05 Ekim 2012

PROFOSÖR DR.MEHMET BAYRAKTAR İLE SÖYLEŞİ

Prof. Dr. Mehmet BAYRAKTAR ile Söyleşi
Sevgi SAYGI
 Bugünkü Müslümanların İslam algısını ve İslamî yaşayışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir iş yapacağımız zaman o işi önceden zihnimizde tasarlarız, az çok biliriz öyle yaparız. Anlamadan, gerçek anlamıyla kavramadan İslam’ı yaşamak mümkün olmaz demek istemiyorum, mümkün ama herhangi bir zuhurat ortaya çıktığı zaman insanlar yaşamından taviz vermekte zorlanmazlar. Yanlışlarını İslam sayar, yaşamaya devam eder, yani tehlikeleri vardır. Bu konuda Peygambere izafeten bir hadis var –buna kelam-ı kibar diyor bazıları- “İnandığınız gibi yaşamazsanız yaşadığınız gibi inanırsınız.”. Bugünkü İslam anlayışlarına, yaşantılarına baktığımız zaman çoğunun yaşadığını İslam sandığını görüyoruz. Belki İslam adına yaşıyor ama şuurlu bir İslam yaşantısı, İslam idraki yok. Geleneklerin de hepsi yanlış değil ama bizler geçmişin hatalarını İslam adına tekrar ediyoruz. Dolayısıyla da İslam dünyası birlik beraberlik içinde olmuyor. Peygamber “Müslümanlar, müminler bir ağız içindeki dişler gibidir.” diyor. Bir de Müslümanların şimdiki durumuna bakınız. Gruplar, cemaatler, tarikatlar ya da farklı düşüncelerle birbirlerinden ayrılıyorlar. Geçmiş yıllarda, yüzyıllar öncesinde de mezhepler, tarikatlar, meşrepler vardı ama İslam üst anlayışında bir ölçüde birleşiyorlardı. İslam söz konusu olduğunda bir araya geliyorlardı. Ama şimdi herkes kendi başına buyruk, herkes ayrı bir dünya. Gerçek anlamda aralarında olması gereken ilişki yok. Herkes kendi yolunun kesin ve doğru olduğunu iddia ediyor. Hiç şüphe yok ki biz hepsinin Müslüman görüyoruz ama İslam bir medeniyet projesidir. İslam sadece kişisel bir ibadet değil, dünyayı imar etme, İslam’a göre şekillendirme görevi olduğu için Müslümanların bunu yapabilmeleri bugünkü yaşayış, anlayış tarzıyla mümkün değil. İslam hem bir maneviyat projesi hem de bir dünya projesidir. Bizler bunu kavramadıkça İslam dünyası, bugünkü dünya ve gelecekteki dünyada söz sahibi olma hakkını elde edemez. İslam, dünyayı Allah’ın uygun gördüğü şekilde yaşanılan yer yapmak için gelmiş bir dindir. Yanlışları düzeltmek, değiştirmek için İslam vardır. Bunun için gerçek mutluluk, huzur ve anlayış İslam’ın iyi anlaşılıp yaşanması ve tatbikiyle mümkün olabilir.
Din ve felsefe zıt kavramlar olarak görülüyor. “Müslüman felsefe yapamaz.” görüşünü siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
 Ben tam tersini düşünüyorum. Böyle düşünceler var tabi. Din ve felsefe zaman zaman çatıştırılıyor. Bu, insanların bilimi, dini ve de felsefeyi doğru anlamamalarından kaynaklanıyor. Yoksa felsefe, din, bilim hiç çatışmaz. Eflatun’la, Aristoteles’le, Sokrates’le doğan Yunan Felsefesi’ndeki metafizik dediğimiz şey, Yunan putperestlerine aklî-rasyonel bir din oluşturmak için kurulmuş bir sistemdir. Aristoteles’in bugün Metafizik olarak bildiğimiz eserinin asıl ismi Teologia yani Tanrı Bilimi’dir. Eski Yunanlılar, sıradan insanlar, diğer birçok toplum, kavim gibi taşa, toprağa, kendi yaptıkları taştan, alçıdan putlara tapıyorlardı. Filozoflar böyle bir din olmayacağını, dinin aklın idrak edebileceği manevî bir öğreti olduğunu düşünüyorlardı. Onun için Yunan filozofları felsefeyi din yerine ikame etmek üzere geliştirmişlerdir. Özellikle de metafizik anlamda felsefeyi. Tarihe baktığımız zaman batıdaki birçok filozof teoloji eğitimi almıştır. İslam Dünyası’nda böyle bir şey yok. Ben olsam, din ilimleriyle uğraşan kimselere tefsir, hadis, fıkıh gibi doğrudan İslamî ilimlerden önce 3-4 yıl matematik, felsefe ve mantık okuturum. Bunlar insan zihnini disipline eder. İnsan zihninin ne olduğunu bilmeden hiçbir şey anlayamayız. Bugünkü din anlayışı böyle. Bunun için din âlimleri “Matematik, geometri bilmeyen müftünün fetvasına güven olmaz.” demişlerdir. Bunlar bizim kaynaklarımızda var. İnsan yanlış yapar ama yanlışın da bir mantığı var doğrunun da. Günümüzde insanlar İslam adına yanlış da söylese doğru da söylese eksik, tutarsız ve hatalı oluyor. İslam’la ilgili yazılan eserlere baktığımızda bu tutarsızlığı net olarak görebiliyoruz.
Bazı Batılı düşünürler İslam Felsefesi’ni özgün kabul ederken bazıları onu Yunan Felsefesi’nin basit bir devamı olarak görüyorlar. Sizce İslam Felsefesi özgün müdür? 
Söz hakkını sen elde edemezsen senin adına herkes istediği şekilde konuşur. Sadece İslam felsefesi için değil, İslam için bile bunları konuşuyorlar. Dolayısıyla doğruları söylemek için bizim söz hakkına sahip olmamız gerek. İslam Dünyası son 200 yılda düşünce ve bilim hayatında gerilemeye başlayınca ve Batılılar ilerleyince söz hakkına onlar sahip oldu. İslam Felsefesi hakkında geçmişte de bugün de çalışmalar yapıyorlar. Tabi her medeniyet kendini savunmak, kendinin daha iyi olduğunu göstermek ister. Bugünde batı merkezli dünya anlayışını empoze etmek istiyorlar. Bugünkü küreselleştirme, tarihin sonu tezlerinin amacı diğer bütün medeniyetlerin, kültürlerin işini bitirmek, batı liberal, Amerikan merkezli anlayışı hakim kılmaktır. Bu bağlamda İslam Felsefesi’nin özgün olması İslam’a ayrı bir medeniyet imajı çizer. İşte bunları ortadan kaldırmak için oryantalistler ve Batılı stratejistler İslam Felsefesi’nin özgün olmadığını iddia ediyorlar. Onlara göre İslam Felsefesi Yunan Felsefesi’nin yorumundan ibarettir. Yunanlı düşünürlerden Diogenes; “ Yunan’dan önce Çin’de, Babil’de, Mısır’da da medeniyetler vardı. Felsefe oralarda doğdu. Yunanlılar felsefeyi oralardan alıp geliştirdiler. Tabi Müslümanlar da Yunan’dan, geçmiş milletlerden birikimler aldılar. İnsanlık tarihinde bu hep böyle olmuştur. Fakat Müslümanlar felsefeye, bilime aldıklarından fazlasını eklemişlerdir. İslam Felsefesi bu anlamıyla özgündür. Çünkü katkı yapmıştır. Olanları olduğu gibi tekrarlamamış, yenilikler yapmıştır. İşte bu yenilikler Müslüman filozofların veya İslam düşüncesinin özgünlüğünü teşkil eder. 10.yüzyıldan itibaren Batılılar karanlık devrini Müslüman filozoflardan aldıkları fikirler ve öğretilerle kapatmışlardır. Bugün Batı medeniyetinin temelinde Yunan medeniyetinden ziyade İslam medeniyetinin, İslam düşüncesinin kendisi vardır.
