27 Ocak 2015

100-ADİYAT:(1-11 ncı AYETLERİN MEALİ ŞERİF TEFSİRİ)

ELMALI HAMDİ YAZIR TEFSİRİ

100-ADİYAT:
1. "Vav", kasemdir. "Adiyat" hızla koşmak, seğirtmek mânâsına "adv"den ism-i fail cem-i müennes salimdir. Şu halde at, deveye diğer koşanların hepsine söylenebilir. "Kamus" sahibinin "Besâir"de beyanına göre bu "adv" maddesi, esasında tecavüz mânâsında kullanılır. Kâh yürüyüş itibarıyla düşünülür, ona "adv" yani seğirtmek denilir. Ve kâh kalbi olarak düşünülür, ona adavet ve muadat yani düşmanlık denir Kâh da adalet bozmak itibarıyla düşünülür ona da udvar, yani zulüm ve adaletsizlik denilir. Ve kâh da mekan ve yer itibarıyla düşünülür, ona da adva yani sivayet denilir. Diğer mânâlar bundan türemiştir. "Ğaniy" vezninde "adiy" ve sariye vezninde "âdıye" daima harp ve kıtale koşup hücum eden topluluğa denir. Bazıları "adîy", piyade saldırganlarına; "âdiye", süvari (atlı) saldırganlarına mahsus olduğunu söylemiştir. Burada Hz. Ali'den rivayet edilerek Arafat'a giden hacıların develeriyle tefsir edildiğine dair bir rivayet nakledilmiş ise de, İbnü Abbas'dan rivayet edildiği üzere süvarilerin atları olmak âyetlerin mefhumuna göre açıktır ve tefsircilerin pek çoğu bunu tercih etmişlerdir. Zira DABH atların koşu esnasındaki nefeslerinin sesleridir ki, "sahil" denilen kişnemek değil, yemi ve sahibini gördüğü zaman yaptığı gibi hamhame (genizden ses getirme) denilen sesi de değil, hızlı nefes sesi olan bir harıltı ve hohlamadır. Denilmiştir ki "dabh", bir at bir de köpek koşarken olur. Kelamın takdiri veya "dâbihât", mânâsındadır.
2. Sonra "Kadh", çakmak çakmak, yani hızla çarpmak çakmakla ateş çıkarmaktır. Bu da atların koşarlarken hızlarından tırnaklarıyla çarptıkları taşlardan çakmak gibi ateşler çakarak gitmelerinde görülür. Ki bu geceleyin görüleceği ve hız eseri olduğu için onların hem kuvvetlerine, hem de geceleyin koştuklarına işaret eder. En açık olan mânâ da budur.
Bununla beraber bunu daha diğer mânâlarla açıklayanlar da olmuştur:
1- Bir kısım tefsirciler demişlerdir ki: Gerçi bu âyetlerden maksat atlardır. Fakat ateş çıkarmaları, sahipleriyle düşmanları arasında harbi kızıştırmaları, harp ateşini tutuşturmalarıdır. Nitekim "Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa." (Maide, 5/64) buyurulmuştur. Ve harp kızıştığı zaman "fırın kızıştı" denilmek de darb-ı meseldir.
2- Bunlar geceleyin ihtiyaçları ve yemekleri için ateş yakan gazilerdir, "gazilerden bir topluluktur" denilmiş, nitekim "âdiyat"i hacıların develerine yoranlar da Arafat'tan geceleyin Müzdelife'ye, Meş'ar-i Haram'a gelip orada ateş yakan hacılar demişlerdir.
3- Ağır, heyecanlı sözler söyliyerek düşmanlık ateşi çalıp tutuşturan diller, denilmiş ki, bu mânâda "kadhan" dil ile düşmanlığa yorumlanabilir.
4- Mekr (aldatma) ve hud'a (hile) ateşi çıkan fikirlerdir, denilmiş, bu mânâ da İbnü Abbas'dan rivayet edilmiştir. Zira "Ben sana bir çakmak çakayım, sonra bir ateş çıkarayım da gör!" denilir ki, bir hile yapayım, başına bir iş çıkarayım da gör, demektir.
5- İkrime demiştir ki: süngüler, silahlardır. Buna göre zamanımızın ateş saçan silahları hiçbir mecaz düşünmesine hacet kalmaksızın bunda öncelikle dahil olmuş bulunur. Özellikle sûrenin Mekkî olması rivayetine göre, o zaman müslümanlarda ne at, ne de silah olmadığı için bu âyetler bütün geleceğe ait demek olacağından bu mânâ ve şümul daha açıktır. Bu şekilde burada sonradan peyderpey ortaya çıkacak böyle ateşler saçan silahlarla geleceğin harp güçlerine de işaret edilmiş olmakla buna göre yalnız atlara değil, harıl harıl süratle hücüm eden motorlu akın vasıtalarının da hepsini içine almış bulunur. Bu âyetlerde tamamen tercemesi mümkün olmayan kelimelerin özelliklerine ve cemiyetlerine dikkat edilir ve bunların aralarında peyderpey tertip ifade eden "fa"larla geldikleri de düşünülürse, bunlar sadece bir seriyeye değil, her zamanın peyderpey gelişecek taarruz araçlarına işaret eden âyetler olduğu takdir olunabilir.
6- Nihayet bir de yani işi başarmış: İstediklerini bulmuş, harp veya Hac her ne ise isteklerinde başarılı olmuş olanlar diye tefsir edilmiştir. Zira ihtiyacını bitirmiş, işinde başarılı olmuş kimseye "o çakmağını çaktı" denilir ki, muradına erdi demektir. Bu şekilde münciha (maksadına eren) cemaatinin vasfı olup "muradına eren toplum" mânâsına râcî olur. Yahut atların süvarilerinin vasfını açıklama olur. Bu mânâda Cerir "Ezd kabilesini en iyi atlara sahip ve çakmağı çaktıklarında en çok murada ermiş kimseler bulduk." demiştir. Bir de derler ki: "Filan çakmağı çakınca yandırır, ihsan edince de kandırır?", yani tam suya doyurur demektir. Bu mânâlardan birincisi doğrudan doğruya hakikat, diğerleri mecaz olmak hasebiyle en açık olan birincisidir. Ancak bugün silahların ateş çakması mânâsı da bir hakikat olduğu unutulmamak gerekir.
3. Sözlükte akın etmek, yani süratle gitmek veya baskın yapmak, talan etmek mânâlarına; bir de "ğavra" yani engin araziye girmek mânâsına gelir ki, dilimizde de olduğu üzere akın, garet, en fazla baskın ve talan mânâsında bilinmektedir. Deveye yoranlar, hacıların sabahleyin Mina'ya süratle gelmeleri mânâsında anlamak istemişlerse de, düşmana baskın için akın eden süvariler olmak daha önce akla gelir. Bunun sabah vakti yapılması da hem geceleyin düşmanın vakıf olamayacağı bir şekilde tertibat alarak hazırlanmak, hem de yaptığını, yapacağını iyi görüp bir yanlışlığa meydan vermemek üzere hücumu sabahleyin göz göre göre yapmak çoğunlukla daha sağlam olması hasebiyle baskınlarda alışılmış bulunmasındandır. Harp tarihlerinde gece baskınlarının da yerine göre başarılı olduğu yok değilse de, tehlikesinin daha çok olduğu da inkar edilemez.
4. Derken o dem, bir toz duman savurmuşlardır. Bu fiil cümlesi, önceki isim-i faillerin delalet ettikleri fiiller üzerine atfedilmiştir. Zira ism-i failler üzerindeki (elif-lâm)lar, ism-i mevsul olanlarından sılaları fiil mânâsındadırlar. Onun için mânânın özeti "Harıl harıl koşan atlar, ayaklarından ateş saçtılar, sabah baskını yaptılar, tozu dumana kattılar." demektir. Ancak bunun burada sarih fiile dönüştürülmesi bir nükte ister ki, o da maksadın bu anda tahakkukuna işaret olmalıdır. Tercih etme, başlama ve inceleme mânâlarına 'den olmak da mümkün ise de severan ettirmek (üzerine atılmak), yani heyecanlandırıp savuşturmak mânâsına isare 'den olarak tefsir edilmiştir. Açık olan da budur. zamiri, sabah vaktine racidir.
NAK'AN lügatta toz ve birikmiş su ve haykırmak veya kayırtmak ve öldürmek mânâlarına gelir. Burada en çok gubar yani toz mânâsında tefsir edilmiştir ki, akın esnasında savrulan toz, duman demektir. Bu daha önce koşu esnasında savrulmuş ise de "îrâ" gündüz görülmeyip gece göründüğü gibi, bu da gece görülmeyip gündüz görünmüş olduğu için sabah vakti zikredilmiştir. Bu şekilde önceki "kadh" (hızla çarpmak) ve "îrâ" (çakmak çakma)nın da gece vakti olduğuna işaret olunmuştur. Bundan başka bu toz sonradan bozulur keşfine de işaret olabilir. Bununla beraber "nak'an" çeşitli mânâlarına göre hücum esnasındaki feryatlara, dökülen terlere ve kanlara da delalet ve işaretten uzak değildir.
5. Derken onunla (yani o haykırış ile yahut o anda) bir topluluğu ortalamışlardır. Bir düşman toplumunu, ordusunu tam ortasından vurup içine dalarak, yahut çevirip ortaya alarak mağlup ve perişan etmişlerdir.
6. Böyle yapan kuvvetlere kasem olsun ki o insan, birtakım fertleri itibarıyla insan cinsi, Rabbine karşı çok nankördür. Üzerindeki nimetinin hakkını tanımaz, şükrünü eda etmez. Yahut gördüğü nimetlerini, ulaşmış olduğu feyizlerini hesaba almaz, ona karşı görevini yapmaz, unutur da hep uğradığı musibetleri ve müşkülleri anarak şikayet ve itiraz eder durur. Kâfir, çıfıttır.
"KENÛD kelimesi "anûd" vezninde "kefûr", yani nimetleri çok inkâr eden demektir. Çok kötüleyen ve küfreden inkarcı mânâsına da tefsir edilmiştir. Birşey bitirmeyen verimsiz araziye ve kocasının haklarını ve iyiliklerini inkar eden nankör karıya ve yemeğini misafirden sakınarak yalnızca yiyen cimriye ve kazanmışa ücretini vermeyen kötüye ve mutlaka cimri ve pintiye ve inadına isyankar ve günahkara, kölesini, uşağını çok döğen kimseye "kenud" denilir. Burada çoğunlukla insan tabiatına ait olmak üzere çokları "nimeti inkar eden" demişlerdir. Zeccâc, kâfir demiş; Hasan-ı Basrî kötülükleri sayar, nimeti unutur paylayıcı demiş; İbnü Cerir, Ebu Umame (r.a.)'den şöyle bir hadis de rivayet etmiştir: Demiş ki: Resulullah (s.a.v.): "Muhakkak insan Rabb'ine karşı çok nankördür." dedi. "Yani öyle nankör ki, yalnız başına yer, kölesini döğer ve vergisini vermez."
7. Ve kendisi de buna şahittir. Buradaki zamirde de iki vecih vardır: Taberi gibi bazıları "Rabbe" göndererek, "Allah ona şahittir, görüp duruyor", mânâsını vermişlerdir. Bu, kötülüklerden vazgeçmeye zorlamak için bir tehdit ve korkutma demek olur. Zamirin yakınına atfedilmesinin asıl olması kaidesine göre de bu vecih daha uygun gibi görünür. Fakat kelâmın konusu insan olmak ve bundan sonraki zamir de ona raci bulunmak hasebiyle bunun da insana atfı nazmın düzgünlüğüne daha uygundur. Onun için çokları: Hem o insan kendisi o nankörlüğüne şahittir, demek olmasını tercih etmişlerdir. Yani başkaca delil ve ispata ihtiyaç yoktur. İnsan öyle olduğuna kendisi şahitlik eder. Zira o nankörlük eseri onun üzerinde o kadar aşikardır ki kendi hallerini kalp gözü (basiret) ile inceler ve kölesine, uşağına ve idaresi altında olanlara karşı muamelesini bir düşünürse, kendinin Rabbine çok nankörlük etmekte bulunduğunu inkâr edemez, kendi vicdanında ikrar eder. Yahut dünyada etmezse biraz sonra açıklanacağı üzere ahirette kendi aleyhine şahitlik edip, günahlarını itiraf edecektir. Bu mânâda "vâv" atıfa olduğundan bu da kasemin ikinci cevabı demektir.
8. Üçüncü; Ve gerçekte o insan, dünya malını çok sevdiği için pek katıdır. "Hayır", Kur'ân'ın "Eğer bir hayır bırakacaksa." (Bakara, 2/180) gibi birçok âyetlerinde mal mânâsına ve özellikle çok mal, servet mânâsına geldiği gibi, burada da genellikle "mal" diye tefsir edilmiştir. Mala, "hayır" denilmesinin sebebi insan yaratılışının ona meyledici olmasından, dünya menfaati bulunmasından dolayı çoğu insanların onu mutlaka hayır gibi zannetmeleridir ki, burada o zannetme kötülenmiştir. "Şedid" de cimri veya güçlü mânâsına olmak üzere iki vecih ile açıklanmıştır. Yani mal ve serveti mutlaka "hayır" sanarak sevdiği için cimridir, sıkıdır. Allah için o malın hakkını vermek, hayıra sarfetmek, genel menfaatlara hizmet etmek istemez, kıskanır. Yahut malı ve dünya menfaatini sevmekte çok kuvvetlidir. Onu kazanmak, eline geçirip toplamak hususunda güçlüdür, hırslıdır. Fakat onun hakkını, şükrünü ödemeye, Allah için kulluk etmeye gelince zayıflığını ileri sürerek on para vermek istemez, kaçınır da kaçınır, nankörlük eder. Rivayetler bu iki mânâ üzerindedir. Bununla beraber "hayır", bilinen mânâsında, "şedid" de sıkıntılı olup sıkılmak mânâsına şiddetten olmak üzere "Keşşaf" üçüncü bir mânâ daha söylemiştir ki daha açık görünür. Şöyle ki: O insan hayrâta, hayır işlere sevgi beslemez, geniş olmaz, sıkıntılı olur, canı sıkılır, mal ve bedene ait bir teklif yapılınca hoşlanmaz, zoruna gider, sertleşir, sertleşir ama
9. Ya sonra "bilmeyecek mi?". Sonucu hatırlatmak suretiyle korkutmak ve tehdittir. Yani öyle servet hırsı, dünya menfaati sevdasıyla cimrilik, pintilik, nankörlük yapmakla ne fena hareket etmiş, kendi gerçek menfaatinin nasıl tersine gitmiş olduğuna bugün şahitlik etmiyorsa sonra da anlamayacak, itiraf etmeyecek, onun azaplarını çekmeyecek mi sanıyor? O zelzele, o kıyamet günü yerin ağırlıklarını çıkardığı ve kabirlerde gömülenler deşilip fırlatıldığı (İnfitar Sûresi'nde "Kabirlerin içi dışına getirildiği zaman." İnfitar, 82/4. âyetin tefsirine bkz.),
10. Ve o sinelerdekiler toplandığı, neticesi alındığı zaman. Yani gönüllerde saklanan bütün gizli sırlar, niyetler, gayeler, olgun ürün gibi derilip toplanıp bütün neticesiyle meydana konduğu zaman muhakkak o nankör insanlar dünyada neler ettiklerini anlayacaklar.
