27 Nisan 2018

Çalabım Bir Şar(şehir)Yaratmış


“Bismillâhirrahmânirrahîm”

Hikmetler denizinin dalgalanması sebebiyle Sultan Hacı Bayram Veli hazretleri buyurdu ki:
Çalabım bir şâr yaratmış iki cihân âresinde;

Türk dili sözlüğünde “Çalap” Allah demektir. Ve “Şâr”(şehir, belde) sözü ile anlatılmak istenen “Cem’ü’l-Cem” denilen şehirdir. Ve “Mahrusa-ı hakikat” tir. (hakikat ile ilgili büyük şehirdir) Beyitte ifade edilen “Yaratmış” sözündeki mânâ: Gösterdi, meydana çıkardı. Çünkü yaratmış olmak, mânâ ile ilgili vücuttan görünürde olan vücuda gelinmiş olmadır. Sadece görünürlüğe ilgi gösteren bilgi sahiplerinin: “Yoktan meydana gelmek vardır.” dedikleri gibi değildir. Beyitte ifade edilen “İki cihan” sözündeki mânâ: Biri “Hüviyet” diğeri ise “Eniyyet”. Hüviyet; Hakk’ın batın yönüdür. Eniyyet; Hakk’ın zahir yönü (görünürlüğüdür).

Beyit bütünlüğü ile mâna: Hüviyyet olan sıfat ve Eniyyet olan suretler arasında hakikat şehri ve büyük şehir Cem’ü’l-Cem’i, Çalap meydana çıkardı. Ve ol hakikat ile ilgili büyük şehir, bu iki cihânı içine alan olduğu için “Cem’ü’l-Cem” ismi verildi. Hüviyyet olan cihân batın, yani sıfattır. Eniyyet olan cihân zahir, yani görünürde olan suretlerdir. 

Bu şekilde ifade edilen iki cihânı câmi’(içine alan, kaplayan) hakikat şehri ve Cem’ü’l-Cem’; bir yanı var ki Çalap’tır. Anılmış olan iki cihânı kaplayandır. Kasas suresinde, 28/30. “Ey Musa! Âlemlerin Rabbi Allah benim, ben.” Hikmeti gereğince; “İnni” (benim) sözü Hüviyyet cihânı, “Ene”(ben) sözü Eniyyet cihanına işarettir. Ve “Allah” sözü her ikisini kaplayan olup Türkçesi Çalap’tır. Bunun için Hakk’a nispet etme ile şah Hacı Bayram Veli hazretleri buyurmuştur ki:

Bakıcak dîdar görünür ol şârın kenâresinde;

Dîdar (yüz, çehre) görmeyen yoktur. Yani, halkın tamamı dîdar görür. Fakat cahillik sebebiyle dîdardan habersiz olduklarından görmüyorlar ve görünmez derler. Cahillikleri kendilerine perde olmuştur. Oysa dîdarı örtebilecek bir perde yoktur. Meselâ: Devlet başkanı kılık değiştirip saltanat köşkünden ayrılıp halk arasına karışıp gezer olsa, onu evvelce tanıyan değişik kılıkta da görse yine tanır, fakat evvelce bilmeyen tanımaz. Hatta tanıyan bir kişi, tanımayan bir kişiye: “Şimdi buradan devlet balkanı geçti gördün mü?” Diye sorsa, o kişi rahatlıkla “görmedim” cevabını verir. Belki görmediğine yemin de edebilir.

Beyit bütünlüğü ile mânâ: Bilgisizlik perde olmasa bakıldığında dîdar görünür ol şârın kenarında. Yani, suretlerin dışına çıkıldığında eniyyetle görürsün. Çünkü dîdarı görmekte kesret (çokluk) vardır. “Râi” (rü’yeteden, gören, görücü) “Me’ri” (gözle görülen) çokluğu yönüyledir. Ve gözle görülmekte olan dîdar, Zat, Sıfat ve Ef’al’dir. Şâr (şehir) kenarı olan ef’al ilk müşahede edilendir. Ve ef’al den sıfat, sıfattan zat görünür. Hüviyyet ise, şehrin kendisi olduğundan onda görmek yoktur. 

Bazıları dediler ki: “Biz, gördük hareket edenleri. ”  Bazısı: “Biz, gördük hareket ettirilenleri.” Bir başkaları: “Biz, gördük hareket ettireni.” Allah sırlarını kutlu kılsın Şeyh Küşterî hazretleri, düzenlemiş olduğu Karagöz adlı gölge oyunu ile: Oynayan, oynatılan ve oynatanı, bilgisiz olanların bilgisizliklerine ve şühud ehli olan velilerin dîdar görmelerine ve hakikat ehli olanların ayni hüviyette olmalarına misal yapmış oldu. 