Bir filozof ister Eflatun olsun, ister Bîrûnî olsun, ister Farabî, Descartes olsun baştan sona, bütün düşüncesiyle özgün değil. Geçmiş filozoflar da geçmiş düşüncelerden etkilenmiş, onların düşüncelerini yorumlamışlardır. Ama her filozofun da aşağı yukarı katkısı vardır. Özgünlük katkı anlamında ele alınmalıdır. Yoksa hiçbir felsefî sistem veya hiçbir filozofun bütün düşüncesi baştan sona yepyeni değildir. Özgünlük filozofun veya sistemin felsefeye neler ilave ettiğidir. Mesela Bîrûnî sadece İslam düşünürleri arasında değil, dünya düşünürleri arasında da en özgün filozoftur. Birunî üzerine çok çalışmış İtalyan Alexander Bausani “Bîrûnî günümüzün en modern düşünüründen çok daha ileri seviyedeki modern bir düşünürdür.” diyor. Descartes’ın da bütün düşünceleri A’dan Z’ye özgün değil, Gazalî’den Farabî’den İbn-i Sina’dan İbn-i Rüşd’den çok etki görebiliriz. Dolayısıyla özgünlüğü katkı yapmakta aramak lazım.
Evrimci yaratılış kuramı hakkındaki düşünceleriniz nedir? 
Eski dönem bazı Müslüman bilginler kelamcıların Allah’ın nasıl yarattığı konusundaki görüşlerini beğenmiyorlar. Farklı bir düşüncenin ortaya atılabileceğini ileri sürüyorlar. Allah Kuran’da diyor ki: “Sizi topraktan, sudan, çamurdan yarattım.”. Ayrıca alemin yedi günde oluşturduğunu söylüyor. Gün diyor ama Müslümanlar bunu Hıristiyanların, Yahudilerin anladığı gibi 24 saatlik zaman dilimi olarak değil, yedi uzun devir olarak anlıyorlar.
Bu ayetlere baktığımızda görüyoruz ki; alem ve canlılar uzun sürede yaratılmıştır. Burada iki anlayış var; bir kısmı türden türe geçiş olarak yaratma olmuştur diyor, bir kısmı da, her tür ilk olarak, ana tür olarak yaratılmıştır. Ondan sonra da kendi türleri içinde gelişmiştir. Dolayısıyla Allah’ın evreni, insanları, canlıları nasıl yarattığını görüyoruz. Daha sonraki dönemlerde buna tekamül deniyor, şimdi ise evrim diyoruz. Ben bunun Kuran’a uygun olduğunu düşünüyorum. Kuran’ı dikkatli okursak bunları görebiliriz. Tabii bu her yönüyle Darwincilikle eşit anlamda değil. Ama Darwin’in evrimin faktörleri olarak söylediği şeylerin birçoğunu Cahız, Bîrûnî söylemiş. Tekamül anlamda, gelişim anlamında bir evrim söz konusu. Bu illa, bugün materyalist Darwincilerin de yorumladığı gibi maddenin kendinden oluşan bir evrim değil. Allah bunu yaratma biçimi yapıyor. Açıkça söyleyeyim bunu ben de kabul ediyorum. Bu şekilde izah ediyorlar. Buna biz evrim diyoruz. Darwin ortaya çıktığında Batı’da birçok tartışma söz konusu oldu Birçok Batılı karşı çıkanlara Müslümanların bunları 1000 yıl önce medreselerinde okuttuklarını, kitaplarına yazdıklarını söylediler. Bence doğru. Batı’da evrim fikri Darwin’den 150-200 yıl önce Müslüman bilginlerin eserlerinin tercümelerinde geçiyor. Darwinciler dediğimiz birçok bilgin – Darwin’in dedesi Erasmus da dahil - bu fikri Darwin’den önce benimsiyorlar. Darwin bunları kendi zamanında, kendi müşahedelerine göre biraz daha geliştirip “Türlerin Kökeni” adlı kitabını yazıp ortaya koyuyor. Evrim teorisi doğru ya da yanlış, adı üstünde, teori; kabul edilebilir ya da edilmez. Bazı Müslümanlarda, Müslümanların anladığı şekilde bir evrimi kabul ederse, imanlarının zayıflayacağı, küfre düşecekleri korkusu var. Buna gerek yok, bizim öyle bir korkumuz yok Müslümanlar Allah’ın Yaratıcı olduğuna, evreni yarattığına inanırlar.Ama yaratma biçiminde farklı şeyler söylemişlerdir. Evrim fikri de bu bağlamda söylenmiş farklı bir açıklama tarzı. Bizim imanımızı düşürecek, zedeleyecek kötü bir şey olduğunu düşünmüyorum. Bugün evrime karşı birçok kesim, Batı’yla dirsek teması içinde. Çünkü Batı için evrim kabul edilemez bir fikirdir, onların imanlarını yok eden bir fikirdir. Neden yok eder? Tevrat’ta yer alan – bu bize Sufîlerde hadis olarak  geçiyor – “Allah’ın insanı kendi suretinde yarattığı” düşüncesinden dolayı. Bu durumda insanlar “Allah nasılsa biz de öyleyiz” düşüncesi içine giriyorlar. Tabi Allah’ın böyle bir tekamül geçirmesi söz konusu olamaz. Hıristiyanlara göre üç ilahtan biri Hz. İsa’dır. İsa’nın iki tabiatı vardır. Katoliklere göre biri annesinden gelen insan tabiatı, biri de babasından gelen Tanrı tabiatıdır. Şimdi iki tabiata sahip İsa’nın, insanlık tabiatı evrim geçirmiş olsa, diyelim ki maymundan gelmiş, bu durumda Tanrı – haşa – hayvan olmuş olacak.  Dolayısıyla bu evrimin onların imanları için tehlikeleri vardır. Biz kabul etmek zorunda değiliz. Ama kabul etsek de bu bizim imanımıza halel getirecek bir görüş değil.
 Diyalog iki düşünceden birinin kabulü ya da ikisinin sentezidir. Bu durumda inanılan düşüncenin anlamı kalır mı? 
