23 Mayıs 2014

YÜCE RABB'İMİN CÖMERTLİK DELİLİ GÖRSEL VE SESLİ VİDEO


YÜCE RABB'İMİN CÖMERTLİK DELİLİ GÖRSEL VE SESLİ VİDEO

Video Metni

Cömertlik Delili

Hiç mümkün müdür ki, nihayetsiz bir cömertlik ve ikram, tükenmez servet ve bitmez hazineler; baki bir saadet diyarını ve ebedî bir ziyafet mahallini ve içinde daimî bulunacak muhtaç misafirleri istemesin ve bu fâni dünya ve içindeki fâni misafirlerle yetinsin? Hayır, asla! Zira bu dünya, o cömertliğe ve ikrama hakiki mahal olamamakta, belki o cömertliğin milyon cüzünden ancak bir cüzüne mazhar olabilmektedir.
İşte bu hâl ispat eder ki, bu dünyaya sığmayan o cömertliğin, hakkıyla gözükebileceği baki bir memleket ve o baki memlekette iskân edecek baki misafirler olmalıdır ve vardır.
Bu delili yine iki başlıkta inceleyeceğiz:
1. BASAMAK: KÂİNATTA GÖZÜKEN CÖMERTLİK VE BU CÖMERTLİĞİN SAHİBİ KİMDİR?
Kim şu âleme dikkat ile baksa görür ki, bu âlemde nihayetsiz bir cömertlik eli işliyor. Buna delil mi istersin? O hâlde bak!:
•     Dünya yüzünü bu kadar süslü sanat eserleriyle süslendirmek,
•     Güneş’i bir lamba ve Ay’ı bir kandil yapmak,
•     Yeryüzünü bir sofra-i nimet yaparak yiyeceklerin en güzel çeşitleriyle doldurmak,
•     Meyveli ağaçları birer kap yapıp her mevsimde birçok defalar bu kapları tecdit etmek,
•     Zehirli bir böceğin eliyle bal gibi tatlı bir taamı yedirip ipek böceğinin eliyle ipek gibi yumuşak bir elbiseyi giydirmek,
•     Koyun, keçi, inek gibi hayvanları âdeta bir süt fabrikası yapmak,
•     Kemik gibi kuru ağaçları cennet hurileri tarzında süsleyip o incecik dallarına gayet nakışlı ve müzeyyen çiçekler takmak,
•     Her bir mahluku yoktan icat edip o mahluka son derece kıymetli aza ve cihazları takmak… Elbette, hadsiz bir cömertliği ve nihayetsiz bir ikramı gösterir.
Bilmiyoruz, acaba şu âlemdeki cömertliği anlatmaya gerek var mıdır? Acaba insan, değil âleme, sadece kendine baksa ve kendisine takılan cihazları, azaları, duyguları ve latifeleri tefekkür etse o cömertliği ve ikramı tasdik etmeyecek midir?
O hâlde şimdi soralım:
•     Kimdir bu cömertliğin ve ikramın sahibi?
•     Kim dünya yüzünü böyle süslü sanat eserleriyle donatmış?
•     Kim Güneş’i bir lamba ve Ay’ı kandil yapmış?
•     Kim şu yeryüzünü bir sofra ve baharı bu sofraya bir gül destesi yapmış?
•     Kim ağaçları çiçeklerle, meyvelerle ve yapraklarla süslemiş?
•     Kim zehirli bir böcekten balı çıkarıyor ve elsiz bir böcek ile ipeği giydiriyor?
•     Kim hayvanları bizlere bir süt çeşmesi yapan?
•     Kim şu hadsiz mahlukları yoktan icat ederek, her türlü aza ve cihazlarla onları teçhiz eden?
•     Kim? Kim? Kim?
Allah’tan başka bu ‘kim’lere verilebilecek bir cevap var mıdır? Allah’tan başka kim vardır ki, mahlukatına böyle cömertçe muamele etsin ve onların her türlü ihtiyacını görüp onlara ikram etsin? Allah’tan başka kimde vardır böyle tükenmez hazineler ve bitmez servetler?
İşte nasıl ki Güneş’in ışığı, Güneş’in vücudunu ispat ediyor ve Güneş’i gösteriyor. Aynen bunun gibi, şu misilsiz cömertlik ve hadsiz ikram dahi, perde arkasındaki bir zatı “Cevvad” (cömert) ve “Gani” (zengin) isimleriyle bizlere tanıttırıyor ve O’nun vücudunu ispat ediyor.
Şimdi sıra geldi, bu cömertliğin ahireti gerektirmesine…
2. BASAMAK: CÖMERTLİĞİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ
Böyle nihayetsiz bir cömertlik ve ikram, öyle tükenmez hazineler ve rahmet, hem daimî hem arzu edilen her şey içinde bulunan bir ziyafet diyarını ve saadet mahallini ister. Hem kat’i ister ki, o ziyafetten lezzetlenenler, o mahall-i saadette devam etsinler, ebedî kalsınlar. Ta ayrılık ve ölüm ile elem çekmesinler. Çünkü elemin bitmesi lezzet olduğu gibi, lezzetin bitmesi dahi elemdir. Öyle bir cömertlik ise, böyle bir elem çektirmek istemez.
Demek, nihayetsiz bir cömertlik ve bitmez, tükenmez hazineler ebedî bir cenneti ve içinde ebedî muhtaçları ister. Çünkü nihayetsiz cömertlik, nihayetsiz ihsan etmek ve nimetlendirmek ister. Nihayetsiz ihsan ve nimetlendirmek ise bu ihsana mazhar olan şahsın devam-ı vücudunu ister. Yoksa ölüm ile acılaşan cüz’i bir lezzetlenme, hem de kısacık bir zamanda, öyle bir cömertliğin muktezasıyla kabil-i tevfik değildir.
Madem o nihayetsiz cömertlik, nihayetsiz bir ikram ve ikram edeceği zatların bekasını istiyor. Hâlbuki şu misafirhane-i dünyada görüyoruz ki, herkes çabuk gidip kayboluyor. O cömertliğin ve ihsanın ancak az bir parçasını tadıyor, iştihası açılıyor; fakat doymadan gidiyor. O hâlde başka ve baki bir memleket olmalıdır ve o memleketin baki misafirlerine nihayetsiz ikram ve ihsan edilmelidir, ta ki bu cömertlik hakkıyla tezahür edebilsin.
Şimdi bu delilde öğrendiklerimizi maddeleyerek bir daha tefekkür edelim:
1. Şu âlemde nihayetsiz bir cömertlik ve hadsiz bir ikram görünmektedir.
2. Bu nihayetsiz cömertlik ve ikram ispat eder ki, perde arkasında bir zat ve O’nun bitmez ve tükenmez hazineleri vardır.
3. Bitmez ve tükenmez hazineler ve nihayetsiz bir cömertlik, elbette nihayetsiz bir şekilde ikram etmek ister.
4. Nihayetsiz ikram edebilmek için de hem misafirhanenin hem de misafirhanedeki muhtaç misafirlerin devam-ı vücudları gerekir.
5. Dünya ise bahsedilen misafirhane olamaz, zira hem kendisi fânidir hem de içindeki misafirler fânidir.
6. O hâlde başka bir memleket olmalıdır. O baki memlekette baki misafirler olmalı ve şu göz önündeki cömertliğin sahibi olan zat, o baki misafirlerine cömertliğinin şanına yakışır bir şekilde ikram etmelidir.
7. O hâlde diyebiliriz ki ahireti inkâr etmek, Cenab-ı Hakk’ı ve O’nun cömertliğini inkâr etmekle mümkündür. Allah’ı ve cömertliğini inkâr etmek ise göz önündeki şu cömertçe muameleye göz kapamak ve gözün gördüğünü aklın inkâr etmesiyle mümkündür. Bu da akıl sahipleri için mümkün olamaz.
Demek sözün özü: Ahiretin varlığı, göz önündeki şu cömertliğin varlığı kadar kat’idir ve kesindir. Bunu inkâr edemeyen, onu inkâr edemez!

