27 Nisan 2018

Celal-Cemal Noktatül Beyan




(Nokta Ve Harflerin Hakikati)
Cemâl ve Celâl
Ey İnsan! Sakın ha sakın, harf ve nokta de­yince, hatırına mahluk olan insanın bir şey üze­rine çizdiği görünen harf ve nokta gelmesin. Bu konuyu sana tekrar, *ekrar dile getirip açıkla­dık. Sana açıklamaya çalıştığımız asıl Nokta, devamlıdır, kesintisizdir ve her an hareket ha­lindedir. İnsanın ürettiği harf ve nokta ise, göz ile görülür, kesintilidir, uzun ve kısası vardır, ateş ve sudan silinir, hemencecik kaybolur, gi­der. 

Gözle görülmeyen asıl Nokta ise, bölünmez, parçalanmaz uzun ve kısası yoktur. Çün­kü: Hak Teâlâ’nın Sıfatı, Ezeli ve Ebedi’dir. Zat-ı Paki silinmez, ayrılmaz ve Hakk’tan gay­rı bir nesne tarafından ortadan kaldırılamaz.

Hakikat ilmine vakıf olanlar derler ki: Hak Tealâ’nın Zat’ı Pâk-i öyle *bir Ezeli ve Ebedi Kuvvet’tir ki: Cümle eşyayı £at-ı ve Sıfat-ı ile kaplamış ve kuşatmıştır. Nitekim Kur’an-ı Ke­rimin Nisa 4/126 ve Talâk 65/12 âyetlerinde Buyurur: “Ve lillâhi mâ fissemâvâti ve mâ fil ardı ve kânallâhü bi külli şey’in muhîtâ.” Göklerde ve yerde ne var ise hepsi Allah’ indir. 

Allah her şeyi kuşatıcıdır.” AUahüMtzı halaga seb’a semâvâtin ve minel arzı mislehünne ye- tenezzelül emrü beyne hünne li tağlemû en- nallâhe alâ külli şey’in kadîrün ve ennallâhe gad ehate bi külli şey’in ilmâ.” Allah, yedi gö­ğü ve yerden de onların mislini yaratmış olan­dır. Emri bütün bunların arasında durmadan iner. Allah’ın hakikaten her şeye kâdir olduğu­nu, ilmiyle hakikaten her şeyi çepeçevre kapla­mış bulunduğunu bilmeniz içindir.”

Hak Teâlâ, bir konuda ne emrederse ve ne yapmak dilerse bunların hepsini o yüce İlmiyle eder. O İlmin aslı esası ise harftir. Tüm evvel ve âhir bu harfin içinde dercedilmiş, toplanmıştır. Bütün insanlığa indirilen yüce Kur’an-ın aslı harftir ve bu harflerin toplamı yirmisekizdir. Ve yine bu harfler yirmisekiz şekilden oluşmakta­dır. Bu harfler olmasa kelime meydana gelmez ve dolayısıyla da kelâm ve konuşma olmaz. 

Zi­ra, Hak Teâlâ Hazretleri Mütekellim’dir, Kelâm sahibidir. Çünkü, O’nun ‘Kün’ yani, ‘Ol* sözü âlemi cihanı icad eyleyip meydana getirdi. Biz bu kısa anlatımızda başka duygu ve kendine özel bir anlayışı zikrederiz. Zahir ulemalar der­ler ki, Allah Teâlâ Mütekellim’dir. Fakat, bili­nen harfle mütekellim değildir. Bizler ise o bil­diğimiz kendimize özel harflerle konuşuruz. 

Bazısı da hiç harf yoktur demişlerdir. Onlara verilecek cevabımız ise bu konuda konuşma­maktır. Halbuki, harf olmayınca birtek kelâm bile dile gelmez ve konuşulmaz.
Zahir ehli, harf için şu kanıya vararak, oluş­muş her şey, yani yeryüzü, insanlar, ağaçlar , çiçekler, dağlar, denizler, gezegenler yaratılmış ne varsa, yazılmış ve mektup halinde bir yere dercedelmiştir. 

