25 Ekim 2013

JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ ONSEKİZİNCİ CİLT






JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ ONSEKİZİNCİ CİLT

JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ ONYEDİNCİ CİLT






JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ ONYEDİNCİ CİLT

JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ ONALTINCI CİLT






JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ ONALTINCI CİLT

JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ ONBEŞİNCİ CİLT






JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ ONBEŞİNCİ CİLT

JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ ONDÖRDÜNCÜ CİLT






JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ ONDÖRDÜNCÜ CİLT

JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ ÜÇÜNCÜ CİLT




JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ ÜÇÜNCÜ CİLT 

JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ ONİKİNCİ CİLT




JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ ONİKİNCİ CİLT 

JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ ONBİRİNCİ CİLT






JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ ONBİRİNCİ CİLT

JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ ONUNCU CİLT




JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ ONUNCU CİLT

JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ DOKUZUNCU CİLT



JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ DOKUZUNCU CİLT

JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ SEKİZİN İNCİ CİLT






JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ SEKİZİN İNCİ CİLT

JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ YEDİNCİ CİLT





JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ YEDİNCİ CİLT

JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ ALTINCI CİLT






JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ ALTINCI CİLT

JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ BEŞİNCİ CİLT






JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ BEŞİNCİ CİLT

JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ DÖRDÜNCÜ CİLT






JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ DÖRDÜNCÜ CİLT

JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ ÜÇÜNCÜ CİLT






JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ ÜÇÜNCÜ CİLT

JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ İKİNCİ CİLT





JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ İKİNCİ CİLT

JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ BİRİNCİ CİLT





JOSEPH VON HAMMER BÜYÜK OSMANLI TARİHİ BİRİNCİ CİLT

BÜYÜK İSLAM TARİHİ ONÜÇÜNCÜ VE ONDÖRDÜNCÜ CİLT


BÜYÜK İSLAM TARİHİ ONÜÇÜNCÜ VE ONDÖRDÜNCÜ CİLT 
El Bidaye Ve'n-Nihaye
El Bidaye Ve'n-Nihaye

İbn Kesîr
Çeviren : MEHMET KESKİN
Çağrı Yayınları
13.Cilt

BÜYÜK İSLAM TARİHİ ONBİRİNCİ VE ONİKİNCİ CİLT

BÜYÜK İSLAM TARİHİ ONBİRİNCİ VE ONİKİNCİ CİLT 
El Bidaye Ve'n-Nihaye
El Bidaye Ve'n-Nihaye

İbn Kesîr
Çeviren : MEHMET KESKİN

Çağrı Yayınları
11.Cilt

BÜYÜK İSLAM TARİHİ DOKUZUNCU VE ONUNCU CİLT

BÜYÜK İSLAM TARİHİ DOKUZUNCU VE ONUNCU CİLT 
El Bidaye Ve'n-Nihaye
El Bidaye Ve'n-Nihaye

İbn Kesîr
Çeviren : MEHMET KESKİN
Çağrı Yayınları
9.Cilt
10.Cilt

BÜYÜK İSLAM TARİHİ YEDİNCİ VE SEKİZİNCİ CİLT

BÜYÜK İSLAM TARİHİ YEDİNCİ VE SEKİZİNCİ CİLT 
El Bidaye Ve'n-Nihaye
El Bidaye Ve'n-Nihaye

İbn Kesîr
Çeviren : MEHMET KESKİN
Çağrı Yayınları
7.Cilt
8.Cilt

BÜYÜK İSLAM TARİHİ BEŞİNCİ VE ALTINCI CİLT

BÜYÜK İSLAM TARİHİ BEŞİNCİ VE ALTINCI CİLT 
El Bidaye Ve'n-Nihaye
El Bidaye Ve'n-Nihaye

İbn Kesîr
Çeviren : MEHMET KESKİN
Çağrı Yayınları
5.Cilt
6.Cilt

BÜYÜK İSLAM TARİHİ ÜÇÜNCÜ VE DÖRDÜNCÜ CİLT

BÜYÜK İSLAM TARİHİ ÜÇÜNCÜ VE DÖRDÜNCÜ CİLT 
El Bidaye Ve'n-Nihaye
El Bidaye Ve'n-Nihaye

İbn Kesîr
Çeviren : MEHMET KESKİN
Çağrı Yayınları
3.Cilt
4.Cilt

BÜYÜK İSLAM TARİHİ BİRİNCİ VE İKİNCİ CİLT

BÜYÜK İSLAM TARİHİ BİRİNCİ VE İKİNCİ CİLT
El Bidaye Ve'n-Nihaye
El Bidaye Ve'n-Nihaye

İbn Kesîr
Çeviren : MEHMET KESKİN
Çağrı Yayınları
1.Cilt
2.Cilt

BUYUK İSLAM TARİHİ CİLT BİR-İKİ VE ÜÇ




BUYUK İSLAM TARİHİ..2
============================
BUYUK İSLAM TARİHİ..3
 

KEVSER IRMAĞININ VASFI



KEVSER IRMAĞININ VASFI

Bu, Cennet ırmaklarının en meşhurudur. Yüce Allah, kendi lütuf ve ke-remiyle bize ondan içmeyi nasib eylesin.

