaz, çünkü çeliskilerle doludur. Adetli olan kadınlar namaz kılıp oruç tutabilirler.(36)
Yaşar Nuri kadar halk üzerinde etkili olamasa da, zehrini bal kabında sunanlardan biri olan Kur’ân İslamı(!) savunucusu Edip Yüksel, şunları diyebilmektedir: “Kur’an’ın apaçık, mufassal ve hidayetimiz için yeterli biricik kaynak olduğuna iman ettim. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamdan yüzlerce sene sonra düzenlenen yüzlerce cilt hadis ve fıkıh kitabı arasında belirsizleşen ve işin içinden çıkılmaz bir ihtilaflar yığını haline dönüşen İslam dini, bu kararımdan sonra birden bire netleşti. Falana göre şu haram, filana göre şu helal, falanca rivayete göre şu vacip, falanca rivayete göre şu mekruh gibi binlerce ihtilaf, Kur’an’ın ışığıyla aydınlandı.”(37) “İlgi çekicidir ki peygamberin bir numaralı düşmanlarından olan Buhari, Peygamberimize iftira ve hakaretlerle dolu kitabını Peygamber’in vefatından iki yüzyıl sonra yazmıştır.”(38)
Kur’ân İslâm’ı Söylemine Temel Teşkil Eden Bazı İddialar
Kur’ân’la yetinme düşüncesinin tarihi arka planını ana hatlarıyla açıkladıktan sonra, şimdi de Kur’ân İslâm’ı ve benzeri söylemleri dile getirenlerin dayandıkları delillere kısaca işaret edelim. Bu delilleri hem Hz. Peygamber’in sünnetini sadece rivayetler olarak görüp, Sünneti tespit etmek için gayret sarfetmeyen ve kolaycılığa kaçarak Kur’ân’a sığınan,hem de içerisinde bulundukları şartları ve düşünce sistemlerini Kur’ân’a uydurarak, Kur’ân’ın nazil olduğu ortamı, iniş sürecini, tedriciliği ve İslâm kültür tarihini dikkate almaksızın ve Nebevî Sünneti de dinin kaynağı olarak görmeyip Kur’ân’dan hüküm çıkarmayı ve bunun Kur’ân İslâm’ı olduğunu savunan zihniyet de dile getirmektedir.
Bu düşüncede olanların ileri sürdükleri iddialar ve Ehl-i Sünnet âlimlerinin cevaplarını nakledelim:
1– “Biz Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık”(39), “Sana, herşeyi açıkla¬yan…Kur’ân’ı indirdik.”(40), “Bugün sizin için dininizi tamamladım.”(41), “Hüküm ancak Allah’ındır”(42) gibi âyetler,
İşte bu âyetleri delil göstererek, Kur’ân’ın dinle ilgili her şeyi açıkladığını, sünnetin veya başka bir şeyin dinî hükümlere kaynaklık etmesine, Kur’ân’ı açıklamasına gerek kalmadığını iddia ediyorlar ve aksini savunmanın Kitab’ın din konusunda yetersiz kaldığını söylemek demek olacağı hezeyanında bulunuyorlar.
Böyle kimseler, kendilerinden önce sünneti inkar eden, Haricîlerin “Hüküm ancak Allah’ındır” hak sözü ile Hz. Ali’ye (r.a) karşı bâtıl bir dava ileri sürdükleri gibi, bu âyetlerle bâtıl bir mânâ kast etmekte, bâtıl bir dâvanın peşinde gitmektedirler. Bu âyetler hiç bir şekilde sünnetin inkârına gerekçe gösterilemez.
Şöyle ki: İleride yer vereceğimiz gibi, Müslümanlara Peygambere uymayı, O’nu örnek almayı, hükmüne razı olmayı, sözlerine tâbi olmayı emreden, O’nun Kur’ân’ı açıklama görevi olduğunu bildiren pek çok âyet vardır. O âyetleri hiç nazara almadan, bu âyetleri sünnetin reddine gerekçe göstermek, son derece yanlıştır.
Kaldı ki, “Biz Kitap’ta hiçbir şeyi bırakmadık, açıkladık” âyetinde geçen “Kitap”tan maksat, Kur’ân değildir. Çünkü her şeyin sadece Kur’ân’da açıklanması imkansızdır. Dine ve dünyaya âit bütün hükümlerin ayrıntılarına kadar Kur’ân’da açıklanmış olduğu doğru değildir. Ve bunu hiç bir akl-ı selim kabul etmez. Bu durumda da âyete “her şeyin bütün ayrıntılarıyla, Kur’ân’da açıklandığı” mânâsı verildiğinde, bu, -hâşâ- Allah’ı yalancı çıkarmak demek olur.
Kur’ân’da her şeyin açıklanmış olması, insanlığı hidâyete ulaştıracak ilkelerle ilgilidir. Bu konuda Kur’ân’da gerekli olan her şey açıklanmıştır. Buradaki “Kitap,” Levh-i Mahfuz’dur. Levh-i Mahfuz’da, büyüğüyle-küçüğüyle, geçmişiyle-geleceğiyle bütün varlıklar ve olaylar en ince ayrıntılarına kadar kaydedilmiştir. Nitekim bütün tefsirlerde bu âyette geçen “Kitab”a, ‘levh-i mahfuz’ açıklaması getirilmiştir.
Zaten âyetin öncesiyle beraber düşünüldüğünde “Kitab”a Kur’ân mânâsı vermek mümkün olmamaktadır. Ayetin öncesi şöyledir: hareket eden hiçbir hayvan, havada kanat çırpan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi bir ümmet (topluluk) olmasın. Biz Kitap’ta hiçbir şeyi bırakmadık, açıkladık.” Allah, insanlar gibi hayvanların da birer ümmet olduğu, dolayısıyla onların da ölüm, rızık, ömür, saadet ve benzeri gibi hayat kanunlarına bağlı bulunduğu ve bütün bunların levh-i mahfuz’da yazılı olduğunu ifâde buyurmaktadır.
“Biz Kur’ân’ı her şeyin bir açıklaması olarak indirdik” âyetine gelince: Buradaki “açıklama” genel olarak iki şekildedir. Bunlar: a. Zekât, oruç ve haccın farz; zina, içki, domuz eti, kumar ve faizin haram olduğunun açıklanması gibi. Bu tür açıklamada Kur’ân’dan başka bir şeye ihtiyaç duyulmaz. b. Kitabında, kulları için bağlayıcı birer delil ve hüccet kabul ettiği diğer delillere havale etmek suretiyle yapılan açıklama. Meselâ yüce Allah ileride de genişçe yer vereceğimiz gibi, Kur’ân’da Peygamberimize itaati ve hükmüne müracaat edip razı olmayı farz kılmıştır. Dolayısıyla onun Allah’ın Kur’ân’da yer almayan vahyine istinaden koyduğu hükümler, getirdiği açıklamalar, tefsirler de yine Allah’ın Kur’ân’da açıklaması demektir.
a. Farziyeti kitapla hükme bağlanmakla birlikte nasıl yapılacağının izahı Peygamberimize bırakılan açıklamalar. Namazın rekatı, sayısı, nasıl kılınacağı, zekâtın neyden verileceği, nasıl ve kimlerin vereceği, haccın nasıl yapılacağı, orucun nasıl tutulacağı gibi.
b. Hakkında her hangi bir hüküm bildirilmeyen konularda Rasulullah(s.a.v)’ın sünnetiyle hükme bağlanan hususlar. Kadının teyzesinin ve halasının, süt kardeşin, süt annenin, teyzenin nikâhının haram olması, bâzı hayvanların etlerinin haram kılınması, evli biri zina ettiğinde verilecek ceza gibi hususlardır.