O nedenle kendinin kalbinde durmaz ve kendinden kendine hayat verir. Şa­şırtacak ve hayret verici nesneler çıkarır ve ey­lemi, sözü, anlatımlara sığmayan bir şeylerden birşeyler çıkartır ve türlü türlü haller gösterir, demişlerdir. Bu nedenle ofıa harf demeyip, ya zihin, ya tefekkür, ya da hatırdır, derler. Çünkü zahir ehli, bizim söylediğimiz ilmi işitip bilme­di. Eğer bizim anlatmak istediğimiz ilmi bilse­ler idi, kendilerinin şu ileriye sürdüklerini inkar edip düşman olurlardı. Nitekim İmam Ali Aley- hisselâm, “El mer’u adûvvûn limâ cehle hû” yani “Kişi bilmediği şeye düşman kesilir.” Bu­yurdular.

Ey İnsan! Şöyle takdir etseydi ki: Hiç harf kalmasa, silinse yerinde ne kalır. Harf kalma­yınca da Hakim ne ile hükmeder. Harf kalma­yınca, ne emrettikleri kalır ne de yasakladıkları kalır. Ne Adem kalır, ne Alem kalır. Böyle olunca da, ne batıl bilinirdi, ne de Hak bilinir­di.

Çünkü: Alem, Emir ile diridir. Emir ise ke­lamdır ve kelam da harftir. Hz. Peygamber bir Hadisi Şerif ’te Hak Teâlâ’dan naklen şöyle Bu­yurmuştur: “Küntü Icenzen mahfiyyen fe ah- beb te en U’ref’e ve halak-tül halka li U’ref’e.”Ben bir gizli hazine idim. Kendim, Kendime muhabbet ettim. Hemen bütün mahlû- kâtı (evreni) halk ettim: Beni bilmeleri için." (Aclûnî/Keşfü’l-Hafâ,II-2016.)

Ve yine Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim Bakara Suresi 2/31-32 âyetlerinde Buyurur: “Ve aile­me âdem-el esmâe küllehâ sümme arazahüm alel melâiketi fe gâle enbiünî bi esmâi hâülâi in küntüm sstdıgıyn "(Allah) Âdem’e bütün isimleri öğretmişti. Sonra onları meleklere gös­terip: “Doğrucular iseniz bunları adlarıyla ba­na haber verin"demişti.” Gâlû subhaneke lâ ilmelenâ illâ ma allemtenâ inneke entel aliy- mül hakiym.’YMelekler) de: Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiç bir bilgimiz yoktur. Çünkü her şeyi hakkıyla bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan şüphesiz ki sen- .sıV’demişlerdir.

Ey İnsan! Eğer harf olmasaydı bütün bunla­rı ne ile bilecektin? Nasıl anlayacaktın? Ve yine ne ile dile getirip söyleyecektin? Nasıl bir def­tere derleyip toparlayacaktın? Şurasını iyi bil ve anla ki, İnsan’ın hakikati harftir. Nokta ise harfin çıkış kaynağı yani membaıdır. O  yüzden Nokta ki hali basittir Ki, aslı merkezi devri muhittir.
Ki vahdet’de değildir kesret İki Nokta olmaya asılda Vahdet.
Ruh’un çün mazharı hüsnü Hüdâ’dır Murad hattı Cenabı Kibriyâ’dır.
Ruhunda hoş çekilmiş hattı Yezdân Ki yani sırrı hattı arş-ı Rahman.

Hattındır sebze zâr âlemi cân ki,
Ondan dolayı oldu âdı hem Rıdvan.