Bununla ilgili olarak Kurân-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:

Ey Muhammed! Doğrusu sana Kevser’i vermişizdir. Öyleyse Rabbin için namaz kıl, kurban kes. Doğrusu adı sanı ortadan kalkacak olan, sana kin tutan kimsedir.” (Kevser, 108/1-3)

Sahih-i Müslim’de… Enes’ten rivayet olundu ki; bu sûre kendisine nazil olduğu zaman Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Kevser’in ne olduğunu biliyor musunuz?

Sahabiler dediler ki:

— Allah ve Rasûlü daha iyi bilir. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

O bir nehirdir, Allah, azze ve celle bana vaad etmiştir; onda birçok hayır vardır.

Sahihayn’da… Enes’ten rivayet olundu ki; Mirâc hadisesinin bir bölümünde Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Bir ırmağın yanına götürüldüm. O ırmağın kıyılarında içi oyuk iri inciler vardı. “Ey Cibril! Bu nedir?” diye sordum.Bu, Aziz ve Celil olan Allah’ın sana bahşetmiş olduğu Kevser’dir.” dedi.”

Bu hadisin bir varyantında şöyle bir ifadeye rastlanmaktadır: “Elimi suyun açtığı yere vurduğumda su yatağının katıksız bir misk olduğunu gördüm.

İmam Ahmed b. Hanbel… Enes’ten rivayet etti ki; Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Kevser, cennette bir ırmaktır. Aziz ve Celil olan Rabbim onu bana va`adettî.

İmam Ahmed b. Hanbel… Enes’ten rivayet etti ki; Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Bana Kevser verildi. Onun yer üzerinde akan bir ırmak olduğunu gördüm. Kıyılarında iri inciler vardır. Üstü kapalı değildir. Elimi toprağına (yatağına) vurduğumda katıksız misk olduğunu gördüm. Çakılları da incidendi.

İmam Ahmed b. Hanbel… Enes b. Mâlik’ten rivayet etti ki; kendisine Kevser’in ne olduğu sorulduğunda Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Kevser, Allah’ın bana bahşettiği bir cennet ırmağıdır. Toprağı misktir. Suyu sütten beyaz, baldan tatlıdır. Oraya boyunları deve boynu gibi (uzun) kuşlar su içmeye gelirler.

Ebubekir dedi ki:

Ey Allah’ın Rasûlü! O çok hoştur.

— Onu yemek çok daha hoştur.“ Hâkim… Huzeyfe’den rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Cennette horasan devesi gibi (iri) bir kuş vardır.” Ebubekir dedi ki:

— O çok hoştur ya Rasulaüah.

— Onu yiyenler daha hoştur. Ve ey Ebubekir! Sen de onu yiyenlerden biri olacaksın.”

İmam Ahmed b. Hanbel… Enes b. Mâlik’ten rivayet etti ki; kendisine Kevser’in ne olduğu sorulduğunda Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Kevser, Aziz ve Celil olan Allah’ın bana bahşettiği bir ırmaktır, (suyu) sütten beyaz, baldan tatlıdır. Onda boyunları deve boynu gibi (iri) kuşlar vardır.

Ömer (r.a.) dedi ki:

Ey Allah’ın Rasûlü! O kuşlar hoştur.

 Onu yemek daha hoştur ey Ömer.”

İmam Ahmed b. Hanbel… İbn Ömer’den rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Kevser, cennetteki bir ırmaktır. Kıyıları altundandır. Suyu, incinin üzerinden akar. Suyu sütten beyaz, baldan tatlıdır.”

İbn Cerir… Hz. Âişe’nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Kevser ırmağının şırıltısını duymak isteyen kimse, o sesi gözüyle duyamaz. Aksine o akıntının uğultusu, insanın parmaklarını kulaklarına koyduğunda duyduğu uğultu gibidir.