Bunun içindir ki, gerek Sahabîler, gerekse sonraki devir âlimleri, Peygamberimizin sünnetiyle verdikleri cevabı da “Kur’ân’dan” diye ifâde etmişlerdir.
Diğer bir husus, Kur’ân, genel hatlarıyla dinle ilgili hiçbir şeyi eksik bırakmamış, teferruata inmeden şeriatın temel prensiplerini açıklamıştır. Öz olarak açıklanan konuların tafsil edilmesini ise Peygamberimizin söz ve fiillerine, yani sünnete bırakmıştır. Bunun böyle olduğu, son derece açık bir husustur
Müfessir Âlusî (1270/1353) bâzı âlimlerin bu konuyla ilgili olarak şöyle dediklerini nakleder: “İşler, dinî ve dünyevî olmak üzere iki kısımdır. Dünyevî olanları ile Peygamberin bir ilgisi yoktur. Çünkü o, aslen onlar için gönderilmemiştir. Dinî olanlar ise ya asla taalluk eder veya fer’idir; asla bakmaz. Aslî olanların yanında fer’i meselelerin pek önemi yoktur. (…) Kur’ân-ı Azimüşşan, dinin aslî meselelerini en güzel ve en kâmil mânâda açıklamayı üzerine almıştır. Âyette geçen ‘her şeyden’ maksat da bu olsa gerektir.” (43)
Sünneti toptan inkar eden Kur’an İslamcılarının inkarlarına gerekçe gösterdikleri bir başka âyet, “Bugün sizin için dininizi tamamladım”(Maide Suresi, 3) âyetidir. Âyette dinin tamamlandığı bildirildiği için, dinde bir eksiklik söz konusu olamayacağı şeklinde bir akıl yürütme ile sünnete gerek ve ihtiyaç olmayacağı sonucu çıkarılmaktadır. Oysa bu âyette dinin tamamlanmasının sadece Kur’ân’la yapıldığını gösteren en küçük bir işaret bulunmamaktadır.
Dinin tamamlanması, Kur’ân ve Kur’ân’ın yaşayan yorumu olan Peygamberimizin (sa..v) sünnetiyle yapılmıştır. Diğer taraftan, dinin tamamlanması, müfessir tarafından farklı olarak yorumlanmıştır. Bu âyetle dinin esaslarının ve hükümlerinin tamamlandığını söyleyen müfessirlerin yanı sıra, (44) bu âyetten sonra da birçok hüküm âyetinin nazil olduğunu söyleyerek âyetten maksadın dinî hükümlerin tamamlanması olamayacağını savunan, dinin tamamlanmasından maksadın müşriklerin Mekke’deki hâkimiyetlerinin sona ermesi, Kabe’nin onlardan temizlenmesi, Kabe’yi ancak Müslümanların tavaf edebilmesi olduğunu söyleyen müfessirler de vardır. (45)
Âyeti, başka bir bilgiye gerek kalmaksızın tafsilat ve teferruat da dâhil her konunun Kur’ân’da açıklandığı, dinin anlaşılması için başka bir şeye ihtiyaç kalmadığı şeklinde anlamanın mümkün olduğunu savunmak, gerçeklerden çok çok uzaktır. Kur’ân’da ancak temel ilkeler açıklanmıştır, detaylandırma ise sünnete bırakılmıştır.
Kur’an İslamcılarının delil olarak ileri sürdükleri bir diğer iddia da Kur’ân’da üç yerde geçen, “Hüküm ancak Allah’ındır” âyetidir. Onlar, Peygamberin hüküm koyamayacağını söyleyerek sünneti bütünüyle reddetmektedirler. Haricîlerin de aynı âyetleri delil kullanarak, Hz. Ali’ye (kv) karşı çıktıklarını ifâde ettikten sonra, bu iddianın doğruluk derecesini araştıralım.
Dinimize göre bir şeyi helâl veya haram kılma yetkisi sadece Allah’ındır. Peygamberimiz de dâhil hiçbir peygamber ve hiç bir insanın helâl kılma, haram kılma; helâli haram, haramı helâl yapma yetkisi yoktur. Bu gerçek, birçok âyet-i kerimede açıklanmıştır. Meselâ şu âyetlerde, müşriklerin kendilerine göre bâzı şeyleri haram saymaları şiddetle reddedilmiştir: “De ki: Allah’ın kulları için yarattığı giyecekler ile hoş ve temiz rızıkları kim haram etti?” (46) “Müşrikler kendi akıllarınca, ‘Şu hayvanlar ve şu ekinler haramdır; dilediğimiz kimselerden başkası yiyemez. Bir kısım; hayvanların da sırtı yüke haram kılınmıştır’ derler. Kestikleri hayvanların üzerine de Allah’ın adını zikretmezler. Bütün bunlar Allah adına uydurdukları iftiralardır. Allah da onları uydurdukları şey sebebiyle cezalandıracaktır. Bir de, ‘Şu hayvanların karnındaki yavrular erkeklerimize helâl, kadınlarımıza haramdır’ derler…” Bir sonraki âyette de; Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği şeyleri, Allah adına iftira ederek haram sayanların kesin olarak ziyanda oldukları bildirilmiştir. (47)
“De ki: Allah’ın size indirdiği rızkın bir kısmını haram, bir kısmını helâl mi kıldınız?” Peygamberimiz de bir hadislerinde, kendisinin helâli haram, haramı helâl kılma yetkisine sahip olmadığını bildirmiştir. (48) Bununla beraber, peygamberler ve Peygamberimiz Allah’ın emri ile bâzı şeyleri helâl kılmışlar, bâzı şeyleri de haram kılmışlardır. Bu gerçek, bir âyette şöyle buyurulur: “O Peygamber, kendilerini iyiliğe sevk edip kötülükten sakındırır; temiz ve güzel nimetleri onlara helâl, habis olanları ise haram kılar.” (49)
Burada Peygamberimizin helâl veya haram kılması, kendiliğinden değil, Allah’ın emrine dayanaraktır. Peygamberimiz de (s.a.v.) Allah’ın emri istikametinde kendisinin de helâl ve haram kılabileceğini şöyle bildirmiştir: “Bana Kur’ân ve bir o kadarı [sünnet] daha verildi. Yakında karnı tok, koltuğuna yaslanmış birisi, ‘Size Kur’ân yeter; onda neyi helâl bulursanız onu helâl kabul ediniz. Onda neyi haram bulursanız, onu da haram biliniz’ diyecek. Şunu iyi bilin ki, Allah Resulünün haram kıldığı da Allah’ın haram kıldığı gibidir.” (50)
Bunun içindir ki, Kur’ân’da haram kılınmadığı halde, Peygamberimiz tarafından haram kılınan pek çok husus vardır. Meselâ bunlardan birisi, bir kadının üzerine hala ve teyzesinin nikâh edilemeyeceğidir. (51)
Evet, “Hüküm Allah’ındır” demek, Allah’ın emri ve vahyi ile peygamberlerin ve Peygamberimizin (s.a.v.) hüküm koymasına engel değildir. Ve Rasulullah(sav) Allah’ın emri üzerine, Kur’ân’da yer almayan birçok konunun helâl veya haram olduğunu bildirmiştir. Bu iddiaya sığınanlar şu hadisi de görüşlerine delil olarak zikrederler: “Bâzılarına ne oluyor ki, Allah’ın Kitabında bulunmayan bir takım şartlar koşuyorlar? Her kim Allah’ın Kitabında bulunmayan bir şeyi şart koşarsa, o şart geçersizdir. Yüz defa şart kılınmış olsa da bu böyledir. Allah’ın şartı daha doğru ve daha sağlamdır.” (52) Bu hadisi sünnetin inkarına delil olarak kullanmak, her şeyden önce sünneti inkar edenlerin içine düştüğü bir tezattır. Çünkü bir yandan sünneti toptan reddedilip, diğer yandan delil olarak kullanmak çifte standarttır.