Sıvada hattını tar-ini şeb bil Hattından çeşme-i hayatı talep kıl.
Yazılarından bulunur kâr-ı âlem Yazılarından bilinir sırrı müphem.
Seb-al Mesâni diye anılan Fatiha suresi Adem yüzünden yazılı harf manâ denizi.
Dudakla kalbin arası Arş-ı Rahman’dır O’nun hatlarından çıkar gizli sırlardır.
Rahman’ın arş-ı olan kalbden Hayat’m Yazıların hatların sırları gizlidir edatın.Ey İnsan! İnsan’ın ruhu, harf ve noktadır ve ruhu müdriktir. Ruhu müdrik,neyi gönülden idrak eder, o idrak ettiği nesneden başka suret bağlamaz. Öyle ise, hangi nesneyi idrak eder­sen, o sen olursun ve o idrak ettiğin senin aynın olur. Zira, hangi nesneyi hatırında tutarsan, o anda sen olursun. Her dâim ne idrak edersen, onun aynısın. Ve herhangi bir şeyi müdrik idrak etse, onun adı müdrik’tir. Aslında müdrik, müd- rek, idrak bu üçü de temelde birdir.

Ey İnsan! Hakikat âlimleri, müdrik, müd- rek, idrak diye saydığımız bu adları, aşk, aşık ve maşuk diye isimlendirmişlerdir. Daha sonra­ki âlimler ise, buna, idrak, müdrik, müdrek de­mişlerdir. Müdrik: Aşık’a. Müdrek: Maşuk’a. İdrak’ta Aşk’a demişlerdir. Bunun da açıklama­sı şöyledir. Aşık, aşkıyla, maşukuna duygusal­lıkla yakın dursa ve maşukundan başkasının ha­yalini gönlünde silip atsa, o zaman gayet yakın­lık ilişkisi elde edilir. Arada ne aşık kalır ne maşuk, Aşk, Aşık ve Maşuk üçü de Bir olur.
Gök aşık olmasaydı saf olmazdı yüreği Güneş aşık olmasaydı döllemezdi evreni Ay aşık olmasaydı kaldırmazdı geceyi Yer aşık olmasaydı yetirmezdi her şeyi.
Rivayet olunur ki: Mecnun’da Leylâ aşkı doruk noktasına ulaşmış, gönlü, aklı ve dili, Leylâ’dan başka bir şey ile karar bulmaz ol­muştu. Olayı duyan zamanın halifesi, Mec- nun’u huzuruna çağırdı ve dedi ki: “Ey Mec­nun! Nedir bu halin, bir Leylâ aşkıyla kendini bu kadar yakar kavurursun? Mecnun, “Ey hali­fe! Benim gibi bir aşka düşersen, ancak o za­man benim bu halimden anlarsın” dedi. 

Mec- nun’un bu sözü üzerine halife, “İşte Leylâ’yı sana veriyorum, bundan sonra çöllere düşmeyi bırak, kendine gel, Leylâ ile yaşa” dedi. Halife, Leylâ’ya dönüp, Mecnun’a sen söyle, dedi. Leylâ da, “Ey Mecnun nasılsın, işte Leylâ be­nim” dedi. Bu söz karşısında Mecnun. “Eğer sen Leylâ isen benim gönlümdeki aklımdaki ve zikrimdeki Leylâ kimdir? Asla Leylâ iki olmaz. Leylâ Bir’dir.” dedi ve Leylâ’nın yüzüne bir kez olsun bile bakmadı. Ve yine, Leylâ, Leylâ diyerek yürüdü gitti.
Hem aşık olmazdı birlik arayan Eğer maşuk onu istemeseydi İncelir zayıflamazdı aşık olan Maşuk’u arzulayıp sevmeseydi.

Mecnun, maşukunun zikrine o kadar zakir olmuştu ki, zakir zikrolunan olmuştu. Zira gö­nül bir ismi devamlı anarsa, o ismin hakikatıy- la ve kendisiyle adeta suretleşmiş olur. Bu ne­denle Mecnun’un aşkı her şeye galip geldi. Ma­şukundan başkasını kalbinden sildi ve o iki ci­hanı maşukunun aşkına bir pula sattı. Böylece ikilik mülkünü yaktı ve her baktığı nesneye Bir’lik gözüyle baktı.