Gerçeği bilmeyen kişi, perde arkasında hareket eden ve konuşanı görmez, sadece gölge olan suretleri görür. Ve bilen kişi, perde kenarından bakar ki, hareket ettiren ve konuşan suretler değildir. Hareket edenden hareket ettireni ve konuşulandan konuşanı müşahede eder. Fakat perde arkasına geçmiş olan asla suretleri gören olmaz. Belki perde arkasına geçmiş suretlerden birisi olur. Böylece ol şâra (şehre) dâhil olursa, şehirden sayılır. Hazret-i Sultan Bayram Veli, Allah sırlarını kutlu kılsın, yüce sırdan bir nefes edip buyurur ki:

Nâgehân ol şâra vardım ol şârı yapılır gördüm;

Ey muhterem kişiler! İfade edilmeye çalışılan o şehrin dört sûr’u (duvarı) vardır. Birincisi: Tecell-i Ef’al duvarıdır. İşler sebebiyle dîdarı müşahede etmektir.
İkincisi: Tecell-i Esma duvarıdır. İsimler sebebiyle dîdarı müşahede etmektir.
Üçüncüsü: Tecell-i Sıfat duvarıdır. Sıfat dolayısıyla dîdarı müşahede etmektir.
Dördüncüsü: Zat duvarıdır. Zat sebebiyle dîdarı müşahede etmektir. Bu dört duvarı aşmadan ol şehre varılmaz.

Beyit bütünlüğü ile mânâ: Tecelliler olan ef’al, esma, sıfat ve zat, tamamını aşmış oldum. Anılmış olan tecellilerde hakiki olan süluk’ u tamam ettim. Nâgehân (birdenbire) hakikat şehrine girdim. Gördüm ki, ol şehir her anda teceddüd (yenilenme) ile yapılır. Her anda bir güzellik, görünür olur gördüm. Ve kendime bakmış oldum. Ol şehirden bir bölüm olduğumdan her anda cemâl ile ilgili güzelliğim yokluk ile bekâ arasında yapılmakta idi. Ve böylece güzellikler içinde Hazret-i Hacı Bayram Veli buyurdu ki:

Ben dahi yapıldım taş ve toprak âresinde;

Taş ile anlatılmak istenen “Bekâ billâh”  ve toprak “Fenafillâh” ki, ileri geçen ey muhterem kişi, bir anda iki tecelli olmaz.  ‘Abes (boş şeyle uğraşma) lâzım gelir. İki anda bir tecelli olmaz. Tahsil-i hâsıl (açığa çıkanı elde etmek) lâzım gelir. Bundan bilinmiş oldu ki, her anda bir tecelli olur. Kuran-ı kerimde olan Kamer suresinde, 54/50.Emrimiz bir tektir, bir göz kırpması gibidir. Ve Rahman suresinde, 55/29. O, her an yeni bir iş ve oluştadır. Buyrulmuştur. An sözü ile anlatılmak istenen İlâh katında olan an, yani zamanıdır. Bundan dolayı, yüce Hakk’a arif olan hazret-i Hacı Bayram Veli buyurur ki:

Ol şârdan oklar atılır gelir ciğerlere batılır
Arifler sözü satılır ol şârın pazaresinde:

Önceki anlatıma benzese de oklar ile anlatılmak istenen; İlâh ile ilgili kaplayıcı tecelliler olup araştırma neticesinde asıl ile ilgili olup kullanma amacı ile başka yerden ödünç alınıp açıkça söylenenlerdir. Benzer oklar: İlâh ile benzetmeler. Bir şeyi bir başka şeye olan benzetme, eksilmeyen tesirlerin ilgisidir. Fakat bir şeyi bir başka şeye olan benzetme evvelkilere nispetle hissidir, başka bir nispetten dolayı ise manevidir. Ve arifler sözünden deyimi ile anlatılmak istenen: Ariflerin kendilerine ihsan edilip bereketlenmiş oldukları hikmetlerini birbirine aktarmalarıdır. 

Çünkü ihsan edilmiş hikmetleri birbirinden saklamak ve mahrum etmek, şanlarından değildir, yani hikmeti arif kardeşinden saklamış olmak, arif’e yakışan bir davranış değildir. Pazar yerinde satılır sözü ile anlatılmak istenen ise: Yüce İlâh katından olan bereketlenmeleri Pazar yeri olan meclise saçarlar. Onlarda asla kıskanmak yoktur. Böyle bir davranış Hz. Peygamberden ödünç alınan bir değerdir, iyice anlamak gerekir. Âşık ve ma’şûk una ulaşmış Mevlana Hacı Bayram Veli, yüce sırları kutlu olsun buyurur ki:

Şâkirdler taş yonarlar yonup üstâda sunarlar
Çalab’ın ismin anarlar ol taşın her pâresinde;

Şâkirdler (talebe, çırak, stajyer olanlar) Hak ile ilgili bekâ mertebeler ehli, eksiksiz ayılma, yani tam olarak kendine gelme makamlarında olanlardır. Onlar taş yontmaktadırlar, yani sarhoşluk hâlinin sonraya kalmışlığından tam uyanıklıktan anlatılmak istenen: Sarhoşluğun (kendinden geçme halinin) sonraya kalma (bakiye) halinden tam olarak temiz olma gayretindedirler. 

Çünkü kendinden geçme (sarhoşluk) hâl’dir, makam değildir. Hâl’e değer verilmez. İkinci beyitte anılmış olan taş, toprak ile anlatılmak istenen: Taş, toprak; Araştırılıp doğruluğu belli, asıl ile ilgili ödünç alınıp açıkça söylenenlerdir. “Taş” Beka-billâhtır. Yok, olma makamına işaret edilir. “Toprak” kelimesi ile yokluk ve sarhoşluk hali anlatılmak istenir. Ve sözü edilen sarhoşluğun (kendinden geçme halinin) üç mertebesi (derecesi) vardır, yok olmanın üç mertebesi olduğu gibi. 