YÜCE RABB'İMİN ADALET DELİLİ GÖRSEL VE SESLİ VİDEO




YÜCE RABB'İMİN ADALET DELİLİ GÖRSEL VE SESLİ VİDEO

Video Metni

Adalet Delili

Hiç mümkün müdür ki, her işinde nihayet derecede adalet ile iş gören bir Âdil-i Hakîm, mahlukatının hukukunu muhafaza etmeyerek, mazlumun hakkını zalimden almasın ve adaletini hiçe indirsin? Bu adalet burada yok hükmündedir, demek başka yerde bir mahkeme-i kübra ve adalet diyarı vardır ve olmalıdır.
Bu delili yine iki başlıkta inceleyeceğiz:
1. BASAMAK: KÂİNATTA GÖZÜKEN ADALET VE BU ADALETİN SAHİBİ KİMDİR?
Adalet: Her hak sahibine hakkını vermek ve her şeyi hikmet ve maslahata uygun olarak yerli yerine koymak demektir. Adalet, zulmün zıddıdır.
Adaletin bu manasıyla Cenab-ı Hak nihayet derecede adildir. Dilerseniz şimdi bu sözümüzün hakkaniyetini ispat edelim:
Adalet, her hak sahibine hakkını vermek demekti. Şimdi şu âleme bakıyor ve görüyoruz ki, bütün mahlukatın erzak ve teçhizatı lâyık-i veçhiyle veriliyor. Hiçbir mahluk unutulmuyor ve karıştırılmıyor. Bir sineğe kartal kanadı takılmadığı gibi, bir kartala da sinek kanadı takılmıyor. Her varlığın hangi cihazlara ihtiyacı varsa, o cihazlar ile donatılıyor. Bizlerin basit ve hakir gördüğü mahlukların bile hukuku bu cihette muhafaza ediliyor. Bir sineğin ya da bir böceğin vücudunu incelediğinizde sözümüzü tasdik edeceksiniz.
İşte her şeye hassas mizanlarla ve mahsus ölçülerle vücut vermek, suret giydirmek, her şeyi yerli yerine koymak, en münasip cihazlarla teçhiz etmek ve her hak sahibine istidadı nispetinde hakkını vermek, nihayetsiz bir adalet ile iş görüldüğünü ispat eder.
İşte sineğe 5.000 petekli bir gözün verilmesi bu adaletin neticesidir; balığa yüzgeç, kuşa kanat takılması bu adaletin neticesidir; file hortum, deveye hörgüç verilmesi bu adaletin neticesidir. Sözün özü, her mahluka hayatının devamı için cihazlar verilmesi bu adaletin bir neticesidir.
Şimdi soruyoruz:
· Bir sineğin dahi hakk-ı hayatını muhafaza ederek, hayatının devamı için onu aza ve cihazlarla teçhiz eden kim?
· Kim bütün mahlukları hikmetli cihazlar ile donatarak hakk-ı hayatlarını koruyor?
· Kim o cihazları en uygun yerlere yerleştiriyor?
· Kim onlara hikmetli vücutları ve maslahatlı suretleri veriyor?
· Kim şu âlemdeki dengeyi muhafaza ediyor?
· Sözün özü: Göz önündeki şu adaletin sahibi olan Adil zat kim?
Elbette Allah’tır ve bu O’nun adaletinin bir tecellisidir.
Şimdi de adaletin başka bir vechine bakalım:
Adaletin bir ciheti de mazlumların intikamını zalimlerden almaktır. Adaletin bu manasıyla da tarih sayfaları zalimlerin feci akıbetleriyle doludur. Firavunlar, Nemrutlar, Karunlar gibi nice zalimlere Adil ismi ile semavi tokatlar vurulmuş ve mazlumların hakları onlardan alınmıştır.
Ancak ikinci başlıkta da izah edileceği gibi, bu dünya adaletin bu tecellisine hakkıyla mahal olamamakta ve adaletin bu tecellisi başka bir âleme bırakılmaktadır. Zaten Adil ismiyle ahirete kapı açarken, adaletin bu cihetinin hakkıyla bu dünyada gözükememesi delil yapılacaktır.
Ancak şu kadar deriz ki: Halk arasında zalimler için sıklıkla kullanılan “Etti, buldu!” sözü, zalimlerin her vakit semavi tokatlara maruz ve muhatap olduklarına delildir. Zalimlere gelen bir tokat dahi perde arkasındaki bir Adil-i Mutlak olduğunu ispat eder. Böyle binler tokat ise O zatın varlığını güneş gibi gösterir ve inkâra bir yol bırakmaz.
Adaletin bir diğer vechi de şudur:
Âlemdeki dengeyi muhafaza ederek diğer canlıların haklarını korumaktır. Mesela, sadece ıstakoz bir yılda 7 milyon yumurta yumurtlamaktadır. Bu yumurtaların hepsi ıstakoz olsaydı, denizler ıstakozla dolar ve başka hayvanların yaşaması mümkün olmazdı. İşte bazı engellerle ıstakozun çoğalmasının önüne geçilmiş ve diğer canlıların hakları korunmuştur.
Yine soralım:
· Böyle ince bir dengenin tesadüfen oluşması ve binlerce yıldır tesadüfen devam etmesi mümkün müdür?
· Eğer mümkün değilse, kâinattaki hayret verici bu dengeyi kim kurdu?
· Varlıkların kâinatı istila etme meylini durduran ve onların âlemi istila etmesine mâni olan adalet sahibi zat kimdir?
Elbette Allah’tır! Şu âlemde gözüken kusursuz denge, bu dengeyi kuran Cenab-ı Hakk’ın varlığına ve O’nun adaletine güneş gibi bir delildir.