Diğer taraftan, hadisi, Rasulullah’ın Kur’ân’da mevcut hükümlerin dışına çıkmadığı şeklinde anlamak doğru değildir. Hadis, Allah’ın Kitabında bulunmayan şartları değil, Allah’ın kitabına zıt olan şartları geçersiz kılar. Çünkü muameleler esnasında koşulacak her şartın, Kur’ân’da yer aldığını iddia etmek mümkün değildir. Ancak bir şart Kur’ân’ın esaslarına zıtsa, o şart geçersizdir.
Nitekim Peygamberimizin bu sözü söylemesinin sebebi Kur’ân’ın bir hükmünün çiğnenmesi değil, kendi koyduğu bir hükmün çiğnenmesidir. Peygamberimiz, Allah’ın vahyi ile Kur’ân’ın dışında koyduğu hükümleri de, “Allah’ın Kitabında” ifadesiyle tâbir etmiştir. Çünkü “Allah ve Resulüne itaat edin” (53) gibi âyetlerle kendisine bu yetkiyi veren de Kur’ân’dır
2- Hadîslerin Hz. Peygamber tarafından yasaklandığına dair rivayetler
Kur’an İslamcıları, “Rasulullah hadislerin yazılmasını yasaklamış ve: “Benden bir şey yazmayın kim benden Kur’an’dan başka bir şey yazdıysa onu imha etsin” buyurmuştur.(54) Bu da hadislerin önemli olmadıklarını ve dini hükümler olamayacaklarını gösterir” demektedirler.
Hadise soğuk bakan bu gibi kimselerin ileri sürdükleri bu hadis de kendileri için delil değildir. Çünkü hadislerin yazılmasını yasaklayan bu hadis-i şerif, İslâm’ın İlk dönemlerinde Kur’anla hadisleri aynı malzemeler üzerinde yazarak onları birbirine karıştırabilen vahiy kâtipleri hakkında varid olmuştur. Böyle olmayan insanlar İçin hadislerin yazılmasının yasaklandığı vaki değildir. Aksine yazmalarına ruhsat verilmiş, hatta emredildiği de olmuştur. Bunlara örnek olarak Hadîslerin yazılmasına ruhsat veren, yazıldığını gösteren rivâyetlere gelince, bunlar daha çoktur. Bunlardan biri, yazdığı hadîsler, kitap halinde sonraki nesillere intikal eden Abdullah İbnu Amr (radıyallahu anh)’a aittir. Der ki:
“Ben Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’den işittiğim şeyleri ezberlemek arzusuyla yazıyordum. Kureyş beni menederek: “Sen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’tan her duyduğunu yazıyorsun, hâlbuki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir insandır, öfke ve rıza, her iki hâlde de konuşur” dediler. Bunun üzerine yazmaktan vazgeçtim. Ancak durumu da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e arz ettim. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) parmağıyla mübârek ağızlarına işâret buyurarak: “Yaz, dedi. Nefsimi elinde tutan Allah’a kasem ederim, buradan haktan başka bir şey çıkmaz”.(55)
Ebu Hureyre(r.a.) diyor ki: ” Rasulullah(s.a.v)’ın sahabelerinden hiçbir kimse, benden daha fazla hadis rivayet etmiş değildir. Ancak Abdullah bin Amr hariçtir. Çünkü o hadisleri yazıyordu. Ben ise, yazmıyordum.”(56)
Rasulullah(s.a.v), Mekke’nin fethinden sonra bir hutbe okudu. Hutbesinde Mek¬ke’nin kutsallığını anlattı. Bu hutbeyi dinleyen Yemen halkından Ebu Şah İsimli bir zat ayağa kalktı ve dedi ki: “Ey Allah’ın Rasulü! Bu söylediklerini bana yazılı olarak verir misin?. Resulullah da buyurdu ki: Bunu Ebu Şah’a yazın”(57)
Yine Resulullah, ezberlediği hadisleri unutmasından şikâyetçi olan bir zata eliyle yazıyı göstererek buyurmuştur ki: “Sağ elinle yardımlaş”(58)
Görüldüğü gibi Rasulullah(s.a.v), zaman zaman hadislerin yazılmasını emretmiştir. Bu da sünnetin delil olduğunu gösterir. Aksi takdirde delil olmayacak şeylerin yazılmasını emretmesi anlamsız olurdu ki, bu da Resulullah’a layık olmayan bir husustur.
Abdullah İbnu Amr, (radıyallahu anh)’ın sistemli şekilde hadîs yazdığını te’yid eden bir rivâyet Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)’ye aittir ve üstelik Buhâri’de kaydedilmiş bulunmaktadır. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) şöyle buyurur: “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’den çok hadîs (bilmede) Abdullah İbnu Amr hâriç, bana yetişen yoktur. O, beni geçer, zira o yazardı, ben ise yazmazdım”.
Hadîslerin yazılması hususunda ruhsat ifade eden rivâyetler bundan ibâret değildir. Hepsi de hadîsten ibâret olan -uzunluğu birkaç satırdan bir kaç sayfaya ulaşan- ve sayısı 300’ü bulan pek çok “mektupların (yani yazılı vesika)” varlığı (59)Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in, hadîslerin yazılması hususundaki ruhsatına yeterli delillerdir. Sadece mektuplar değerlendirilse bile Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in Kur’ân’dan başka bir şeyin yazılmasına sistematik, ısrarlı bir muhalefette bulunmadığı, tam tersine, medenî hayatta yazının geniş çapta kullanılmasına büyük ehemmiyet verdiği anlaşılır.
3-Sünneti Korumanın Allah Tarafından Üstlenilmemiş Olduğu İddiası:
Sünneti toptan inkar eden Kur’an İslamcıları şöyle bir akıl yürütüyorlar: “Yüce Allah, Zikr’i Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biziz’ (60)buyuruyor. Burada Allah’ın, sadece Kur’ân’ı korunma altına aldığı anlaşılıyor. Eğer sünnet de Kur’ân gibi delil olsaydı, Allah Teâlâ onun korunmasını da üzerine alırdı.”
Her şeyden önce bâzı müfessirler, “Kur’ân” diye mânâlandırılan “ez-Zikr” kelimesini Kur’ân ve sünnet olarak yorumlamışlardır. Buna göre böyle bir iddia kendiliğinden düşmüş olur.
Bu âyetteki garantinin Rasulullah (s.a.v)’ın ağzından çıkan şeyler için de garanti olduğunu söyleyen İbni Hazm, (61) başka bir yerde de, zikir kelimesiyle sadece Kur’ân’ın kast edildiğini söyleyenlerin hiçbir delilinin olmadığını, bu kelimeden vahyin kast edildiğini, vahyin ise hem Kur’ân’ı, hem de sünneti içine aldığını söyler. Ona göre, sünnet Kur’ân’ı açıklar. Meselâ Kur’ân, sadece namazın farz olduğunu bildirir. Namazın nasıl kılınacağı ve rükünleri sünnette bildirilmiştir. Sünnetin korunmamış olduğunu düşünürsek namazla ilgili ne kalır? (62)
Dinin tamamının vahiy olduğunu söyleyen İbn’ul Kayyım el-Cevziyye de “zikr” kelimesinin sünneti de içine aldığı görüşünü benimser. (63)
“Ez-Zikr” Kur’ân olarak yorumlandığında da, iddia geçersizdir. Çünkü âyette, “Biz sadece Kur’ân’ı koruyacağız” denilmemiştir ki, Kur’ân dışındakilerin, meselâ sünnetin Allah’ın koruması altında olmadığı neticesi çıksın.