Taşın yontulup üstâda sunarlar denilmesi: Yani, bekâ ve yok olmaları tamam olduğunda, sarhoşluktan asla sonraya kalmışlıkları olmayıp dikkatlilik ehli mertebelerine ulaşmış olurlar. Üstâd ve hakikat varisi onlardır. Fakat gerek üç sarhoşluk hali ve üç yok olma makamı, Zat isminin zikri zorunluluğu ile yakınlaşmış olsa yani, tüm organ ve değerleri ve zahir ve batın buyruğu olan sözleri ister istemez kâmil mürşidin nefesiyle anmış olurlar. Sırları kutlu olsun ki, Hazret-i Hacı Bayram Veli efendimiz buyurur:

Bu sözü ârifler anlar câhiller bilmeyip tanlar
Hacı Bayrâm kendi banlar ol şârın minâresinde;

Ol şehrin minâresi, Hz. Muhammed (s.a.v) ile ilgili makam olan Ahadiyyetü’l-Cem’ makamına davettir. Ve bu makama erişildiğinde kişi, orada halife ve mürşit olamaz. Kendine ait olmayan, Ödünç (geçici) olduğu belirtmedir. Hatta davette bulunan güzel sözler o makama işarettir. Güzel sözler “Ezan-ı Muhammedi”dir. Bundan dolayı bilinmiştir ki, davet edici ârifler üç kısımdır. 

Bir kısım davet ediciler için, Hz. Peygamber efendimiz: “Peygamberlerin varisleri âlimlerdir.” Ve “Ümmetimin âlimleri İsrail oğulları nebileri (peygamberleri) gibidir.”  Sözlerini ifade etmiştir. Bir diğer kısım davet edici arifler, “Resul” gibidirler. 

Ve bir diğer kısmı, davet edici Resul ayarında kâmillere âmir olan zatlardır. Onlar, “Ulü’l-azm mine’r-rüsul” ayarındadırlar. Ve bu zatlar Gavs ve Kutub, “İmam-ıA’zam”-“İmam-ı Şâfiî” gibi tasarruf sahibi seçkin kâmillerdendir. 
Bu risâle (mektup) tamam oldu Hu…

Başarılı kılan ve uygunlaştıran yoktur. Yüce Allah’tan başka…

Pir Seyyid Muhammed Nur

İNŞİRÂH SURESİ


İNŞİRÂH SURESİ

“BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHÎM”

“Rahman ve Rahîm olan Allah adıyla”
1- Biz senin (sadrını) göğsünü açıp genişletmedik mi?
2- Yükünü senden almadık mı?
3- O, senin belini çatırdatmıştı.
4- Senin için zikrini yükseltmedik mi?
Batın manası :
“Biz senin (sadrını) göğsünü açıp genişletmedik mi?” Bu soru, göğsün, kalbin açılmasının gerçekleşmediği yönündeki bir anlayışı inkâr etmeye yönelik bir sorudur ve göğsün açıldığının sabit oluşunu ifade etmektedir. Yani, biz senin göğsünü açıp genişlettik. 

Çünkü fena makamındaki muvahhid, fani olduğu ve ayrıca fani olan da her şeye karşı bir darlık içinde olduğu için Hak aracılığıyla halktan perdelenir. Çünkü yokluk, varlık kabul etmez. Nitekim, fena makamından önce de, varlık kapasitesi dar olduğu, zati İlahi varlığı kabul etmesine imkân olmadığı için de halk yüzünden Hak’tan perdelenir.
Ama bağışlanmış Hakkani varlıkla yaratılmaya döndürüldüğü ve tafsile döndüğü zaman, artık Hakkani bir varlık olduğu için, göğsü, kalbi Hakk’ı da halkı da içine alır. İşte sadrın yani göğsün, kalbin açılıp genişlemesi budur. Yani, davet için, Nebevi haberlerin hakikâtlerini gerçekleştirmesi için, belini büken yükü taşıması için nurumuz aracılığıyla açıp genişlettik. 
Ayetin orijinalinde geçen “ankade” ifadesi, bir şeyin kırılırken çatırdarken çıkardığı sestir. Yani bu yük, belini kıracak, çatırdatacak ağırlıktadır. Bundan maksat da Nübüvvet görevi ve Nübüvvetin yükümlülüklerini yerine getirmedir. Çünkü Rasulullah (s.a.v) şuhud makamında halk için bırakın fiili, varlık bile tasavvur etmiyordu.
 “Senin için zikrini yükseltmedik mi?” Allah’ın fiillerini müşahede ettiği için bir fiille başka bir fiil arasında herhangi bir fark görmüyordu. Böyle olunca, hayır ve şerri nasıl ispat edebilirdi. Emir ve yasaklamayı nasıl gerçekleştirebilirdi. Değil mi ki Hak’tan başka bir şeyi görmüyordu!
Rasulullah (s.a.v), velayet makamından nübüvvet makamına döndürülüp kalp perdeleriyle perdelenince, bu hal ona ağır geldi. Neredeyse belini kıracaktı. Çünkü o sırada zati müşahededen perdelenmişti. 
Bunun üzerine beka makamında temkin hali kendisine bahşedildi ki, çokluk yüzünden vahdetten perdelenmesin, herkesi tafsil aynında müşahede etsin ve davet nedeniyle O’ndan gaip olmasın. 
İşte, göğsün açılıp genişlemesi budur. Bu, aynı zamanda sözü edilen yükün indirilmesi ve şanın yüceltilmesidir. Çünkü fani cemde fani olan hiçbir şeydir, bu bakımdan zikredilen, anılan bir şey olması mümkün değildir. 
Eğer Nebi (s.a.v) cem aynında kalsaydı, fani olacağı için “La ilahe illallah” (Allah’tan başka ilah yoktur) dedikten sonra “Muhammedur Resulullah” (Muhammed Allah’ın Resulüdür) dememiz sahih olmazdı. Dolayısıyla, ancak bu iki cümlenin söylenmesiyle sahih olan İslam da tamamlanmış olmazdı.

5- Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır.

6- Gerçekten zorlukla beraber bir kolaylık vardır.


Batın anlamı: 
“Elbette zorluğun yanında…” halk yüzünden Hak’tan perdelenme şeklindeki ilk zorluğun yanında “bir kolaylık vardır.” Hem de ne kolaylık: Zatın keşfi ve velayet makamı… “Gerçekten zorlukla beraber…” Hak aracılığıyla halktan perdelenme şeklindeki zorlukla beraber “bir kolaylık vardır.” hem de ne kolaylık: Göğsün bağışlanmış Hakkani varlıkla açılıp genişlemesi ve Nübüvvet makamı…

ATOM ÇARPIŞTIRICI CERN DENEYİ



ATOM ÇARPIŞTIRICI CERN DENEYİ

İsviçre'deki CERN'de (Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi) bulunan, dünyanın en büyük ve en güçlü parçacık hızlandırıcısı olan Büyük Hadron Çarpıştırıcısı, iki yıllık modernizasyonun ardından yeniden çalıştırıldı. 

 Proton ışınları, 27 kilometrelik bir halka şeklinde tasarlanan tünelde yeniden dönmeye başladı. Çarpıştırıcı, yapılan yeniliklerin ardından, protonları daha hızlı çarpıştırabilecek. Protonların yeterli hıza ulaşarak çarpışmaya başlamalarının bir ayı bulması bekleniyor. 

 Mart ayı sonunda çalıştırılması planlanan çarpıştırıcı, dev elektromıknatıslarının kısa devre yapmasından ötürü çalıştırılamamıştı. Atom altı parçacıkların yapısını incelemeyi hedefleyen Büyük Hadron Çarpıştırıcısı, insanlığın bugüne kadar yaptığı en büyük deneylerden. 

 CERN'de yapılan deneyler sonucunda Mart 2013'te uzmanlar, evrenin oluşumu hakkındaki en büyük sırlardan biri olduğu kabul edilen atom altı parçacık 'Higgs Bozonu'nu bulduklarını açıklamıştı. 

Deneyin sonucu, elle tutulamaz bir fiziksel olayın maddelere kütle ve hacim verdiğini bize göstermiş oldu. Çalışma İngiliz bilim adamı Peter Higgs ve Belçikalı bilim adamı François Englert'e 2013 yılında Nobel Fizik Ödülü kazandırmıştı. Büyük Hadron Çaprıştırıcısı ilk kez Eylül 2008'de, 14 milyar yıl önce evrenin oluşumunu hazırlayan 


"Büyük Patlama"nın mini versiyonlarını üreterek, evrenin oluşumu sırasındaki sırların anlaşılmasını sağlaması amacıyla çalıştırılmıştı.


İsviçre yakınlarında inşa edilen Büyük Hadron Çarpıştırıcısı sayesinde bundan 14 milyar yıl önce evrenin oluşumunu hazırlayan "Büyük Patlama"nın mini versiyonları üretildi. 
 Yeni deney, çarpıştırıcı içinde bulunan ve "Alice" adı verilen ayrı bir aygıt kullanılarak yapıldı. 

Büyük Hadron Çarpıştırıcısının, evrenin oluşumu sırasındaki sırların anlaşılmasını sağlaması umuluyor Deney sırasında Güneş'in merkez sıcaklığının bir milyon katı bir sıcaklığa ulaşıldığı ifade edildi.  

Bilim adamları, deneyi yaparken, proton yerine kurşun iyonlarını çarpıştırdı. Uzmanların deney sırasında istedikleri koşullara dün ulaştıkları açıklandı. 

 Büyük Hadron Çarpıştırıcısı, Cenevre yakınlarında Fransa - İsviçre sınırında 27 kilometrelik çember şeklinde bir tünelde bulunuyor. 
 Yeni yasalar Avrupa Nükleer Araştırmalar Merkezi CERN'in yönettiği çarpıştırıcıda bugüne kadar sadece protonlar çarpıştırılıyordu. Proton çarpıştırmaları sonucunda yeni fizik yasalarına dair kanıtlar aranıyor. Ayrıca yapılan deneylerde çarpıştırma sonrası oluşan alt parçacıkların neler olduğu belirlenmeye çalışılıyor. 
 Bu sayede teorik düzeyde açıklaması yapılmış olan parçacıkların veya önerme düzeyindeki mikro güçlerin varlığı tespit edilmeye çalışılıyor. Ancak bilimadamları, önümüzdeki dört hafta boyunca kurşun iyonlarının çarpıştırılmasından elde edilen verileri incelemeye odaklanacak. 