2. BASAMAK: ÂDL İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ
Acaba hiç mümkün müdür ki, böyle en küçük bir mahlukun, en küçük bir hakkını muhafaza edip onun imdadına koşan bir adalet; insan gibi en büyük bir mahlukun hukukunu muhafaza etmesin ve muhafaza etmemekle adaletini hiçe indirsin? Bu hiç mümkün müdür? Elbette mümkün değildir!
O hâlde madem insanın hukukunu muhafaza edecek ve adaletini hiçe indirmeyecek, elbette bunun için bir mahkeme-i kübrayı kurmalı ve bir adalet diyarını açmalıdır. Zira şu fâni dünyada kısa bir hayat geçiren insan, o büyük adaletin hakikatine mazhar olamaz ve olamıyor. Şu fâni ve geçici dünya, ebed için yaratılan insan hususunda böyle bir adalete mazhariyetten çok uzaktır. Bu dünyada zalim izzetle; mazlum ise zillet ile yaşayıp gidiyor.
Hâlbuki hakiki adalet ister ki, mazlumun hakkı zalimden alınsın ve şu küçücük insan, küçüklüğü nisbetinde değil; belki cinayetinin büyüklüğü, mahiyetinin ehemmiyeti ve vazifesinin azameti nispetinde bir mükâfat ve ceza görsün. Bütün bunlar da ancak ahiretin gelmesi ile mümkündür.
Madem dünya var ve dünya içinde bir rahmet ve adalet var. Elbette, dünyanın vücudu gibi kat’i olarak ahiret de var ve oraya gidiliyor. Ahireti inkâr etmek, dünya ve içindekileri inkâr etmek demektir. Demek, ecel ve kabir insanı beklediği gibi; cennet ve cehennem de insanı bekliyor ve onu gözlüyor.
Şimdi bu delilde öğrendiklerimizi maddeleyelim:
1. Şu âlemde nihayet derecede bir adalet hükmetmektedir. Yaratılan her varlığa hassas mizanlarla ve mahsus ölçülerle vücut vermek, suret giydirmek, her şeyi yerli yerine koymak, en münasip cihazlarla teçhiz etmek, dengeyi muhafaza etmek, her hak sahibine istidadı nispetinde hakkını vermek ve zalimleri semavi tokatlarla tokatlamak nihayetsiz bir adalet ile iş görüldüğünü ispat eder.
2. Fiiller failsiz olamayacağına göre, göz önündeki şu adaletin de “Adil” ismiyle müsemma bir faili olmalıdır. Bu fail de ancak ve ancak Cenab-ı Hak olabilir.
3. Madem Cenab-ı Hak nihayetsiz bir adaletin sahibidir ve her işinde nihayetsiz bir adaletle iş görür, o hâlde elbette bir mahkeme-i kübra ve adalet diyarı olmalıdır. Zira şu fâni dünya, o adaletin hakikatine mazhar olmaktan âcizdir. Zira otuz bin kişiyi öldüren bir zalimden, bu dünyada nasıl hak alınabilir? En fazla onu bir kere öldürebilirsiniz ki, bu da ancak öldürülen bir masumun kısası olabilir. Peki diğer mazlumların hakkı ne olacak? Eğer ahiret gelmezse insanın hukuku muhafaza edilmemiş olur ki, nihayetsiz bir adaletin sahibi olan Allah-u Teâlâ buna asla müsaade etmez.
4. Hem şu dünyanın gidişatına bakılsa görülür ki, zalim izzet ile ve mazlum zillet ile yaşıyor ve her ikisi de aynı şekilde ölüp gidiyor. Eğer ahiret gelmez ve zalimin yaptığı yanına kâr kalırsa bu, mazlumlara nihayetsiz bir zulüm olur. Allah-u Teâlâ ise böyle bir zulümden nihayet derecede münezzeh ve mukaddestir.
5. Demek ahireti inkâr etmek, ancak Cenab-ı Hakk’ın varlığını ve O’nun “Adil” ismini inkâr etmek ile mümkündür. Allah’ı inkâr etmek ise ancak, göz önünde tecelli eden şu adaleti inkâr etmek ile mümkündür. Adaleti inkâr etmek için ise ya kör olmalı ya da aklı baştan atarak bir akılsız olmalı. Zaten onlar da bizim muhatabımız değildirler.
6. Şunu da ilave etmek isteriz ki: Bu dünyada adaletin hakkıyla gözükememesinin sebebi, imtihan sırrıdır. İmtihan sırrından dolayı Allah-u Teâlâ, razı olmamasına rağmen bu zulümlere müsaade etmektedir. Zira müsaade etmezse, imtihanın sırrı bozulur ve bu dünyanın kurulmasının hikmeti kaybolur. Bu insanlarda da hayvanlarda da böyledir. İmtihan sırrından dolayı, birçok zulümlere müsaade edilmekte ve hak sahiplerinin hakları ahirete bırakılmaktadır.
Sözün özü: Bir sineğe dahi vücut vererek, suret vererek, onu nihayetsiz hikmetli cihazlarla donatarak ve onu terbiye ederek nihayetsiz adaletini gösteren Allah-u Teâlâ; elbette ahireti getirmeyerek mazlumların hakkını zalimde bırakmayacaktır. O bundan nihayet derecede münezzeh ve müberradır.
Evet, bir gün gelecek, zalim zulmünün cezasını, mazlum da zilletinin mükâfatını görecek. Hatta boynuzsuz koyun dahi boynuzlu koyundan hakkını alacak. Âmennâ ve saddeknâ, iman ettik ve tasdik ettik!