11. Çünkü o gün, o Rabbleri onlardan, o nimetlerine karşı nankörlük ettikleri âlemlerin Rabbi, o insanlara onların bütün varlıklarıyla, bütün yaptıklarından elbette haberdardır. Hiçbir zerresinden gafil değil, içlerini, dışlarını, hepsini bilir, önce de bilir, sonra da bilir. Fakat o gün hepsini kendilerine bildirecektir. Onlar unuttuysalar da o bilir. "Allah, onların yaptıklarını sayıp tesbit etmiştir, onlar ise bunu unutmuşlardı." (Mücadele, 58/6) O hakları ödenmeyen malları, servetleri, o hırsla biriktirilerek gömülen hazineleri, defineleri o gün çıkaracak. "O gün cehennem ateşinde bunların üzeri kızdırılır, bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanır: "İşte kendiniz için yığdıklarınız" (denir)." (Tevbe, 9/35) âyeti delaletince cehennem ateşinde kızdırılarak onlarla alınları, yanları, belleri dağlanacaktır. Bunun dünyada başlıca bir misali, bu sûrenin başındaki kasemlerle haber verildiği üzere ateşler çakarak, gelip toplulukları perişan eden harp akınları altında kalanların halleridir. Bu münasebetle burada Enfal Sûresi'nde geçen "O düşmanlara karşı gücümüz yettiği kadar kuvvet ve cihat için bağlanıp beslenen atlar (savaş araçları) hazırlayın. Bununla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz." (Enfal, 8/60) mefhumu üzere Allah yolunda kuvvet hazırlamak için seve seve mal sarfederek hayra çalışmak ve ferdî servet hırsıyla cimrilik ve nankörlük etmemek gereği hatırlatılmış ve aynı zamanda dünya istilalarında ölümle kurtulmak mümkün olduğu halde, kabirdekilerin deşildiği ve sinelerdekilerin derildiği ve zerresine varıncaya kadar hayır ve şer amellerin cezası görüleceği gün yönelecek olan ebedî azaptan kurtulmak mümkün olmayacağı anlatılarak insanlar Allah için hayır yapmaya sevkolunmuştur. Râzî der ki: Burada ögüt hissesi şudur: Ey insan, sen dünya menfaati hırsıyla hak ve hayra karşı gelmek için sinende türlü hisler besler, faydasız şeylere hazırlanır, kabirler bina eder, tabut satın alır, kefen dokur biçersin. Bunların ise hepsi kurtların hissesidir. Hani Rabbin, Rahmân'ın hissesi nerede? Bir kadın bile hamile olduğu zaman çocuğuna giyecek hazırlar, ona senin çocuğun yok bu hazırlık nedir? denilecek olsa yarın karnımdaki deşilip çıkacak değil mi? der, Rabbine de sana; bu yerin karnındakilerin hepsi deşilecek değil mi? Hani hazırlık?" diyor.
Bunun üzerine o kabirdekiler deşilip o, sinedekiler derilirken hepsinden haberdar olan Rabb'in huzurunda neticenin ne olacağı anlatılmak üzere de bunu aşağıda gelecek Kâria Sûresi takip edecektir.

99-ZİLZAL:(1-8 ncı AYETLERİN MEALİ ŞERİF TEFSİRİ)

ELMALI HAMDİ YAZIR TEFSİRİ

99-ZİLZAL:
1. Yerin o zilzali, zelzelesi. Yerin, hareketi-i arz (yer hareketi) dediğimiz zangır zangır sarsıntısıdır. "Zell", hareket mânâsı ifade ettiği çin zelzele ve zilzal onun muzaafı olarak tekrar etmeyi ifade eder. Bilhassa izafetle ifade edilmesi, yerin mümkün olabilen bütün şiddet ve dehşetiyle sarsıntısına işarettir ki, maksat Hacc sûresinde geçtiği üzere "Şüphesiz kıyamet vaktinin depremi müthiş bir şeydir." (Hacc, 22/1) Vakıa Sûresi'nde ve daha birçok sûrelerde: "Yer şiddetle sarsıldığı, dağlar parçalandığı, dağılıp toz duman haline geldiği zaman." (Vakıa, 56/4-5) gibi âyetlerle açıklanmış ve haber verilmiş olan kıyamet depremidir.
2. Yerin ağırlıklarını çıkardığı. Yerin ağırlıklarını çıkarmasında iki rivayet vardır. Birisi: Ölüleri kabirlerinden fırlatıp çıkarmasıdır, ki "Kabirlerin içindekiler dışarı çıkarıldığı zaman." (İnfitar, 82/4) âyetinin mefhumudur. Bu ise dirilmek demek olacağından ikinci sûrun üflenmesine işaret olur. Diğeri de içindeki definelerin, hazinelerin, madenlerin meydana çıkarılmasıdır ki, bunun da ilk sûra üflemede, yani ilk zelzelede olması açıktır. Bazı haberlerde kıyamet alametlerinden olan Deccal'ın günlerinde yerin hazineleri meydana çıkacak diye varid olmuştur. Bunu da bazıları ona yormuş ise de o, zelzeleden önce olan çıkarmalar olduğu, halbuki burada maksat zelzele ile meydana gelecek çıkarmalar olması açık bulunduğu cihetle demişlerdir ki bu, Deccal'ın zamanında çıkarılanlardan başka olarak kalmış olan bütün hazineler ve defineler deprem ile fırlatılıp çıkarılmasıdır. Ancak ilk sûra üflemede mi, ikinci üflemede mi? Bunda da her iki ihtimali söyleyenler olmuştur. Bazıları demişlerdir ki: Bu depremden maksat, birinci depremdir. Yer o zaman hazinelerini çıkaracak, yeryüzü altın dolacak da ona iltifat eden olmayacak. Altın o zaman sanki insana şöyle bağıracak: Sen benim için dinini ve dünyanı yıkmıyor muydun? Sonra onun çıkarılmasının sonucu bir de
"Kıyamet gününde biriktirilen malların üzerleri cehenmem ateşinde kızdırılacak ve onlarla sahiplerinin alınları, yanları ve sırtları dağlanacak, kendilerine: "İşte kendiniz için biriktirdiğiniz budur." (Tevbe, 9/35) hükmünün açıklanması olur ki, bu da ikinci sûr üflemesinden sonra olur. Nakkaş, Zeccac, Münzir b. Said gibi bir hayli tefsir bilginininde her iki rivayeti toplamak suretiyle "eskal" (ağırlıklar), hem ölüleri, hem hazineleri, ikisini de içerdiğini söylemişlerdir. Görünen de bu olmalıdır. İbnü Abbas'tan da iki rivayet olduğu söylenmiştir. İkisinde de bunu, zikrolunduğu üzere ikisini sûr üflemeye, yahut her iki sûr üfleme müddetini bir vakit itibar ederek ikisine de yoranlar olmuşsa da ikinci sûr üflemeye "o gün insanlar, bölük bölük çıkacaklardır" âyetiyle beyan olunacağına göre, bu çıkarmayı, ilk sûra üfleme hali olarak anlamak 'nın da tekrar edilmemiş olması itibarıyla daha açıktır. Yıkım nefha (üfleme)sı olan ilk üflemede ölülerin çıkarılması ise canlı olarak değil, ölü olarak fırlatılıp fırlatılıp atılmaları demek olur ki o vakit "O gün yer ve dağlar sarsılır ve dağlar dağılan kum yığınları olur." (Müzzemmil, 73/14) olduğu gündür. "Yer ve dağlar yerlerinden kaldırılıp bir çarpışla birbirine çarpıldığı zaman." (Hâkka, 69/14) olduğu ve "Yer şiddetle sarsıldığı, dağlar etrafa serpildikçe serpildiği, dağılan tozduman haline geldiği zaman." (Vakıa, 56/4-6) olmak üzere bulunduğu zamandır. "O gün o sarsıntı sarsar." (Naziat, 79/6) olmaktadır. Henüz "Ardından başka bir sarsıntı gelir." (Naziat, 79/7) olmamış, "Onlara tek bir haykırma yeter, hepsi hemen uyanırlar." (Naziat, 79/13-14) kumandası daha verilmemiştir. Bu bir temsil ile, henüz bir volkanın patladığı, bir harbin silahlarını ortaya atmaya başladığı mobilizasyon esnasındaki ıstıraplar gibi başlangıç kabilinden olarak "Yer uzatılıp dümdüz yapıldığı içinde olanları dışarı atıp tamamen boşaldığı." (İnşikak, 84/3-4) ölçüsüne boşalma zamanıdır ki, o harbin neticesine erip de silahlarını indireceği, "Ve kendisine yaraştığı üzere Rabb'ine kulak verip boyun eğdiği zaman." (İnşikak, 84/5 ) hükmünün ortaya çıkacağı asıl haklanma ve hesap devrini açacak olan ikinci sûr üfleme ondan sonra olacaktır.
ESKAL tahrik ile cebel vezninde "sekal"in çoğuludur ki, Râzî'nin ifadesine göre sekal, "meta-i beyt", yani ev eşyasıdır. "Kamus"ta sekal, misafirin, yani yolcunun ağırlık denilen eşya ve ailesine, sahibinin çoğunlukla kullanmayıp koruyup hıfzettiği güzel ve kıymetli şeye denir. Nitekim "Muhakkak ki ben içinizde iki kıymetli şey bırakıyorum: Onlar, Allah'ın Kitab'ı ve benim sünnetimdir." hadis-i şerifinde sekaleyn bu mânâdadır. İnsanlara cinlere sekaleyn denilmesi, yerin içinde ve üzerinde bulunmaları itibarıyla onun sekali, ağırlığı gibi olmalarından, yahut amellerinin, günahlarının ağırlığındandır, denilmiştir. Ve demişlerdir ki ölü, yerin içindeyken onun ağırlığı, yerin üstündeyken ona ağırlıktır. "Künûz" (hazineler) de, yerin kıymetlisi olmak mânâsına ağırlığıdır. Eskal yolcunun ağırlıkları, eşya ve ailesi mânâsına olduğuna göre "ve yer ağırlıklarını çıkardı" buyurulmakla o zelzele halinde yer seferberlik yapan bir yolcuya ve içindeki ölüler ve hazineleri o yolcunun ağırlığını oluşturan eşya ve ailesine teşbih edilmek suretiyle bir "istiare-i mekniyye" yapılmış demek olur.
ESKAL, esre ve sükun ile "sikl"in çoğulu olabileceği de söylenmiştir ki haml-i batın, yani "karın yükü" mânâsınadır. Bunun da hazinelere ve ölülere söylenmesi teşbih ve istiare şekliyledir. Bu mânâ "İçinde olanları alıp tamamen boşaldığı zaman." (İnşikak, 84/4) âyetine daha uygundur. Râzî, "eskal"in "esrâr" (sırlar) mânâsına olmasını da ikinci bir görüş olarak nakletmiştir. Yani o gün yer bütün sırları keşfedecek, açıklayacak. "O gün yer, haberlerini anlatacak." buyurulduğu üzere lehte veya aleyhte şahitlik edecek demektir. Âlûsî, buna, "haberlere aykırı ve uzaktır" demişse de, muhtemeldir. Bununla beraber en kuvvetli vecih, yerin seferberliğini ifade eden birinci vecihtir. Yani tahrik ile "sekal"in çoğulu olmasıdır. Yerin zikri geçmişken, zamir mevkiinde tekrar açıkça söylenmesi zihinlere iyice yerleştirmek içindir. Yerin, yerden başkasına çevrilmesine işaret için de denilmiştir. Durumun görünüşü, bu çıkarmanın zelzele sebebiyle olmasıdır. Fakat terettüb (ait olma) kastedilmeyerek her iki hadise başlı başına birlikte olarak düşündürülmek için "fa" ile atfedilmeyip bir altında vav ile "çıkardı" buyurulmuştur.
3. Özetle: O sarsıntı ve çıkarma olduğu, ve insan, buna ne oluyor? dediği zaman. Böyle denilmesi, korkunun büyüklüğünü tasvir içindir. Yani o zelzele ve çıkarmayı her gören insan, dehşetinin büyüklüğünden şaşırarak, "Bu yere ne oluyor?", "Nedir bu hal?" diye şaşkınlık ve telaşa düştüğü o belalı zaman. Bazıları demişlerdir ki, onu gören kâfirler öyle söyleyecek. "Vah bize, bizi yattığımız yerden kim kaldırdı?" (Yâsin, 36/52) diyecekler. Müminler ise "İşte Rahmân'ın vaad ettiği şey budur.
Demek peygamberler doğru söylemiş." (Yâsin, 36/52) diyecekler. Fakat bu fark, ikinci Sûr'a üfleme ile dirilmededir. İlk zelzelede ise mümin ve kâfir her insana umumu açıktır. "(Birinci defa) Sûr'a üflendi, göklerde ve yerde olanlar (korkudan) düşüp bayıldılar. Ancak Allah'ın dilediği kaldı". (Zümer, 39/68) kelimesi 'dan bedeldir.
4. Yani o olaylar olduğu gün o yer Bütün haberlerini bildirir, havadislerini hal ile ve sözlü olarak haber verip anlatır. Çünkü Rabbin ona, (yani yere) vahyetmiştir. Haber vermesini süratle emir ve telkin etmiştir de o sebeple yer o haberleri söyler, anlatır. "Keşşaf"ta der ki: Yerin haber vermesi ve söylemesi mecazdır. Yani Allah Teâlâ yerde öyle durumlar meydana getirir ki, onlar dil ile konuşma yerine geçerler. Hatta "ne oluyor buna?" diyenler, o hallere bakarlar da, onun ne için zelzeleye tutulduğunu ve ne için o ölüleri dışarıya attığını bilir. Ve bu olaylar, peygamberlerin korkutup ve çekindirip durdukları olay olduğunu anlarlar. Bu mânâca vahy "kün feyekün" (ol! dedi, hemen oldu) gibi tekvinî olmuş olur. Bununla beraber bir de denilmiştir ki, Allah Teâlâ yeri, o zaman gerçekten konuşturacaktır da, o üzerinde işlenmiş olan hayır ve şerri haber verecektir. Peygamberimizden de rivayet olunmuştur ki, herkese karşı üzerinde ne amel yaptığına şahitlik edecektir. Yere vahyetmek, onun yaşaması mümkün olan kısımlarına vahiy olarak düşünülürse, bu söyleme ve vahyin gerçekten konuşma veya yazma halinde haber vermek ve bildirme mânâsına olarak anlaşılmasında zorluk çekilmez. Hasılı onun ne olduğu o zaman gerçek göz önüne döküldüğü zaman anlaşılacaktır. 'nın cevabı, 'dür.
5. Yani o olaylar olduğu gün o yer Bütün haberlerini bildirir, havadislerini hal ile ve sözlü olarak haber verip anlatır. Çünkü Rabbin ona, (yani yere) vahyetmiştir. Haber vermesini süratle emir ve telkin etmiştir de o sebeple yer o haberleri söyler, anlatır. "Keşşaf"ta der ki: Yerin haber vermesi ve söylemesi mecazdır. Yani Allah Teâlâ yerde öyle durumlar meydana getirir ki, onlar dil ile konuşma yerine geçerler. Hatta "ne oluyor buna?" diyenler, o hallere bakarlar da, onun ne için zelzeleye tutulduğunu ve ne için o ölüleri dışarıya attığını bilir. Ve bu olaylar, peygamberlerin korkutup ve çekindirip durdukları olay olduğunu anlarlar. Bu mânâca vahy "kün feyekün" (ol! dedi, hemen oldu) gibi tekvinî olmuş olur. Bununla beraber bir de denilmiştir ki, Allah Teâlâ yeri, o zaman gerçekten konuşturacaktır da, o üzerinde işlenmiş olan hayır ve şerri haber verecektir. Peygamberimizden de rivayet olunmuştur ki, herkese karşı üzerinde ne amel yaptığına şahitlik edecektir. Yere vahyetmek, onun yaşaması mümkün olan kısımlarına vahiy olarak düşünülürse, bu söyleme ve vahyin gerçekten konuşma veya yazma halinde haber vermek ve bildirme mânâsına olarak anlaşılmasında zorluk çekilmez. Hasılı onun ne olduğu o zaman gerçek göz önüne döküldüğü zaman anlaşılacaktır. 'nın cevabı, 'dür.