 Parçacıklar birbirlerine çarptığında her bir çarpışmanın yarattığı mini patlamalar, dünyanın dört bir yanından buraya gelen binlerce bilimci tarafından zaman içerisinde incelenerek analiz ediliyor. Bu analizlerle, 13,7 milyar yıl önce olduğu tahmin edilen Büyük Patlama'nın meydana geldiği anın hemen sonrasındaki koşullar anlaşılmaya çalışılıyor. Yıldızların ve gezegenlerin kökeni, kara enerjinin ne olduğu, kara maddenin yapısı gibi sırlara erişilmesi de umuluyor.

Celal-Cemal Noktatül Beyan




(Nokta Ve Harflerin Hakikati)
Cemâl ve Celâl
Ey İnsan! Sakın ha sakın, harf ve nokta de­yince, hatırına mahluk olan insanın bir şey üze­rine çizdiği görünen harf ve nokta gelmesin. Bu konuyu sana tekrar, *ekrar dile getirip açıkla­dık. Sana açıklamaya çalıştığımız asıl Nokta, devamlıdır, kesintisizdir ve her an hareket ha­lindedir. İnsanın ürettiği harf ve nokta ise, göz ile görülür, kesintilidir, uzun ve kısası vardır, ateş ve sudan silinir, hemencecik kaybolur, gi­der. 

Gözle görülmeyen asıl Nokta ise, bölünmez, parçalanmaz uzun ve kısası yoktur. Çün­kü: Hak Teâlâ’nın Sıfatı, Ezeli ve Ebedi’dir. Zat-ı Paki silinmez, ayrılmaz ve Hakk’tan gay­rı bir nesne tarafından ortadan kaldırılamaz.

Hakikat ilmine vakıf olanlar derler ki: Hak Tealâ’nın Zat’ı Pâk-i öyle *bir Ezeli ve Ebedi Kuvvet’tir ki: Cümle eşyayı £at-ı ve Sıfat-ı ile kaplamış ve kuşatmıştır. Nitekim Kur’an-ı Ke­rimin Nisa 4/126 ve Talâk 65/12 âyetlerinde Buyurur: “Ve lillâhi mâ fissemâvâti ve mâ fil ardı ve kânallâhü bi külli şey’in muhîtâ.” Göklerde ve yerde ne var ise hepsi Allah’ indir. 

Allah her şeyi kuşatıcıdır.” AUahüMtzı halaga seb’a semâvâtin ve minel arzı mislehünne ye- tenezzelül emrü beyne hünne li tağlemû en- nallâhe alâ külli şey’in kadîrün ve ennallâhe gad ehate bi külli şey’in ilmâ.” Allah, yedi gö­ğü ve yerden de onların mislini yaratmış olan­dır. Emri bütün bunların arasında durmadan iner. Allah’ın hakikaten her şeye kâdir olduğu­nu, ilmiyle hakikaten her şeyi çepeçevre kapla­mış bulunduğunu bilmeniz içindir.”

Hak Teâlâ, bir konuda ne emrederse ve ne yapmak dilerse bunların hepsini o yüce İlmiyle eder. O İlmin aslı esası ise harftir. Tüm evvel ve âhir bu harfin içinde dercedilmiş, toplanmıştır. Bütün insanlığa indirilen yüce Kur’an-ın aslı harftir ve bu harflerin toplamı yirmisekizdir. Ve yine bu harfler yirmisekiz şekilden oluşmakta­dır. Bu harfler olmasa kelime meydana gelmez ve dolayısıyla da kelâm ve konuşma olmaz. 

Zi­ra, Hak Teâlâ Hazretleri Mütekellim’dir, Kelâm sahibidir. Çünkü, O’nun ‘Kün’ yani, ‘Ol* sözü âlemi cihanı icad eyleyip meydana getirdi. Biz bu kısa anlatımızda başka duygu ve kendine özel bir anlayışı zikrederiz. Zahir ulemalar der­ler ki, Allah Teâlâ Mütekellim’dir. Fakat, bili­nen harfle mütekellim değildir. Bizler ise o bil­diğimiz kendimize özel harflerle konuşuruz. 

Bazısı da hiç harf yoktur demişlerdir. Onlara verilecek cevabımız ise bu konuda konuşma­maktır. Halbuki, harf olmayınca birtek kelâm bile dile gelmez ve konuşulmaz.
Zahir ehli, harf için şu kanıya vararak, oluş­muş her şey, yani yeryüzü, insanlar, ağaçlar , çiçekler, dağlar, denizler, gezegenler yaratılmış ne varsa, yazılmış ve mektup halinde bir yere dercedelmiştir. 