Felsefi anlamda diyalog; düşüncelerini anlatma yöntemlerinden biridir. İki karşıt düşünceden, hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğunu tartışıp doğru bulunur. Dinler arası diyalogda her din mensubu kendi dinini doğru kabul eder. Tabi diyalogculara sormak lazım ne tartışılıyor, hangisi doğru hangisi yanlış. Onlar belki biz bu anlamda tartışmıyoruz, başka gayeler var diyebilirler. Özellikle İslam tarafı diyalogcuların yazdıklarına baktığımız zaman, yazılarda diyalog çerçevesinde yorumlanarak bütün dinlerin aynı olduğu fikri var. Dolayısıyla İslam’ın, Hıristiyanlığın, Yahudiliğin veya başka dinlerin birbirinden farklı olmadığı imajı veriliyor. Bilerek veya bilmeyerek bunun için çalışıyorlar. Dinler arası diyalogun uzun bir tarihi var, bugün çıkmış değil. Bu uzun tarihteki amaca baktığımız zaman, dinleri birbirine dönüştürerek, insanlık dini halinde toplamak olduğunu görüyoruz. Maalesef diyalog yapanlar bilmeden de olsa bu amaca hizmet ediyorlar. Türkiye’den ve Arap ülkelerinden katılanlardan bugünkü Papa’ya gönderilen mektupta da işleniyor bu; “Hepimiz aynı Allah’a inanıyoruz.”. Allah dinlere göre çok değil ama hepimizin inancı aynı mı? Bizim Allah’a imanımız Allah’ın birliği, tekliği üzerinedir. Hıristiyanlıkta Kuran’ın Allah’ın reddettiği teslis inancı var. Dolayısıyla Allah’ın var olması, bir olması, dinlerin bütün müntesiplerinin aynı imana sahip olduğu anlamına gelmez. Muhammed’i Batı’ya taşımayalım, o sonraki evredir deniliyor. Müslüman diyalogcular Hıristiyanları İslam’a ısındırmak, davet etmek istediklerini söylüyorlar. Ama davet ettiği zaman neye davet etmiş olacak? Muhammed yoksa İslam olabilir mi, peygambersiz İslam olabilir mi? Bunun meyveleri olarak diyalog içinde olsunlar ve ya olmasınlar Batıdaki Müslümanlara neler deniyor. Almanya’da bir Müslüman “ Hz. Muhammed’in tarihi bir şahsiyeti yoktur” demiş. İşte bu diyalogla varacağımız sonuç budur. Onun için Batılılar hala Kuran’ı Hz. Muhammed’in Tevrat ve İncil’den aşırarak, çalarak oluşturduğu sahte bir kitap olarak görüyorlar. Hz. Muhammed’e sahte peygamber, getirdiği dine de sahte bir din olarak bakıyorlar. Bu durumda nasıl diyalog yapacağız? Ben diyaloğa temelden karşı değilim. Eğer diyalog kişilerin, sizin bizim yaptığımız sohbet gibiyse sorun yok. Ama her diyalogda, sohbette bile insanlarda kendi doğrusunu karşı tarafa benimsetme eğilimi vardır. Doğruya sahip olduğunu iddia eden kişi, karşı tarafın da kendi görüşünde olmasını arzu eder. Bu doğal bir hadisedir. Aslında dinler arası diyalog kavramı yanlış. Doğrusu diniler arası, dindarlar arası diyalogdur. Her nasılsa bu Türkiye’de, İslam dünyasında, dinler arası diyalog, medeniyetler arası ittifak gibi lanse edilmiş. Bu başından beri mantıksız ve anlamsız zaten. Kuran, İncil ve Tevrat bir araya gelip diyalog yapamaz. Ancak Hıristiyanlar, Yahudiler, veya diğer din mensupları bir araya gelip diyalog yapabilir. Bu güne kadar yapılan diyalogların İslam için faydalı olduğu görüşünde değilim. İslam’ı da diğer dinler gibi dönüştürme hareketi söz konusu. Ilımlı İslam gibi görüşler hep aynı noktaya ateş eden görüşler, fikirler ve hareketlerdir.
Dinler arası diyalog kurucularından Papa II. Jean Paul bir konuşmasında diyalogun amacının “İsa’yı ve kiliseyi unutanların ve diğer din mensuplarının kiliseye döndürülme çabası” olduğunu açıkça dile getirmiştir. Diyalogcuların bu amacı göz ardı etmelerinin nedeni nedir?
Dinler arası diyaloga Türkiye’den ilk katılanlardan biriyim. Biz de başlangıçta güzel sözler işittik. “İnsanlığın sulhu, barışı için, ahlakın yeniden inşası için diyalog gerekli. Dinlerin inanç sistemleriyle bu iş olmaz. Onun için biz bu konularda ortak fikirler geliştirelim.” dendi. Tabi buna kimse karşı olmaz. II. Vatikan konsilinin dinler arası diyalogla ilgili değil ama ekonomi ve misyonerlik kararları var. Ben bazı şeylerden şüphelendiğim için bu kararları inceledim. Oralarda adamlar diyorlar ki: “Dinler arası diyalog insanlığı yeni bir yöntem olarak Tanrı Krallığına, İsa’ya döndürmeye çalışmaktır.” Bundan daha açık bir tanım olamaz. Hıristiyalık ve Vatikan açısından dinler arası diyalogun amacı bence misyonerliktir. Ama söylediğim gibi, bunun arka planı olduğunu düşünüyorum. Onlar bütün dinleri birbirine dönüştürerek bir insanlık dini yaratma, Tanrısı insan olan bir din yaratma peşindeler. Onlara göre dinin gereği ahlakiliktir. İnsanları ahlaken, zapturapt altına alabilmek için din vardır. August Conte’nin insanlık dini gibi dine ihtiyaç sadece ahlak açısındandır. Din insanların düzene, devlete, kurumlara bağlı kalmalarını sağlayacak manevi bir disiplindir. Bu dinde dini ahlaka indirme çabası vardır. İşte bu da insanlık dini olacaktır. Şimdi bütün dinler ona dönüştürülüyor.
Dinler arası diyalogun etkin hale gelebilmesi için “Şüphesiz Allah katında hak din İslam’dır” ( Âl-i' İmrân:19 ) ayetinin değiştirilmesi gerekiyordu. Aksi halde Müslümanların yaklaşımları sınırlı olacaktı. Bugün aktif halde olan dinler arası diyalogcular bunu başardılar mı?
Bu şöyle ortaya çıktı; 5-6 sene önce İncil ve diğer kutsal kitaplarla Kuran ayetlerini karıştırarak Irak’ta ‘Yeni Kuran’ diye bir kitap yazdılar. Yanılmıyorsam bunu Lübnan’lı bir papaz yaptı. Yeni bir kuran yazmaya çalıştılar, yazdılar da, basıldı bu. Ama bu belirttiğimiz ayeti Avrupa Birliği Temsilcisi ve Amerikan Büyükelçisi Ak Parti Hükümetine resmen bildirdi ve gazetelere de yansıdı. Bundan 3-4 sene önce beyanat verdiler. “Siz bu ayeti Cumalarda, hutbelerde okudukça demokratik olmayacaksınız.Dinler arası diyalog, medeniyetler arası ittifak için diğer dinleri de hak din kabul etmeniz gerekir.” dediler. Maalesef hutbelerde bu ayeti okuyanların sayısı azaldı. Hak din İslam’dır demek onların dini için tehlikeliydi. Tabi onlar Kuran’dan bunu kaldıramazlar, kimse kaldıramaz ama onlar bu ayetin okunmasını ve bu anlamda yorum yapılmasını istemiyorlar.