6. O gün insanlar bölük bölük, çeşitli durumda ortaya çıkacaklardır. Sudûr, vürûdun zıddıdır. Vürûd, suya gitmek olduğu gibi, sudûr da sudan dönmektir. Diğer deyimle, "vârid" gelen, "sâdir" giden demektir. Yani varmış oldukları yerden dönüp çıkacaklar, kabirlerinden mevkıfa (durağa), mahşere doğru çeşitli şekilde fırlayacaklar. Kimisi yüz aklığıyla, kimisi yüz karasıyla, kimisi selamet, kimisi korkular ve dehşetler içinde, kimisi binitli, kimisi yaya, kimisi serbest, kimisi zincirlerle bağlı, hasılı kimisi mesud, kimisi bedbaht, yahut İbnü Abbas'tan rivayet edildiği üzere "O gün her insan topluluğuna önderleri ile çağıracağız." (İsra, 17/71) âyeti gereğince her din ve millet sahibi ayrı olarak kendi önderleri arkasında, yahut "Andolsun ki sizi ilk defa yarattığımız şekilde bize geldiniz." (Kehf, 18/48) buyurulduğu üzere her fert ilk yaratılışı gibi tek başına olarak, yahut bazılarının görüşünce bölgelere göre dağılmış olarak ortaya çıkacaklar. Yahut mahşere geldikten sonra kimisi kitabını sağından almuş ashab-ı yeminden olarak cennete gitmek üzere, kimisi de kitabını solundan veya arkasından almış ashab-ı şimalden olarak cehenneme gitmek üzere mahşerden ayrılacaklar.
7. Amelleri kendilerine gösterilmek için. Ki hayır veya şer her ne işlemişlerse ona göre cezasını almak üzere amellerini hakkıyle görsünler, defterleriyle, ölçüleriyle hesaplarına vakıf olsunlar. Bu mânâ, sudûrun mahşere doğru olmasına göredir. Mahşerden sudûra göre ise hayır veya şer her ne ise amellerinin cezasını görsünler. Yani cennet ehli cennete, cehennem ehli cehenneme girsinler demek olur. Zira her kim bir zerre miktarı hayır işlerse onu görecektir. Her kim de bir zerre miktarı şer işlerse onu görecektir. göstermenin neticesini açıklamak içindir. zerra görülür görülmez derecede, gayet küçük karıncadır. Güneşin şuaında sezilebilen zerreciklere de denilir. İbnü Abbas'dan rivayet edilmiştir ki, elini toprağa sokmuş kaldırmış, sonra üflemiş de, "işte bunlardan her biri bir miskal zerre" demiştir. İkisi de azlığa meseldir. Gerçi bizim bir zerre dediğimiz içinde bile bir âlem vardır. Fakat sorumluluğun en az derecesi beşerî hissin ilgilenebileceği en küçük ölçü ile ifade edilmiştir. Asıl maksat ise en küçük bir hayır veya şerrin bile Allah katında kaybolmayacağını açıklamaktır.
8. Amelleri kendilerine gösterilmek için. Ki hayır veya şer her ne işlemişlerse ona göre cezasını almak üzere amellerini hakkıyle görsünler, defterleriyle, ölçüleriyle hesaplarına vakıf olsunlar. Bu mânâ, sudûrun mahşere doğru olmasına göredir. Mahşerden sudûra göre ise hayır veya şer her ne ise amellerinin cezasını görsünler. Yani cennet ehli cennete, cehennem ehli cehenneme girsinler demek olur. Zira her kim bir zerre miktarı hayır işlerse onu görecektir. Her kim de bir zerre miktarı şer işlerse onu görecektir. göstermenin neticesini açıklamak içindir. zerra görülür görülmez derecede, gayet küçük karıncadır. Güneşin şuaında sezilebilen zerreciklere de denilir. İbnü Abbas'dan rivayet edilmiştir ki, elini toprağa sokmuş kaldırmış, sonra üflemiş de, "işte bunlardan her biri bir miskal zerre" demiştir. İkisi de azlığa meseldir. Gerçi bizim bir zerre dediğimiz içinde bile bir âlem vardır. Fakat sorumluluğun en az derecesi beşerî hissin ilgilenebileceği en küçük ölçü ile ifade edilmiştir. Asıl maksat ise en küçük bir hayır veya şerrin bile Allah katında kaybolmayacağını açıklamaktır.

98-BEYYİNE:(1-8 ncı AYETLERİN MEALİ ŞERİF TEFSİRİ)

ELMALI HAMDİ YAZIR TEFSİRİ

98-BEYYİNE:
Değildi, o küfredenler kitap ehli ve müşriklerden. (Min) teb'îzıyye veya beyâniyye, mahzûfe müteallık olup, yahut takdirinde zarf-ı müstekar, o küfredenlerin hali veya sıfatıdır. Bu iki kısımdan kâfirler veya iki kısım kâfirler ki, bazısı kitap ehli, bazısı müşrik, yahut hem kitap ehlinden, hem de müşriklerden olan kâfirler demek olabilir. Zira "vav"ın atf-ı rabıttan sonra da, önce de olması mümkündür. Bu üçüncü takdirde bilhassa kitap ehlinden oldukları halde Allah'a çocuk isnad etmek veya teşbihe kail olmak gibi herhangi bir vechile açık veya gizli şirke kail olanlar kastedilmiş olur. Üçüncü âyette yalnız kitap ehli zikredilmesine bu mânâ daha çok yakındır. Kitap ehli yahudi ve hıristiyanlardır.
Burada kitap ehli adıyla ifade edilmeleri, bunlar içinden Allah'a küfredenlerin küfürleri, yani Kur'ân'a ve Resulullah'a iman etmemeleri, mensub oldukları kitaplarına, Tevrat'a ve İncil'e de küfür mânâsında olduğuna işaret etmek içindir. Müşrikler, Allah Teâlâ'ya putlardan veya başkasından her ne şekilde olursa olsun şirk itikad edenler, yani Allah'tan başkasına ilâhlık isnad edenlerdir ki, puta tapanlardan daha geneldir. Allah'ın zatının birden fazla olduğuna kanaat eden her çeşit "politeiste"lere ve Allah'ı tanımayıp "Ben sizin en büyük Rabbinizim". (Nâziât, 79/24) ve "Ben, sizin için, benden başka bir ilâh tanımıyorum." (Kasas, 28/38) diyen Firavun gibi tek şekilde olsun arzularını ilâh edinen veya Allah'tan başka herhangi bir şeye tek başına veya ortaklaşa tanrılık payesi verenlerin hepsini içine alır. Çünkü Allah Teâlâ zatında hak mabud olduğu için, ondan ilâhlığın yok edilmesine imkân olamayacağı için O'ndan başka herhangi bir şeye, gerek ortaklık ve gerek yalnız başına tanrılık isnad etmek aslında şirktir. Zatın birliği ile beraber sıfatın çokluğu şirki gerektirmez. Şirk ancak Allah'ın zatında küllî veya cüz'î çokluk inancındadır. Onun için üç zat demek olan "ekânim-i selâse" (üç asıl)nin birliği şeklinde iddia edilen teslis (üçleme) birlemesi, gerçekte tevhid (birleme) değil, zatın hem çokluğu, hem tekliği davasını içerdiği için hem şirk, hem çelişkidir. Burada, 'nin elif-lâmı, cins için olarak gerek puta tapıcı ve gerek diğer bütün müşrikleri içine alır. Gerçi bazıları "ahde" yorarak puta tapanlara tahsis etmişler. Çünkü Mekke ve Medine ile etrafında bulunan Arap müşrikleri putlara tapıyorlardı. Burada kastedilen de onlardır demişlerse de akid mânâsının daha önce "küfredenler"de düşünülmesi yeterlidir. O pis kâfirler, bütün kitap ehli ile bütün müşrikler cinsi içinden bazıları olmuş olur. Böyle kitap ehli cinsi ile müşrikler cinsi içinden küfretmiş olan kâfirler, yahut kitap ehlinden olmakla beraber müşrik olan o kâfirler Kendilerine beyyine gelinceye kadar ayrılacak değildi. Yani bulundukları o hallerinden ayrılacak, ayırtlaşacak değillerdi.
MÜNFEKKÎN , , 'ün haberidir. "Hatta" da ona müteallıktır.
2. BEYYİNE: Malumdur ki, nur gibi kendisi beyyin, yani gayet açık olup da başkasını da beyan eden, açıklayan demektir. Onun için davacının davasını açık bir şekilde beyan ve isbat eden şahide, sağlam, açık delile ve mucizeye beyyine denir. Burada da hakkı beyan ve isbat edecek açık ve kesin delil veya mucize demektir ki, maksadın ne olduğu şununla açıklanmıştır: Allah'dan bir Resul beyyineden bedeldir. Yahut "o, Resuldür" takdirinde mahzuf mübtedanın haberi olarak beyyineyi tefsirdir. Yani Allah tarafından peygamberlik göreviyle gönderilmiş bir peygamber gelinceye kadar ayrılacak değillerdi. Öyle bir Resul ki mutahher, yani tahriften, töhmetten, yanlışlıktan, bâtıl şüphesinden uzak, kirli eller dokunmaz, "Ona tertemiz olanlardan başkası dokunamaz." (Vâkıa, 5679) âyeti delaletince gayet temiz sahifeler okur. (Abese Sûresi'nde geçen 13-16. âyetlere bkz.) Öyle temiz sayfalar ki
3. onlardadır bütün kıymetli kitaplar, yani doğru sabit kitaplar, bozulmaz, devamlı hak yazıları o temiz sayfaların içindedir. Ki bunlar işte o "oku" diye okunması emrolunan Kur'ân sayfaları, Kur'ân sûreleridir. O kâfirler, böyle temiz sayfalar okuyacak bir Allah Resulü gelinceye kadar bulundukları hâl ve vaziyetten, din ve inançtan ayrılacak değillerdi. Öyle bir beyyine gelmedikçe tamamen hak ve tevhid dinini bilip de yerleşecek ve hallerini değiştirecek bir durumda bulunmuyorlardı ve bunda özürlü olabilirlerdi. Çünkü "Biz, bir peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz." (İsra, 17/15) âyeti bunu bildirmektedir. Fakat öyle bir beyyine (açık delil), bir Allah Resulü geldikten sonra küfre sapıp da eski hallerinden ayrılmamakta ısrar etmelerine hiçbir sebep ve mazeret olamazdı. Ve işte onun için böyle bir Resul gönderilmiş ve Kadir gecesi o Kur'ân indirilmiştir.
4. Fakat o kendilerine kitap verilenler, yani o kitap ehli veya bilhassa onların bilginleri olan okur yazar takımı ancak kendilerine o beyyine (apaçık mucize) geldikten sonra ayrıldılar, ayrılığa düştüler. Kimisi o beyyineye, o Resule iman ettiği halde, kimisi küfre sapıp eski hallerinde kalmakta ısrar ederek tefrika (ayrılıkçılık) çıkardılar. O beyyine karşısında cahiller ve müşrikler için bile mazeret kalmamışken, kitap verilmiş olanların hiçbir mazereti kalmadığı ve yalnız kendi istek ve inatlarından dolayı küfür ve ayrılıkçılığa saptıkları ve bundan dolayı beyan olunacağı üzere puta tapıcılar gibi cehennem azabını hak etmeleri bu şekilde şüphesiz olarak ortaya çıkmış oldu.
Fahreddin Râzî tefsirinde bu üç âyet hakkında der ki: "Vâhidî, Kitâbü'l-Basît'de: Bu âyet Kur'ân'daki âyetlerin, gerek nazım ve gerek tefsir itibarıyla en zorudur ve büyük bilginlerden bir kısmı bunda sendelemiştir, demiş, fakat zorluğun nasıl olduğunu özetlememiştir. Ben derim ki, zorluğun şekli şudur: Âyetin takdiri: O küfredenler, kendilerine Allah'tan Resulü olan beyyine gelinceye kadar ayrılacak değildiler, demektir. Sonra ayrılıkları neden dolayıdır, Allah Teâlâ onu zikretmemiştir. Lakin kastedilen, bulundukları küfür halinden demek olduğu malumdur. Şu halde takdir: "Küfredenler, apaçık bir delil olan o Resul gelinceye kadar, küfürlerinden ayrılıcı değillerdi." demek olur. Sonra da "hatta", intihâ-i gayedir. O halde bu âyet şunu gerektirir ki, o Resul gelince, onların küfürlerinden ayrılmış olmaları lazım gelir. Bundan sonra da "Kendilerine kitap verilenler, ancak açık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler." buyurulmuştur. Bu ise o Resul gelince, onların küfürleri artmış olmasını gerektiriyor. İşte bundan dolayı iki âyet arasında görünüşte bir zıtlık var gibi görünüyor. İşte benim kanaatime göre müşkülün sonu budur. Buna cevap ise birkaç şekildedir:
BİRİNCİSİ ve en güzeli "Keşşaf" sahibinin özetlediği vecihtir. Şöyle ki: Kitap ehli ve puta tapıcı iki fırkadan kâfirler, Peygamberimizin gönderilmesinden önce diyorlardı ki: Biz bulunduğumuz dinimizden ayrılmayız, onu terketmeyiz, ta o Tevrat ve İncil'de yazılı vaad edilmiş olan peygamber gelinceye kadar ki o peygamber Muhammed aleyhisselâmdır. Allah Teâlâ önce onların o sözlerini hikâye etmiş, sonra da "kendilerine kitap verilenler ayrılmadılar" buyurmuştur. Yani onlar, o peygamber geldiği zaman hak üzerinde ittifak ile bir kelimede toplanmak vaad ediyorlardı. Sonra da haktan asıl ayrılmaları ve küfürde kararları o Resul gelince oldu, demektir ki, bunun kelamda benzeri fakir bir fâsık kendisine öğüt veren vâize: "Allah bana bir zenginlik verinceye kadar, ben bu halden ayrılmam" demiş, sonra da Allah ona zenginlik vermiş, fakat o bunun üzerine kötülüğünü daha çok artırmış. O zaman o vaiz de ona: "Sen zengin oluncaya kadar kötülükten ayrılmayacaktın, halbuki başını asıl zengin olduktan sonra kötülüğe daldırdın." demiş olması gibidir ki, bu sırf onu azarlama ve susturmak için önceki sözünü hatırlatması demektir. Bu cevabın neticesi şu olur: "Kitap ehlinden ve müşriklerden (Hakk'ı) tanımayanlar, kendilerine apaçık delil gelinceye kadar inkârlarından ayrılacak değillerdi." sözü onlardan hikâyedir. "Kitap ehli, ancak kendilerine apaçık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler." sözü de vâki olan haber vermedir. Mânâ da "Onlar vaadlerinde durmadılar, dediklerinin tersi oldu." demektir.
İKİNCİSİ: "O kâfirler kendilerine o apaçık delil gelince de küfürlerinden ayrılacak değillerdi." mânâsındadır. Kâdî Abdülcebbâr böyle demiş, fakat lügatta "hatta"nın bu mânâsı olmadığı söylenmiştir.