Diğer taraftan, sahih sünnet de Kur’ân’nın içindedir. Yüce Allah, Kur’ân’da Resulüne itaati, onun hükümlerine boyun eğmeyi emrettiğine, onu her bakımdan örnek olarak gösterdiğine göre ve o Yüce Resulün söz ve fiilleri yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi, Kur’ân’ın açıklaması olduğuna göre, Allah, sünneti korumayı da üzerine almış demektir.
Nitekim bu va’dini de gerçekleştirmiştir. Peygamberimizin söz, fiil ve görüp de ses çıkarmadığı şeyler, tarihte hiçbir beşere nasip olmayacak bir şekilde ve büyük bir titizlikle bize kadar ulaşmıştır.
Bu bir koruma değilse nedir? Evet, Yüce Rabbimiz Kur’ân’ı insanlar aracılığıyla koruduğu gibi, sünneti de başta Sahabîler olmak üzere, Tabiîn, Tebe-i Tabiînin ve asırlarca yetişen sayısız âlimler vasıtasıyla, diğer bir ifâdeyle; Kur’ân’ı koruma vazifesi yüklediği insanlar kanalıyla, büyük bir hassasiyetle korumuştur.
Diğer bir husus, âyetin önü ve sonu incelendiğinde; burada konunun “sünnet”e yer vermeye müsait olmadığı görülür. Çünkü ayet, Kur’ân’ın gerçekliliği tartışmasıyla ilgili olarak inmiştir. Öyle ise sünneti bu iddia ile reddeden ‘demegog’ların dayandıkları bu asıl da çürüktür.
4-Resulullah’ın Sadece Kelamı Nakleden Olduğu İddiası
Sünneti inkar edenlerin bir başka iddiası da Hz. Muhammed’in (s.a.v.) sadece bir nâkil-i kelâm, diğer bir ifâdeyle bir “postacı” olduğu, vazifesinin, sadece Kur’ân’ı tebliğden ibaret bulunduğudur. Buna ilişkin olarak da Kur’ân-ı Kerim’den “Bilin ki, Rasûlümüzün üzerine düşen açıkça tebliğden başka bir şey değildir.”(Maide 92) ve benzeri ayetleri delil göstermektedirler.
Kur’an İslamcılarının görmezlikten geldiği bir ayetle bu şüpheye cevap verelim: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere itaat edin. Sizden olan idarecilere de. Eğer aranızda herhangi bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah’a ve Peygamberine götürün. Eğer Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız (bunu böyle yapın) Bu daha hayırlıdır. Netice olarak daha güzeldir.”(64)
Görüldüğü gibi âyetin başında “Allah’a itaat edin. Peygambere itaat edin” buyrularak “itaat edin” emri iki defa zikredilmiştir. Aslında Allah’a itaat peygambere itaat demektir. Buna rağmen İtaat emrinin iki kez zikredilmesi, “Kur’an’da zikredilmeyip sadece sünnette zikredilen hükümlere uymak gerekmez” şeklindeki vehim ve kuruntuları bertaraf etmek ve Resulullah’ın hiçbir kimse için sabit olmayan müstakil ve özel bir İtaat edilme hakkına sahip olduğunu beyan etmek içindir. Bu nedenledir ki müslümanlardan olan idarecilere itaat etme emri tekrarlanmamıştır. Çünkü onların Allah’a ve Peygambere itaat dışında ayrı bir itaat edilme hakları yoktur. Kur’an gibi veciz bir kitapta itaat emrinin tekrarı, gözden kaçırılmamalıdır.
Yine âyet-i kerimenin devamında: “Eğer aranızda herhangi bir şey hak¬kında anlaşmazlığa düşerseniz onun hükmünü Allah’a ve Peygamberine götürün” buyurulmaktadır.
Elbetteki anlaşmazlık konusu olan meseleyi Allah’a götürmekten maksad, Allah Teala’nın kitabı olan Kur’an’a başvurmaktır. Akıl sahibi hiç bir kimse, “Bundan maksat meseleyi bizzat Allah’ın kendisine götürmektir” diye bir İddiada bulunamaz. Meselenin hükmünü Resulullah’a götürmekten maksat ise, Resulullah hayatta iken bizzat kendisine götürmek, vefatından sonra da sünnetine başvurmaktır.
Resulullah’ın vefatından sonra “sünnetinin hakemliğini kabullenmemek” âyetin geniş kapsamlı manasını delilsiz olarak daraltmaktır, ilmi olmayan ve İslâm’ın ruhuna ters düşen bir davranıştır. Çünkü bu iddiaya göre, Kur’an’ın bu emri, sadece Resulullah’ın yirmi üç yıllık peygamberliği dönemi için geçerli olur ki, bu da “Kur’an’ın hükümlerinde esas olan kıyamete kadar baki olmasıdır” esasına ters düşmekte ve Resulullah’ın Kur’an’ı uygulama pratiği olan sünnet hazinesini hiçe saymaktır. Böylece âyetin cümle ve kelimelerinden sünnetin şer’î bir delil olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Yeter ki onu düşünüp anlayacak akıllar bulunsun.
Başka bir âyette: “Ey Muhammed! De ki: “Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse Peygamber sadece kendisine yüklenilen yükümlülükten sorumludur. Sizler de size yüklenilen yükümlülükten sorumlusunuz. Eğer Peygambere itaat ederseniz, hidâyete kavuşmuş olursunuz. Peygambere düşen, ancak tebliğ etmektir”(65) buyurulmaktadır. Görüldüğü gibi bu âyette de peygambere İtaat ayrı bir emir olarak zikredilmiş ki, Peygamberin de özel bir itaat hakkı bulunduğu vurgulansın. Ayrıca Peygambere itaatin hidâyete eriştireceği zikredilmiş ve böylece Rasulullah(sav)’ın zatının ve sünnetinin mü’minlerin rehberi olduğu beyan edilmiştir.
Bu âyette dikkati çeken diğer bir husus da şudur: “Peygambere itaatin insanları hidâyete ulaştıracağı” vadiyle “peygambere düşen ancak tebliğ etmektir” fermanının yan yana zikredilmesidir. Bu da göstermektedir ki, “Peygambere düşen ancak tebliğ etmektir” ifadesinden maksad: ” Peygamber, sapanların ve isyankârların yaptıklarından sorumlu değildir” demektir. Yoksa bundan maksad “Peygamber ancak Allah’ın emirlerini tebliğ eden bir postacı niteliğindedir. Onun sünnetinin şer’î hiçbir değeri yoktur” demek değildir. Eğer böyle olsaydı Allah’a itaatin emredilmesi yeterli olurdu. Ayrıca Resulullah’a itaat etme emri yersiz ve anlamsız bir uzatma sayılır ve Resulullah’a itaatin hidâyete ulaştıracağı vadi gerçek dışı bir vaad olurdu. Haşa Allah Teala böyle bîr vâdden münezzehtir.
Diğer bir âyette “Allah ve Rasulü, bir şey hakkında hüküm verdiği zaman herhangi bir mümin erkeğin ve mümin bir kadının kendi işlerinde başka hükmü seçme hakları yoktur. Kim Allah’a ve Rasulü’ne isyan ederse, şüphesiz ki o açıkça sapmıştır”(66) buyurulmaktadır. Bu âyetteki: “Allah’ın verdiği hükümden” maksat O’nun bize gönderdiği Kur’an’daki hükümlerdir. “Resulullah’ın verdiği hükümlerden maksat ise, “Hayatta iken hakemlik yapıp verdiği hükümler ve beyan ettiği emir ve yasaklardır.”