Kulluğun En Güzel İfadesi: Dua


 Kulluğun En Güzel İfadesi: Dua

"Üzerlerindeki göğe bakmıyorlar mı? Biz, onu nasıl bina ettik ve onu nasıl süsledik? Onun bir çatlağı bile yok. Yeri de(nasıl) döşeyip-yaydık? Onda sarsılmaz dağlar bıraktık ve onda 'göz alıcı ve iç açıcı' her çiftten (nice bitkiler) bitirdik. (Bunlar) 'İçten Allah'a yönelen' her kul için 'hikmetle bakan bir iç göz' ve zikirdir." (Kaf Suresi, 6-8)

"Çağırmak, seslenmek, istemek, yardım talep etmek" anlamlarına gelen DUA, Kuran'a göre "kulun bütün benliğiyle Allah'a yönelmesi" ya da "gücü sınırlı ve sonlu bir varlık olan insanın, sınırsız ve sonsuz bir kudret karşısında acizliğini kabul ederek yardım dilemesi" şeklinde tanımlanır.

Allah inancı olan her insanın şu ya da bu şekilde dua ettiği bir gerçektir. Ancak toplumun oldukça geniş bir kısmı duayı, sadece darlık ve sıkıntı anında, elden gelen tüm ihtimaller denendikten sonra, Allah'tan istemek şeklinde bilirler. İnsanlar üzerlerindeki sıkıntı geçince, bir sonraki darlık ve sıkıntı anına kadar Allah'ı unutur ve ondan bir şey talep etmeyi akıllarının ucundan dahi geçirmezler.

Toplumun belli bir kesiminde ise, son derece hatalı bir dua anlayışı hüküm sürmektedir. Öğretilen bu "dua"ların önemli bir bölümü, Kurani bir temeli olmayan geleneksel bir halk inancından ibarettir. Bu insanların büyük çoğu için dua, küçük yaşlarda ailenin yaşlı bir ferdi tarafından öğretilen anlaşılmaz bazı sözlerdir. Genelde dualar Arapça öğretilir ve anlamları bilinmeden ezberlenir. Sonuçta, bu tür dualarda Allah'ın varlığı, birliği, büyüklüğü, kudreti, insanları sürekli olarak görüp-işittiği, dualara icabet edeceği fazla düşünülmez. Önceden ezberlenmiş olan dua kalıpları tekrarlanır, durur. Oysa, Allah'ın Kuran aracılığıyla insanlara duyurduğu dua metodu tamamen farklıdır. 

Kuran'da tarif edilen dua, Allah'a ulaşabilmenin en kolay yoludur. Şimdi Allah'ın sıfatlarını bir düşünelim. O, insana şah damarından daha yakın olan, herşeyi bilen ve işitendir... İnsanın içinden geçirdiği tek bir düşünce dahi Allah'tan gizli kalmaz. O halde Allah'tan bir istekte bulunulması için, insanın samimi olarak sadece düşünmesi bile yeter. İşte Allah'a ulaşmak bu denli kolaydır. 

Furkan Suresi'nin 77. Ayetinde, insanlar "Sizin duanız olmasaydı Rabbim size değer verir miydi?" ifadesiyle uyarılırlar. Duasız bir hayatın Allah katında herhangi bir değerinin de olamayacağı bu ayette özellikle vurgulanmıştır. İnsan, ancak kulluk bilincinde olduğu sürece Allah katında bir değer kazanabilir. Bu yüzden insanın Allah'a yönelmesi, hataları konusunda Allah'a itirafta bulunması ve sadece Allah'tan yardım dilemesi gerekmektedir. Bunun dışında bir davranış tarzı Allah'a karşı büyüklenmektir ki, Kuran'da bunun cezasının sonsuz cehennem olduğu bildirilir.

Dua'nın çok önemli bir özelliği de, dua eden kişinin tüm samimiyetiyle Allah ile büyük bir bağlantı içinde olmasıdır. Diğer ibadetlerden farklı olarak duanın ne zaman ve nerede yapıldığı, uzunluğu, kısalığı ve içeriği sadece Allah ile dua eden kişi arasındadır. Dolayısıyla üçüncü bir kimse tarafından bilinmesine imkan olmayan dua ibadetinde gösterişe yer yoktur. Bu yüzden dua, güçlü bir karakter ve Allah'a karşı samimiyeti gerektirir ki zaten bunlar müminlerin temel özelliğidir. 