YÜCE RABB'İMİN HİKMET DELİLİ GÖRSEL VE SESLİ VİDEO




YÜCE RABB'İMİN HİKMET DELİLİ GÖRSEL VE SESLİ VİDEO

Video Metni

Hikmet Delili

Hiç mümkün müdür ki, şu âlemde zerrelerden Güneşlere kadar bütün eşyada nihayetsiz bir hikmetle iş gören Zat-ı Zülcelâl, ahireti getirmemekle ve kendisine iltica eden müminlere iltifat etmemekle nihayetsiz hikmetini inkâr ettirsin ve o hadsiz hikmetleri hiçe indirsin? Hâşâ ve kella!
Bu delili yine iki başlıkta inceleyeceğiz:
1. BASAMAK: KÂİNATTA GÖZÜKEN HİKMETİN SAHİBİ KİMDİR?
Hikmet: Her işte menfaatlere riayet edilmesi, abes bir işin yapılmaması, her eşyaya birçok vazifeler yaptırılması gibi manalara gelir. Hikmetin zıttı, israf ve abesiyettir.
Şu kâinatın hiçbir yerinde israf ve abesiyet olmayıp her yerde nihayet derecede bir hikmet hükümfermadır. Şimdi kâinattaki hikmeti bir parça tefekkür ederek bu hikmetin faili olan zata bir pencere açalım:
Şu âleme dikkatle bakılsa görülür ki şu âlemde tasarruf eden zat, nihayetsiz bir hikmetle iş görüyor. Ona delil mi istersin?
Her şeyde menfaat ve faydalara riayet edilmesidir. Görmüyor musun ki, insandaki bütün aza, kemikler ve damarlarda, hatta bedenin hücrelerinde, her yerinde, her cüz’ünde faydalar ve hikmetler gözetilmiştir. Hatta bazı azası, bir ağacın ne kadar meyveleri varsa, o derece o uzva hikmetler ve faydalar takılmıştır. İşte bu hâl ispat eder ki, nihayetsiz bir hikmet eliyle iş görülüyor.
Hem her şeyin sanatında nihayet derecede bir intizamın bulunması yine ispat eder ki, nihayetsiz bir hikmetle iş görülüyor. Evet, güzel bir çiçeğin ince programını küçücük tohumunda dercetmek; büyük bir ağacın amel sahifelerini, tarihçe-i hayatını ve cihazlarının fihristini küçücük bir çekirdekte manevi kader kalemiyle yazmak, elbette nihayetsiz bir hikmet ile iş görüldüğünü ispat eder.
Hem her şeyin yaratılışında gayet derecede güzel bir sanatın bulunması, nihayet derecede hikmetli bir sanatkârın nakşı olduğunu gösterir. Evet, şu küçücük insan bedeni içinde bütün kâinatın fihristini, bütün rahmet hazinelerinin anahtarlarını, bütün güzel isimlerinin âyinelerini dercetmek, elbette nihayet derecede bir hüsn-ü sanat içinde bir hikmeti gösterir.
Şu âlemdeki hikmeti ispat etmeye çalışmak, herhâlde gereksiz bir iştir. Zira her fen kendi lisanıyla bu hikmetten bahseder ve her fennin konusu da bu hikmetin kendisidir. Bu sebeple bizler kâinattaki hikmeti anlatmak için sözü uzatmaya gerek duymuyor ve şu sorunun cevabına geçiyoruz:
Bu hikmetin sahibi olan Hakîm zat kimdir? Kim eşyaya böyle menfaatler takmış? Kim şu âlemin hiçbir yerinde hiçbir abesiyete müsaade etmiyor?  İnsanın azalarından tutun, semanın yıldızlarına kadar her şeyde maslahat ve faydaları kim gözetmiş? Kim şu âlemde israf etmeyen Hakîm? Ve kim eşyayı böyle nakış nakış hikmetle donatan?
Bu sorulara verilebilecek tek cevap “Allah” değil midir?
Bırakın kâinattaki hikmeti tesadüflerle izah etmeyi, acaba bir sineğin vücudundaki hikmet bile tesadüf ile hiç izah edilebilir mi?
Evet, şu âlemde yaratılan her varlıkta kendine mahsus bir gaye, bir maksat, bir fayda ve bir netice takip edilmektedir. Hiçbir varlıkta bir abes, bir gayesizlik, bir manasızlık ve israf sayılabilecek herhangi bir şey gözükmemektedir. Elbette akılsız ve şuursuz sebeplerin, bu gayeleri ve maksatları kendi başlarına takip edebilmeleri ve eşyayı bu şekilde hikmetle yaratmaları mümkün değildir. O hâlde bu durum ispat eder ki, perde arkasında hikmet sahibi bir zat vardır ve bu eşyayı hikmetle icat eden de O’dur.
2. BASAMAK: HAKÎM İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ
Farz edelim ki, büyük bir şeker fabrikanız var. Siz tarladan topladığınız şeker pancarlarını fabrikaya getirerek bir sürü işlemden geçiriyor ve nihayet şeker imal ediyorsunuz. Daha sonra da bu şekerleri yine binbir zahmetle kamyonlara yüklüyorsunuz. Acaba bu kadar zahmetten ve hikmetli faaliyetten sonra bu şekerleri denize döker miydiniz?
Elbette ki hayır! Zira eğer denize dökecek olsaydınız, ilk önce fabrikayı kurmaz, daha sonra sırasıyla şeker pancarlarını tarladan toplamaz, bir sürü işleme tabi tutmaz ve kamyona yüklemezdiniz. Demek sizin mezkûr fiilleriniz, şekeri denize dökmeyeceğinizin ispatıdır.
Aynen bunun gibi, Cenab-ı Hak da şu dünya fabrikasını bu kadar masraflar ile kurdu. Her bir taşında binlerce hikmeti yarattı. Eğer ahiret gelmez ve bu fabrikanın semereleri ahiret pazarına çıkmazsa nihayetsiz bir israf yapılmış olur.
Bir sinek kanadını bile onlarca hikmet ile donatan Allah-u Teâlâ, hiç mümkün müdür ki, ahireti getirmemekle böyle bir israfa ve hikmetsizliğe müsaade etsin? Hâşâ! Zira eğer edecek olsaydı, bu âlemi bu kadar hikmetle yaratmaz ve bu derece ehemmiyet vermezdi. Demek ahiretin gelmeyeceğini iddia etmek, göz önündeki hikmeti inkâr etmek gibidir. Zira ahireti getirmemek tam bir hikmetsizliktir ve şu âlemin hikmetsizliğe ve israfa inkılâbına müsaade etmektir. Göz önündeki şu hikmetin şehadetiyle nihayetsiz bir hikmetin sahibi olan Zat-ı Zülcelâl ise, böyle bir hikmetsizlikten münezzehtir ve müberradır.
Acaba hiç mümkün müdür ki, Allah-u Teâlâ bir ağaca taktığı neticeler ve meyveler miktarınca, her bir hayat sahibine o derece hikmetleri ve maslahatları takmakla kendisinin hikmet sahibi olduğunu ispat edip göstersin ve sonra, bütün hikmetlerin en büyüğü ve bütün maslahatların en mühimi ve bütün neticelerin en lüzumlusu ve hikmeti hikmet, nimeti nimet, rahmeti rahmet eden ve bütün hikmetlerin, nimetlerin, rahmetlerin ve maslahatların menbaı ve gayesi olan bekayı ve ebedî saadeti vermeyip terk ederek bütün işlerini abesiyet derecesine düşürsün? Ve kendini o zata benzetsin ki, öyle bir saray yapar ki her bir taşında binlerce nakışlar, her bir tarafında binler ziynetler ve her bir odasında binler kıymettar alet ve levazımat bulundursun da sonra o saraya dam yapmasın, her şey çürüsün, beyhude bozulsun? Hâşâ ve kellâ!
İşte ahiret gelmezse, bu dünyanın damı yok demektir ve içinde yapılan bunca hikmetli tasarrufun ve faaliyetin hiç bir kıymeti yoktur.
Acaba hiç akıl kabul eder mi ki Allah-u Teâlâ, insanın başına ve içindeki duygularına, saçları adedince vazifeler ve hikmetler yükletsin de ona sadece, bir saç hükmünde olan bir ücret-i dünyeviye versin ve hikmetine bütün bütün zıt olarak manasız bir iş yapsın?