“Rasulullah(sav)’ın bu hükümlerine sadece o hayatta iken uymak gereklidir. Vefatından sonra onun hükümleri bizi bağlamaz” diyebilir miyiz? Bunu söylemekle delilsiz bir iddiada bulunmuş olmaz mıyız? Böyle bir iddia ne derece doğru olur? Bugün Rasulullah(sav)’ın sünnetini kabul etmeyen bir insan onun hangi hükmünü kabullenmiş olur?
Allah Teala(c.c) birçok âyetinde, kendisiyle birlikte Peygamberine itaat edenleri övmekte onların mertebelerinin yüksek olacağını ve kurtuluşa ereceklerini belirtmektedir. “Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse, İşte onlar Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salih kimselerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştırlar”(67)]
Şayet Rasulullah’a itaatin bir anlamı olmasaydı, onu Allah’a itaatle birlikte zikretmenin manası ne olurdu? Rasulullah(sav)’a itaat, sünnetini almamızı gerekli kılmaz mı? Rasulullah(sav)’ın sünnetini reddederek ona itaati hiçe sayanlar, bu âyetler karşısında ne cevap vereceklerdir?
Yine şu âyetlerde: “Kim Allah’a ve Rasulüne itaat eder, Allah’tan korkar ve O’ndan çekinecek olursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir.” (68) “Aralarında Peygamberin hükmetmesi için Allah’a ve Rasulüne davet edildikleri zaman müminlerin sözü ancak “işittik ve itaat ettik” olur. İşte bunlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir.”(69)
“Allah’a ve Peygambere İtaat edin ki merhamet olunasınız”(70) buyurulmaktadır.
Âyetlerde Allah’tan korkmanın; Allah’a ve Rasulü’ne itaatle olacağı, müminlerin Allah’ın ve Rasulü’nün hükmüne çağırılmaları halinde “işittik ve itaat ettik” diyecekleri belirtiliyor. “Ben sadece Kur’an’a İtaat ederim, hadisler beni bağlamaz” diyenler, takvaya nasıl erişebilirler ve mümin olma sıfatını nasıl muhafaza edebilirler?
Allah Teala diğer bir çok âyet-i kerime’de de kendisiyle birlikte Peygambere itaat etmeyenleri kınamakta ve onları küfürle vasıflandırmaktadır:”Ey iman edenler! Allah’a ve Rasulü’ne itaat edin. Davetini işittiğiniz halde peygamberden yüz çevirmeyin.”(71) “De ki Allah’a ve Peygambere itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez.”(72)
Peygamberin sünnetini reddedenler bu âyeti çok iyi düşünmeli ve felsefi cedellerden vazgeçmelidirler.
“Ey iman edenler! Allah’ın Rasulü sizi kendinize hayat verecek şeyle¬re davet ettiği zaman Allah’ın ve Rasulünün davetini kabul edin. Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer ve O’nun huzurunda toplanacaksınız. “(73)
Netice, Resûlullah (s.a.v.) sadece bir “nakilci” diğer bir ifâdeyle “postacı” değildir. Zaten bir peygamberin tebliğ ettiği hükümleri sadece nakletmekle yetinmesini, onu öğretme ve açıklama görevinin olmamasını düşünmek, mümkün değildir. Onlar tebliğ ettikleri hükümleri öğretmişler, açıklamışlar, uygulamışlar, uygulamaları da kontrol etmişlerdir.
KUR’AN İSLAMI SÖYLEMİNİN GENEL DEĞERLENDİRMESİ
Yukarıdan beri söylediklerimizin, Sünnet’in bağlayıcı bir din kaynağı olduğu konusundaki şüpheleri ortadan kaldırmaya yeteceğini umarak Kuran İslamı söylemi hakkında genel bir değerlendirme yapacak olursak:
1- Hz. Peygamber’in sünnetinin bir tarafa bırakılıp ,salt Kur’ân metnine dayalı bir İslâm anlayışı oluşturma düşüncesi ve bunun “Kur’ân İslâm’ı” gibi birtakım söylemlerle dile getirilmesi hiçbir anlam ifade etmemektedir.Bu proje Müslümanlara ait bir proje olmayıp, İslam düşmanlarının ve bid’atçilerin ortak bir projesidir. Çünkü bu anlayış Hz. Peygamber’i yalnız bir postacı gibi Kur’ân’ı insanlara tebliğ eden ve Kur’ân lafızları doğrultusunda amel eden bizim gibi bir insan konumuna düşürmektedir. Böylesi bir düşünce Allah’ın kendisine yüksek otorite verdiği Peygamber’i ve onun yaşam tarzını gözardı etmektir ki, zaten Kur’ân’ın temel prensibine aykırıdır
2-Kur’ân İslâmcıları söylemlerini delillendirirken aynı zamanda hadîslere/rivayetlere de başvurmaktadırlar. Halbuki bu düşünceye sahip olanlar, hadîsleri veya rivayetleri” mişnalar!”(74) olarak değerlendirmekteler, onları bu dinin “müşrik din adamları (!)”,dedikleri İslâm alimleri tarafından uydurulduklarını dile getirmektedirler. Ne var ki, her defasında hadîslerin Hz. Peygamber tarafından yasaklandığına dair rivayet onlar için bulunmaz bir delil olabilmekte ve hatta rivayet tekniği açısından son derece zayıf olan başka rivayetler de kullanılabilmektedir. Böylesi bir tavır ise bu söylemin ve iddiaların kendi içerisindeki tutarsızlıklarını göstermektedir.
3-Kur’an İslamı söylemi, sonuçta bu söylemi savunanları İslam’ı anlamada ve yorumlamada keyfiliğe sevk etmektedir. Rasulullâh Efendimizin Sünneti seniyyesine ve Müctehid alimlerin görüşlerine dayanmadan,heva ve heveslerine göre fikirler serdetmeleri onların acayip sonuçlar çıkarmalarına yol açmaktadır. Mesela; Kur’ân’ın 19 rakamı sistemi üzerine kurulduğu iddiası(75) ve Muddessir Suresi 26-30. âyetlerde geçen “Sekar” kelimesinin bilgisayar (!) şeklinde açıklanması(76) gibi.
4-Kur’an İslamcıları hadislerin büyük oranda uydurulmuş olduğu anlayışına dayalı olarak hadisler vasıtasıyla haberdar olduğumuz kıyamet alametleri,Hz. İsa (as)’nın Kıyametten önce inişi, Mehdi (a.s) ve Deccal, kabir azabı, Sırat, Mizan, Hz. Peygamber (s.a.v)’in kevnî mucizeleri… gibi gaybî hadiseleri inkar etmekte ve hayatın muhtelif cephelerini düzenleyici nitelikteki dinî hükümleri – günümüz anlayışı ve yükselen değerleriyle bağdaşmadıkları gerekçesiyle Kur’an dışı görmektedirler. Örneğin;Pek çok Kuran İslamcısı İslamın temel şiarlarından biri olan tesettür emrini hafife almakta ve İslamın ceza hukuku ile ilgili bir çok hükmünü Kuranî(!) ve insanî(!) bulmamaktadırlar.(77)
5-Yine bazı Kuran İslamcılarının,iddialarını ispatlayabilmek için İslam düşmanı müsteşriklerin bile ileri sür(e)mediği hakikat dışı fikirleri ortaya attıkları görülmektedir.Buna; Fereç Hüdür adlı nevzuhur bir Kuran İslamcısının, meşhur sahabi Ebu Hureyre(r.a)’nin hayal ürünü bir şahsiyet olduğunu ve böyle bir sahabinin yaşamadığını iddia etmesini (78)örnek verebiliriz.