Günümüz toplumlarında dikkat çeken bir gerçek, diğer birçok ibadet gibi duanın da terkedilmiş bir gelenek olarak düşünüldüğüdür. Aslında bu düşüncenin gelişmesinin perde arkasında "Allah'tan bağımsız, kendi kendisine işleyen bir dünya" olabileceği telkini yatmaktadır. İnsanların büyük bir kısmı ister istemez yaşantılarının başlangıcından sonuna kadar tüm olayların kendilerinin ve çevrelerindeki insanların kontrolünde cereyan eden olaylar olduğunu düşünürler. Bu yüzden de ölümle burun buruna gelmeden ya da çok büyük bir felaketle karşılaşmadan Allah'a dua etme ihtiyacı duymazlar. Oysa bu büyük bir yanılgıdır. 

Duada temel unsur ihtiyaçların Allah'a duyurulması değil, Allah'a olan kulluk görevinin yerine getirilmesidir. İnsanın duada bu temel unsuru hiçbir zaman gözardı etmemesi gerekir. Zaten dua edilen konunun içeriği tüm yönleriyle Allah'ın bilgisi dahilindedir.

İnsanların tamamı duaya muhtaçtır. Fakir ve zor şartlar altında yaşayan birinin zengin bir insana göre duaya daha fazla ihtiyacı olduğunu düşünmek, dua konusunu temelinden yanlış anlamak demektir. Hali vakti yerinde, hayatta tüm istediklerine kavuştuğunu düşünen bir insanın duaya ihtiyacı olmadığını düşünmesi ise son derece hatalıdır. Çünkü bu durumda dua etmenin tek sebebinin dünyevi arzuların tatmini olduğu anlamı çıkmaktadır. Oysa müminler hem dünya hayatları için, hem de ahiretleri için dua ederler.

Öncelikle bilinmelidir ki, DUA, ihtiyacı olan bir kişinin, rahatlamak için Allah'a bu ihtiyaçlarını ardı ardına sıraladığı bir teskin ilacı değildir. Dua, yaşamın geneline yayılacak başlıbaşına bir ibadettir. Peygamberimiz Hz. Muhammed'in tabiriyle "ibadetlerin özüdür."

"Kullarım beni sana soracak olurlarsa muhakkak ki ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse onlar da benim çağrıma cevap versinler ve bana iman etsinler. Umulur ki irşat olurlar." (Bakara Suresi, 186)

Dua beraberinde tevekkülü de getirir. Dua eden insan, karşısına çıkabilecek zor ya da kolay her türlü durumu, tüm olayları, kainatın Yaratıcısı ve Hakimi olan Allah'a havale etmiş demektir. Bir problemi çözmenin ya da önlemenin bütün yollarının evrendeki tüm kudretin sahibi olan Allah'a dayandığını bilmek, tüm işleri ona havale etmek ve sadece ona dua etmek, mümin için bir ferahlık ve güven kaynağıdır.

Ey iman edenler, siz de ona salat edin ve tam bir teslimiyetle ona selam verin.


Ey iman edenler, siz de ona salat edin ve tam bir teslimiyetle ona selam verin.

Hiç şüphesiz, Allah ve melekleri peygambere salat etmektedirler.(106) Ey iman edenler, siz de ona salat edin ve tam bir teslimiyetle ona selam verin.(107)
Ahzab,56

106."Allah'ın Peygamber'ine salat etmesi" şu anlama gelir: "Allah, Peygamber'ine karşı çok merhametlidir. Onu över, onun işlerini bereketli kılar, ismini yüceltir ve onun üzerine rahmeti indirir." "Melekler'in salat etmesi" ise şu anlama gelir: "Onlar Peygamber'i (s.a) çok severler. Ona en yüce makamları vermesi, dininin ve şeriatinin gelişmesi ve onu yüksek derecelere ulaştırması için Allah'a dua ederler." Konunun akışından bu hususa neden değinildiği kolayca anlaşılabilir. Bu dönem, bütün İslâm düşmanlarının İslâm'ın başarısını kıskandıkları bir dönemdi. Onu lekeleyerek, onun İslâm ve Müslümanların her gün daha da güçlenmesine sebep teşkil eden ahlakî mükemmelliğine gölge düşürmeyi planlıyorlardı.Allah bu ayeti gönderdiğinde şartlar böyleydi. Bu ayetle şöyle denilmek isteniyor: "Kâfirler, münafıklar ve müşrikler, Hz. Peygamber'in görevinin başarısızlığa uğraması için ona ne kadar iftira atsalar ve gözden düşürmeye çalışsalar da, sonuçta başarısızlık ve razeletle karşılaşacaklardır. Çünkü Ben, Peygamberime karşı merhametliyim ve bütün kâinatı idare eden melekler de onun destekleyicileridirler. Onun düşmanları onu suçlayıp aşağılayarak hiçbir şey elde edemezler, çünkü Ben onun ismini yüceltiyorum ve melekler de sürekli ona saygı ve sevgi göstermektedirler.
Benim rahmet ve bereketim onunla birlikte iken ve meleklerim "Ey Alemlerin Rabbi, Muhammed'i daha yüce makamlara çıkar, onun dinini yay ve geliştir," diye gece gündüz sürekli dua ederken, onlar, fitne ve tuzaklarıyla Peygamberime hiçbir zarar veremezler."