O nedenle kendinin kalbinde durmaz ve kendinden kendine hayat verir. Şa­şırtacak ve hayret verici nesneler çıkarır ve ey­lemi, sözü, anlatımlara sığmayan bir şeylerden birşeyler çıkartır ve türlü türlü haller gösterir, demişlerdir. Bu nedenle ofıa harf demeyip, ya zihin, ya tefekkür, ya da hatırdır, derler. Çünkü zahir ehli, bizim söylediğimiz ilmi işitip bilme­di. Eğer bizim anlatmak istediğimiz ilmi bilse­ler idi, kendilerinin şu ileriye sürdüklerini inkar edip düşman olurlardı. Nitekim İmam Ali Aley- hisselâm, “El mer’u adûvvûn limâ cehle hû” yani “Kişi bilmediği şeye düşman kesilir.” Bu­yurdular.

Ey İnsan! Şöyle takdir etseydi ki: Hiç harf kalmasa, silinse yerinde ne kalır. Harf kalma­yınca da Hakim ne ile hükmeder. Harf kalma­yınca, ne emrettikleri kalır ne de yasakladıkları kalır. Ne Adem kalır, ne Alem kalır. Böyle olunca da, ne batıl bilinirdi, ne de Hak bilinir­di.

Çünkü: Alem, Emir ile diridir. Emir ise ke­lamdır ve kelam da harftir. Hz. Peygamber bir Hadisi Şerif ’te Hak Teâlâ’dan naklen şöyle Bu­yurmuştur: “Küntü Icenzen mahfiyyen fe ah- beb te en U’ref’e ve halak-tül halka li U’ref’e.”Ben bir gizli hazine idim. Kendim, Kendime muhabbet ettim. Hemen bütün mahlû- kâtı (evreni) halk ettim: Beni bilmeleri için." (Aclûnî/Keşfü’l-Hafâ,II-2016.)

Ve yine Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim Bakara Suresi 2/31-32 âyetlerinde Buyurur: “Ve aile­me âdem-el esmâe küllehâ sümme arazahüm alel melâiketi fe gâle enbiünî bi esmâi hâülâi in küntüm sstdıgıyn "(Allah) Âdem’e bütün isimleri öğretmişti. Sonra onları meleklere gös­terip: “Doğrucular iseniz bunları adlarıyla ba­na haber verin"demişti.” Gâlû subhaneke lâ ilmelenâ illâ ma allemtenâ inneke entel aliy- mül hakiym.’YMelekler) de: Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiç bir bilgimiz yoktur. Çünkü her şeyi hakkıyla bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan şüphesiz ki sen- .sıV’demişlerdir.

Ey İnsan! Eğer harf olmasaydı bütün bunla­rı ne ile bilecektin? Nasıl anlayacaktın? Ve yine ne ile dile getirip söyleyecektin? Nasıl bir def­tere derleyip toparlayacaktın? Şurasını iyi bil ve anla ki, İnsan’ın hakikati harftir. Nokta ise harfin çıkış kaynağı yani membaıdır. O  yüzden Nokta ki hali basittir Ki, aslı merkezi devri muhittir.
Ki vahdet’de değildir kesret İki Nokta olmaya asılda Vahdet.
Ruh’un çün mazharı hüsnü Hüdâ’dır Murad hattı Cenabı Kibriyâ’dır.
Ruhunda hoş çekilmiş hattı Yezdân Ki yani sırrı hattı arş-ı Rahman.

Hattındır sebze zâr âlemi cân ki,
Ondan dolayı oldu âdı hem Rıdvan.

Sıvada hattını tar-ini şeb bil Hattından çeşme-i hayatı talep kıl.
Yazılarından bulunur kâr-ı âlem Yazılarından bilinir sırrı müphem.
Seb-al Mesâni diye anılan Fatiha suresi Adem yüzünden yazılı harf manâ denizi.
Dudakla kalbin arası Arş-ı Rahman’dır O’nun hatlarından çıkar gizli sırlardır.
Rahman’ın arş-ı olan kalbden Hayat’m Yazıların hatların sırları gizlidir edatın.Ey İnsan! İnsan’ın ruhu, harf ve noktadır ve ruhu müdriktir. Ruhu müdrik,neyi gönülden idrak eder, o idrak ettiği nesneden başka suret bağlamaz. Öyle ise, hangi nesneyi idrak eder­sen, o sen olursun ve o idrak ettiğin senin aynın olur. Zira, hangi nesneyi hatırında tutarsan, o anda sen olursun. Her dâim ne idrak edersen, onun aynısın. Ve herhangi bir şeyi müdrik idrak etse, onun adı müdrik’tir. Aslında müdrik, müd- rek, idrak bu üçü de temelde birdir.