6- Kuran İslamcıları canlarını bu din uğruna feda eden müctehid imamlara tabi olan Müslümanları atalar dinine tabi olmakla (!)ve müşriklikle(!) suçlarken,kendileri ise müsteşrik hayranı ve Allah’ın dinini az bir menfaat karşılığında satan bel’am kılıklı kravatlı kare kafalı prof’lara tabi olmaktadırlar. (79)
Bütün bu tartışmaların ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sünneti’nin bağlayıcı olup olmadığı münakaşalarının ötesinde biz, Sünnet-i Seniyye’yi kurtuluşumuz için bir sığınak, bir melce olarak görüyoruz. Çünkü eğer bu gelip geçici dünya hayatında bize düşen, Allah Teala’nın muradına uygun yaşamak ve O’nun rızasına ulaşmak ise, bunun yolunu iki cihanın Efendisi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) en güzel şekilde yaşayarak göstermiş ve öğretmiştir.
Her türlü akademik ve metodolojik tartışmanın ötesinde şu gerçeği inkâr edecek birisi bulunacağını düşünemiyoruz: Kur’an’ı en doğru şekilde anlayan ve en ideal biçimde hayata aksettiren insan Hz. Peygamber (s.a.v)’dir. Şu halde O’nun Kur’an’ı anlama ve yaşama biçimi konusunda bize kadar intikal etmiş olan haberlere müstesna bir hassasiyet ve titizlik göstermemiz gerekir. Elimizdeki bu Hadis külliyatı, başka hiçbir sebep olmasa bile sırf bu sebeple böyle bir itina ve dikkati hak etmektedir.
Bize kadar intikal etmiş olması bile başlı başına bir mucize olan Hadis külliyatının içinde yer alan ve ulema tarafından sahih addedilmiş olanları, “ya gerçekten sahih ise ve Efendimiz öyle buyurmuş, öyle davranmışsa?!” tarzındaki bir endişe ile, Nebevî emanete varis olmanın kıvanç ve sorumluluğu ile hareket etmeli değil miyiz?
Öyleyse hepimizin, Hadisler hakkında konuşurken Allah Teala’dan korkması ve Efendimiz (s.a.v)’den gelecek en küçük bir azarlamayı, sitemi ve daha da kötüsü O’nun şefaatinden mahrum bırakılmayı hesaba katması gerekir diye düşünüyoruz.
Amellerimizin başı ve sonu, alemlerin Rabbi olan Allahu Teala’ya hamdetmektir.
**************************************************
DİPNOTLAR
1-Bk. Mehmet Görmez, ‘Kur’ân İslâm’ı ve Kitâbü’s-sünne”, (Musa Carullah’ın Kitâbü’s-sünne isimli eserine yazdığı giriş, s. II). Ankara Okulu Yay. 1998
2-Mustafa Ertürk’ün,” İslam’ın Anlaşılmasında Sünnetin Yeri ve Değeri “adlı sempozyumda sunduğu “ Kuran İslâmı Söyleminin İlmi Değeri “adlı makalesi , s. 214, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2003
Kur’an İslamcılarının özellikle kadınlarla ilgili görüşleri çok manidardır. Kur’ânî(!) fikirlerinden birini nakledelim:Kur’an İslâmını savunduğunu iddia eden bir sitede aynen şu ifadeler geçmekte:”Oysa kadınların kapanmasıyla ilgili dinin tek kaynağı olan Kuran’da açıklananlar bu iki ayetle( Nur 31 ve Ahzab 59) sınırlıdır. Yani kadınların başını örtmesi, peçe giymesi ve diğer anlatılan sınırlar Kuran’ın değil geleneklerin ve şahsi görüşlerin dine sokulmasının sonucudur.” http://www.kurandakidin.net/bolumler/22basortusu.htm
4-İmam Hattabî şu açıklamayı sunar: Resûlullah (aleyhisselâtu vesselâm) “koltuğuna kurulmuş karnı tok…” sözüyle refah ve keyf ehlini kastedmiştir. Bunlar evlerine kapanmış, ilim taleb etme zahmetine katlanmayan kimselerdir. İlim alınacak şahıslara ve yerlere başvurmayı gereksiz görürler, oralara uğramazlar. Günümüzün tabiriyle cehaletin ördüğü fildişi kulelerinde oturdukları yerden ahkâm keserler. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/359-364.
5 Ebu Davud, Sunne, 5; Tirmizi, İlm, 10; ibn Mace, Mukaddime, 2; Beyhaki; Es-Sunenul Kubrâ, VII/76; IX/331-2.
6 Bkz. Hakim, Mustedrek, I/109; Beyhaki, Delailu’n-Nubuvve, Beyrut-1985, I/24; Suyuti, Sünnetin İslamdaki Yeri, İst.-2000, s. 23.Umran Yayıınları
7 Hz. Peygamber’in din adına olmayan ve bazen bir takım siyasi toplumsal hedefler gözeterek yaptığı uygula-malarına olan itirazları ayrı değerlendirmek gerekmektedir. Hz. Ömer’in şartların Müslümanların lehine olmadığını düşünerek Hudeybiye’de itiraz etmesi gibi. Bkz. İbn Sa’d, Tabakât, II/101. Haricilik hareketinin dayandığı kimse olarak iddia edilen Abdullah bin Zilhuveysira’nın ganimet taksiminde payına razı olmayarak Rasulullah’a ‘adaletli davran’ demesi, buna sinirlenen Hz. Ömer’in boynunu vurmak istemesi üzerine Hz. Peygamber’in ileride çıkacak Haricileri tarif etmesi, onların okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkacaklarını söylemesi için. Bkz. Buhari, İstitâbetu’I-Murteddin, 7; Şehristani, el-Milel ve’n-Nihal, Beyrut-1992, I/107-8.
8- Geniş bilgi için. Çağatay, Neşet; Çubukçu, İbrahim Agah, İslam Mezhepleri Tarihi, Ankara-1985.
9- Müslim, Sahih, Mukaddime, I, 14.
10- Dârimî, Mukaddime,
11-Tevbe Sûresi, 97. Rivayet için bkz. Emîn, Ahmed, Fecru’l-lslam, Beyrut-1975, s. 82.
Bu örneği ve aşağıda serdedilecek örnekleri Enbiya YILDIRIM’ın “İslam’ın Anlaşılmasında Sünnetin Yeri ve Değeri “adlı sempozyumda sunduğu “Sünnet ve Rivayet karşıtı Söylemlerin Tarihi” adlı makaleden iktibas ettik, s. 155-163, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Annkara 2003
12 Hacc/22, 29.
13 Ebû Dâvûd, Zekât, 9; Cihâd, 63.
14- Haşr/59, 7.
15 Bkz. Abdurrezzâk, Musannef, XI/255; Hâkim, Mustedrek, 1/109-10; ibn Abdilber, Cami’, 11/191; et-Temhîd li mâ fi’l-Muvattai mine’l-Meâni ve’l-Esânid, Fas-1990, 1/151; Beyhakî, Delâil, I/25-6; Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 1/173; Suyûtî, Sünnet, 24-5, 55.
Hayanın hayır olması hadisiyle ilgili olarak da İmrân(ra)’ın başından benzer bir olay geçmiştir. Bkz. Buhârî, Edeb, 77; Ahmed b. Hanbel, Musned, İV/445. Bir rivayette de Hz.İmrân’ın “Kur’ân nazil olmuş, Rasûlullah da sünnetlerini ortaya koymuştur. Sizler de bize uyun. Vallahi böyle yapmazsanız sapıtırsınız” dediği geçmektedir. Ahmed b. Hanbel, Musned, İV/445.