ÜÇÜNCÜSÜ: "Münfekkîn" küfürden ayrılmaya değil, "beyyine" (apaçık delil) olarak gelecek Peygamber'in iyiliklerini ve faziletlerini anmaktan ayrılmadıkları mânâsına olmalıdır. Yani Muhammed (s.a.v.) gelinceye kadar onun üstünlüklerini anmaktan ayrılmıyorlardı. Fakat O gelince ayrıldılar, her biri bir görüş söyler oldular demektir ki, bunun benzeri Bakara Sûresi'nde geçen "Daha önce, müşriklere karşı bir zafer kapısının açılmasını istiyorlardı, işte bu bildikleri kitap onlara gelince, ona inanmadılar." (Bakara, 2/89) âyeti olur.
DÖRDÜNCÜSÜ: Peygamber gelinceye kadar küfürden ayrılmayacaklardı demektir. "Hatta" kelimesi de o geldikten sonraki halin, öncekinin tersine olmasını gerektirir, nitekim olay da böyle olmuştur. Çünkü hepsi o küfürde kalmadılar, bir kısmı mümin, bir kısmı da kâfir oldular. Bu kadarı da "hatta"nın delaletiyle amel etmeye yeterlidir.
BEŞİNCİSİ: Peygamber'in gönderilmesinden önce kâfirler küfürlerinde tereddütsüz idiler. Bulundukları dinin hak olduğuna kesin olarak inanıyorlar, ondan ayrılmıyorlardı. Yahudi, yahudiliğinde; hıristiyan hıristiyanlığında; müşrik puta tapıcılığında, hasılı her biri kendi dininde kalmak, ondan ayrılmamak azim ve itikadında ittifak etmişlerdi. Fakat Resulullah (s.a.v.) gönderilince alışmış, yapışmış oldukları eski dinleri hakkında azim ve inançları sarsıldı ve önceki fikir ve kanaatleri perişan oldu. Her biri kendi dininde, mezhebinde, davasında sarsıldılar, ayrılmaya başladılar. Bununla beraber tamamen imana da gelmediler, kimisi iman ettiyse de, kimisi de etmedi. Ayrıcalık çıkardılar, böyle eski dinlerinin çürüklüğünü anlamış oldukları halde o Resul'e iman etmeyip de ayrıcalık yapan kitap ehlinin bu ayrılıkları ilimsizlikten, delilsizlikten dolayı şek ve şüpheye bir hakları olduğu için değil, kendilerine apaçık delil geldikten ve Hak ortaya çıktıktan sonra yalnız arzu ve inatlarından dolayı oldu. Birinci âyette infikâk (ayrılmak), sonrakinde tefrika denilmesinde bu mânâya bir işaret vardır. Çünkü infikâk: Bir şeyin bir şeyden ayrılması ona yapışmış iken kopup ayrılması demektir. Tefrika da dağılmaktır. Bu suretle de Peygamberin gönderilmesinden sonraki hâl öncesine benzememiştir. Bu da "hatta"nın mefhumudur. Râzî, bu beş şekli hikâye ve beyan etmiş olmakla beraber, tercih edilen görüş, birinci vecih olduğunu da hatırlatmıştır. Ancak birinci vecihte ayrılmanın müteallakını "küfürlerinden ayrılmışlar" diye küfür lafzıyla takdir etmiştir.
"Keşşaf" sahibi ise lafzıyla takdir etmiş. Birinci âyetin mânâsının neticesi: "Onlar apaçık delil gelmedikçe dinlerine yapışacaklar, onu bırakmayacaklardı", demek olduğunu söylemiştir. Müşkülün halledilmesi açısından maksat bir olmakla beraber "Keşşaf"ın ifadesi daha incedir. Üçüncü, dördüncü, beşinci vecihlere de ihtimali vardır. Ebu's-Suud ve daha birçokları da "Keşşaf"ın birinci vechi üzerinde yürümekle beraber, infikâkın müteallakını daha önce üzerinde bulundukları şey "üzerinde bulundukları şeyden" diye takdir etmişler ve bunu o vaad ile tefsir ederek şöyle demişlerdir: Yani daha önce üzerinde bulundukları haldir ki ahir zamanda gönderilecek Resul'e iman ve Hakk'a uyacaklarına dair vaad ve yerine getirmeye azimleridir. Kitap ehlinden bu vaadin vuku bulmasında şüphe yoktur. Hatta onlar onunla Allah'tan fetihler diliyorlar. "Allahım bize fetih nasip et, ahir zamanda gönderilen peygamber hürmetine bize yardım et!" diye dua ediyorlardı ve müşriklerden olan düşmanlarına karşı: "Bizim dediğimizi tasdik edecek bir peygamberin çıkması zamanı yaklaştı. Biz onunla beraber olup sizi Âd ve İrem kavimleri gibi öldüreceğiz." diyorlardı. Müşriklerin o vaadde bulunduğuna gelince gerek ki kitap ehlinden yayıldıktan sonra onların da sonradan gelenleri onun sıhhatine inanarak o vaadde bulunmuş olsunlar. Nitekim böyle olduğuna şu da şahitlik eder ki Resulullah (s.a.v.) hakkında gidip kitap ehline soruyorlar: Bu sizin kitabınızda anılan mıdır? diyorlardı. Bu suretle hepsi o peygamber gelinceye kadar o vaad ve azimden ayrılmadılar. Fakat o geldikten sonra kitap ehli küfre saparak bozgunculuk çıkardılar.
Bunun özeti: O kâfirler peygamber gelinceye kadar bulundukları durumdan ayrılmadılar ve ayrılmamaları lâzım gelirdi, fakat ayrıldılar, demek oluyor. Gerçekte infikâkın müteallakı, onların bulundukları hâl olması daha açıktır. Ancak bunu o vaad ve azim ile tefsir etmek Bakara Sûresi (2/89) âyetine uygun olsa da müşrikleri içine alması itibarıyla biraz dolambaçlı geliyor ve bundan maksat, bulundukları dinleri veya küfürleri olması daha açık görünüyor. Bundan ise ayrılmamaları değil, tersine ayrılmaları istenir olması gerekir. Çünkü ayrıcalığın sebebi odur. Beyyine (apaçık delil)nin de gelmesi ona karşıdır. Bu sebeple bunu bu esas üzere, yani bulundukları halden ayrılmak mânâsına olarak yukarıda izah ettiğimiz diğer bir vecihle anlamak gerek. "Hatta"nın gayesinin mefhumu ile müşkülün halli ve gerek nazmın siyak u sibakı (altı üstü itibarıyla uygunluğu) açısından bize daha açık görünmüştür. Zira Maide Sûresi'nde de geçen "Ey kitap ehli, gerçeği açıklayan elçimiz, peygamberlerin arası kesildiği bir zamanda, bize bir müjdeci ve uyarıcı gelmedi diyemeyesiniz diye, size geldi." (Maide, 5/19) âyeti gereğince Resulullah'ın gönderilmesinden önceki zaman dinlerin tahrif ve karmakarışıklığa uğradığı, puta tapanla tapmayanın karıştığı ve hak ile batılın seçilemez bir hale geldiği fetret zamanıdır. Fetret zamanları ise "Biz, bir peygamber göndermedikçe kimseye azap edecek değiliz." (İsra, 17/15) hükmüne göre sorumluluk yönelmeyen bir mazeret zamanı demektir. Böyle bir zamanda Hakk'ı batıldan ayırdettirecek kesin ve açık bir delil gelinceye kadar iman ve küfür hükümleri tayin edilemeyeceği ve bir susturucu delil bulunamayacağı cihetle herkesin bulunduğu hâl üzere kalması, yani istishâb kaidesi asıl olur. Beşeriyetin böyle Hak ve batılı seçemeyecek bir fetret ve zulmet içinde kaldığı zamanlardır ki Allah tarafından peygamberler gönderilerek hak ve vazife yolu aydınlatılmış ve ona göre mümin ve kâfir ayırd edilerek sorumluluk hükmü tatbik edilmiştir. İşte sûresinin arkasından o nüzul hikmetini beyan siyâkında bu Beyyine Sûresi de peygamber gelinceye kadar olan fetret zamanının hükmünü beyan ile başlamış ve "kütüb-i kayyime" (kıymetli kitaplar)yi içeren, tertemiz sayfalar olan Kur'ân'ın indirilmesiyle ilâhî delil olan Resulullah'ın gönderilmesinden önce kitap ehlinden ve müşriklerden olan kâfirler, bulundukları hallerinden ayrılmamakta mazeret sahibi olsalar da hak dini beyan eden bu delil geldikten sonra özellikle kitap ehlinin buna iman etmeyip de önceki hallerinde kalmak için ayrılıkçılık yapmaları katıksız küfür ve bundan dolayı azaba hak kazanmalarını gerektirdiğini anlatmıştır. Şu halde mânâ o küfredenler, küfürlerinden, dinlerinden, âdetlerinden ayrılacak durumda değillerdi. Çünkü kendilerine hakkı beyan edecek olan o apaçık delil henüz gelmemişti. Fetret zamanında bulunuyorlardı. Onun için onlara hak ve hayrı anlatacak kesin bir delil olmak üzere bu kitap indirilerek peyderpey okumak üzere Allah tarafından o Resul gönderildi, o geldikten sonra ise müşriklerden önce kitap ehli olanların ona iman edip önceki yanlış hallerinden vazgeçmeleri, hakka karşı ayrıcalık yapmamaları gerekirdi. Halbuki onlar öyle yapmadılar, o Resul'e karşı anlaşmazlığa düştüler, puta tapanlar gibi inkâr ettiler. Böyle anlaşmazlığa düşmeleri ve bu şekilde inkârları da başka bir sebebe dayalı değil, sırf o delil kendilerine geldikten sonra sırf düşmanlık ve inatlarından ve eski hallerinden ayrılmak istememelerinden doğdu.
5. Halbuki onlar, o kendilerine kitap verilmiş olanlar öteden beri başka bir şey ile değil ancak şununla emrolunmuşlardı ki yalnız Allah'a ibadet etsinler, gerek önceki kitaplarında, Tevrat ve İncil'in esasında ve gerek bu Kur'ân ile emredildikleri görevleri bu idi ki, başka bir niyet ve maksada hizmet etmesinler, ancak Allah'ı mabud tanısınlar, O'na ibadet ve kulluk etsinler, o şekilde ki dini ona halis kılarak, hiçbir şirk şüphesi karıştırmaksızın şu veya bu gayeye âlet etmeksizin saf ve temiz niyet ve ihlas ile ancak O'na yönelerek ve tahsis ederek, hanifler olarak, yani batıl inançlardan, eğri ve yanlış fikir ve ahlâktan sıyrılıp, daima hakka, doğruluğa meyleden hakka tapan müslim, muvahhid (Allah'ı birleyen) olmak suretiyle dini Allah için halis kılarak Allah'a ibadet etsinler, ecir ve mükâfatı O'ndan beklesinler.
Yukarılarda da defalarca geçtiği üzere "hunefâ" kelimesi "hanîf" kelimesinin çoğulu olarak İslâm'ın inanç, ahlâk ve sosyoloji itibarıyla ayırıcı bir vasfını göstermektedir. Çoğunlukla hanîf, Hz. İbrahim'in milleti olarak "Dosdoğru, Allah'ı birleyici olarak İbrahim dinine uyun. O, puta tapanlardan değildi." (Âl-i İmran, 3/95) gibi müşriklere karşılık; bazan da "Allah'a ortak koşmadan, halis olarak Allah'ı birleyenlerden olun." (Hacc, 22/31) âyetinde olduğu gibi mutlak olarak; bazan da burada olduğu gibi tevhid ve ihlas ile dinde barış ve doğruluğu pekiştirme ve yerleştirme hususunda zikrolunmuştur. Bütün bunlardan anlaşılan haniflik, Hz. İbrahim'in din ve milletinin vasfı olmakla beraber yalnız ona mahsus değil, genellikle puta tapıcılığın zıddı olarak bütün peygamberlerin milleti olan tevhid ve ihlas dininin adı olmasıdır. Onun için Şehristânî "el-Milel ve'n-Nihal"de hanifleri bütün puta tapıcıların karşıtı olmak üzere genel mânâsıyla Sâbiîlere karşı çıkartarak zikretmiştir. Genel mânâsıyla Sâbiîlik ise bütün müşrikliğin esası olan eski dindir. Şimdi bazı yeni eserlerde buna Seybele-Ceybele dini denildiğini ve son zamanlarda "eski eserler" (âsâr-ı atika) dolayısıyla bahis konusu edilmeye başlayan eski Eti, yahut Hitit, yahut Hetler'in de bu zeybel, yani sabi dinine mensup olduklarını söylüyorlar. İşte hanifler, bütün bu şirk dinlerine karşı, dini Allah için tahsis etmek ve ancak Allah'a ibadet etmek üzere davet ve mücahedeyle görevli olan peygamberlerin dinlerini teşkil eden ve batıldan sakınıp Hakk'a meyleden tevhidçi müslümanlardır. Onun için Hacc Sûresi'nde "O pis putlardan ve yalan sözden kaçının. Allah'a ortak koşmadan, halis olarak Allah'ı birleyenler olun. Kim Allah'a ortak koşarsa o, sanki gökten düşmüş de kendisini kuş kapıyor veya rüzgâr onu uzak bir yere sürüklüyor gibidir." (Hacc, 22/30-31) buyurulmuş olduğu gibi Şûrâ Sûresi'nde de "O size, dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi şeriat yaptı . Şöyle ki: Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin. Fakat kendilerini çağırdığın şey, Allah'a ortak koşanlara ağır geldi." (Şûrâ, 42/13) buyurulmuştur. Bunların özeti ise haniflik, putlara tapma aşağılığından, günahtan, sahte, batıl inançlardan çekinerek Nuh'un, İbrahim'in, Musa'nın, İsa'nın ve Muhammed aleyhisselâmın yaptıkları gibi dini Allah için tevhid, ihlas ve istikametle doğrultmak ve onda ikilik çıkarmayıp daima doğrulukla toplanmaya çalışmaktır. "Hanif" kelimesinin türeyişi de bu mânâyı ifade etmektedir. Zira "hanif", hanef kelimesinden türemiştir. Tefsircilerin ve lügat ehlinin açıklamasına göre "hanef", meyletme ve doğru olma mânâlarını içine alır. Asıl hanef, yanlışlıktan doğruya, eğrilikten istikamete meyletme mânâsına konmuş, bazan meyil, bazan da sadece istikamet mânâsına kullanılır. Ayağının ayası veya baş parmakları vahşiden ünsiye, yani içe doğru meyletmiş olan (düz taban olmayan) kimseye ahnef denilmesi ise tefe'ul (hayra yormak) için veya iki mertebe mecaz-ı mürseldir. Demek ki lügat bakımından da hanîf, daima doğruluğa meyleden demektir. Dinde doğruluk da "Hayır, kim işini güzel yaparak, özünü Allah'a teslim ederse, onun mükâfatı Rabbinin katındandır." (Bakara, 2/112) buyurulduğu üzere muhsin (iyilik yapıcı) olarak ancak Allah'a yüz tutmak, "Rabbimiz Allah'tır diyen, sonra doğru olanların üzerine melekler iner." (Fussilet, 41/30) buyurulduğu üzere ancak Allah'ı Rab bilip, fiillerinde ve hareketlerinde ancak O'nun emir ve hükmüne tâbi olarak o iman üzere doğrulukta yürümektir. Bundan dolayı çoğunlukla hanîfi, "hakka tapan muvahhid" (Allah'ı birleyici) diye tercüme