Evet, cömertten ihsan ve güzelden ancak güzellik geldiği gibi, hikmet sahibinden de sadece hikmetli iş gelir. Hikmet sahibi olan bir zat abes bir iş yapmaz. Allah-u Teâlâ ise nihayetsiz bir hikmetin sahibidir. Eğer ahireti getirmeyecek olursa, bütün işlerini abesiyete inkılâp ettirmiş olur. Bu ise Allah hakkında düşünülemez.
Ahiretin gelmemesi; âdeta küçük bir taşa bir büyük dağ kadar hikmetler ve gayeler takmak, bir büyük dağa ise bir küçük taş gibi muvakkat ve cüz’i bir gaye vermeye benzer ki, bunu hiçbir akıl ve hikmet kabul etmez.
İsterseniz hikmet deliline bir de duygularımız cihetiyle bakalım:
İnsandaki zahirî ve batınî duyguların her biri bu dünyadan daha kıymetlidir. İnsan ne işitmesini, ne görmesini, ne aklını, ne hafızasını, ne sevgisini, ne de herhangi bir hissini dünya saltanatı ile hatta cennet ile bile değişmez.
Mesela, bize şöyle denseydi: “Aklını bize ver, sana cenneti vereceğiz.” ya da “Bana hafıza kuvvetini ver, cennete gir.”
Acaba aklımızı ve hafızamızı cen­nete mukabil satar mıydık? Elbette hayır! Zira akıl ve hafıza olmazsa cennetten istifade mümkün olmaz. O hâlde diyebiliriz ki, bizdeki cihazlar cennetten daha kıymetli ve pahalıdır.
İşte bu durum da ispat eder ki: İnsanın cihazatı yalnız bu dünyanın cüz’i meselelerine sarf edilmek için yaratılmamıştır. Böyle nihayetsiz hikmetler ile donatılmış bu cihazlar, sadece bu kısacık hayat için verilmiş olamaz. Böyle bir masraf, kısacık bir ömür için değildir. Bu pahalı cihazların kısacık bir hayat için olduğunu iddia etmek, şu âlemdeki hikmeti ve bu hikmetin sahibi olan zatı inkâr etmek ile mümkündür.
Bu durumda da hikmet ile yaratılmış her bir mahlûk, parmağını o kişinin gözüne sokar ve ona der ki: “Bu âlemin nihayet derecede hikmet sahibi sanatkârı, sadece kısacık bir hayat için bu kadar masraf yaparak israf etmez. Bak, sen küfrünle ne büyük bir cinayet işliyorsun ve inkârının lisan-ı hâliyle diyorsun ki ‘Şu âlemde her şey boştur ve abestir.’ Bak, o zatın hikmetine nasıl ilişiyorsun ve nasıl o zatı israf ile itham ediyorsun. O zat senin ithamından münezzehtir ve mukaddestir. Bizlerdeki hikmetin şehadetiyle Hakîm’dir ve bu hikmetinin hürmetine ahireti yaratacaktır.”
Yine hikmet deliline duyguların şu penceresinden bakabiliriz:
Farzımuhal, Karadeniz’den daha büyük bir balık görseniz… Hemen anlarsınız ki bu balık bu deni­zin balığı değil, o denizden çok daha büyük başka bir denize aittir.
Aynen bunun gibi, şu insanın istidatları da bu dünyaya sığmamakta ve bu dünya denizi insanı tatmin edememektedir. O hâlde bu insan balığı başka bir denize namzettir ki, o da ahirettir.
Hem insandaki akıl, hafıza, dil, kulak gibi terazilerle, bun­ların tarttıkları şeyleri mukayese edersek; terazilerin, tartılan şeylerden daha kıymetli olduğunu görürüz. Demek bu tera­ziler yalnız bu fâni dünyayı kazanmak için verilmemiştir. Bunun tersini iddia etmek, ancak göz önündeki şu hikmeti inkâr etmekle mümkündür. Bunu da hiçbir akıl sahibi yapamaz.
Hikmetin ahireti gerektirmesinin bir başka yönü de şudur:
Rububiyetinde ve idaresinde nihayet derece hâkim olan bir hikmet, elbette o Rububiyetin kanadına iltica eden ve iman ile itaat edenlerin taltifini ister. Zira hikmet-i hükümet, kendisine iltica edenleri muhafaza etmek ve onlara ikram etmek ister. Hükümetin hikmeti ancak bu şekilde muhafaza olunabilir.
Hâlbuki bu dünyada o taltif ve iltifatın değil binde biri, milyonda biri bile gözükmemektedir. Demek, başka bir âlem vardır ve bu ikram ve iltifat o âleme bırakılmıştır. Bunu inkâr etmek, göz önündeki şu hâkim hikmeti inkâr etmek gibi mümkün değildir.
Dilerseniz hikmet delilini maddeleyerek bir daha tefekkür edelim:
1. Şu âlemde yaratılan her varlıkta kendine mahsus bir gaye, bir maksat, bir fayda ve bir netice takip edilmektedir. Hiç bir varlıkta bir abes, bir gayesizlik, bir manasızlık ve israf sayılabilecek herhangi bir şey gözükmemektedir. Yani kâinatta nihayet derecede bir hikmet vardır ve her bir fen bu hikmetin şahididir.
2. Elbette akılsız ve şuursuz sebeplerin, bu gayeleri ve maksatları kendi başlarına takip edebilmeleri ve eşyayı bu şekilde hikmetle yaratmaları mümkün değildir. İşte bu durum ispat eder ki, perde arkasında hikmet sahibi bir zat vardır ve bu eşyayı hikmetle icat eden de O’dur.
3. Hikmetin hikmet olabilmesi ve israfa ve abesiyete dönmemesi, ancak ahiretin gelmesi ile mümkündür. Eğer ahiret gelmeyecek olursa, bütün bu hikmet israfa ve abesiyete döner. Bu bahsin misallerini daha önce verdik, daha iyi anlaşılması için bir misal ile tekit edeceğiz: Her bir yaprağı elli bin lira olan bir ağaç yapsanız, bu ağacı koyunların yemesine müsaade eder miydiniz? Elbette ki etmezdiniz! Zira edecek olsaydınız, bu ağaca bu kadar ehemmiyet verip uğraşmazdınız. Sizin bu ağacı yapmanız, hikmetinizi ve sanata olan düşkünlüğünüzü ispat etmektedir. Koyunlara yedirmek ise hikmetsizlik ve sanatsızlıktır. Elbette ki sizdeki hikmet ve sanata düşkünlük sıfatı, hikmetsiz bir işe müsaade etmeyecektir. Aynen bunun gibi, şu insan da her bir yaprağı elli bin lira kıymetinde bir ağaç hükmündedir. Hatta yukarıda ispat ettiğimiz gibi, bu insanın yaprağı olan aza ve cihazları değil elli bin, cennetten daha kıymetlidir. Elbette hikmeti sonsuz olan Cenab-ı Hak, bu insan ağacının kurtlara yem olmasına ve bir daha kalkmamak üzere kabre yatmasına ve çürümesine müsaade etmeyecektir.
4. Rububiyetinde ve idaresinde nihayet derece hâkim olan bir hikmet, elbette o Rububiyetin kanadına iltica eden ve iman ile itaat edenlere iltifat etmek ister. Zira hikmet-i hükümet, kendisine iltica edenleri muhafaza etmek ve onlara ikram etmeği gerektirir. Hükümetin hikmeti ancak bu şekilde muhafaza olunabilir. Hâlbuki bu dünyada bu iltifat ve ikram yoktur, demek başka bir âleme bırakılmıştır.
5. Demek ahireti inkâr etmek, Cenab-ı Hakk’ın “Hakîm” ismini inkâr etmek ile mümkündür. Hakîm ismini inkâr etmek de şu kâinatta gözüken ve her yeri kuşatan hikmeti inkâr etmek ile mümkün olabilir. Bu da akıl sahipleri için mümkün değildir. Daha önce dediğimiz gibi, aklını çıkarıp atanlar da zaten bizim muhatabımız değildir.
Sözün özü: Ahiretin geleceği, göz önündeki şu hikmet kadar bedihidir ve açıktır. Zira hikmeti hikmet yapacak ve israfa dönmesini önleyecek tek şey, ahiretin gelmesidir.