Diyalogun amacı huzur ve barıştır. Ama bu süreçte savaşların artışı dikkat çekicidir. Sizce bunda diyalogun etkisi var mıdır?
Bunu ben de hep söylüyorum. Diyalog madem huzur, barış, mutluluk ve savaşa son ise bu söyleme ters orantılı olarak İslam Dünyası için de terörizm, kavga, savaşların artması neden? Demek ki yapılan dinler arası diyalogun bu anlamda bir önemi yok. Dinler arası diyalog toplantılarının konularına bir bakın. Hangisinde İran-Irak Savaşı, Bosna Savaşı, Azerbaycan, Kafkas, Keşmir Savaşı ve ya Filistin-İsrail Savaşı konu alındı? Hiçbirinde. Öyküsel gerekçeler bunlar. Zaten savaşlar dinler yüzünden değil, belki dinlerin yanlış anlaşılmasından olabilir. Ama genellikle bugün de olduğu gibi ekonomik nedenler ve sermaye dolaşımı sağlanması için yapılıyor. Churchill bundan bir yüz yıl önce “ Bir damla petrol, bir varil kandan daha değerlidir.” demişti. Şimdi de yapılan budur, bu felsefe hakimdir. Onun için Müslümanları ittifak, diyalog, AB diye oyalayıp duruyorlar. Bana göre maalesef Müslümanların aklı başında değil. Başka yol olur mu diyorlar. Evet, düşünebiliyorsan olur, düşünemiyorsan başka çıkar yol yoktur. Çıkar yol İslam’da, İslam’ı iyi anlamakta, dünyanın nereye gittiğini görebilmektedir. Bugün Türkiye’nin haline bakın, anne, kız, baba birbirini öldürüyor. Bunu yapanlar Müslüman, yazık. Terör bizim ruhumuza, beynimize işlemiş; cahillik terörü, İslam’ı yanlış anlama, yorumlama, kullanma terörü. Ve bu da sonunda kanlı terörlere yol açıyor. Onun için aklımızı başımıza alıp diyalogu önce kendi aramızda yapmamız lazım. Müslümanlar arasında diyalog var mı ki? Hepsi ayrı bir telden çalıyor. Birbirlerini Müslüman kabul etmiyorlar. Ondan sonra da Allah2ın hak kabul etmediği dinlerle diyalog yapıyorlar. Ben yapmasınlar demiyorum, ama bunun bir usulü, yöntemi, sınırı olması lazım. Bunu yapmadıkça kurtuluş olmaz. Bazı diyalogcular bugün geniş sermayeye sahip. Acaba amaç İslam mı, sermaye büyütmek mi? Bunları sorgulamak lazım. Sermaye ortaklığına gidiliyorsa maalesef ister istemez din ortaklığına da gidilir. Paranın rengi yoktur diye duyuyoruz. Paranın rengini geçelim dini bile vardır. Allah diyor ya kalpleri görmez diye, görmek istemeyince göremezsin. 2010 yılında İstanbul Dünya Kültür Başkentliğine soyunuyor. Fark etmez zaten, dünya tek elden yürütüldükten sonra ve biz buna teslim olduktan sonra başkent orası olmuş burası olmuş önemli değil. Sen mi yöneteceksin, yönetimi mi başkasına teslim edeceksin mesele bu.
Ülkelerin şu andaki konumlarını göz önünde bulundurursak sizce her ülke hak ettiği yerde mi?
Tabi herkes hak ettiği yerde. Biz sahip olduğumuz değerleri hak ettiği şekilde anlayıp yaşamadığımız, uygulamadığımız için bu böyle olur. Allah ne diyor; “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz.”. Biz İslam’ın değerlerini yaşamıyoruz veya göz ardı ediyoruz. Böyle bir değere sahibiz. Onu hakkıyla yaşamayınca bize biçilen yaşam tarzını yaşamak zorunda kalıyoruz. Biz derken sadece Türkiye’yi kastetmiyorum, İslam dünyasını kastediyorum. Ne oldu? Bir dakika dendi, ama bugün İsrail hala öldürüyor. Sadece siyaset için söylemiyorum bunu, bugün ne gazeteler ne televizyonlar İsrail’in Filistinlilerle olan kavgasını yansıtmıyorlar. Eskiden az çok gösteri vardı sokaklarda, ama şimdi o da yok, unutuldu. Ondan sonra da Türkiye’nin güneyi İsraillilere mayın temizlemek için 40-49 yıllığına verilmek isteniyor. Verilir verilmez onu bilemem, haddim değil onu söylemek. Eğer Türkiye bugün kendi mayınlarını temizleyemiyorsa Türkiye’nin işi bitmiştir. Yüksek binalar yapmak, şatafatlı elbiseler giymek, uzun kısa kravatlar takmak, bunlar gelişmişliğin, ilerinin ölçüsü değil. İlerlemenin ölçüsü medeniyetin, siyaset, iktisat, bilim ve teknoloji konusunda ne kadar söz sahibi olmasıyla ölçülüyor. Bu kadar üniversite var, bilimde gelişiyoruz diyorlar, hepsi yalan. Bir mayın temizlemeye gücümüz yetmiyor anlamında söylemiyorum. Ama bunu yaptırmak istemeyecekler diye düşünüyorum. Türkiye Atatürk zamanında Osmanlı zamanından kalan Düyun-u Umumiye’den, o kadar borçtan sonra Kurtuluş Savaşlarından sonra millette para kalmamasına rağmen Atatürk 1925’de Tayyare Cemiyeti’ni kurduruyor, 1926’da Kayseri’de bir Alman şirketiyle uçak fabrikası açıyor, ve burada uçak üretiliyor. Bu uçaklardan yurtdışına da ihraç ediliyor. Ama sonra kapatılıyor. Atatürk sadece uçak fabrikası değil birçok müessese kuruyor. O zamanki toplum bugünkünden daha fazla zaruret içindeydi. Ama bu kadar iş yapıldı. Peki şimdi ne oldu? Bunların hepsi satıldı, özelleştirildi. Çoğu da yabancılara verildi. Atatürk hastalanmasaydı 1932’de ikinci uçak fabrikasını Atatürk Orman Çiftliği’ni Türk Traktör Fabrikasının yakınlarına yaptıracaktı. Ne yapayım diye düşünürsen yapılacak çok iş var. Ama bir şey yapamam, yapılacak bir şey yok dersen de yapılacak iş yok, bazılarının arkasından gideyim dersen de böyle olur.
Sayın Hocam, bu güzel söyleşi için size şahsım ve Medeniyet Mektebi adına teşekkürlerimi sunuyorum.
Ben teşekkür ederim.