etmeyi uygun görmüşüzdür. Bununla beraber tefsirciler daha bazı tarifler de nakletmişlerdir. Bu cümleden olarak burada hunefâ (hanifler) İbnü Abbas'dan, "hacılar" diye; Katâde'den, sünnetli olanlar, ananın ve mahremler (evlenilmesi haram olanlar)in nikahını haram tanıyanlar diye; Rebî b. Enes'den: Namazda kıbleye dönenler diye; Mücahid'den: İbrahim aleyhisselâmın dinine tâbi olanlar diye rivayet etmişlerdir ki hacc, hıtân (sünnet olma), kıbleye dönme, İbrahim dininin esaslarından birisiyle tarif demek olduğundan buna ait demektir. Bunlardan başka Ebu Kılâbe'den "Biz, Allah'ın peygamberlerinden hiç birisinin arasını ayırmayız." (Bakara, 2/285) âyeti gereğince peygamberlerin hepsine iman edenler diye; daha bazılarından da "dinin hepsini toplayanlar" diye nakil ve tarif edilmiştir ki, bu son ikisi de birbirine yakındır. Fakat bunların çoğu mânâ ile değil, doğru olan veya bazı havas itibarıyla tarif olduğu için tam tarif değildir. Ancak bazı cihetleri açıklamak için nakledilir. Tercihe değer tarif, önce açıkladığımız üzere bütün batıl inançlardan İslâm'a meyleden, dönen diye özetlenmiştir. Bütün peygamberlere iman ve her dini toplayıcı olmak da bununla olur. İşte bütün kitaplar ve peygamberler, dini yanlış inançlardan temizleyerek "Allah katında muhakkak din İslâm'dır." (Âl-i İmran, 3/19) olan Hak tevhid ve ihlas ile yalnız Allah'a ibadet etmek ve insanlığı selamete erdirmek için gönderilmişlerdir. Onun için kitap ehli de ta baştan itibaren bununla görevli olmuşlardı ki, Allah'a böyle samimi dindar, hanif olarak ibadet etsinler, ve namazı kılsınlar ve zekatı versinler ve işte bu üç esas: samimi din ile Allah'a ibadet, namaz kılmak ve zekat vermek din-i kayyimedir. Yani sabit ve payidar kalacak olan milletin dinidir. Diğer deyimle yukarıda anılan "kıymetli kitapların", doğru, bozulmaz, sabit hak kitaplarının açıkladığı dindir. Demek olur ki bu üç esas, bütün Hak dinlerin hiç değişmeyen en sağlam esasıdır. Namaz ile zekat da imandan sonra bütün ibadetlerin esaslarının esasıdır. Diğerleri ayrıntıdır. Bunların edâ şekilleri itibarıyla açıklaması her peygamberin zamanına ve şeriatine göre değişebilirse de, asıl namaz ve zekat hepsinde sabittir. Şu halde din için mutlaka bir "ekanim-i selâse" (üç esas) prensibi tanımak gerekirse onu baba, oğul, rûhu'l-kudüs diye mabudun zatında üçleme ile şirke saparak değil, tevhid, namaz, zekat diye iman ve amel esaslarında tanımak lazım gelir. Halbuki o kitap verilenler bu doğru ve sabit dini ve bu emri tanımadılar, ihlas ve tevhid ile Allah'a kulluk etmekten kaçındılar. "Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki, namazı kaybettiler, şehvetlerine uydular." (Meryem, 19/59) ölçüsünce şehvetlerinin arkasına düşerek namazı kaybettiler, zekat vermeye yanaşmadılar, bölücülük yaptılar. Bunun üzerine bütün küfrün ve imanın ahiretteki hükümleri ayırdedilerek açıklanmak üzere şöyle buyuruluyor:
6. Haberiniz olsun ki "küfredenler". Önceki "küfredenler" ahde haml olunsa (bilinen kâfirler olduğu kabul edilse) bile bunun, sevk itibarıyla istiğrak (hepsini içine alması) için genel olması gerekir. Çünkü küfrün hükmünü beyan için kübra (büyük önerme) yerindedir. Ancak bu küllî oluş, o beyyine (açık delil) geldikten sonra küfredenlere ait olmak üzere bunda da bir ahit mânâsı yok değildir. Şu halde şöyle demek olur: O açık delil geldikten sonra onu inkâr eden bütün kâfirler gerek kitap ehlinden olsun, gerek puta tapanlardan olsun, hepsi ebedî olmak üzere cehennem ateşindedirler. Kıyamet günü cehenneme gidecekler, orada ebedî olarak kalacaklardır. Diğer bir mânâ ile küfür, cehennemde ebedî kalmaya sebep olması itibarıyla aynı ateş hükmündedir. Bir de denilmiştir ki: Onların bulundukları küfür ve isyan hâli, hakikatte aynıyla ateştir. Bu ortaya çıkma (neş'et) de âraz şeklinde ortaya çıkarsa da, son neş'etde o şekilden çıkar, hakiki şekli ile ateş olarak zuhur eder. Bu iki mânâca onlar dünyada cehennem ateşinin içindedirler. Ahirette de onda ebedî olarak kalacaklardır, demek olur. Bu ebedî oluşun sebebi: Çünkü onlar, o vasıfla sıfatlanmış olanlar, yeni o açık delil geldikten sonra ona küfredip bozgunculuk çıkaranlar hepsi halkın şerlileridirler, insanların en şerlileridirler, en şerli olanın yeri de cehennem olması gerektir.
BERİYYE kelimesini, Nâfi ve İbnü Zekvan "berîe" şeklinde okumuşlardır. Ki ikisi de bir asıldandır. Halk mânâsına 'den "mef'ûle mânâsında fehile" olarak "bârî"nin mef'ûlü olup, halk ve halîka gibi bütün mahlûkata denilir. Özellikle beşerde de meşhurdur. Bazıları hemzesiz "beriyye" toprak mânâsına olan "berâ"dan türemiş olarak topraktan yaratılan mahluk demek olduğunu ve şu halde "berîe" topraktan yaratılmayan melekleri ve cinni de içine alırsa da, "beriyye"nin onları içermiyeceğini ve bu şekilde beşer mânâsına olması daha yakın bulunduğunu söylemişlerdir. İki kırâete göre de bazıları burada özellikle beşer mânâsına olmasını tercih etmişler, sebep olarak da bütün yaratılmışların en şerlisi şeytan olduğunu söylemişlerdir ki, aklî karine ile tahsis demek olur. Lakin buna "Şüphesiz münafıklar, ateşin en aşağı tabakasındadırlar." (Nisa, 4/115) gereğince münafıkların da diğer kâfirlerden daha şerli olduğu ileri sürülerek itiraz edilmiştir. Bundan dolayı maksat, müminlere göre izafî tahsistir, diye cevap verilmiş ise de bu tartışmalara lüzum yoktur. Zira burada maksat, küfrün asıl ahirete mahsus hükmünü beyan olduğu için, küfür sıfatında münafıklar da, şeytan da bu umumda dahil olarak açık ve gizli bütün kâfirler, genel olarak yaratıkların en şeriridirler, denilmesi doğru olacağı gibi, şeytan konudan hariç olarak, gerek kitap ehli ve gerek puta tapıcılardan inkârı açık veya münafık bütün kâfirler beşerin en şerlisidirler, demek de doğrudur.
7. Buna karşılık haberiniz olsun ki iman edip de, yani bu açık delile iman edip Allah için dine, ihlaslı, hanif olarak, gereğince güzel ameller işleyenler, sadece namaz ve zekat gibi dinin aslî temellerinden olan amellere mahsus değil, gerek esaslardan ve gerek ayrıntılardan, gerek farzlarından, gerek nafilelerden, gerek ibadetlerden, gerek muamelelerden Allah rızasına uygun olan, kurtuluşa hizmet eden, hayra yarar bütün iyi ve faydalı amelleri işlemek ve yasaklardan sakınmak da güzel amel (amel-i salih) mânâsında dahildir. Zira amel, işlemeyi ve terketmeyi içine alır. Bilinmektedir ki elif lâm ile süslenmiş çoğul olduğu için hepsini kaplamayı ifade eder. Fakat bundan her ferdin, her iyi ameli yapmakla yükümlü olduğu da sorulmamalıdır. "Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez." (Âl-i İmran, 3/286) âyeti gereğince herkesin hissesi ehliyet ve gücüyle orantılıdır. Râzî der ki: "iyi ameller işlediler", çoğulun, çoğula karşılık vermesi kabilindendir. Onun için bir kişinin bütün güzel amelleri yapmakla yükümlü olması gerekmez. Belki her yükümlünün bir hazzı, selâhiyeti vardır. Zenginin hazzı vermekte, fakirin hazzı da almaktadır. Elverir ki herkes kendi halince kurtuluşa çalışsın. İşte onlar, halkın en hayırlısıdırlar. Bütün halkın en hayırlısıdır. Amelce de hayırlısı, Allah katındaki makamca da hayırlısıdır. Demek ki iman edip de güzel amele çalışmazsa, onlar halkın en şeriri olmasalar bile en hayırlısı da değildirler. "Hayru'l-beriyye", hem iman edip hem iyi ameller işleyenlerdir.
8. Onların cezası, yani o iman ve amellerine karşılık ecir ve mükâfatları Rableri katında, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleridir. İçlerinde ebedî olarak orada cismânî ve ruhânî türlü nimetlerle ebedî olarak nimetleneceklerdir. Bunların birinci olarak "halkın en hayırlıları" diye övülmelerinin önce getirilişi; ikinci olarak bu nail olacakları nimetlerin amelleri karşılığı olduğunu anlatmak üzere "ceza" deyimiyle ifade edilmesi; üçüncü olarak bunun Allah Teâlâ katından olmasının açıklanması; dördüncü olarak bunun derece derece kemâle erdirmek demek olan terbiye mefhumuna işaret eden Rablik ünvanıyla ifadesi; beşinci olarak bunun onlara râci zamirine izafetle ifade olunarak terbiye ve kullukta özel şereflerine işaret olunması; altıncı olarak cennetlerin içinde oturma mefhumuna işaret eden Adn'e izafetle beraber çoğulun çoğula karşılaştırılmasıyla her birine bir cennet düşecek kadar çokluk ve genişliğine işaret olmak üzere çoğul sigasıyla ve aynı zamanda dengi görülmedik ve tarife sığmayacak şekilde yüksekliğine, şânının büyüklüğüne tenbih için nekre olarak getirilmesi; yedinci olarak hayatın mayası olan feyiz ve nimetinin, hoşluk ve güzelliğinin devamlı artan güzel cereyanını duyurmak üzere, "altından ırmaklar akan" vasfıyla vasıflandırılması; sekizinci olarak onlarda takdir edilmiş hâl olmak üzere ebedîlik demek olan "hulûd"ün açıklanmasıyla beraber bir de "ebedîlik" kaydıyla tekit edilmesi o müminlerin güzel halleriyle mükâfatlarının büyüklüğünü açıklama açısından ne kadar dikkate şâyândır. Gerçekte "hulûd" ebedîlik demek olduğu için sadece "orada ebedîdirler" denilmekle de aynı mânâ ifade edilmiş olur. Ancak "hulûd", uzun müddet kalmak mânâsına da kullanıldığı için bu ihtimali defetmek için ile de tekit olunmuştur. Bu tekit, pekçok âyetlerde cehennem ehlinin ebedîliğinde de, cennet ehlinin ebedîliğinde de vardır. Fakat görülüyor ki bu sûrede kâfirlerin cehennem ateşinde ebedî oluşları "ebeden" kelimesi ile tekit edilmemiş olduğu halde müminlerin cennetlerde ebedî oluşları açıkça te'bid (devam ettirme) ile de tekit edilmiştir. Râzî "Tefsiri"nde buna iki vecih söylemiştir: Birincisi: Rahmetin, öfkeden daha fazla olduğuna tenbihtir. İkincisi: Cezalar, hadler, keffaretler birbirine girer. Fakat sevabın kısımları birbirine girmez.
Bir de bu yüksek karşılıktan daha büyük olan Allah'ın lütfu beyan ve müjdelenmek üzere şu isti'naf (başlangıç) cümlesi ile buyuruluyor ki: Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. Çünkü bütün isteklerin en üstünü, bütün lezzetlerin en yükseği olan Allah'ın rızasına ermişler, "gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, hiçbir beşerin aklının ermediği" en büyük rızaya kavuşmuşlar, "râdıyeten" razı olmuş olarak", "merdıyye" (razı olunmuş) makamına ermişlerdir. Bu mükâfat ve rıdvan ise, Rabbinden korkanlara mahsustur. Yani bu başarının tek sebebi ve hikmeti Allah korkusunu duymaktır. Yukarılarda da geçtiği üzere haşyet, tazim ile sevgi neticesi olan saygı mânâsına bir korkudur. Onun için haşyet itaatte mutlak güzele layık, ihsana yaklaştıracak yüksek bir aşk heyecanı uyandıran güzel bir ruh halidir. Nitekim Müminûn Sûresi'nde "Verdiklerini, Rablerinin huzuruna dönecekler diye kalpleri korku ile ürpererek verirler." (Müminûn, 23/60) buyurulmuştur. "Hikmetin başı Allah korkusudur." hadisinde de "mehafet"ten asıl maksat bu "haşyet" mânâsıdır. Bunun derecesi de ilim ve marifetin derecesi ile orantılıdır. Ondan dolayı "Kulları içinden ancak âlimler Allah'tan gereğince korkar." (Fâtır, 35/28) buyurulmuştur. Bir de haşyet, soyut (mücerred) korkudan şiddetli olması gerektir. Nitekim meleklerin vasfında "Onun (Allah'ın) korkusundan titrerler." (Enbiya, 21/28) diye haşyet, işfâk (korkudan titreme)a yakın olarak zikredilmiştir. "İşfak" ise korkunun en şiddetli derecesidir. İmam Râzî'nin hatırlattığı üzere bu âyete, "Kulları içinden ancak âlimler Allah'tan gereğince korkar." (Fâtır, 35/28) âyeti katılarak düşünülünce, hepsi ilmin ve âlimlerin faziletine bir delil teşkil eder. Şöyle ki: O cennet ve rıdvan, Allah korkusunu duyanlara mahsustur. Allah korkusunu duyanlar ise ancak âlimlerdir. Şu halde netice: O cennet ve rıdvan, âlimlere mahsustur. Bundan şu da anlaşılır ki kendisinin cennet ehlinden olduğu müjdelenen kimselerin Allah korkusundan uzak kalmak şöyle dursun, daha çok korku hissini artırmaları gerekecektir. Ondan dolayıdır ki peygamberlerin korkusu hepsinden çoktur. Nitekim Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Allah'ı en çok tanıyanınız, Allah'tan en çok korkanınızdır. Ben ise ondan en çok korkanınızım."
Bu korkuyu duymayanlara duyurmak için Zelzele Sûresi takip edecek, hayır ve şerrin cezası ne zaman ve nasıl olduğunu haber verecektir.