Ey dost senin aşkın odu,ciğerim pare baş gelir Aşkından yanar yüreğim,yandığım bana hoş gelir. Aşkın oduna yandığım,ağlamak oldu güldüğüm Dost sana zâri kıldığım, münkirlere savaş gelir.
Söylerim hem sözüm yavaş, söylemezsem ciğer ataş Cihan doludurur kallaş, her birinden bir taş gelir.

İnsan! Yukarıda Mecnun olayında anla­tıldığı gibi, böyle mecâzi bir aşkta bu aşamaya varılırsa, gerçek aşka düşenler nasıl bir sonuç elde ederler, burasını var sen iyi düşün ve hesap eyle. Ve yine aşkın gerçeğini iyi araştır ve anla ki, aşkın birleşmesinden sonra arada ne resim kalır ve ne de, eser kalır. Çünkü, cüz-i aşk, ken­diliğinden eksilerek Küll-i olur. Ve böylece

Vahdet (Birlik) şarabından içerek sarhoş olur. Bu oluşumdan sonra da, kendiliğinden ve kendi dilinden ‘Ene-1 Hak’ nârası gelmeye başlar. Bundan sonra da, o kimseyi ister assınlar, ister kessinler, ister derisini yüzsünler ve isterlerse küllerini gök yüzüne ve denizlere, çöllere sa­vursunlar, bu yapılanlar ona hiç cefa vermez ve bu cefalar onun aklına dahi gelmez. Çünkü ‘Ene-1 Hak’ sözü o kimsenin kendisinden ken­disine, kendiliğinden oluşur. O zaman, zahirî bu cefalar, Mansur misâli ona batınî rahmet olur.
Yüzün gününde ey kamer envâra düşmüşem “Ânestü nâren”olmuşam,
oI nâra düşmüşem.
Ey Vahdet’in şarabına müştak iden beni Mest’i Elest’e sor ki "ne esrâra düşmüşem.
Fâş eyledim cihâna Ene’l Hak rümûzunu Doğru haberdir, ânın için dâra düşmüşem.
Diğer yandan kişinin varlığı, yine kendi is­teğiyle, 
Firavn gibi lânet olunur. 

Bu konuda Mevlâna Mesnevi’sinde şöyle Buyurur: “İn-
ene biy vakt güftem lânet est, an ene der vakt-ı güftem Rahmet est, an ene Mansur Rahmet şûd yakıyn. Ve in ene Fir’avn lânet şûd Bî biyn. “ Vakitsiz Ene “Ben” kelâmını söy­lemek lânettir. Vaktinde o Ene “Ben’i” söyler­sem kesin olarak bu rahmet olur. Mansur’un o Ene “Ben’i kesin olarak rahmet olmuştur. Bile­sin ki, Fir’avıı’ın Ene “Ben’i de kesin olarak lânet olmuştur

Çünkü: Aşıkı İlâhi, cezbei İlâhiyeye erişin­ce, kendisinden katıksız yok olur, gönlü, gözü ve dili, cümle her şeyi maşuk olur. Nitekim yu­karıda Hadis-i Kudsi’de geçti: “Ve bîy yesmeû ve biy yebsirû ve biy Yentikû.. "Benimle du­yuyor, benimle görüyor ve benimle konuşuyor­sun.” Böyle olunca aşık’ın vehimleri, asılsız şeyleri yok oldu. Şahid ayn-i meşhûd (görünen, şehâdet edilen) oldu.
Her şey maşuktur, aşık bir perdedir Yaşayan maşuktur, aşık adeta ölüdür.

Ey İnsan! Gerçek Maşuk, Hakk Teâlâ’dır. Ve Hak Teâlâ’nın başlangıcı olmayan, ilmi ve ezeli iradesi vardır ki, kendi Cemâlini yine ken­disi seyreder. İşte ol ezeli irade, âlemi ve ademi ayna eyledi ve yine ol aynada tecelli eyleyip, O’nun varlığı tecellisinden diri oldular. 

Ve O’nun ilmi tecellisinden âlim oldular. Ve yine O’nun Cemâli tecellisinden cemiller oldular. Ve Celâli tecellisinden zalimler oldular. Ve saltanat tecellisinden sultanlar oldular. O zaman Maz- har-ı Adem, Cemâl ve Celâl’dir.