ASLOLAN PAYLAŞMAKTIR

Özgür Suriye Ordusu özgür mü?, Marx Nasıl Devrimci Oldu?, 
Bir Hamdi Tanpınar mektubu, 
Grup Abdal türküleri, 
Debka Fantasia Kayıtları,​
Polonya Müzikleri, 
Ece Ayhan Sözleri, 
Taylan Yıldız ve Albümü Reçhê cafrande.o​rg'ta

Aslolan Paylaşmaktır Lütfen Aşağıdaki Linke Tıklayın


Konu başlıkları
Reşid Ali: “Özgür Suriye Ordusu ‘özgür’ ise iradesini Amerika’ya, İsrail’e nasıl teslim eder?
Her Yolu Münzevi Bir Geçide Çeviren Sokak Çalgıcıları; Koptu Kervan ve Şarkıları
A. Hamdi Tanpınar: İnsan kendisini ancak hayatının küçük meselelerinden sıyrıldığı zaman bulabilir
“Bizi en çok utandıracak şey, kendimiz olmamaktır” Özgürlük ve Kendiliğindenlik – Erich Fromm
Kanadalı Müzisyen, Şair, Yazar Leonard Cohen ve Sevilen Şarkıları ve Performans Kayıtları
“Gelecek her zamankinden daha bulutlu” Sallantıdaki Türkiye – Morton Abramowitz
Sema Kaygusuz: ‘Benim cenazemi cemevinden Alevi esaslarına göre kadınlar kaldırsın’
Ortadoğu Müziği Üzerine Değişik Denemeler: Grup Debka Fantasia ve Canlı Performans Kayıtları
“Diğer Benler Nerelerde? Bilemiyorum” Tezer Özlü’de Benlik/Kendi(M)lik Algısının İzleri
Erdoğan, Hem Kürtleri Hem de Mhp’lileri Memnun Edecek… – Ahmet Nesin
Barok Besteleri, Polonya Müzikleri | Eski müziklere yeni yorumlar; Altri Stromenti, ‘Uccellini’ Albümü
Ece Ayhan’dan Seçilmiş Sözler: “Sevdiklerimizi tekmelemeye anne karnında başlarız”
Marx Nasıl -Filozof Değil de Dünyayı Değiştirmeye Çalışan Bir- Devrimci Oldu? / Erkin Özalp
Taylan Yıldız, ilk Albümü “Reçhê”den Zazaca ve Türkçe Şarkılarla Cafrande.org’ta
Sevgi Soysal: Seçimleri yok, seçemiyorlar güzel bir kadını, köpeği razı olurlar kasap kedileri gibi
“Sus! dedim. Gürültü etme! Bizi duyabilirler…” Denizde – Anton Çehov
Grup Abdal, “Ervah-ı Ezelden” ve “Ozanca” albümünden türkülerle cafrande.org’ta
Düşünce Tarihinde Hıristiyan Düşüncesi – Orhan Hançerlioğlu
Eğlence-Mizah: Yargıtaydan “hakkaniyet” bekleyenler N.Ç.’leri unuttu mu? – Akli Denge
447 Şarkılık Halk Müzikleri koleksiyonu (Folk Music collections) cafrande.org’ta