97-KADİR:(1-4 ncı AYETLERİN MEALİ ŞERİF TEFSİRİ)

ELMALI HAMDİ YAZIR TEFSİRİ

97-KADİR:
Muhakkak biz indirdik onu. Yani oku da ancak bize secde ve ibadet et. Çünkü yüce şanımızla biz indirdik onu, o okunan Kur'ân'ı. İlâhî kudret her kuvvetin üstünde, her kemâli içine almış olduğuna uyarmak için "azamet nûnu"yla "Biz indirdik onu." buyurulması indirenin büyüklüğünü ifade ederken, indirilenin şanını yüceltmeyi de ifade eder. İndirilenin ismi açıklanmıyarak (hu) zamiriyle işaret olunması da onun açıklanmasına lüzum olmayacak şekilde zihinlerde bilinmiş olduğuna işaret olması itibarıyla şânının yüksekliğine ikinci bir uyarı; sonra Kadir gecesinde indirildiğini beyan ile Kadir gecesinin kadir ve faziletinin anlatılması da yine onun kıymet ve şerefini açıklamaktır. 'nın aslı 'dır. hükmü tahkik ile kuvvetlendirir. Onun ismi olarak müsnedün ileyh, fiil ve fâil bir fiil cümlesi olarak haberi olduğundan, isim ve haber toplamı olan bir fiil cümlesini içeren bir isim cümlesidir ki müsnedün ileyh olan mütekellim (birinci şahıs) zamiri bir mübtedâ, bir de fâil olarak tekrar etmiş olmakla içiçe iki hükmü içine alan kuvvetlendiren bir ifadedir. Meânî İlmi'nde malum olduğu üzere bu çeşit cümleler kasr (tahsis) veya hükmü kuvvetlendirme ifade ederler. Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sâkıt olma ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, (inne) ve isim cümlesi ve isnadın tekrar etmesi sebebiyle üç katlı bir tekit ve yerine göre de tahsis ifade eden çok sağlam cümlelerdir. (hû) zamirinin merciine gelince, tefsircilerin çoğunluğu Kur'ân'a râcidir demişlerdir. Buhârî'de zikredilmiş olan da Kur'ân'dan kinayedir. Râzî, bunda tefsircilerin ittifakını söylemiş. Cibrîl'e veya diğerine ait olduğunu söyleyenler yok değilse de, onları yalan saymamıştır. Şihâb, "zayıflığından dolayı" demişse de, mânâ itibarıyla hakiki bir ihtilaf saymadığı için olması gerektir. Zira Kur'ân'a dönmesi ile Cibril'e dönmesi birbirini gerektiriyor demektir. Diğer vecihlerde, Kur'ân: Kur'ân'ın tümüne de bir kısmına da söylenmesi doğru olduğu için "o Kur'ân" mefhumuna girer. Alûsî'nin naklettiği üzere Hattâbî zamiri Allah Teâlâ'nın "oku" sözüne işaret olduğunu ve ondan dolayı bu sûrenin ondan sonraya konulduğunu söylemiştir. Kâdî Ebû Bekir İbnü'l-Arabî de bunu beğenmiş: "Bu gerçekten güzeldir." demiştir. "Oku", Kur'ân'ın ilk inen âyeti olduğundan dolayı, onun inişi Kur'ân'ın indirilmeye başlaması demek olacağı için zamirin ona gönderilmesi de hakikatte çoğunluğun görüşüne aykırı olmaz. Ancak zamirin mercii önceki sûrede geçmiş olması itibarıyla "o Kur'ân'ı" demek gibi lafız itibarıyla da sarih (açık) olmuş olur. Ve inzali, inzale başlamakla yorumlamaya ihtiyaç kalmaz. Çünkü Kur'ân'a râcidir, diyenlerin bir kısmı, Şâbî'den rivayet edildiği üzere indirilmeye başlanmakla tefsir etmişler ve demişlerdir ki, bütün Kur'ân'ın tamamı bir gecede değil, yirmi üç senede peyderpey nazil olduğu bilindiğinden "Ramazan ayı ki, onda Kur'ân indirildi." (Bakara 2/185) âyetinde olduğu gibi burada da maksadın, yirmi üç sene devam eden indirilişin başlangıcı olması gerekir. Onun için zamirin ilk nazil olan "oku" emrine nisbeti aynı mânâyı daha çok açıklık ile ifade etmiş olmakla beraber indirilişi, ilk indiriliş ile yoruma ihtiyaç bırakmayan güzel bir mânâ olur. Ve sûrenin Mekkî ve Medenî olması rivayetlerinin ikisine de uygun düşer.
Bundan başka sûrenin Medenî olması rivayetine göre acizâne anlayışıma daha yakın görünen bir ihtimal vardır ki, o da bu zamirin sûresinin sonundaki "Eğer bundan vazgeçmezse, onu perçeminden yakalarız."
(Alâk, 96/15) âyetindeki "sef' " kelimesine râci olarak o vaadin Bedir harbinde yerine getirilmesine işaret olmasıdır. Bu şekilde Ebu Cehil'in o yalancı, cani kafasının kesilip cehenneme doğru sürüklendiği Bedir başarısının nüzulü (inmesi)ne işaret olarak "Eğer Allah'a ve (hak ile batılın) ayrıldığı gün, iki topluluğun karşılaştığı (Bedir) günü kulumuza indirdiğimize iman etmişseniz." (Enfal, 8/41) âyetinin mânâsında olmuş olur. "Yevm" (gün), geceyi de içine aldığı için, bundan Bedir vakası Kadir gecesinin sabahında olduğu ve bu yüksek vaadin yerine getirilmesi yevme'l-fürkân (hak ile batılın ayrıldığı gün) olan o günün gecesinden başladığı da anlaşılır. "Ramazan ayı ki insanlara yol gösterici, hidayeti, doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırd edip açıklayıcı olarak Kur'an o ayda indirilmiştir." (Bakara, 2/ 185) âyeti de bu mânâ ile tefsir olunabilir. Çünkü Bedir vakası da Ramazan ayının onyedinci günü olmuştur. Alûsî'nin kaydettiği üzere Kadir gecesi Ramazan'ın onyedinci gecesi olduğu, çünkü Bedir vakası onun sabahında vuku bulduğu Hasen'den de rivayet edilmiştir. Şu kadar ki bu ancak sûrenin Medine'de indiği rivayetine göre sahih olabilir ve çoğunluğun tercihine göre Kadir gecesinin Ramazan'da olmasına zıt olmaz. Fakat bir hayli hadislerin delaletine göre Ramazan'ın son on gününde aranması ve en çok yirmi yedinci gece olması hakkındaki rivayetlere uygun olmaz. Mekkî olması rivayetine de uymaz. Medenî olmasını tercih edenlerin asıl yönü de bu olması gerektir. Bununla beraber Cuma gününde duanın kabul edildiği saatin gizlendiği gibi Kadir gecesinin de bütün sene içinde gizlenmiş olduğu, bilhassa Ramazan'da ve özellikle son on gününde teklerde veya çiftlerde, özellikle yirmi yedisinde olması da en galip ihtimal bulunduğu hakkındaki en sağlam rivayet düşünülünce Kadir gecesi Bedir gecesinden ibaret demek değil, fakat Bedir gecesi Kadir gecelerinden biri idi. O sene Kadir, Ramazanın onyedisine rastlamıştı, diye anlamak daha doğru olur. Şu halde bütün görüşlere ihtilafsız şâmil olacak şekilde en kesin ve ittifak edilmiş olan mânâ, zamirin tüm veya kısmî mutlak Kur'ân'a döndürülmesidir. veya Bedir de bu mânâ dahilinde birer yakın ihtimâldirler.
İnzalin mânâsına gelince: İbnü Cerir ve diğerlerinde zikredilmiş olduğu üzere çoğunluk rivayet tefsirleri İbnü Abbas'tan şu ifadeleri nakletmişlerdir:
1- İkrime'den: Kur'ân hepsi birden olarak Ramazan'da, Kadir gecesinde dünya semasına indi. Sonra Allah yerde bir şey yapmak, vahyetmek istedikçe ondan indirdi, ta ki topladı.
2- Hakîm b. Cübeyr'den: Kur'ân bir gecede yüksek semadan, dünya semasına tamamı olarak indi. Sonraki senelerde ayrıldı ve İbnü Abbas "Yıldızların mevkilerine yemin ederim." (Vâkıa, 56/75) âyetini okudu, ayrı ayrı, parça parça nazil oldu, dedi.
3- Said b. Cübeyr'den: Kur'ân, tamamı birden olarak Kadir gecesinde dünya semasına indi de yıldızların mevkiinde oldu, Allah onu Resulüne bir kısmı, bir kısmının ardınca indiriyordu deyip sonra: "İnkâr edenler: 'Kur'ân ona bir defada indirilmeli değil miydi?' dediler. Biz onunla senin kalbini sağlamlaştırmak için onu böyle (parça parça indirdik) ve onu ağır ağır okuduk." (Furkan, 25/32)
4- Kur'ân'ın, tamamı bir defada indi, dünya semasında Beyt-i İzzet'e kondu ve onu Cebrail (a.s.) Muhammed (s.a.v.)'e kulların kelâmının ve amellerinin cevabıyla indirdi. Aynî'nin "Buharî Şerhi"nde ifadesine göre tamamı olarak Kadir gecesinde Levh-i Mahfuz'dan dünya semasına indirildi de Beyt-i İzzet'e kondu, Cebrail (a.s.) onu sefere (kâtip melekler)ye yazdırdı, sonra da Cebrail onu Peygamber'e parça parça indiriyordu. Başı ile sonu arası yirmi üç sene oldu.
İbnü Cerir'de Şâbî'den de iki rivayet vardır:
1- Bize ulaştı ki, Kur'ân tamamen birden olarak dünya semasına indi.
2- Kur'ân'ın ilki Kadir gecesinde indi. Onun için tefsirler de başlıca bu iki vecih üzere yürümüşlerdir. Birincisinde zamir Kur'ân'ın tamamına râci ve inzal (indirme), bilindiği üzere bir defada indirmek mânâsında; ikincisinde ise indirmenin başlangıcı mânâsına olmuş oluyor. Zamirin "oku" emrine gönderilmesi de bu ikinci mânâyı daha açık ve hiç yorumsuz olarak ifade etmiş oluyor. Üçüncü olarak arzettiğimiz üzere "sef' " kelimesine gönderilerek Bedir'e işaret olması da, Medenî olması rivayetine göre, en yakın ve en uygun bir mânâ görünüyor. Kur'ân'a nisbet olunan inzalin mânâsı, Bakara Sûresi'nin başında da geçtiği üzere gayb âleminden, şehadet (görünen) âlemin açıklamak demek olduğu için, Kur'ân'da gelecekle ilgili olarak bildirilen bir vaad ve tehdidin yerine getirilmesi, haber verilen bir hadisenin fiile çıkarılması mânâsında da doğrudur.
Kadir gecesinde, yani Kadir gecesi indirdik, yahut Kadir gecesi hakkında indirdik. Çünkü bazıları zamiri bu sûre mânâsına Kur'ân'a döndürerek bu sûreyi Kadir gecesi hakkında, yani Kadir gecesinin şeref ve faziletini açıklamak için indirdik meâlinde tefsir etmişlerdir ki, muzafın hazfine veya harf-i cerrini sebebliğe yormuşlardır demek olur. Gerçi bundan sonraki âyetler Kadir gecesinin hayır ve faziletini beyan etmek için sevkedildiği için bu sûrede bu mânâ da yok değildir. Fakat bu âyeti buna yormak eksiktir. Zira doğrudan doğru zarflık mümkün iken sebebliğe veya muzafın hazfine gitmek zahirin tersi olduğuyu gibi, sûrenin asıl sevki doğrudan doğruya gecenin kadrinden önce onda indirilmiş olan indirilenin, yani zamirin merciinin kadr ve şerefini açıklamak için olması gerekirdi. Yoksa o Kur'ân'ın Kadir gecesinde indirildiği söylenmeden doğrudan doğruya Kadir gecesinin faziletini açıklamaya geçildiği şekilde Kadir gecesinin en büyük feyzinden sükut edilmiş olacağı gibi sûrenin endinden öncesiyle olan ilgisi gözetilmemiş, tertipte buraya konulmasının hikmetine işaret edilmemiş olur. Önceki mânâda ise sûrenin zevki yukarda kırâeti emredilen Kur'ân'ın kadrini beyan için olup, gecenin fazileti onun içinde bundan sonraki âyetlerin mâsîka lehi (kendisi için sevkedileni) olduğundan gerek öncesine, gerek sonrasına ilgisi tamdır. Onun için rivayet bakımından da, dirâyet bakımından da güvenilen taraf birincisidir.
Kadir, fiilinin masdarı olarak esası, güç yetirmek demek olup, hüküm, haya, takdir, şeref ve azamet, baskı yapmak mânâlarına gelir. Râzî der ki, kadr ve kader birdir. Ancak sükun ile masdar, üstün ile isimdir. Kadir gecesi denilmesinde de tefsirciler bu mânâlardan her birine göre birkaç vecih beyan etmişlerdir:
BİRİNCİSİ: İbnü Cerir'in Mücahid'den naklettiği vechile hüküm gecesi demektir ki Dühan Sûresi'nde "Biz O'nu mübarek bir gecede indirdik. Çünkü biz uyarıcıyız. (O gecede) Her hikmetli emir onda ayırt edilir." (Duhan, 44/3-4) buyurulduğu üzere her hikmetli emrin, yani ilâhî takdirde hükmedilmiş işlerin, yahut birçok işlere hükmeden büyük muhkem emirlerin farkedildiği, ayırt olunduğu mübarek gece demektir. Zira pekçok tefsircinin görüşüne göre o mübarek gece, Kadir gecesidir. Şaban'ın yarı gecesi olan Beraat gecesi diyenlere göre de orada söz geçmişti (Duhan, 44/3-4 âyetine bkz.) Bu mânâ ile çokları Kadir gecesi demek, takdir gecesi demek olduğunu söylemişlerdir. Fakat varlıkların işlerinin ve hükümlerinin takdirlerini ve vakitlerini tayin mânâsına asıl takdir ezelî olduğu için burada kastedilen o hüküm ve takdirin açıklama ve yerine getirilmesi ile hüküm ve kaza olması lazım gelir. Âyette (ayırt edilir) buyurulması da buna delalet eder. Kader ve kaza biri diğerinin mânâsına da kullanıldığı için bazıları kaza, bazıları da hüküm diye ifade etmişlerdir. Bunu bir sene zarfındaki eceller ve rızıklar gibi işlerin kazası diye kayıtlayarak tarif etmek bazı rivayete dayanarak yayılmış ise de "Her hikmetli emir"den açıkça anlaşılan yalnız bir sene ile kayıtlanmış değil, birçok senelere, asırlara ve devirlere ilgisi olan mühim ve büyük işlerdir. Mesela Kur'ân'ın nüzulü senelerce devam etmesi takdir edilmiş, hükümleri kıyamete kadar eserlere ve senelere hâkim; peygamberlik, aynı şekilde Bedir, bütün İslâm fetihlerinin başlangıcı olan bir zafer. Kadir gecesinin asıl kıymeti de böyle feyzi içeren hikmetli emirlerin yerine getirildiği hüküm ve kaza gecesi olmasındadır.
İKİNCİSİ: Zührî'den rivayet edildiği üzere Kadir, bizim de kadir ve haysiyet tabir ettiğimiz üzere şeref ve azamet mânâsına olmasıdır ki, azamet ve şeref gecesi demek olur. Çünkü "Bin aydan hayırlıdır."
ÜÇÜNCÜSÜ: Tazyik (sıkıştırmak, daraltmak) mânâsına olmasıdır ki, tazyik gecesi demek olur. Zira o gece inen meleklere yer dar gelir denilmiştir. Bu bize şunu ifade eder ki büyük, şerefli olayların ortaya çıkmasının sonundaki hayır ve selâmetin yüceliği oranında büyük bir şiddet ve tazyik ile ilgilidir. Nitekim Kur'ân'ın inişi de meleğin şiddetli baskını ile başlamıştı. Şu halde Kadir gecesinde bu üç mânânın üçü de var demektir. Bu sûrede "Kadir gecesi" ünvanının üç defa zikredilmiş olması da buna bir işarettir.
2. Ve ne bildirdi sana, nedir Kadir gecesi? Yahut "Bildin mi nedir Kadir gecesi?"; yani o Kadir gecesi öyle büyük bir gecedir ki, sırf senin kendi dirayetine kalsaydı onun mahiyetini, kadrinin derecesini bilemezdin. Fakat o ineni biz indirdiğimiz gibi, bunu da aşağıda olduğu gibi biz bildirdik. Bu şöyle de ifade olunabilir: "Bildin mi hem ne kadir gecesi?"