107. Başka bir ifadeyle: "Ey Allah'ın Rasûlü Muhammed vasıtasıyla doğru yola ulaşanlar, onun gerçek değerini takdir etmeli ve size olan büyük nimetleri sebebiyle ona şükran duymalısınız. Siz cahiliye karanlıklarında kaybolmuştunuz, size bilgi ışığını ulaştırdı. Ahlaken çökmüştünüz, sizi ahlakın yüceliklerine ulaştırdı da bugün çevrenizdekiler bu yüzden sizi kıskanıyor. Barbarlık ve vahşete dalmıştınız, o sizi yüksek bir medeniyete ulaştırdı. Kâfirler, size bu nimetleri verdi diye ona düşman oldular, yoksa şahsen o hiçbirine zarar vermemiştir. Bu nedenle, ona şükran ve minnetinizin ifadesi olarak siz ona bu insanların düşmanlık ve kinlerine eşit veya ondan daha fazla sevgi beslemelisiniz; onların suçlama ve aşağılamalarından daha ateşli bir şekilde onu yüceltmeli ve ona saygı duymalısınız; onların kötülük isteklerine karşılık siz daha içten bir şekilde onun iyiliğini istemeli ve meleklerin gece gündüz ona dua ettikleri gibi siz de dua etmelisiniz: "Ey Alemlerin Rabbi, senin Peygamberin nasıl bize sayısız nimet ve lütuflarda bulunmuşsa, sen de ona sınırsız ve sonsuz rahmetini göster, onu bu dünyada en yüksek makamlara ulaştır ve ahirette de sana en yakın olma şerefini bahşet."

Bu ayette Müslümanlara iki şey emredilmektedir:
1) Sallü aleyhi,
2) Ve Sellimu teslîma.

Salât kelimesi alâ eki ile kullanıldığında üç anlama gelir:
1) Birisine yönelmek, bir kimseye sevgiyle yaklaşmak ve onun üzerine eğilmek 2) Bir kimseyi yüceltmek
3) Bir kimse için dua etmek.
Elbette bu kelime Allah için kullanıldığında üçüncü anlama gelmesi mümkün değildir, çünkü Allah'ın bir kimse için dua etmesi anlamsızdır. Allah için sadece ilk iki anlamda kullanılabilir. Fakat bu kelime melekler için olsun, insanlar için olsun Allah'ın kulları için kullanıldığında her üç anlama da gelebilir. Sevgi, övgü ve dua anlamlarının üçünü de ihtiva eder. O halde müminlere Sallü aleyhi emrinin verilmesi şu anlama gelir: "Ona bağlanın, onu yüceltin, övün ve onun için dua edin."

Selam kelimesinin de iki anlamı vardır:
1) Her tür hata, kusur ve eksiklikten uzak olmak
2) Barış içinde olmak ve başkasına karşı çıkmaktan sakınmak. O halde Hz.

Peygamber'le (s.a) ilgili olarak sellimü teslîma emri şu anlamlara gelir:

1) O'nun iyilik ve emniyeti içinde olun. Ona karşı çıkmaktan sakının ve samimiyetle ona boyun eğin."

Bu emir geldiğinde sahabeden bir çoğu Hz. Peygamber'e (s.a) , "Ey Allah'ın Rasûlü, bize nasıl selam vereceğimizi (yani namazda essalamü aleyke ve eyyühen-nebiyyü ve rahmetullahi ve berekatühü demek, selam verirken de esselamü aleyke ya Rasulallah demek) öğrettin, fakat biz sana nasıl salât edeceğiz?" Bu soruya cevap olarak Hz. Peygamber (s.a) çeşitli vesilelerle birçok farklı salât ve derüd metodları öğretmiştir.

Kab'b bin Ucre: "Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammedin kema salleyte alâ İbrahîme ve alâ âl-i İbrahîme inneke Hamid'ün -Mecîd ve barik alâ Muhammedin ve alâ Al-i Muhammed kema barekte alâ İbrahime ve alâ Al-i İbrahime inneke Hamid'ün Mecid." Bu derüd lafzında ufak tefek değişikliklerle Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesaî, İbn Mace, İmam Ahmed, İbn Ebi Şeybe, Abdür-Rezzak, İbn Ebi Hatim ve İbn Cerir tarafından Hz. Kab bin Ucre'den rivayet edilmiştir.