Bu rivayetler Hz. İmrân’ın benzer olaylarla karşılaştığını veya bazı hadislerin red dedilmesi üzerine insanları ikaz ettiğini göstermektedir,Hz. İmrân’ın Mutezile’nin merkezi Basra’da bulunması nedeniyle benzer olayları yaşamış olması muhtemel gözükmektedir
16- Beyhaki, Delailü’n Nübüvve, 1:25; Abdurrezzak, el-Musannef, 11:255; Bağdadi, el-Kifaye. S.12
17-Haşr/59,7
18. Buhâri, büyü: 25, Tâlak: 51; Müslim, Libas: 119; Ebû Davud, Teraccül: 5
19-Hicr/15 95, Rivayet için bkz. Dârimî, Mukaddime, 40; Suyûtî, Sünnet, s. 92.
20-Hâkim, Mustedrek, I/77; Suyûtî, Sünnet, s. 81.
21-Abdurrezzâk, Musannef, 11/517-8; Hâkim, Mustedrek, I/258.
22- İbn Abdilber, Cami; 11/191. Suyûtî, a.g.e., s. 57.
23- Dârimî, Mukaddime, 49; Suyûtî, a.g.e., s. 93
24- Hâkim, Kitâbu Ma’rifeti Ulûmi’l-Hadis, Medine-1977, s. 65. Suyûtî, a.g.e., s. 56.
25- Kâsımî, Muhammed Cemâluddîn, Kavâidu’t-Tahdîs, Beyrut-1987, s. 307.
26- Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafîî, s. 211
*-Tarihte ortaya çıkan vak’alar, Sünnet’i reddetme, düşüncesinin dinî hasbilikten çıkmadığını göstermektedir. İlk fikir babalarını yabancı ve bilhassa yahudi menşe’lilerin teşkil ettiği şia hareketleri, hep hadîse karşı çıkmıştır. Çünkü mütevâtir olması sebebiyle Kur’ân’a dil uzatmak, O’nu gözden düşürmek mümkün değildir. İslâm’ı yıkabilmek için Kur’ân-ı Kerîm’in yorumunu istenen şekle dökme yolu kalmaktadır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın sünneti ve bu sünnetin vazettiği Kur’ân’ı anlama ve yorumlama metodu mü’minler arasında muteber kaldıkça bu yol da kapalıdır. Öyle ise, ne yapıp yapıp Sünnet’i aradan çıkarmalıdır. Mûtezile öyle yapmıştır. İlk mutezilîler “mütevatir hadîsten başkasını tanımayız” demiş, ancak hadîsin mütevatir sayılması için ravilerden birinin cennetlik olması şartını koymuştur. Burada cennetlikten maksad Aşere-i mübeşşere’den birisi değil, kendi görüşlerinde olanlardan biridir. Hemen belirtelim ki, prensipte hadîs kabul etmeyen bunlar, yeri geldikçe -ve bilhassa muahhar olanlar- kendi görüşlerini te’yîd eden hadîs uydurmaktan da çekinmemişlerdir. Şu halde, hadîs düşmanlığı, ilmîlik, hasbîlik, Kur’ân sevgisi gibi dinî gayretten gelmiyor, sapık fikirlerine sünnette delil bulamamaktan ileri gelmektedir.
27- Geniş bilgi için bkz. Daudi, Zaferullah, Pakistan ve Hindistan’da Hadîs Çalışmaları, İnsan Yayınları, İs-tanbul 1995.
28- Daudî, a.g.e., s. 275-6.
29-Geniş bilgi için bak:Aziz Ahmed, Hindistan ve Pakistan’da Modernizm ve İslam, s.41-72, İstanbul-1990, Yöneliş Yay.,ayrıca Abdülhamit Birışık, Hint Düşünce ve Tefsir Ekolleri, s. 326, İst-2001
30- Bkz. Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, Ankara-1983, s. 319. Keza o fiten hadislerine çok az güvenirdi. Bkz. Juynboll,Modern Mısır’da Hadis Tartışmaları, s. 28.
Cemaleddin Efganî, İran’ın Esedâbâd şehrinde doğdu. Necef medreselerinde tahsil gördü. Pek çok dil bilirdi. Son derece hareketli bir yapısı vardı. Daha sonra siyasî işlere bulaşmış, Mısır hükümeti kendisini sürgün etmiş, o da Paris’e giderek, orada Mısırlı ögrencisi Muhammed Abduh ile birlikte “el-Urvetü’l-Vüskâ” adlı bir gazete çıkarmıştır. Bilahare İstanbul’a davet edilmiş, burada yaptığı bir konuşmadan dolayı devrin âlimleri tarafından tenkid edilmiş ve İstanbul’dan kovulmuştur. Efganî, masonluğa intisab etmiştir. Hatta İngiliz belgelerine göre bir ilâha inanmayı şart koşan İskoç Mason Locası’na üye iken, buradan Allahsızlık ithamıyla kovulmuş, o da Allahsızlığın makbul sayıldığı Fransız Grand Orient Locası’na reis olmuştur.( Alaaddin Yalçınkaya, Cemaleddin Efgani, İstanbul 1991, Osmanlı Yayınları, s. 131–132; Muhammed Reşad, Cemaleddin Efgani Hakkında Makaleler, İstanbul 1416/1996, s.21) Taraftarlarınca Efgani’nin masonluğu, davası uğruna yaptığı -ne davasıysa- bir iş olarak yorumlanmışsa da konunun ehlince yapılan tenkidlerle bunun bir safsata olduğu anlaşılmıştır.
31- Aslen Bağdatlı olan Reşid Rıza, Trablus ve Şam’da okumuştur. Abduh’un talebesidir. O da üstadı gibi mucizeleri inkâr etmiş, hadislerle ve icmâ ile hükmü kesinleşmiş pek çok meseleyi reddetmiştir.( Reşid Rıza’nın bozuk görüş ve fikirlerinin isabetli bir tenkidi için bkz. Hasib es-Samarrai, Dinî Modernizmin Üç Şövalyesi, (Trc. Ali Nar-Sezai Özel), İstanbul 1419/1998, Bedir Yayınları, s. 149-264
32- Mecelletü’l-Menâr, IX/VII, Mısır 1906, s. 515-524. Bu makalede zikredilen iddialara genel çerçevesiyle tenkitler yapılmıştır. Mesela bk. Mustafa es-Sibâî, es-Sünnetü ve mekânetühâ fi’t-teşrî’i’l-islâmf, Beyrut 1985, s. 153-165
33- Enbiya YILDIRIM a.g.m , s.183
34- Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğinin isteği üzerine; Prof. Dr.Hüseyin Atay, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Prof. Dr. Beyza Bilgin, Prof. Dr. Rami Ayas, Dr. Arif Güneş ve Dr. Hasan Elik isimli öğretim üyeleri, “İslam Gerçeği” ismini verdikleri bir eser hazırlamışlardır.Bu eserde, Allah(cc)’ın dinini az bir paha ile satan ilahiyatçılar şu hezeyanlarını din adına ileri sürmüşlerdir:”Laiklik, din adı altında kendi keyiflerini egemen kılmak isteyen güçlere karşı bir savunma ve nefes alma çaresi olarak keşfedilmiştir. Şura ayetlerinin laiklik bağlamında iyi kavranması gerekmektedir.” İslam Gerçeği,s.100, Ankara-1995
35-Yaşar Nuri Öztürk’ün görüşlerine yazılmış pek çok reddiye vardır.Bilhassa muhterem Ebubekir Sifil hocamızın Modern İslam düşüncesinin Tenkidi-1 (Yaşar Nuri Öztürk’ eleştirisi), Kayıhan Yayınları, İstanbul 1998. adlı eserini okuyucularımıza tavsiye ederim.