LİDYALILAR





FRİGYALILAR






HİTİTLER







İLK ÇAĞDA ANADOLU'DA KURULAN UYGARLIKLAR







TARİH VE BİLİM SÜMER'DE BAŞLAR



TARİH VE BİLİM SÜMER'DE BAŞLAR

KEMALİZMİN DELİSİ OĞUZ ATAY Nurdan Gürbilek





KEMALİZMİN DELİSİ 
OĞUZ ATAY 

DUYULMAYAN ANLAM ÇIĞLIĞI Psikoterapi ve Hümanizm






DUYULMAYAN ANLAM  ÇIĞLIĞI 
Psikoterapi ve Hümanizm





KAİNAT KİTABI OKUNMAK İÇİN YAZILMIŞTIR





KAİNAT KİTABI OKUNMAK İÇİN YAZILMIŞTIR

Kâinat kitabı okunmak için yazılmıştır.

Bir kitap niçin yazılır? Elbette okunması için.

Peki, bir resim niçin yapılır? Elbette temaşa edilmesi için.
Ya da bir sergi niçin açılır? Elbette seyirciler için.
O hâlde diyebiliriz ki, okunmayacak bir kitabı yazmak, temaşa edilmeyecek bir resmi yapmak ve seyircisi olmayacak bir sergiyi açmak abestir ve hikmetsizliktir.
Peki, şimdi sorsak: Son derece hikmet sahibi bir zatı görseniz ki bir kitap yazmış… Acaba o kitabın okunacak olmasından hiç şüphe eder misiniz? Elbette ki hayır! Çünkü o zatın hikmeti, okunmayacak bir kitabın yazılmasına müsaade etmemektedir. Madem kitabı yazmıştır, o hâlde elbette onu okutacaktır.
Ya da son derece hikmet sahibi bir zatı görseniz ki mükemmel bir resim yapmış… Acaba bu resmin başkaları tarafından temaşa edilecek olmasından hiç şüphe eder misiniz? Elbette hayır! Çünkü bu zatın son derece hikmet sahibi olması, temaşa edilmeyecek bir resmi yapmasına müsaade etmemektedir. Madem yapmıştır, elbette temaşa ettirecektir.
Ya da son derece hikmet sahibi olan bir zat bir sergi açsa, hiç mümkün müdür ki bu sergiyi seyircisiz bıraksın? Elbette bırakmaz! Çünkü sergi seyirciler için, orada tenezzüh edecek olanlar için kurulur. Onlar olmadan serginin bir kıymeti yoktur. Ve onlar olmazsa, bu sergilerin açılması ve bu çarşıların kurulması abesle iştigaldir. Elbette o zatın hikmeti, böyle abesle iştigaline müsaade etmeyecektir.
O hâlde bütün bu mütalaalardan şu neticeye varabiliriz ki:
- Hikmetli bir zatın yazdığı kitap, mütalaa edicilerin;
- Yaptığı resim, temaşa edicilerin;
- Ve açtığı sergi de seyircilerin varlığını gerektirir ve iktiza eder.
Aynen bunun gibi bu dünya ve şu âlem dahi hikmetle yazılmış bir kitaptır. Sanatla yapılmış bir resimdir. Misafirlerin yolları üzerinde kurulmuş bir çarşı ve seyirciler için açılmış bir sergidir.
Elbette bu âlem kitabını okuyacak, mütalaa edecek ve manalarını tefekkür edecek varlıklara ihtiyaç vardır. Mesela şimdi beraber bir çiçek kitabını okuyalım. Bakalım onun kâtibi onda neler yazmış, hangi isimlerini tecelli ettirmiş?
- Bir çiçek topraktan çıkması ile Allah’ın “Bâis” ismine,
- Çekirdeği yarmasıyla “Fâlik” ismine,
- Rengârenk boyanmasıyla “Mülevvin” ismine,
- Süslenmesiyle “Müzeyyin” ismine,
- Bir derece hayata sahip olmasıyla “Muhyi” ismine,
- Şekliyle “Musavvir ve Bâri” isimlerine,
- Beslenmesiyle “Rezzak, Rahman, Kerim, Mün’im, Mukît gibi isimlere,
- Diğer emsali çiçeklere benzemesiyle “Vâhid, Ehad, Ferd” gibi isimlere,
- Yaratılmasıyla “Hâlik” ismine,
- Ölümüyle “Mümit” ismine,
- Birçok menfaatin kendisine takılmasıyla “Hakîm” ismine,
- Temizliği ile “Kuddûs” ismine ve saymakla bitiremeyeceğimiz onlarca isme mazhardır.
Yani bir çiçek kitabında böyle onlarca isim yazılmıştır. Âdeta o kitap, esma-ül hüsnanın bir kasidesi hükmündedir. Hangi satırına, hangi kelimesine baksanız bir ismin yazılı olduğunu görürsünüz.
Peki, kaidemiz neydi?
Kaidemiz şuydu: Bir kitap, okunmak için yazılır. Okuyucusu olmayan bir kitabı yazmak abestir ve hikmetsizliktir. Madem her kitap okunmak, mütalaa edilmek ve tefekkür için yazılır. O hâlde hikmetle yazılmış bu çiçek kitabını kim okuyacak, kim mütalaa edecek ve onda yazılmış olan ilahî isimleri kim tefekkür edecek?
İnsanlar ve cinlerin bu vazifeyi hakkıyla yapamadıkları ve yapamayacakları aşikârdır. Bir de denizlerin dibinde, toprağın içinde ve semavatın kandillerinde yazılan kitapları düşünün! İns ve cinnin nazarları bile oralara ulaşamaz. Nerede kaldı oralarda yazılmış kitapları okusun, mütalaa ve tefekkür etsin!
O hâlde meleklerin varlığını inkâr edebilmek için:
1- Hâşâ binler defa hâşâ! Allah’ın hikmetini inkâr etmek ve Allah’ın –hâşâ- abesle iştigal ettiğini kabul etmek gerekir. Bu kabul edildiğinde ise, her biri binlerce hikmetle yaratılmış olan şu mahluklar ve menba-ı hikmet olan şu kâinat, parmaklarını bu kişinin gözüne sokar; kör olası gözünü çıkarır.