Ey İnsan! Hakikat âlimleri, müdrik, müd- rek, idrak diye saydığımız bu adları, aşk, aşık ve maşuk diye isimlendirmişlerdir. Daha sonra­ki âlimler ise, buna, idrak, müdrik, müdrek de­mişlerdir. Müdrik: Aşık’a. Müdrek: Maşuk’a. İdrak’ta Aşk’a demişlerdir. Bunun da açıklama­sı şöyledir. Aşık, aşkıyla, maşukuna duygusal­lıkla yakın dursa ve maşukundan başkasının ha­yalini gönlünde silip atsa, o zaman gayet yakın­lık ilişkisi elde edilir. Arada ne aşık kalır ne maşuk, Aşk, Aşık ve Maşuk üçü de Bir olur.
Gök aşık olmasaydı saf olmazdı yüreği Güneş aşık olmasaydı döllemezdi evreni Ay aşık olmasaydı kaldırmazdı geceyi Yer aşık olmasaydı yetirmezdi her şeyi.
Rivayet olunur ki: Mecnun’da Leylâ aşkı doruk noktasına ulaşmış, gönlü, aklı ve dili, Leylâ’dan başka bir şey ile karar bulmaz ol­muştu. Olayı duyan zamanın halifesi, Mec- nun’u huzuruna çağırdı ve dedi ki: “Ey Mec­nun! Nedir bu halin, bir Leylâ aşkıyla kendini bu kadar yakar kavurursun? Mecnun, “Ey hali­fe! Benim gibi bir aşka düşersen, ancak o za­man benim bu halimden anlarsın” dedi. 

Mec- nun’un bu sözü üzerine halife, “İşte Leylâ’yı sana veriyorum, bundan sonra çöllere düşmeyi bırak, kendine gel, Leylâ ile yaşa” dedi. Halife, Leylâ’ya dönüp, Mecnun’a sen söyle, dedi. Leylâ da, “Ey Mecnun nasılsın, işte Leylâ be­nim” dedi. Bu söz karşısında Mecnun. “Eğer sen Leylâ isen benim gönlümdeki aklımdaki ve zikrimdeki Leylâ kimdir? Asla Leylâ iki olmaz. Leylâ Bir’dir.” dedi ve Leylâ’nın yüzüne bir kez olsun bile bakmadı. Ve yine, Leylâ, Leylâ diyerek yürüdü gitti.
Hem aşık olmazdı birlik arayan Eğer maşuk onu istemeseydi İncelir zayıflamazdı aşık olan Maşuk’u arzulayıp sevmeseydi.

Mecnun, maşukunun zikrine o kadar zakir olmuştu ki, zakir zikrolunan olmuştu. Zira gö­nül bir ismi devamlı anarsa, o ismin hakikatıy- la ve kendisiyle adeta suretleşmiş olur. Bu ne­denle Mecnun’un aşkı her şeye galip geldi. Ma­şukundan başkasını kalbinden sildi ve o iki ci­hanı maşukunun aşkına bir pula sattı. Böylece ikilik mülkünü yaktı ve her baktığı nesneye Bir’lik gözüyle baktı.

Ey dost senin aşkın odu,ciğerim pare baş gelir Aşkından yanar yüreğim,yandığım bana hoş gelir. Aşkın oduna yandığım,ağlamak oldu güldüğüm Dost sana zâri kıldığım, münkirlere savaş gelir.
Söylerim hem sözüm yavaş, söylemezsem ciğer ataş Cihan doludurur kallaş, her birinden bir taş gelir.

İnsan! Yukarıda Mecnun olayında anla­tıldığı gibi, böyle mecâzi bir aşkta bu aşamaya varılırsa, gerçek aşka düşenler nasıl bir sonuç elde ederler, burasını var sen iyi düşün ve hesap eyle. Ve yine aşkın gerçeğini iyi araştır ve anla ki, aşkın birleşmesinden sonra arada ne resim kalır ve ne de, eser kalır. Çünkü, cüz-i aşk, ken­diliğinden eksilerek Küll-i olur. Ve böylece

Vahdet (Birlik) şarabından içerek sarhoş olur. Bu oluşumdan sonra da, kendiliğinden ve kendi dilinden ‘Ene-1 Hak’ nârası gelmeye başlar. Bundan sonra da, o kimseyi ister assınlar, ister kessinler, ister derisini yüzsünler ve isterlerse küllerini gök yüzüne ve denizlere, çöllere sa­vursunlar, bu yapılanlar ona hiç cefa vermez ve bu cefalar onun aklına dahi gelmez. Çünkü ‘Ene-1 Hak’ sözü o kimsenin kendisinden ken­disine, kendiliğinden oluşur. O zaman, zahirî bu cefalar, Mansur misâli ona batınî rahmet olur.
Yüzün gününde ey kamer envâra düşmüşem “Ânestü nâren”olmuşam,
oI nâra düşmüşem.
Ey Vahdet’in şarabına müştak iden beni Mest’i Elest’e sor ki "ne esrâra düşmüşem.
Fâş eyledim cihâna Ene’l Hak rümûzunu Doğru haberdir, ânın için dâra düşmüşem.
Diğer yandan kişinin varlığı, yine kendi is­teğiyle, 
Firavn gibi lânet olunur. 

Bu konuda Mevlâna Mesnevi’sinde şöyle Buyurur: “İn-
ene biy vakt güftem lânet est, an ene der vakt-ı güftem Rahmet est, an ene Mansur Rahmet şûd yakıyn. Ve in ene Fir’avn lânet şûd Bî biyn. “ Vakitsiz Ene “Ben” kelâmını söy­lemek lânettir. Vaktinde o Ene “Ben’i” söyler­sem kesin olarak bu rahmet olur. Mansur’un o Ene “Ben’i kesin olarak rahmet olmuştur. Bile­sin ki, Fir’avıı’ın Ene “Ben’i de kesin olarak lânet olmuştur

Çünkü: Aşıkı İlâhi, cezbei İlâhiyeye erişin­ce, kendisinden katıksız yok olur, gönlü, gözü ve dili, cümle her şeyi maşuk olur. Nitekim yu­karıda Hadis-i Kudsi’de geçti: “Ve bîy yesmeû ve biy yebsirû ve biy Yentikû.. "Benimle du­yuyor, benimle görüyor ve benimle konuşuyor­sun.” Böyle olunca aşık’ın vehimleri, asılsız şeyleri yok oldu. Şahid ayn-i meşhûd (görünen, şehâdet edilen) oldu.
Her şey maşuktur, aşık bir perdedir Yaşayan maşuktur, aşık adeta ölüdür.