DİNLERARASI DİYALOG VE İÇYÜZÜ


Dinlerarası Diyalog ve iç yüzü

Prof. Dr. Mehmet Bayraktar 


Dinlerarası diyalog, Vatikan"ın 1962 – 1965 yıllar arasında yaptığı II. Vatikan Konsili"inde alınan bir karardır. Bu karara istinaden Vatikan kilisesi dünya dinleri mensuplarıyla diyalog başlatmıştır. Türkiye"deki ilk diyalog faaliyeti 1987 yılında yapılmıştır. Vatikan"ın Türkiye"deki akademisyenler ve bazı cemaatlerle yürüttüğü diyalog faaliyetinin başlamasına CHP eski Genel Sekreteri Kasım Gülek"in aracı olduğu bilinmektedir. 

Gerçekte dinlerarası diyalog denen düşünce ve hareketin ne olduğunun tam olarak anlaşılabilmesi için, bâtınî ve zâhirî bütün yönlerinin ve amaçlarının tam olarak ortaya konması gerekir. Esas konumuz dinlerarası diyalogun doğrudan öne çıkarılmayan ve üzerinde durulmayan üç bâtınî yönünü aydınlatmaktır; ancak önce diyalog ve dinlerarası diyalog kavramları üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Zira dinlerarası diyalogun gizli anlamı ve amacı her şeyden önce bu kavramların kullanımında saklıdır. 

I- Diyalog ve Dinlerarası Diyalog Kavramları 

Bu kavramların anlamlarının ne olduğu bilinmekle birlikte, yukarıda ifade ettiğimiz gerekçe ile konumuza onlarla girmek istiyoruz. 

A- Diyalog 
a) Sözlük Anlamı: Diyalog, bilindiği gibi iki kişinin karşılıklı konuşması ve sohbetidir. Bu anlamıyla diyalog, tek kişinin veya kişinin kendi kendine konuşması anlamına monologun zıddıdır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken şey, diyalog veya monologun iki veya tek kişinin alelade konuşması değildir. Diyalog, bir konu etrafında iki farklı görüşe sahip iki veya daha fazla kişinin konuşmasıdır. Dolayısıyla diyalog, konuşmada tarafların iki veya fazla kişi olmasından ziyade farklı iki görüşün tartışılmasını ifade eder. Buna karşılık monolog, konuşmada tek veya fazla kişinin olmasından ziyade benimsenen tek ve aynı bir görüş üzerinde konuşulmasıdır. Diyalog fikir ayrılığını, monolog fikir birliğini ifade eder. Diyalog fikir ayrılığı üzerinde konuşma olduğu için bir konuda ayrı iki fikri konuşan ister istemez en az iki kişi veya iki taraf olacaktır. Monolog aynı fikir üzerinde tartışma olduğundan, sayıca birden fazla kişi de olsa, tartışma yine monologdur. 

b) Felsefî Anlamı: Felsefî bir kavram olarak diyalogun iki şeklî kullanımı vardır. Birincisi, Eflâtun"un kullanımıdır; ki o, diyalogu felsefî anlamda ilk kullanan filozof kabul edilir. İkincisi Hegel ve Hegelcilerin kullanımıdır, ki Hegel ile diyalog daha geniş kullanım alanıyla Diyalektik adını alır. Şimdi felsefî bir kavram olarak diyalogun bu iki kullanım şeklini kısaca açıklamaya çalışalım. 

1- Eflâtun ve Doğrunun Tespit Yöntemi Olarak Diyalog: Bilindiği gibi Eflâtun"un eserlerinin büyük bir kısmına “Diyalog” adı verilir. Çünkü Eflâtun eserlerinde diyalogu doğrunun tespitini yapmada felsefî bir yöntem olarak kullanmıştır. Eflâtun ele aldığı bir mesele hakkındaki doğru görüşü bir kişinin ağzından ve yanlış görüşü başka bir kişinin ağzından söyletir ve bu iki kişiyi doğru görüşün doğruluğunun ortaya çıkmasına kadar uzun uzadıya tartıştırır. Sonunda doğru görüşü savunan, yanlış görüşü savunanı ikna eder. Böylece ele alınan mesele hakkındaki doğru görüş, ki bu Eflâtun"un kendi görüşüdür, ortaya konur. 

2- Hegel ve Doğrunun Doktrini Olarak Diyalog: Hegel"de diyalog, bir yöntem değil bizzat doktrinin, yani bir konu hakkındaki öğreti veya nazariyenin kendisidir. Hegel"e göre başlangıçta hiçbir felsefî fikir tam doğru veya tam yanlış değildir; o halde bir konu hakkındaki tez ile o tezin karşıtı veya zıddı olan tez birleştirilmelidir. Bundan daha doğru olan sentez doğar. Bilindiği gibi Hegel bunu: Tez, Antitez ve Sentez şeklinde ifade eder.

Ne var ki Hegel"e göre iki zıt fikrin diyalogunun sonucu ortaya çıkan sentez son durak değildir. Sentez, yeni bir tezdir; bu yeni tezin yeni anti-tezi vardır. Bunlar da sentezlenerek yeni bir senteze ulaşılır. Bu tez-antitez-sentez işlemi, sürekli yenilerek devam eder gider ki, buna Hegel diyalektik der. Diyalektik son bulunca tam hakikat kendini gösterecektir. Burada hegelci diyalektik anlayışının teferruatına girmeye gerek yoktur. 