2- Âlemdeki kitapları inkâr etmek gerekir. Çünkü kitap olmazsa, okumak ve tefekkür vazifesi de olmaz. Yani meleklerin varlığına ihtiyaç kalmaz. Bu ise, bu kâinatı ve içindeki eşyayı inkâr etmek ve kendi vücuduyla beraber her şeyin hayal olduğunu kabul etmekle mümkündür. Bunu kabul etmek de insanın, aklını başından atmadığı müddetçe mümkün değildir. O hâlde geriye tek seçenek kalıyor ki, o da, yazılan bu hadsiz kitabı okuyacak, mütalaa edecek ve onlardaki manayı tefekkür edecek meleklerin ve ruhanilerin varlığını kabul etmektir. Bu, kitapların vücudu kadar kat’idir ve kesindir.
Âlemin kendisi ve içindeki her bir eşya bir cihette kitap olup, okuyucular ve tefekkür edicileri istediği gibi, diğer bir cihetten de her şey, sanatla yapılmış bir resimdir ve bir tablodur. İşte kuşlara bakın! Nasıl farklı farklı renklerde boyanmış. Bazen bir kuşa 7-8 farklı renk vurulmuş. İşte kelebeklere bakın! Nasıl da ziynetlendirilmiş ve süslendirilmiş. İşte ağaçlar! Nasıl da hepsi çiçeklerle, yapraklarla ve meyvelerle güzelleştirilmiş. Bunları gördükten sonra hiç meleklerin varlığından şüphe edilebilir mi?
Basit bir resim bile seyir ve temaşa edeceklerin varlığını isterse ve temaşa edenler olmadığında o resmin yapılması abes olursa; hiç mümkün müdür ki, şu son derece sanatlı resimler hükmünde olan âlem ve içindeki eşya, seyircilerin ve temaşa edicilerin vücudunu istemesin? Elbette isteyecek!
Peki, bu vazifeyi insanların ve cinlerin hakkıyla yaptığını söylemek mümkün müdür? Nerede..! Bırakın insanların gözü önündeki resimleri temaşa etmesini, ilk önce insanlar bu kâinatın kaçta kaçını görebiliyorlar ki temaşa vazifesini hakkıyla yerine getirebilsinler! Zaten gördüklerini de gaflet sebebiyle seyredemiyorlar. O hâlde bu müstesna resimleri ve sanat eserlerini daima seyredecek ve temaşa edecek varlıklara ihtiyaç yok mudur? Elbette vardır ki, bunlar da melekler ve ruhanilerdir.
Madem bir resim temaşa edilmesi için çizilir ve temaşa eden olmaksızın bir resmi çizmek hikmete uygun değildir. Herhâlde Allah da çizmiş olduğu bunca resmi seyircisiz bırakmayacak ve onları meleklere seyrettirecektir. Bunu inkâr edebilmek için:
1- Âlemdeki bu resimleri ve sanat eserlerini inkâr etmek,
2- Ya da bu sanat eserlerinin sahibi olan Allah’ı –hâşâ- hikmetsizlikle itham etmek gerekir ki, bu iki şık ta mümkün değildir.
O hâlde geriye tek bir şık kalıyor ki, o da, bu âlemdeki her bir eşyayı böyle müstesna bir sanat eseri hükmünde yapan Allah-u Teâlâ, elbette bu resimleri temaşa edip “maşallah, bârekallah, ne güzel yapılmış!” diyerek kendisini ve sanatını takdir edecek, tahsin edecek varlıkları yaratacaktır. Zira yaratılışın en yüce gayesi budur. Bu vazifeyi yapacak olanlarda meleklerden ve ruhanilerden başkası değildir.
Âleme bir kitap nazarıyla baktığımızda, nasıl onu okuyup mütalaa edecek ve ondaki manaları tefekkür edecek meleklerin varlığı lazımdır! Ve yine âleme sanatlı bir resim gözüyle baktığımızda, nasıl o resmi temaşa edip sanatkârını takdir ve tahsin edecek meleklerin varlığı gerekmektedir! Aynen bunun gibi, bu âleme bir çarşı ve sanat eserlerinin bir sergisi gözüyle baktığımızda da bu çarşıyı şenlendirecek ve bu sergide seyir ve gezinti yapacak meleklerin varlığı gerekmektedir.
Sözün özü: Allah-u Teâlâ’nın bu kâinatı had ve hesaba gelmeyen ince sanatlarla, mükemmel tezyinatla, manidar güzelliklerle ve hikmetli nakışlarla süslendirmesi; apaçık bir şekilde tefekkür edicilerin, beğenip takdir edicilerin nazarlarını ister, vücutlarını talep eder.
Evet, nasıl ki güzellik bir âşık ister. Öyle de şu nihayetsiz güzel sanat dahi, âşıkları olan melaike ve ruhanilerin varlığını ister.
Madem bu nihayetsiz sanat eserleri, nihayetsiz bir tefekkürü ve ibadeti istiyor. İnsanlar ve cinler ise şu nihayetsiz vazifeye, sonsuz tefekküre, geniş ibadete ve şu hikmetli nezarete karşı milyonda birini ancak yapabiliyor. O hâlde bu nihayetsiz ve çok çeşitli olan vazifelere ve ibadete, nihayetsiz meleklerin nevileri lazımdır ki, büyük bir mescid hükmünde olan şu kâinatın safları onlarla doldurulsun ve şenlendirilsin.
Evet, şu kâinatın her bir yerinde meleklerden ve ruhanilerden birer taife tefekkür ve diğer ibadetlerle vazifelenmiş olarak bulunurlar. İzn-i ilahî ile bu âlemi seyredip tefekkür ederler. İnsan ve cinlerin yapamadığı birçok vazifeyi yaparlar.