İbn Abbas: Ufak bazı değişiklerle İbn Abbas'dan da aynı derüd (salavat) rivayet edilmiştir. (İbn Cerir)

Ebu Humeyd Sa'idî: "Allahümme Salli alâ Muhammed-in ve ezvacihi ve zürriyyatihi kema salleyte alâ İbrahime ve alâ âl-i İbrahime ve barik alâ Muhammed-in ve ezvacihi ve zürriyetihi kema barekte alâ âl-i İbrahime inneke Hamid'ün Mecîd." (Malik, Ahmed, Buhari, Müslim, Nesai, Ebu Davud, İbni Mace.)
Ebu Said Bedrî: "Allahümme Salli alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed kema salleyte alâ İbrahime ve alâ âl-i İbrahime ve barik alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed kema barekte alâ İbrahime fi'l-alemin, inneke Hamîd'ün Mecid." (Malik, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesaî.)

Ebi Said el-Hudri: "Allahümme salli alâ Muhammedin abdike ve rasülike kema salleyte alâ İbrahime ve barik alâ Muhammedin ve alâ Muhammedin kema barekte alâ İbrahim." (Ahmed, Buhari, Nesaî, İbn Mace)
Bureyde el-Huzaî: "Allahümm-ec'al salâteka ve rahmeteke ve berakâtike alâ Muhammed-in ve alâ âl-i Muhammedin kema ce'altehâ alâ ibrahime inneka Hamid'ün-Mecid." (Ahmed, Abd İbn Humeyd, ibn Merduye)
Ebu Hureyre: "Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ al-i Muhammedin ve barik alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammedin kema salleyte ve barekte alâ İbrahime ve alâ âl-i İbrahim fi'l-alemin. İnneke Hamîd'ün Mecîd." (İbn Cerir)
Bütün bu salavatlar, lafızları farklı olmakla birlikte aynı anlama sahiptirler. Bunlarla ilgili birkaç nokta çok iyi anlaşılmalıdır:

Birincisi, bütün bunlarda Hz. Peygamber (s.a) Müslümanlara, kendisine, derüd ve salat göndermenin en iyi yolunun Allah'a: "Allahım Muhammed'e salat et." diye dua etmek istediğini söylemektedir. Bunu tam anlamıyla kavrayamayan bazı cahil kimseler hemen "Ne kadar garib? Allah bize Rasûlüne salat etmemizi emrediyor, fakat biz buna karşılık Allah'tan ona salat etmesini istiyoruz."
Fakat aslında Hz. Peygamber (s.a) Müslümanlara şöyle talimat vermiştir: "Siz isteseniz de bana salat ve derüd göndermekte tam adil olamazsınız. Bu nedenle sadece Allah'a bana salat etmesi için dua edin." Müslümanlar tabii ki Hz. Peygamber'in (s.a) derecesini yükseltemez, sadece Allah yükseltebilir, Müslümanlar kendilerine verdiği nimet ve ihsanları Hz. Peygamber'e (s.a) tam anlamıyla ödeyemezler, bunlardan ötürü sadece Allah onu mükafatlandırabilir, Allah Müslümanlara yardım ve desteğini göndermedikçe onlar Hz. Peygamber'in adını yüceltme ve dini hakim kılma işinde bir başarı kazanamazlar. Öyle ki, Hz. Peygamber'in (s.a) sevgisi kalplerimize ancak Allah'ın yardımı ile yerleşebilir, aksi takdirde şeytan bizi çeşitli şüphe ve aldatmalarla ondan çevirir. Allah bizi böyle bir durumdan korusun. O halde Hz. Peygamber'e (s.a) hakkıyla salat ve derüd göndermenin tek yolu, Allah'a, ona salat etmesi içn dua etmektir. Allahümme salli alâ Muhammed-in diyen bir kimse aslında Allah karşısında kendi acizliğini kabul ediyor ve: "Allah'ım ben Rasûlüne gerektiği gibi salat gönderemem. Bu yüzden sana yalvarıyorum, benim yerime Sen ona salat et ve bu hususta benden dilediğin hizmeti al."