Aslında Hegel"in bu diyalektik anlayışı, Eflâtuncu diyalog anlayışının genelleştirilmiş bir şeklinden ibarettir. Hegelci bu diyalektik anlayışının Batı"da doğruluk, hakikat, bilgi ve din konusunda farklı göreceli, şüpheci ve inkârcı felsefî olan ve olmayan anlayışların ortaya çıkmasına neden olmuştur. 

Hakikatin ve doğruluğun sabit olmadığını savunan tarihselcilik ve hermenötik akımları, hegelci diyalektiğin çağımızdaki şüpheci dünya görüşlerindendir. Matematikçi filozof Edmun Husserl"in haklı olarak septik diye nitelediği bu akımların söyledikleri, W. M. Watt gibi oryantalistlerin teşvikiyle Fazlur Rahman Türkiye"deki ve İslâm dünyasındaki onun takipçileri tarafından Kur"an-ı Kerim"i anlamanın yegane yöntemi olarak kabul edilmiştir.

Hegelci diyalektiğin bilim felsefesi alanındaki yansıması, Th. S. Kuhn gibi filozofların bilimsel nazariyelerin oluşumunu “Paradigma” varsayımıyla izahlarında kendini göstermektedir. Bilim onlara göre sürekli yanlışlanan ve bunun için de sürekli bozulan ve sürekli yeniden oluşan paradigmalarla oluşturulmaktadır. Bilimde esas olan yanlışlamadır derler. Postmodern bilim anlayışı olan bu paradigmacılık, aslında bilimde sürekli sorun olmuş olan Ortaçağ hıristiyanlık tarihini aklama gayretinden öte bir şey değildir. Çünkü hıristiyanlık hurafeleriyle oluşturulan Batı Ortaçağ bilimi sürekli yanlışlanmıştır; bu yüzden de bilindiği gibi sürekli kilise-bilim çatışması yaşanmıştır. Kilise, Galile"yi örneğin daha 1986 yılında affedebilmiştir. 


Burada hakikatin ve doğrunun sürekli değişkenliğini ve göreceliğini iddia eden bu görüşleri tenkid edecek değiliz. Sadece bir örnekle bu akımların ne tarihen ne de hakikat açısından tutarlı olmadıklarını ifade etmekle yetinelim: Arşimed"in bilim paradigması suyun kaldırma gücünün olduğunu keşfettirmişti; aradan yaklaşık 2500 yıl geçmesine rağmen onu yanlışlayan başka bir bilim paradigması henüz oluşturulamamıştır.

Özetleyecek olursak, diyalog Eflâtun"da olduğu gibi felsefî bir yöntemi olarak iki görüşten birisinin doğrulanması, diğerinin yanlışlanmasıdır. Doktrin olarak Hegel ve sonrakilerde olduğu gibi yanlışla doğrunun birbirine karıştırılarak harmanlanmasıdır. 


B- Dinlerarası Diyalog 
Dinlerarası diyalog kavramı, aslında Türkiye"de bu şekliyle kullanımı, Vatikan resmi dokümanları açısından doğru bir kullanım değildir. Doğrusu, “dinî diyalog” veya “dinîlerarası diyalog” olmalıdır; çünkü Vatikan"ın kullandığı kavram İngilizcesiyle “interreligious dialog”"tur. Dinlerarası diyalog, dinlerin kendilerinin diyalog yapamayacağına göre, zaten anlamsızdır. 

Dinlerarası diyalog adıyla yürütülen faaliyet için kullanılan diyalog kavramı, tesadüfen seçilmiş olamayacağına göre, yukarıda kısaca anlattığımız hangi anlamıyla seçilmiştir?

Diyalogun hangi anlamı benimsenerek seçilmiş olursa olsun, neticede diyaloga taraf olanların ortaya atıp tartıştıkları bir mesele olması lazımdır. Taraflar mesele hakkında birbirlerini etkilemeden sadece görüşlerini izhar edip geçiyorlarsa, zaten bu diyalog olmaz. Birinde olmaz diğerinde birbirlerini etkiliyor veya Hegelci anlayışta olduğu gibi farklı görüşlerini sentezliyorlar ise, diyalog mantığına göre zaten bunlardan birisi olması gerekir, kim doğru veya kim yanlış olacaktır? Örneğin İslâm hıristiyan diyalogunu düşündüğümüzde, bir yanda İslâm ve müslümanlar, diğer yanda hıristiyanlık ve hıristiyanlar vardır; sonuçta hangi konu tartışılırsa tartışılsın, madem diyalog mantığı taraflardan birisinin kazançlı diğerinin zararlı çıkmasını öngördüğüne göre taviz veren kim oluyor? Diyelim bazen bir taraf, bazen diğer taraf. Bu durumda taraftarların, doğrulanıp yanlışlanabilen kabul ettikleri inançlarına, dinî inanışlarına iman etmelerinin anlamı ne olabilir? Bu durumu örtbas etmek için özellikle hıristiyanlar biz kelâmî/teolojik ihtilaflı konularda değil, İslâm"daki ve Hıristiyanlık"taki veya genel olarak dinlerdeki ortak ahlâkî ve manevî değerler üzerinde diyalog yapıyoruz diyorlar. Böyle olduğunu kabul etsek dahi, bu diyalog olmaz monolog olur. Kaldı ki hangi konuyu tartışırsanız tartışınız bunun doğrudan veya dolaylı olarak kelâmî konularla ilgisi vardır. 


Öte yandan yaklaşık 30 yılı aşkın fiilî diyalog geçmişinin bugün geldiği noktayı değerlendirdiğimizde, tam aksi bir durumla karşı karşıyayız. Diyalogcu müslüman kesimin söylemlerine, yazıp-çizdiklerine baktığımızda İslâm"ı diğer bütün dinlerden ayıran en temel akide Tevhid"i bile neredeyse Teslis"in vaftiz suyuyla sulandırma aşamasına geldiğini görüyoruz. Konuyla ilgili diyalogcu müslümanların geldikleri noktayı ve verdikleri tavizleri başka bir yazının konusu yapacağımızdan burada daha fazla bir şey söylemek istemiyoruz. Bu açıdan baktığımızda yapılan gerçek anlamıyla kuşkusuz diyalogdur. O halde bu faaliyetler için seçilen diyalog kelimesi tesadüfen değildir.