35-Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, Sh:505, Yeni Boyut Yayınları
36-Bak: Öztürk, Yaşar Nuri, Kur’ân’daki İslâm, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul 1992.
Yaşar Nuri Öztürk’ün bu görüşlerinin tenkidi için bz: Modern Fetvalar Çağdaş Hurafeler , Ebubekir Sifil, Alperen Yayınları , Ankara-2001
37-Yüksel, Edip, Sakıncalı Yazılar, İst.-Devlet Yayınları, s. 7.
1957 ‘de Molla Sadrettin Yüksel’in Oğlu olarak Bitlis’te doğdu. İstanbul Akıncılar Derneği bünyesinde Etkinlikler’de bulundu. Karışık dönemde kardeşi Metin Yüksel öldürüldü (1979).. 1 Temmuz 1986’da kutsal olduğu iddia edilen 19 sayısıyla ilgili özel vahy aldığını iddia etti. Düşünceleri nedeniyle kendini sıkışmış hissettiğini öne sürerek ülkesini terk etti, ABD’ye göçtü. Allah’ın elçisi olduğunu iddia eden Reşad Halife’nin öğrencisi oldu. 1989 yılında evlendi, http://www.19.org ve http://www.islamicreform.org sitelerini oluşturdu. Reformist görüşleri üzerine bir çok kitap yazdı. Türkiye’de çeşitli tartışma programlarına katıldı.
Temel Görüşleri: Dini Tek kaynak Kur’an’dır. Hadis ve Sünnet dinde esas alınmamalıdır. Kur’an’ı koruyan sistem 19 Mucizesi olarak savunduğu kodlamadır. Muhammed Son resul değildir. Son nebidir. Kadınlar başlarını örtmek zorunda değillerdir.Domuzun sadece eti haramdır, yağı yenilebilir. Namaz günde 5 Vakit değil, 3 Vakittir. Hacc’ı birkaç günde yapmak şart değildir, 4 ay içinde yapılabilir.
38- Yüksel, Müslüman Din Adamlarına 19 Soru, İst.-Gösterge Yayınları, s. 8, 4, 13
39-el-En’âm (6), 38.
40-en-Nahl (16), 89.
41-el-Mâide (5), 3.
42-el-En’âm (6), 57; Yûsuf (12), 40. 67.
44- Tefsiru’t-Taberi, 9:518,519.
45– Kurtubi, Câmiul Beyân 6:63-64.
46- A’raf, 32.
47- En’am, 138-139-140.
48- Müslim, Fezailu’s-Sahabe, 95-96.
49- A’raf, 157.
50- Ebu Davud, Sünen, 5.
51- Buhari, Müslim.
52-Buhari, Zekat 61, büyü’:67-73, ıtk:10, Mekatib: 2-5, Hibe:7: Müslim, ıtk,5;Tirmizi, Büyü’: 33: İbn-i Mace, ıtk: 3: Ebu Davud, ıtk, 2.
53- Nisa Suresi, 59. Ayet.
54-Müslim, Kit. Zühd bab: 72 hn. 3004; Ebû Dâvûd Kit. İlim bab: 31ın. 3647, 3648, Dârimî Kit. Mukaddime bab: 47; Müsned, İmam Ahıned, c. III sh. 12, 31
55-İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/27-28. Ebû Dâvûd, Kit. İlim, hn: 3646 Darinıi; Kil. Mukaddime bab: 13; Müsned İmam Ahmed c. II. sh. 162, 192
56-Buhârî, Kit. İlim, bab: 39; Tirmizî, Kil İlim, bab: 12 hn: 2668; Menakib, bab: 46 hn: 3841; Müsned, İmam Ahmed, c. II sh. 249.
57-Buhârî Kit. İlim bab: 39; Lukata 7; Ebû Dâvûd, Kit. Menasik, bab: 89 hn: 2017; Tir¬mizî, Kit. İlim bab: 12, hn: 2667; Müsned îmam Ahmed, c. II, sh. 238.
58-Tirmizî, Kit. İlim, bab: 12. hn: 2666 (Not: Bu hadisin ravilerinden biri eleştirilen bir zattır.)
59-Merhum Muhammed Hamidullah’ın ”El-Vesaiku’s-Siyasiyye (Hz. Peygamber Döneminin Siyasi-İdari Belgeleri)” (Kitabevi Yayınları-İstanbul) adlı eseri bu konuda geniş malumat içermektedir.
60-Hicr, 9.
61-İbn-i Hazm, en-Nebel el-Kafiye fi Usulü Ahkam’id-Din; s.46.
62-İbn-i Hazm, el-İhkam, 1:116-119.
63-İbn-i Kayyım, es-Sevaik, 534.
64-Nisa, 59
65 Nur, 54
66 Ahzab, 36
67] Nisa, 69
68 Nur, 52
69 Nur, 51
70 Ali İmran, 132
71 Enfal, 20
72 Ali İmran, 32
73 Enfal, 24
74- Öztürk, Yaşar Nuri, Kur’ân’daki İslâm, s.72,Yeni Boyut Yayınları, İstanbul 1992 ve bu iddiaya verilen cevap için bak: Ebubekir Sifil, Modern İslam düşüncesinin Tenkidi I(Yaşar Nuri Öztürk’ eleştirisi), s.145-149, Kayıhan Yayınları, İstanbul 1998
75- Reşad Halife, Kur’an’da 19 Mucizesi(!) olarak bilinen ve İslam dünyasında tartışmalara yol açan “matematiksel sistemi”ni 1974 yılında açıkladı. 1974 yılında Kur’an’da 19 sayısı ve katları üzerine kurulu bir matematiksel sistemin mevcut olduğunu ve Tevbe Sûresinin:128–129. ayetlerinin bu matematiksel sistemi bozduğunu iddia ederek bu ayetlerin Kur’an’a ait olmadığını öne sürdü ve bu ayetleri içermeyen Kur’an nüshasını çevirisi ile beraber 1989 yılında Amerika’da yayımladı. Reşad Halife, hadis ve sünnetin “Şeytani öğretiler” olduğunu, hadislerin Peygamber adına uydurulmuş ve kitleleri dinden ve Tanrı’dan uzaklaştıran palavralar olduğunu ve sadece Kur’an’ın dini kaynak alınması gerektiğini savundu(!).
76-Yaşar Nuri ÖZTÜRK Kur’an’daki İslam s.18-21
77-Kur’an İslâmını savunduğunu iddia eden bir sitede aynen şu ifadeler geçmekte:”Oysa kadınların kapanmasıyla ilgili dinin tek kaynağı olan Kuran’da açıklananlar bu iki ayetle( Nur 31 ve Ahzab 59) sınırlıdır. Yani kadınların başını örtmesi, peçe giymesi ve diğer anlatılan sınırlar Kuran’ın değil geleneklerin ve şahsi görüşlerin dine sokulmasının sonucudur.” http://www.kurandakidin.net/bolumler/22basortusu.htm
Fereç Hüdür, 10 yıllık çalışmamın(!) ürünü dediği “KÜTÜB-İ SİTE’NİN ELEŞTİRİSİ VE KURAN’A ARZI” İsimli kitabında dört büyük mezheb imamı ve hadis uleması hakkında acaibul garaip fikirler(!) serdetmektedir. Bu rezilnameyi de âlim olarak lanse edilen bazı zevat muhibbanlarına tavsiye etmektedir.
79-Kuran İslamcılarının internet sitelerinde Peygamber Efendimizden Muhammed diye bahsedilirken, sıra rejimin destekçisi prof’lara gelince “sayın, kıymetli,değerli”gibi iltifatlar yağdırılmaktadır.