Yüce Allah Kur’an-ı Kerim İsrâ suresi 17/84 âyetinde Buyurur: “Gul küllün yağmelu alâ şâkiletihî fe Rabbüküm ağlemu bi men hüve ahdâ sebîlâ. “De ki; Herkes, kendi mizaç ve meşrebine göre hareket eder. O halde kimin daha doğru bir yol tuttuğunu Rabbiııiz en iyi bi­lendir.”

Hz. Peygamberimiz bir Hadisi Şerifinde Hak Teâlâ’dan naklen Buyurur: “Ben kulumun zanııına göreyim. Beni hayırla anan kulumun yamndayım.,, Yani kulum beni nasıl zikreyler- se, o sıfatla tecelli eylerim. Celal isimlerim yö­nünde zikreylerse, Celal isimlerim yolu ile te­celli eylerim. 

Cemal isimlerim yönünde zikrey­lerse, Cemal isimlerim yolu ile tecelli eylerim, buyurmuştur.
Ve her şey kâbiliyet ve ezelî kısmetince Hak Teâlâ’nın varlığından var oldular. Böylece Hakk’a gerisin geri dönerler. Çünkü meb­de,(başlangıç) Hakk idi. Ve mead (dönüş) dahi

Hakk’tır. Bu konuda Yüce Allah Kur’an-ı Ke­rim Bakara Suresi 2/156 âyetinde Buyurur: “Elleziyne izâ esabethüm musiybetün gâlû innâ lillâhi ve innâ ileyhi raciûn.”On/ar ken­dilerine bir belâ geldiği zaman, biz Allah’ın teslim olmuş kullarıyız ve biz ancak O’na dönü­cüleriz” diyenlerdir. Marifet ehli ‘Inna lillahi ve inna ileyhi raciun’ cümlesine ‘Geriye dönüş cümlesi’ demişlerdir. Nakkaş’ın hüner ile yaptı­ğı yine kendi Nakşı’dır.

Nakkaş’ın karşıtlı yaptığı iyi ve fenalar Yine aynı şekilde görüntüye gelirler.
Bunun anlamı şudur ki: Her nakış, varlık levhasında nakşedilmiştir. O nakış, nakşeden Nakkaş’ın suretidir. Yani, sonsuz isimlerin gö­rüntüye gelme yerlerini teşkil eden sıfatlardır. Aşık, bu keyfiyete erişince dört yanı didâr olur. Çünkü bu saadet, aşıka yâr olduktan sonra, baş­ka yüz görmek, o aşıka büyük ıztırap verir hale gelmiştir. 

Bunun delili ise, Kur’an-ı Kerim Ba­kara Suresi 2/115 âyetidir: “Ve lillâh-il Meşri- gu vel Mağribü fe eynema tüvellû fe semme vechullâhi innallâhe vâsiün âliym.” Meşrık da Allah’ indir, mağrıb da. Onun için nereye dö­ner, yönelirseniz, Allah’ın yüzü oradadır. Şüphe yok ki Allah vâsi’dir, hakkıyla bilicidir
Hangi yana baktmsa yüz göründü Şol yüz dediğim dîdar göründü.
Baktığın gördüğün Cemâl büründü Sen zannettin ona hayal denildi.

Ey İnsan! Hak Teâlâ diledi ki: Varlığı ayna­sından kendi doğruluğu delil istemeyen kendi güzelliklerini görmek için, kendi Cemâl ve Ke­mâliyle aşk muhabbet eyledi. Ve böylece, çok­luk aynasından tecelli eyleyip, yaratmış olduk­larını İlâhi Kudretiyle sevdi. Bu nedenle ârifler, Yüce Yaratıcıya Aşık derler. Yukarıda bir kaç yerde geçtiği gibi, Aşk, Aşık ve Mâşûk bu üçü birdir. 
Bu nedenle, Aşık-ı İlâhi olmayan, aşk sırrından habersizdir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...