3. "o Kadir gecesi". (Bu, âyetleri altı sayan Mekkî ve Şâmî'de bir âyettir). Bin aydan daha hayırlıdır. O gece amel, ibadet ve mücâhede ile erilecek olan hayır ve sevap, onsuz bin ay amel ile kazanılacak olan hayır ve sevaptan daha çok, daha fazla hayırlıdır. Bir sınır ve miktar ile tayin ve tahdit edilmeyecek kadar çok hayırlıdır. Artık ne kadar daha çok hayırlı olduğunu Allah bilir. Bu sırf Allah Teâlâ'nın Muhammed ve ümmetine bir lütfu ve ihsanıdır. Bu tafdil (üstün gösterme) için en az olarak bin adedinin ölçü olarak gösterilmesi tahsis için değil, çoğaltmak içindir. Böyle iken bir seneden veya bin asırdan denilmeyip de "bin ay" deyip özellikle ay ile ifade olunmasının sebebine gelince, bu hususta birkaç rivayet vardır:
1- İbnü Münzir'in ve İbnü Ebi Hâtim'in ve "Sünen"de Beyhakî'nin Mücahid'den rivayet ettikleri vechile; Hz. Peygamber (s.a.v.) İsrailoğulları'ndan bir erin Allah yolunda bin ay silah giyinmiş olduğunu anlatmıştı. Müslümanlar buna şaştılar ve amelleri kendilerine pek küçük göründü. Allah Teâlâ da bu sûreyi inzal buyurdu.
2- İbnü Ebi Hâtim'in Ali b. Urve'den rivayetine göre: Resulullah (s.a.v.) bir gün İsrailoğulları'ndan dört kişinin seksen sene Allah'a ibadet edip, göz açıp kapayacak kadar bir zaman günah işlemediklerini anlatmış, Eyyûb'ü, Zekeriyya'yı, Hazkil b. Acûz'u, Yuşâ b. Nûn'u zikretmişti. Ashab-ı kiram buna hayret ettiler. Bunun üzerine Cebrail gelip "Ey Muhammed, ümmetin o birkaç kişinin seksen sene ibadetinden hayrete düştüler. Allah Teâlâ sana ondan daha hayırlısını indirmiştir." diye sûresini okudu da, "İşte bu senin ve ümmetinin hayran kalışınızdan daha hayırlıdır." dedi. Resulullah da sevindi.
3- İmam Mâlik'in "Muvatta"da naklettiğine göre Resulullah'a ümmetlerin ömürleri gösterilmişti. Resulullah kendi ümmet fertlerinin ömürlerini kısa sayarak başkalarının uzun ömürde yaptıkları amellere yetişememelerinden endişe etmişti. Allah Teâlâ da ona Kadir gecesini verdi ve onu diğer ümmetlerin bin ayından daha hayırlı kıldı. Bu rivayetlere göre bin ayın tahsisi seksen küsur senenin bu ümmet içinde bir insan için çoğunluk itibariyle uzun bir ömür olmasına işaret demek olur.
4- Tirmizî, İbnü Cerir, Hâkim, Taberânî ve İbnü Merdûye ve "Delâil"de Beyhakî, Kasım b. Fadl Haddânî tarîkıyla Yusuf b. Sa'd (bazılarında Yusuf b. Mâzin, İbnü Cerir'de İsa b. Mâzin)'den Hz. Hasan b. Ali (r.a.)'ye isnad edilen bir hadis rivayet etmiştir: Yusuf b. Sa'd demiş ki: Muaviye'ye biatten sonra Hasan b. Ali'ye bir adam kalktı da müminlerin yüzlerini kararttın, yahut "ey müminlerin yüzlerini karartan!" dedi. (İbnü Cerir'in lafzında: İsa b. Mâzin dedi ki: Hasan b. Ali (r.a.)ye: "Ey müminlerin yüzlerini karartan, kalktın da şu adama, yani Muaviye b. Ebi Süfyan'a biat ettin?" dedim) bunun üzerine Hz. Hasan şöyle dedi: "Allah sana rahmetle muamele etsin", beni azarlama, çünkü Peygamber (s.a.v.) hazretlerine rüyada Beni Ümeyye minberi üzerinde gösterildi, bu fenasına gitmişti, bunun üzerine nazil oldu. "Muhakkak biz sana Kevser'i verdik." (Kevser, 108/1) Ey Muhammed, yani cennette bir nehir, hem de yani o Kadir gecesi Ümeyyeoğullarının melik olacağı bin aydan hayırlıdır ey Muhammed" ve bunu rivayet eden Kasım, hakikatte Ümeyyeoğullarının saltanatını hesap ettik bin ay ediyor, ne fazla ve eksik, dedi, demişlerdir. Buna göre "bin aydan hayırlıdır" âyeti, Emevî devletinin müddetine ve aynı zamanda onun da bir hayır olduğuna işaret etmiş ve gaibden haber veren bir mucizeyi de içine almış oluyor. Hz. Peygamber'in minberi Medine'de konulmuş olduğu için bazıları bundan sûrenin Medenî olduğuna delil getirileceğini de söylemişlerdir. Bir takımlarının zannetmek istedikleri gibi Emeviler'in mutlaka kötülüğüne değil, onlara hayır isbat etmiş olması itibarıyla lehlerinde demek olanı bu hadisin sıhhati tesbit edilebilmiş olsaydı da "bin ay"ın mânâsını ve tahsis edilmesinin sebebini tefsir için en açık bir delil olurdu. Fakat sıhhati tesbit edilememiş, ancak zayıf mı, yoksa münker mi olduğunda ihtilaf edilmiştir. Tirmizî der ki: Bu, bir garib hadistir, biz bunu ancak bu şekil ile tanıyoruz. Ve Kasım b. Fadl hadisinden Yusuf b. Sa'd'den: "Bir de Kasım b. Fadl'dan, Yusuf b. Mâzin'den denilmiş. Kasım b. Fadl Haddânî sikadır. Yahya b. Saîd ve Abdurrahman b. Mehdî onu doğrulamışlardır. Fakat Yusuf b. Sa'd bilinmeyen (meçhul) bir adamdır. Biz ise bu hadisi bu lafız ile ancak bu yönden tanıyoruz". Bunun özeti "Dürrü Mensur"da da zikredildiği üzere zayıf demektir. Suyûtî "İtkan"da der ki: "Bu hadis ile sûrenin Medenî olduğuna delil olunuyorsa da Müzenî bu hadise münker demiştir." Bununla beraber Alûsî'nin naklettiği üzere Hatîb, İbnü Abbas'tan da ve aynı şekilde İbnü Müzeyyeb'den de şu lafız ile tahric eylemiş: Allah'ın Nebisi (s.a.s.) dedi ki: "Bana rüyada Ümeyyeoğulları gösterildi, minberime çıkıyorlardı, bu bana ağır geldi bunun üzerine, indirildi." ve Celâleddin Suyûtî "Dürrü Mensur"da bunu da zikrettikten sonra: "Şu halde Müzenî'nin, o hadis münkerdir, görüşünde bence tereddüt vardır" diye inkârdan yüz çevirerek zayıflık ile yetinmek istemiştir. İbnü Cerir de 'nin tefsirinde gerek İsrailoğulları âbidi ve gerek bu Emeviyye hadisi rivayetini de zikrettikten sonra bu görüşler içinde tenzilin (indirmenin) zâhirine en yaraşan görüş, Kadir gecesinde amel, Kadir gecesi bulunmayan bin ay amelden daha hayırlıdır, diyenlerin görüşüdür. Diğer görüşler birtakım batıl mânâların davalarıdır ki, onlara ne haberden, ne akıldan, ne de tenzilde mevcut bir delalet yoktur, diye karar vermiştir. Böyle karar vermek ise rivayet ettiği o haberleri red ve inkâr demek olduğu cihetle, bu da Müzenî'ye iştirak etmiş demektir.
Tarihe müracaat edildiği surette de ilk bakışta hesapça bir uyuşmazlık görülür. Zira bin ay, seksen üç sene dört ay eder. Halbuki Hz. Hasan'ın emirliği Hz. Muaviye'ye teslimi tarihi olan kırk bir senesi Rebîülevvel'inden veya Rebiülâhir'inden veya Cemaziyelûlâ'sından itibaren Emeviler'in sonuncusu olan İkinci Mervan'ın öldürüldüğü yüz otuz iki senesi sonuna kadar sayıldığı takdirde Emeviyye devletinin müddeti doksanbir sene on ay yahut dokuz yahut sekiz ay eder ki bin yüz yahut bin yüz bir yahut bin yüz iki aya ulaşır. Bu halde arada en az yüz ay kadar bir fark var demektir. Bununla birlikte bu konuda selahiyet sahibi olan İbnü Esir ve Kâdî Cemaleddin ve Ebu'l-Fidâ gibi tarihçiler bu farkın önemli olmadığına kani olarak anılan hadisi kabul edip nakletmişlerdir. Nitekim Ebu'l-Fidâ şöyle der: Emevî devleti halifeleri ondörttür. Birincileri Muaviye b. Ebi Süfyan ve sonuncuları Mervan Ca'dî'dir ve devletlerinin müddeti doksan küsur senedir. Bu ise yaklaşık bin aydır. Kâdî Cemâleddin b. Vasıl (r.a.) der ki: İbnü Esir tarihinde şöyle demiştir: Hz. Hasan Kûfe'den yürüdüğü zaman ona bir adam rastladı da, "ey müminlerin yüzlerini karartan" dedi. O da: Beni bana kınama, çünkü Resulullah (s.a.v.)a rüyasında gösterilmişti ki Ümeyyeoğulları onu minberine adım adım çıkıyor, bu onun gücüne gitti, bunun üzerine Allah Teâlâ ve âyetlerini inzal buyurdu.
Görülüyor ki bu tarihçiler buna karşı çıkmayıp "bin ay"ın yaklaşık olarak Ümeyyeoğulları'nın saltanatına işaret olmasını yeterli görerek hadisi tarih açısından kabul etmişlerdir. Buna göre asıl maksat anlaşılmış, adedi kesin değildir, Emevî devletinin saltanatının sayılı olan hayırlılığına ve müddetine yaklaşık bir işaret ile Peygamber'e verilmiş olan Kadir gecesinin sınırsız olan hayrını beyandır demek olur. Tarihçiler, zayıf olan rivayetleri de kaydedegeldikleri için bundan haddi zatında hadisin sıhhatini kabul etmek lazım gelmezse de tarih açısından yapılacak itiraza bir cevap teşkil etmek itibarıyla bunun bir önemi bulunduğu da inkâr olunamaz. Bu bakımdan anılan hadis münker sayılmaması gerekir. Ancak Tirmizî'nin Kasım b. Fadl sika (doğru kişi)dır demesine, onun ise Ümeyyeoğulları saltanatının ne fazla ne eksik bin ay olarak hesap edilmiş olduğunu söylemesine göre bunun yaklaşık değil, tam olması gerekir. Şu halde tarihçilerin sözü ile bunu nasıl bağdaştırmalı veyahut hangisini tercih etmeli sorusu ortaya çıkar.
Bizim kanaatimize göre hadisçinin, inanılır bir hadisçi olması itibarıyla tahkiki; tarihçinin tarihçi olması itibarıyla takrîbinden daha tercih edilir olması lâzım gelir. O halde bilinen tarihe karşı bunun sebebi ne olabilir? Bunda fikrimizce üç sebep ihtimallidir:
BİRİNCİSİ: Hadisin bazı rivayetinde "minberine çıkıyorlar", bazı rivayetinde "onun minberini gönülleri çekiyor" lafızlarıyla ifade edilmiş olduğuna göre mefhumu Emeviler'in minbere çıkışı, yani saltanatta terakkisi müddeti üzerindedir. Bu ise Hişam b. Abdilmelik ile son bulmuş, ondan sonraki sekiz sene yıkılma devri, yani minberden iniş zamanı olmuşur. Hz. Muaviye'nin istiklali kırk bir sene Cemâziyelûlâ'sında, Hişam'ın ölümü yüz yirmi beş senesi Rebiülevvel'inde olduğuna göre toplamı seksen üç sene on ay eder. Bundan ikinci Muaviye'nin istifası ile Mervan'ın melik olmasına kadar geçen zaman fasılası gibi beş-altı ay müddet çıkarılınca geriye tam seksen üç sene dört ay kalır ki, bu da Kasım'ın da dediği gibi ne fazla ne eksik olarak tam bin ay eder.
İKİNCİSİ: Müddetin toplamı olan doksan iki seneden Yezid'in ölümü üzerine Abdullah b. Zübeyr hazretlerinin muhalif olarak halifeliği müddeti olan dokuz seneye yakın zaman da Emeviler'in istiklalinden çıkarılması gerekeceğine de işaret olabilir ki, bu da araştırma yapmak suretiyle incelense aynı sonuca varılabilir.
ÜÇÜNCÜSÜ: Emevi melikleri içinde Birinci Yezid'in zamanında Hz. Hüseyin'in şehid edilmesi, dokuzuncuları olan İkinci Yezid b. Abdilmelik'in, onbirincileri olan İkinci Velid b. Yezid b. Abdilmelik'in sapıklık ve ahlâksızlıkları sebebiyle hayırsızlıkla bilinen sekiz küsur sene müddetleri doksan ikiden çıkarıldığı takdirde de seksen üç sene küsur ay kalır ki, bu da aynı sonuç demektir. Şu halde bin ay ile yetinilmesi bu üç ihtimalden birine ve hatta her birine işaret olacağı cihetle bin ay yaklaşık değil, tahkikî olarak bu husustaki geleceği bütün inceliğiyle ifade eden bir mucize vahyolmuş olur. Bu şekilde Râzî'nin hikâye ettiği vechile Kâdî Abdülcebbar'ın aşağıdaki itirazı da varid olmaz.
Kâdî Abdülcebbar zikredilen rivayeti ayıplayarak demiştir ki: Bu bin ayın Emeviler'e ait günler olması uzaktır. Çünkü Emeviler'in günleri yerilmiştir. Allah Teâlâ Kadir gecesinin faziletini zikrederken öyle yerilmiş olan günlerle karşılaştırarak zikretmez. Yani ism-i tafdil olduğu için bin aydan daha hayırlıdır demek, o bin ayın da hayır olmasını gerektirir. Bu ise Emevi devleti günlerinin yerilmesi değil, öğülmesi demek olacağı cihetle yakışmaz, diye yermiştir. Râzî de buna karşı demiştir ki: Bu yerme, zayıftır. Zira Emeviler'in zamanları, dünya saadeti itibarıyla büyük günlerdir. Onun için Allah Teâlâ'nın şöyle demiş olması mümkünsüz olmaz: "Ben sana bir gece verdim ki, dinî saadet itibarıyla o gece Emevi günlerinin dünyevî saadetinden çok daha hayırlı ve daha faziletlidir". Gerçekte Emeviler'in günlerinin Resulullah'a hoş gelmeyecek, gücüne gidecek kötülükleri, şer yönleri de bulunmakla beraber büyük fetihleri ve İslâm'ın o sırada geçirmekte olduğu fikir ayrılığı ve ihtilâl buhranlarının önüne geçerek birliği iadesi gibi dinî, dünyevî hayır ve saadet yönleri de çok olduğu inkâr edilemez. Bin ay hakkında bizim arzettiğimiz düşünceye göre ise şer yönleri çıkarılıp atılarak öyle hayrı içine alan aylarla bildirilmiş olduğu cihetle anılan yerme ve itirazın varid de olmayacağı anlaşılır. Hakikatte Kadir gecesi, gerek meşhur olduğu üzere Kur'ân'ın ilk nazil olduğu peygamberlik gecesi olarak düşünülsün, gerekse Bedir gecesi olsun, iki takdirde de onun nice nice asırlara, devletlere hâkim olan hayır ve hareketi Emevi devletinin en hayırlı günler ve aylarından daha hayırlıdır. Onların bu hayırlı günleri de bin ay kadar olacaktır, denilmekte açık bir mânâ ve mucize bulunduğunu inkârın mânâsı yoktur. Sonra bunu birtakım kimselerin sandığı üzere Emeviler'in sırf aleyhine kabul etmek doğru olmayacağı gibi, her yönden lehlerine kabul etmek de doğru olmayacaktır. Bununla beraber hadisin rivayetinden sıhhati isbat edilemeyip naklî kıymeti sonuçta Tirmizî'nin dediği gibi zayıf olmaktan kurtarılamadığı cihetle tefsiri yalnız buna dayandırmak da doğru olamaz. Onun için en güzel mânâ bu rivayetlere ihtimal ile beraber, İbnü Cerir'in dediği gibi mutlak olarak Kadir gecesinde amel, Kadir gecesi bulunmayan bin ay amelden daha hayırlıdır, diye anlamaktır ki, bu da onun hayırlılığı sayısız olduğunu açıklamakla Peygamber ve ümmetine özel bir müjdedir. Şimdi onun hayırlılığı şöyle beyan olunuyor.