Semavat hayat sahibi mahluklarla doludur.





Semavat hayat sahibi mahluklarla doludur.

Dünyamız’ın bu kadar küçüklüğü ile beraber, bu kadar çok hayat sahibine mesken olması; toprağında, denizinde ve her yerinde bir karış yerin dahi hayat sahibi mahluklardan boş kalmaması ispat eder ki, semavatın yıldızları dahi boş değildir. O yıldızlar da Dünya gibi hayat sahipleriyle şenlendirilmiş, oradaki şartlara uygun mahluklar ve sakinler ile doldurulmuştur. Bu delili şu misal ile daha iyi anlayabiliriz:

Biri bedevi, diğeri medeni iki adam arkadaş olup İstanbul gibi haşmetli bir şehre geliyorlar. O büyük ve muhteşem şehri gezerken uzak bir köşesinde pis, perişan, küçük bir haneye, bir fabrikaya rast geliyorlar. Görüyorlar ki, o hane amele, sefil ve miskin adamlarla doludur. Ve o hanenin her tarafı hayat sahipleri ve ruh sahipleri ile şenlendirilmiştir. Fakat onların yiyecekleri birbirinden farklıdır ve kendilerine mahsus hayat şartları vardır. Bir kısmı sadece bitki yemekte, bir kısmı balık yemekte ve diğer bir kısmı da başka bir şey yemektedir.
O iki adam bu hâli görüyorlar ve sonra bakıyorlar ki, uzakta binlerce süslü saraylar ve yüksek köşkler var. O iki adam uzaklık sebebiyle veyahut göz zayıflığı sebebiyle veya o saraydakilerin gizlenmesi sebebiyle o sarayın sakinlerini, o saraylarda göremiyorlar. Ayrıca şu küçük hanedeki hayat şartları da o saraylarda bulunmuyor.

Şimdi o iki kişiden bedevi olan adam, bu sebeplere binaen, yani görünmediklerinden ve buradaki hayat şartları orada bulunmadığından dolayı: “O saraylar ve kasırlar sakinlerden hâlidir, boştur, içinde hayat sahibi yoktur.” der ve vahşetin en ahmakça hezeyanını yapar.
İkinci adam ise der ki: “Ey bedbaht! Şu küçük haneyi görüyorsun ki, hayat sahipleriyle doldurulmuş. Her karışından hayat fışkırıyor. Ve biri var ki, bunları her vakit tazelendiriyor. Her gün bir kafileyi alıp, yerine başka bir kafileyi gönderiyor. Bunları hikmetle idare ediyor. Bak! Bu hane etrafında boş bir yer yoktur. Her yer hayat sahipleriyle şenlendirilmiştir.
Acaba hiç mümkün müdür ki, şu uzakta bize görünen şu muntazam şehrin, şu hikmetli tezyinatın ve şu sanatlı sarayların kendilerine münasip âli sakinleri bulunmasın?
Ve o saraylar boş bırakılsın!
Elbette o saraylar tamamen doludur ve orada yaşayanlara göre başka hayat şartları vardır. Evet, ot yerine belki börek yerler, balık yerine baklava yiyebilirler. Uzaklık sebebiyle veyahut gözümüzün kabiliyetsizliği sebebiyle onları göremememiz veya onların gizlenmesi ve bize görünmemesi onların olmamalarına hiçbir cihette delil olamaz.
Zira görmemek, olmamaya delil değildir. Nice gözümüzün görmediği mahluklar, eşyalar ve hadiseler vardır ki onların varlığından şüphe edilmez.
Şimdi geldik temsilin hakikatine:
Temsilde İstanbul’a benzetilen haşmetli şehir, bu âlemdir ve kâinattır.
O iki adamdan biri; Kâfir ve münkir, diğeri mümin ve Müslüman’dır.
Şehirdeki küçük hane ise, hanemiz ve evimiz olan Dünya’dır.
Şehirdeki uzaktan görünen yüksek saraylar ve âli kasırlar ise; yıldızlar, Güneşler ve semavatın diğer menzilleridir.
Şehirdeki küçük hanenin her tarafının hayat sahipleriyle dolu olması ise, Dünyamız’ın her karışında canlıların ve hayat sahiplerinin bulunmasıdır. Zira denizlerin yüzlerce metre derinliğinden tutun toprağın içine kadar, havadan tutun ağaçların yapraklarına kadar her yer kendine mahsus canlılar ile doludur. Hiçbir yer boş ve hayatsız bırakılmamıştır.
İşte aynen bu temsil gibi, yıldızlara ve galaksilere kıyasla Dünyamız küçük bir hane gibidir. Buna rağmen her tarafı hayat sahipleri ile doldurulmuş, hayat sahiplerine vatan olmuştur. Hatta yumurta gibi, tohum gibi, su damlası gibi en adi ve basit şeylerden hayat fışkırtılmış; âdeta her şey bir menba-ı hayat kesilmiştir. İşte bu hâl apaçık ispat eder ki şu nihayetsiz feza ve şu muhteşem semavat; Güneşleriyle, yıldızlarıyla ve burçlarıyla hayat sahibi, şuur sahibi mahluklarla doludur ki, Kur’an bunları melaike ismiyle isimlendirir.

Zira Dünya’nın bu kadar küçüklüğü ile birlikte, böyle nihayetsiz hayat sahiplerine mesken olduğunu gördükten sonra, o koca yıldızları boş ve hâli zannetmek mümkün değildir. Bu dünyanın böyle hadsiz hayat sahipleriyle doldurulması ispat eder ki, bu âlem şehrinin sultanı olan Allah hayata önem veriyor ve bu âlemi yaratmasındaki hikmetlerin birçoğunu hayat sahipleri ile tahakkuk ettiriyor. Hâl böyle iken nasıl olur da semavatın o koca yıldızlarını boş bırakabilir?
Demek meleklerin varlığı, insan ve hayvanların vücudu kadar kat’idir. Zira şu zeminimizin semaya nispeten küçüklüğü ile beraber, hadsiz hayat sahibi mahluklarla doldurulması, ara sıra boşaltılıp tekrar yeni varlıklarla şenlendirilmesi ispat eder ki: Şu muhteşem burçlar sahibi olan semavat dahi hayat sahibi mahluklarla doludur. O mahluklar dahi, insanlar ve cinler gibi şu âlem sarayının seyircileri ve şu kâinat kitabının mütalaacıları ve saltanat-ı İlahiyyenin dellallarıdır.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...