İkincisi, Hz. Peygamber (s.a) bu duayı sadece kendisine hasretmemiş, ashabını, hanımlarını ve soyundan gelenleri de buna dahil etmiştir. Hanımları ve soyundan gelenlerle ne kastedildiği bellidir. Âl kelimesi ise sadece Hz. Peygamber'in ev halkını değil, onu takip eden ve onun sünnetine uyan herkesi içine alır. Sözlük anlamı olarak ehl ile âl kelimeleri arasında belirli bir fark vardır. Bir kimsenin âl-i dendiğinde, akrabası olsun olmasın o kimsenin arkadaşları, dostları ve yardımcıları anlaşılır. Bir kimsenin ehli dendiğinde ise, dostu ya da yardımcısı olsun olmasın o kimsenin akrabaları anlaşılır. Kur'an Âl-i Fir'avn kelimesini on dört yerde kullanmıştır, fakat bunların hiçbirinde sadece onun ev halkı kastedilmemiş, Hz. Musa'ya (a.s) karşı açtığı savaşta ona taraftar olanlar kastedilmiştir. (Mesela bkz. Bakara: 49-50, Âl-i İmran: 11, A'raf: 130, Mü'min: 46) . O halde Muhammed'in (s.a) yolunda olmayan kimseler, onun ev halkından, akrabalarından bile olsalar Âl-i Muhammed'den değildir. Bunun tam tersine onun yolundan gidenler, onunla uzaktan bile hiçbir akrabalıkları olmasa da Âl-i Muhammed'dendirler. Fakat Hz. Peygamber'e (s.a) hem kanbağı ile bağlı olan, hem onun yolundan giden ev halkı, Âl-i Muhammed denmeye daha layıktır.
Üçüncüsü, Hz. Peygamber (s.a) tarafından öğretilen tüm bu derüd'larda, ona Hz. İbrahim ve onun Âl-ine indirilen salât, rahmet ve bereketin aynısını indirmesi için Allah'a dua edilmektedir. Bazı kimseler bunu anlayamamışlardır. Alimler bu konuyu farklı şekillerde yorumlamışlardır, fakat hiçbirisi cazip değildir. Bize göre bunun anlamı şudur (gerçeği sadece Allah bilir) : Allah, Hz. İbrahim'e (a.s) yeryüzünde başka hiç kimseye ihsan etmediği bir nimet vermiştir:
Peygamberliği, vahyi ve Kitab'ı hidayet kaynağı olarak kabul eden bütün insanlar, Müslüman, Yahudi, yahutta Hıristiyan olsun Hz. İbrahim'in (a.s) önderliğini kabul etmiştir. O halde Hz. Peygamber'in (s.a) söylemek istediği şudur: "Allah'ım, Hz. İbrahim'i bütün peygamberlere inananların sığınağı yaptığın gibi, beni de bütün inananların sığınağı yap ki, risalete inanan hiç kimse benim peygamberliğime inanma nimetinden mahrum olmasın."

Hz. Peygamber'e (s.a) salat etmenin İslamî bir gelenek olduğu, Hz. Peygamber'in adı anıldığında ona salat göndermenin vacip olduğu ve namazda salat okumanın Hz. Peygamber'in (s.a) sünneti olduğu konusunda bütün alimler ittifak etmişlerdir. Hayatında en az bir kez olsun Hz. Peygamber'e (s.a) salât göndermenin farz olduğu konusunda da ihtilaf yoktur, çünkü Allah Kur'an'da bunu açıkça emretmektedir. Fakat bunun dışındaki konularda alimler ihtilaf etmişlerdir.

İmam Şafii, namazda son oturuşta teşehhüd sonrasında salât okumanın farz olduğu, bunsuz namazın batıl olacağı görüşündedir. Sahabeden Hz. İbn Mes'ud, Ebu Mes'ud, Ensari, İbn Ömer ve Cabir bin Abdullah (r.a) , tabiundan Şa'bi, İmam Muhammed bin Bakır, Muhammed bin Kâ'bel-Kurzi ve Mukatil bin Hayyan ve fakihlerden İshak bin Rahaveyh de aynı görüştedir. İmam Ahmed bin Hanbel de sonradan bu görüşü benimsemiştir.

İmam Ebu Hanife, İmam Malik ve alimlerden birçoğu (Cumhur) hayatta en az bir defa Hz. Peygamber'e salavat getirmenin farz olduğu görüşündedirler. Bu aynen Kelime-i Şehadet gibidir: Hayatında bir defa Allah'tan başka ilah olmadığına, Hz. Muhammed'in de onun kulu ve Rasûlü oluduğunu ikrar eden bir kimse görevini yapmış demektir. Aynı şekilde hayatı boyunca bir defa salât ve derüd okuyan bir kimse, Hz. Peygamber'e (s.a) salat gönderme görevini yerine getirmiş olur. Bundan sonra ne Kelime-i Şehadeti ne de derüd'u okumak farz değildir.
Bir grup da namazda salât okumanın vacip olduğu, fakat bunun teşehhüdde olmasının zorunlu olmadığı görüşündedir.