4. "iner" fiil-i muzarî, aslı 'dür. Yani ilerde iner, peyderpey iner melekler ve ruh onda. Şihab'ın beyanına göre bu zamirinde iki vecih vardır:
Birisi: Geceye ait olmasıdır ki, bu şekilde ruh, melaikeye atfedilerek, o gecede melekler ve ruh peyderpey iner demek olur, zahiri de budur.
İkincisi: Melâikeye ait, vav da hâliye olmasıdır ki, Ruh içlerinde olduğu halde melekler iner demektir. Tefsircilerin çoğunluğunun görüşüne göre Ruh'tan maksat Cibril'dir. Bazıları da, Ruh büyük bir melektir ki, gökleri ve yeri yutsa ona bir lokma olur, demişlerdir. Burada "Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin." (Yusuf, 12/87) gibi rahmet mânâsına olduğunu da söylemişlerdir. Ve daha çeşitli görüşler vardır. (Nebe', Meâric ve İsrâ Sûresi'nde "De ki: 'Ruh Rabbimin emrindendir." (İsra, 17/85) âyetinde geçen açıklamalara bkz.) Herhalde bundan Ruh'un melâikeden daha özel olduğu anlaşılır. Bazıları bunların dünya semasına indiğini söylemişlerse de açık olan, yere ve kadire mazhar olan kimselere inmeleridir.
Rablerinin izniyle. Âyette "Rab" tekil, muzafun ileyh olan "hüm" zamiri çoğuldur. Dilimizde "Rablerinin" diye tercemesinde "rab" çoğulmuş gibi bir benzeyiş meydana geliyor. Yanlış anlaşılmasın, maksat kendilerinin Rabbi olan Allah Teâlâ'nın izniyle inerler demektir. "Biz ancak Rabbimizin emriyle ineriz." (Meryem, 19/64) buyurulduğu üzere meleklerin inişi Allah'ın emriyle olduğu bilinirken bunu açıklamanın faydası bu işin özellikle önem ve büyüklüğüne tenbihtir. Her emirden. Bu öncesine de, sonrasına da ilgili olabilir. Birincisine göre ecliyye olarak 'ye müteallık, yani o gece yerine getirilmesi takdir edilmiş olan her emir için demektir, deniliyor. Bununla beraber izinle ilgili olması daha yakındır. Hep hayırla ilgili veya din ve dünya ile ilgili yerine getirilecek her emirden izniyle demek olur ki, bu şekilde izni açıklamanın asıl hikmeti bu genelleme olduğu da anlaşılır. Zira bu gece ilerisi için hâkim, her türlü mukadderatın tayin edildiği ve birbirinden ayrıldığı gece olduğundan diğer vakitlerde olduğu gibi yalnızca özel bir emirle ilgili izinle değil, her emirden izin ile inerler. "De ki: 'Ruh Rabbimin emrindendir." (İsra, 17/85) âyeti gereğince, Ruh Rabbânî emirden olduğu cihetle burada ruhun en büyük Ruh, meleklerin inişi de o en büyük ruhun emrinde nüzul olduğunu mânen bir beyan gibi de olur. "Melekleri, kullarından dilediğine, emrinden ruh ile indirir." (Nahl, 16/2) âyetinin mefhumu olması da düşünülebilir. Ruh'un, Cibril ile tefsiri bu mânâların hepsinde geçerlidir.
5. Ancak her emrin hayır ve şerre de şâmil olması ihtimaline karşı, "Kadr"e mazhar olacaklar hakkında şer ihtimalini defetmek için buyuruluyor ki, bir selâm. Yani sırf selamettir. Yahut Allah tarafından bir selamdır. Melekler, müminlere selam verir dururlar, buna bağlı olduğuna göre, her emirden, korkulu her şeyden selâmettir. Yahut selamet müjdesi, selamet tebliği olan bir selamdır. O gece, Ta fecrin doğuşuna veya doğuş zamanına kadar. Daha Türkçesi tanyeri ağarıncaya, sabah oluncaya kadar. Bu mânâya göre mukaddem (önce gelmiş) haber, muahhar (sona getirilmiş) mübtedadır. Bu takdirde 'da vakıf edilmemesi lâzım gelir. Fakat bundan başka İbnü Abbas'tan rivayet edilmiş olarak üzerinde vakıf yapmak da caiz görülmüştür ki bu şekilde "selam", mahzuf mübtedânın haberi olarak "bu, her bir emirden selamdır" meâlinde bir cümle, 'de, mübteda ve haber olarak ayrı bir cümle olmuş olur. Masdarın mâmûlünü önce getirmek caiz olmadığı hakkındaki Nahiv kaidesi ile olan itiraza, zarfların bundan istisnasıyla cevap verilmiş olduğu da meşhurdur. Bununla beraber, bize öyle geliyor ki, burada selam, sözündeki selam gilbi haberi hazfedilmiş mübteda yahut mukaddem haber olarak melâikeden veya doğrudan doğruya Allah tarafından selam olması üzere cümle-i mutarıza olması tartışmaya hiç yer bırakmaz ve her hangisi olursa olsun asıl maksat Kadir gecesinin içine alabileceği bir baskı anlayışından veya emrin umumundan dolayı Peygamber ve ümmetine bir şer ve zarar ihtimalini uzaklaştırmakla sırf hayır ve selameti anlatma ve müjdelemedir. Yahbî gibi bazıları 'de vakfı caiz görmemişler ve demişlerdir ki: Bu şekilde beyanının bir faydası olmaz. Çünkü her gecenin sabaha kadar olduğu malumdur. Fakat bunda da o fevkalâde olan hayır ve selametin bazı saatlere tahsis edilmiş olmayıp sabaha kadar devam ettiği, haberin faydasının gereği kabilinden olarak, işaret edilme faydası bulunacağı inkâr olunamaz. İşte Kadir gecesi büyük büyük mukadderatın tayin ve yerine getirilmesi maksadıyla her emirden görevli meleklerin ve ruhun peyderpey inmesiyle, yeryüzünde büyük bir tazyik (baskı) meydana getiren fevkalâde büyük bir ruhâniyete erişmiş ve sabah oluncaya kadar böyle hayır ve selamet olan büyük bir gecedir. Böyle bir gecenin sabahı ise sırf hayır ve selamet olacağı öncelikle sabit olur. Yani burada hayır ve selamet mânâsına göre "hatta" gayesinde ters anlamı (mefhum-ı muhalif) yoktur. Hatta gece mefhumuna göre iskat-ı maverâ (dışındakileri düşürme) ifade ederse de asıl sözün sevkedildiği hayır ve selamet anlamına göre iskat (düşürmek) için değil, hükmü uzatmak içindir. Çünkü "Ağardığı zaman sabaha andolsun." (Müddessir, 74/34) ve "Kuşluk vaktine andolsun." (Duhâ, 93/1) kasemlerinden de anlaşıldığı üzere fecrin doğuşu ve sabahın ağarması ve duhâ (kuşluk vakti)nın yayılması âdet olarak bir işaret delilidir. Nitekim Râzî'nin nakli üzere bu gecenin gündüzünü takip etmesini istemesi meselesinde İmam Şa'bî demiştir ki: Evet gündüzü de gecesi gibidir. Bunun selam ve selamet olmasına verilen mânâlar şunlardır:
1- Meleklerin müminlere selam ve duasının çokluğu.
2- Şerlerden ve âfetlerden salim olmak mânâsına tam selamet ve menfaat, hayır olması ki, şeytanın saldırısından selamet mânâsı da bunda dahildir.
3- Ebu Müslim'in görüşüne göre korkulu rüzgarlardan, yıldırımlardan ve bunlara benzer ezalardan salim olmasıdır.
4- Bölümlerinin her birinde ibadet etmek bin aydan hayırlı olmakta farklılıktan salim olmasıdır. Çünkü diğer gecelerde farz ilk üçte birinde, nafileler ortasında, dua seherde olması müstehaptır.
Şu da bilinmiş olsun ki, bu mübarek gecede dua sünnettir. O icabet vakitlerinden birisidir. İmam Ahmed ve sahih diyerek Tirmizî, Nesaî, İbnü Mâce ve daha diğerleri Hz. Aişe'den şöyle rivayet etmişlerdir: Demiştir ki: "Ey Allah'ın Resulü, Kadir gecesine rastlarsam ne diyeyim?" dedim. Buyurdu ki: "Allah'ım sen affedicisin, affı seversin, beni affeyle, de." Aynı şekilde namaz ve diğer ibadet şekilleri ile gayret ederek çalışmak da sünnettir. Süfyan-ı Sevrî demiştir ki, o gece dua etmek, namaz kılmaktan daha sevaptır. Kur'ân okuyup da dua ederse güzel olur. Resul-i Ekrem (s.a.v.) hazretleri Ramazan geceleri gayretle çalışır ve tertîl ile Kur'ân okurdu. Rahmet âyeti geçtikçe ister, azap âyeti geçtikçe Allah'a sığınırdı.
İbnü Receb de demiştir ki: En mükemmel olan namaz, Kur'ân kırâeti, dua, tefekkürü toplamaktır. Peygamber (s.a.v.) bunların hepsini yapardı. Özellikle son onunda daha çok yapardı. Bazıları demişlerdir ki: Teravih ile kıyam meydana gelir. Beyhakî, Enes b. Malik (r.a.)'ten şöyle rivayet etmiştir: Resulullah buyurdu ki: "Her kim Ramazan ayı çıkıncaya kadar akşam ve yatsı namazlarını cemaatle kılarsa Kadir gecesinden birçok haz alır." Malik ve İbnü Ebi Şeybe ve İbnü Zencûye, Beyhakî Said b. Müseyyeb'den rivayet etmişlerdir ki: Kadir gecesi yatsı namazında cemaatte hayır bulunan ondan nasibini almış olur. İbnü Hacer Heytemî (rh.a.) Tuhfetü'l-Muhtâc'da der ki: Kadir gecesini görene, saklaması sünnettir. Onun kemâliyle faziletine ancak Allah Teâlâ'nın bildirdiği kimseler nail olur.
Kadir gecesini görmek ne demek olduğu hakkında da âlimler hayli bahisler yapmışlardır. Alûsî'nin açıkladığı üzere açık olan budur ki: Onu görmek demek, ona mahsus olan nurlar ile meleklerin inmesi gibi özelliklere, ilmi ifade eden alametleri görmek yahut öyle bir ilmi ifade eden ve hakikati ancak ehlince bilinen bir keşfe ermektir.
Kadir gecesi, meşhur olduğu üzere, Kur'ân'ın nazil olduğu veya sabahında Bedir zaferinin vuku bulduğu gece olduğuna göre o bir defa olmuş geçmiştir. Her sene Ramazan'da olacak olan onun şeref ve hatırasıdır, demek olur. Nitekim bazıları onun bir defa olup kalktığını kabul etmişlerdir. Fakat Kadir gecesi onlardan dolayı değil, onlar Kadir gecesine rastlamış olduğuna göre de Kadir gecesi bütün sene içinde gizli olup, en çok Ramazan'da ve en çok son onunda ve en çok yirmi yedinci veya sonuncu gece olması ihtimali en galip bulunan mübarek bir takdir gecesi olarak tekrar eder ki, bilinen, çoğunluğun görüşü de budur. Ve "bin aydan hayırlıdır" âyetinden ortaya çıkan da bu gecenin "günlerin efendisi" olan cuma ve arefe gecelerinden de daha faziletli olmasıdır. Bununla beraber bunda da hayli münakaşa edilmiştir. Bu âyet gereğince bunun Mirâc gecesinden de daha faziletli olması gerekir. Fakat yukarılarda da geçtiği üzere Resulullah hakkında Mirac gecesi daha faziletli, ümmet hakkında da Kadir gecesi daha faziletli olduğu söylenmiştir. Fakat Kadir gecesi, sene içinde dönen gizli bir gece olduğuna göre bu büyük olayların hepsi birer Kadir gecesine tesadüf etmiş olması, bütün ihtilafı kaldıracak olan en güzel bir şekil olmuş olur. Bunlar içinde Kur'ân'ın ilk nazil olduğu Kadir gecesi ise, hepsinden en faziletli olan yegane Kadir gecesi olması gerektir ki, her Ramazan'ın yirmi yedinci gecesi, bunun her sene devretmiş olma şerefiyle gizli olan Kadir gecesine isabeti en çok düşünülen bir gece olduğu cihetle çoğunluğun görüşü burada toplanmıştır. Bunun gündüzünde de gecesi gibi dua ve ibadet ile mücahede sünnet olur. Ki bunda çeşitli mütâlaalar sebebiyle meydana gelen farklılıklar da ortadan kaldırılmış olur. Zira bilinmektedir ki yer üzerinde bir yerde gece olurken, diğer bir yerde gündüz olur. Her iklimde bulunan kendi gecesini ihya etmek suretiyle aynı hayır ve selametten faydalanırsa da gündüzüyle beraber hesap edilmesi, icabet için daha ihtiyatlı demektir.
Bütün bu açıklamadan sonra sûrenin kendisinden sonrasına bağlanmasından çıkacak olan mânâ da şu olur: O okunması emredilen Kur'ân'ı böyle bir Kadir gecesinde indiren biz büyük şan sahibi olan Rabbin olduğumuz için ancak bize secde et ve yaklaş. Bu mânâda ise Mirac gecesinin daha yüksek oluşunu anlamak mümkün olur. Cenab-ı Allah biz kullarını da Kadir gecesinin hayır ve faziletine eren salih kullar zümresine soksun. Alûsî'nin kaydettiği üzere Sofiyye ıstılahında Kadir gecesi, Allah yolunu tutanın, sevilen Hakk'a oranla kıymet ve mertebesini tanıyacağı özel bir tecelliye erdiği gecedir ki, o gece hak yolcusunun aynı toplantıya ve marifette yetişkinler makamına ilk girdiği vaktidir. Nitekim İbnü Farıd bu mânâda şu beyti ne güzel söylemiştir:
"Eğer o sevgili yaklaşırsa bütün geceler Kadir gecesidir, Nasıl ki bütün kavuşma günleri Cuma günüdür."
Şeyhin bu beytinde Cuma gününün Kadir gecesinden daha faziletli olması görüşüne de işaret vardır. "Allah doğru yolu gösterendir, ancak maksûda şâyân O'dur."

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...