Ey İnsan! Gerçek Maşuk, Hakk Teâlâ’dır. Ve Hak Teâlâ’nın başlangıcı olmayan, ilmi ve ezeli iradesi vardır ki, kendi Cemâlini yine ken­disi seyreder. İşte ol ezeli irade, âlemi ve ademi ayna eyledi ve yine ol aynada tecelli eyleyip, O’nun varlığı tecellisinden diri oldular. 

Ve O’nun ilmi tecellisinden âlim oldular. Ve yine O’nun Cemâli tecellisinden cemiller oldular. Ve Celâli tecellisinden zalimler oldular. Ve saltanat tecellisinden sultanlar oldular. O zaman Maz- har-ı Adem, Cemâl ve Celâl’dir.

Yüce Allah Kur’an-ı Kerim İsrâ suresi 17/84 âyetinde Buyurur: “Gul küllün yağmelu alâ şâkiletihî fe Rabbüküm ağlemu bi men hüve ahdâ sebîlâ. “De ki; Herkes, kendi mizaç ve meşrebine göre hareket eder. O halde kimin daha doğru bir yol tuttuğunu Rabbiııiz en iyi bi­lendir.”

Hz. Peygamberimiz bir Hadisi Şerifinde Hak Teâlâ’dan naklen Buyurur: “Ben kulumun zanııına göreyim. Beni hayırla anan kulumun yamndayım.,, Yani kulum beni nasıl zikreyler- se, o sıfatla tecelli eylerim. Celal isimlerim yö­nünde zikreylerse, Celal isimlerim yolu ile te­celli eylerim. 

Cemal isimlerim yönünde zikrey­lerse, Cemal isimlerim yolu ile tecelli eylerim, buyurmuştur.
Ve her şey kâbiliyet ve ezelî kısmetince Hak Teâlâ’nın varlığından var oldular. Böylece Hakk’a gerisin geri dönerler. Çünkü meb­de,(başlangıç) Hakk idi. Ve mead (dönüş) dahi

Hakk’tır. Bu konuda Yüce Allah Kur’an-ı Ke­rim Bakara Suresi 2/156 âyetinde Buyurur: “Elleziyne izâ esabethüm musiybetün gâlû innâ lillâhi ve innâ ileyhi raciûn.”On/ar ken­dilerine bir belâ geldiği zaman, biz Allah’ın teslim olmuş kullarıyız ve biz ancak O’na dönü­cüleriz” diyenlerdir. Marifet ehli ‘Inna lillahi ve inna ileyhi raciun’ cümlesine ‘Geriye dönüş cümlesi’ demişlerdir. Nakkaş’ın hüner ile yaptı­ğı yine kendi Nakşı’dır.

Nakkaş’ın karşıtlı yaptığı iyi ve fenalar Yine aynı şekilde görüntüye gelirler.
Bunun anlamı şudur ki: Her nakış, varlık levhasında nakşedilmiştir. O nakış, nakşeden Nakkaş’ın suretidir. Yani, sonsuz isimlerin gö­rüntüye gelme yerlerini teşkil eden sıfatlardır. Aşık, bu keyfiyete erişince dört yanı didâr olur. Çünkü bu saadet, aşıka yâr olduktan sonra, baş­ka yüz görmek, o aşıka büyük ıztırap verir hale gelmiştir. 

Bunun delili ise, Kur’an-ı Kerim Ba­kara Suresi 2/115 âyetidir: “Ve lillâh-il Meşri- gu vel Mağribü fe eynema tüvellû fe semme vechullâhi innallâhe vâsiün âliym.” Meşrık da Allah’ indir, mağrıb da. Onun için nereye dö­ner, yönelirseniz, Allah’ın yüzü oradadır. Şüphe yok ki Allah vâsi’dir, hakkıyla bilicidir
Hangi yana baktmsa yüz göründü Şol yüz dediğim dîdar göründü.
Baktığın gördüğün Cemâl büründü Sen zannettin ona hayal denildi.

Ey İnsan! Hak Teâlâ diledi ki: Varlığı ayna­sından kendi doğruluğu delil istemeyen kendi güzelliklerini görmek için, kendi Cemâl ve Ke­mâliyle aşk muhabbet eyledi. Ve böylece, çok­luk aynasından tecelli eyleyip, yaratmış olduk­larını İlâhi Kudretiyle sevdi. Bu nedenle ârifler, Yüce Yaratıcıya Aşık derler. Yukarıda bir kaç yerde geçtiği gibi, Aşk, Aşık ve Mâşûk bu üçü birdir. 
Bu nedenle, Aşık-ı İlâhi olmayan, aşk sırrından habersizdir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...