Başka bir grup her duada derüd okumanın vacip olduğunu söyler. Bazıları da Hz. Peygamber'in (s.a) adının her anılışında salâvat getirmenin vacip olduğunu söylerler. Bazılarına göre ise, Hz. Peygamber'in (s.a) adı kaç defa geçerse geçsin bir mecliste sadece bir defa salâvat getirmek vaciptir.
Bunlar sadece "salat'ın çeşitli durumlarda farz olup olmadığı ile ilgili farklılıklardır. Salat'ın yücelik ve mükemmelliği, birçok mükafatlara neden olduğu ve Allah katında salih bir amel olduğu konusunda Ümmetin icmaı (görüş birliği) vardır. Mümin olan bir kimse bu konuda farklı bir görüşe sahip olamaz. Derüd, Hz. Peygamber'in (s.a) Allah'tan sonra Ümmete en büyük nimetler veren kimse olduğunu idrak eden her Müslümanın tabii duasıdır.

Bir kimse İman ve İslâm'ın değerini ne kadar iyi anlarsa, Hz. Peygamber'in (s.a) bu Ümmete verdiği nimetlerin değerini de o derece iyi anlar. Hz. Peygamber'in (s.a) değerini idrak eden bir kimse ise, aynı derecede ona salât ve derüd okur. O halde, bir kimsenin okuduğu derüd ve salât miktarı, onun Hz. Peygamber'in (s.a) dinine olan bağlılığının ve onun imanın nimetlerini kavrayıp kavrayamadığının ölçüsüdür.
Bu hususta Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Melekler, bana derüd gönderen kimseye, o böyle yaptığı sürece salât gönderirler." (Ahmed, İbn Mace) .

"Bana bir kez salât gönderen kimseye Allah on misli salât gönderir." (Müslim) .

"Bana çok salât gönderen kimse, kıyamet gününde bana yakın olmayı hakedecektir." (Tirmizi) .

"Yanında adım zikredildiği halde bana salât göndermeyen kimse ne kadar cimridir." (Tirmizi) .

Allahümme salli alâ... Sallallâhü aleyhi vesellem, ya da buna benzer sözlerin Hz. Peygamber'den (s.a) başkaları için kullanılıp kullanılamayacağı konusunda ihtilaf vardır. İçlerinde Kadı Iyaz'ın da bulunduğu bir grup alim bunun caiz olduğu görüşündedirler. Öne sürdükleri iddia ve deliller şöyledir: Allah bizzat Kur'an-ı Kerim'de peygamber olmayan kimseler için salât kelimesini kullanmıştır, mesela Bakara: 157, Tevbe: 103, Ahzab: 43. Aynı şekilde Hz. Peygamber de (s.a) peygamber olmayan kimseler için birçok defa salat kelimesini kullanarak dua etmiştir. Mesela bir sahabe için: Allahümme salli ala âl-i Ebi Evfa diye dua etmiş, Cabir bin Abdullah'ın hanımının isteği üzerine ise sallallahü aleyki ve alâ zevciki demiştir. Zekât parası getirenler için Allahümme salli aleyhim derdi. Sa'd ibn Ubade için dua ederken ise Allahümme ec-al salateke ve rahmeteke alâ âl-i Sa'd bin Ubade demiştir. Bundan başka Hz. Peygamber (s.a) , meleklerin bir müminin ruhuna şöyle dua ettiklerini söylemiştir: Sallallahü aleyke ve alâ cesedike. Fakat alimlerin çoğunluğu bunun Allah ve Hz. Peygamber için geçerli olduğu ve Ümmet için caiz olmadığı görüşündedirler. Bu alimler, Müslümanların sadece peygamberlere salât-u selâm getirmelerinin bir gelenek haline geldiğini söylerler. Bu yüzden peygamberlerden başkası için kullanılmamalıdır. Bu hususta Hz. Ömer İbnü Abdulaziz, valilelerinden birine şöyle yazmıştır: "Bazı vaizlerin, salât alen-nebî tarzında kendi taraftarları ve önderleri için salât okuduklarını duydum. Bu mektubu alır almaz onları bundan men et ve onlara salât-ı sadece peygamberler için kullanmalarını, müminler içinse sadece dua etmekle yetinmelerini emret." (Ruhu'l-Meani) . Birçok alim de sallallahü aleyhi ve sellem kelimelerinin başka peygamberler için değil, sadece Hz. Muhammed (s.a) için kullanılmasının caiz olduğu görüşündedir.
Tefhimul Kuran

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...