Bu arada dinlerarası diyalog kavramıyla ilgili başka bir konuya da işaret etmede fayda vardır. Türkiye"de dinlerarası diyalog olarak bilinen bu kavramın, Vatikan"ın resmî kullanımı ile tam böyle değildir. Vatikan"ın kullanımı, Dinîler veya Dindarlararası Diyalog"tur: “Interreligious Dialogue”. Aslında bu Vatikan kullanımı birçok açıdan daha doğrudur. Her şeyden önce dinleri diyaloga sokan din mensuplarıdır; dinlerin kendisi değildir. İkinci ve daha önemli bir neden, kavramı böyle kullanmakla hıristiyanlar, her vesileyle söyledikleri ve diyalog sürecinde de zaman zaman ifade ettikleri gibi, insanlığın tek kurtuluş dinin hıristiyanlık olduğunu öne sürdüklerinden hıristiyanlığı hiçbir dinle eş tutmak istememeleridir. 


Konuyla ilgili başka önemli bir noktaya daha işaret etmek gerekir. Bu, dinlerarası diyalogun, Batı"da son dönemlerde artan Doğu dinlerine ve bu arada İslâm"a yönelişlerin önünü kesme gibi psikolojik bir ortam yaratmasıdır. Böyle bir yan etki, baştan düşünülsün veya düşünülmesin sonuçta taraflar dinlerarası diyalog yaparak ortak değerlerini öne çıkaracaklarına göre, bu insanlarda bir dinden diğerine geçmeye gerek yoktur; bütün dinler aynıdır gibi bir psikolojik etki yaratacağı gibi, tam aksine dinlere bağlılığı gevşeterek, bir dinden diğerine geçişi de kolaylaştıracaktır. Tabii bu son durumdan, kim daha çok misyonerlik yapabilirse, o kazançlı çıkacaktır. 

Dinlerarası diyalogun Batı"da halk arasında nasıl bir etki yaptığını bilmiyoruz; fakat Türkiye"de ve diğer İslâm ülkelerinde diyalog sonrası hızlandırılan misyonerlik faaliyetlerine paralel olarak hıristiyanlaştırılanların sayısının artış gösterdiği bir gerçektir. Dolayısıyla dinlerarası diyalogun, İslâm dünyasında İslâm"a bağlılığı gevşeltici ve koparıcı psikolojik bir etki yaptığından söz edilebilir. 

Prof. Dr. Mehmet Bayraktar

II- Diyalogun Üç Yüzü
Dinlerarası diyalog, aşağıda izah etmeye çalışacağımız gibi insanlığı dönüştürmek için yapılmış büyük projenin özel bir projesidir. Bir açıdan bakıldığında dinlerarası diyalogun farklı yüzleri ve amaçları olduğu görülür. Sadece Türkiye"de değil Doğu"da ve Batı"da çoğunluğun bilmediği diyalogun bu farklı yüzlerinden burada üçü üzerinde duracağız.

1- Oryantalizmin Yeni Bir Söylemi Olarak Dinlerarası Diyalog
Bugünkü anlamıyla bir fikir olarak işlenen ve bir faaliyet olarak yürütülmekte olan dinlerarası diyalog, aslında 20. yüzyıl oryantalizminin yeni bir projesidir. Bilindiği gibi oryantalizm veya şarkiyatçılık, kökenleri 10. yüzyıla kadar inen ve bizzat Papa II. Sylvester"ın  girişimiyle kurulmuş olan siyasî ve ilmî bir kurumdur. Oryantalizm, tarihî gelişimi için de sadece Papalığın bir kurumu olarak kalmamış Batı devletlerinin de akademik bir kurumu haline gelmiştir. Oryantalizmin başlangıçtan bugüne kadar ki esas amacı, İslâm dinini ve kültürünü inceleyerek, İslâm ve Müslümanlara karşı dinî ve siyasî olarak savunma oluşturmak ve hatta fırsat buldukça da İslâm"ın varlığına kasdetmeye yönelik bilimsel ve stratejik faaliyetler oluşturmaktır.

Tarihî süreci içerisinde, misyonerlik ve diplomasi ile elele  faaliyet gösteren oryantalizm, edindiği tecrübeler sonucu farklı taktik ve yöntemler geliştirmiştir. Oryantalizm başlangıçtan 17. yüzyıla kadar uzun süre İslâm düşmanlığını açıktan ve aleniyetle yapmıştır. Misyonerlik, diplomasi ve bazı gizli örgütlerle yaptığı işbirliğiyle 18. ve 19. yüzyıllarda emperyalizmi gerçekleştirmiştir. Emperyalizm ile işgal ettikleri müslüman ülkelerde efendiler olarak yaşayan oryantalistler, hatta onlardan bazıları müslüman ismi alarak ve müslüman giysileriyle “Müslümanca” yaşayarak, yeni tecrübeler edinmişlerdir. Bu yeni tecrübe ile oryantalizm, ünlü İngiliz oryantalisti R. Bell"in de dile getirdiği gibi, daha etkili ve başarılı olabilmek için, İslâm karşıtlığını dıştan ve alenen değil içten yapmaya yönelik yöntem ve taktik değişiklikleri yapmanın zaruretini fark etmiştir.
Bu yeni yöntem ve taktik, İslâm dini ve kültüründeki varolan bazı kavramlar ve düşüncelerle kendilerinin yahudi-hıristiyan geleneğindekilerle benzerlik ve yakınlık kurmak olmuştur. Bu açıdan 20. yüzyıl oryantalistleri arasında Yahudi asıllı oryantalist I. Goldziher (1850-1921) ile özellikle hıristiyan oryantalistler M. Asìn Palacios ve Louis Massignon"un çalışmaları ayrı bir önem arz etmektedir.

Burada konumuz açısından oldukça ilginç olması yönüyle kısaca L. Massignon (1883-1963) üzerinde duralım. Hıristiyanlığın İslâm tasavvufuna bir tesiri olduğu iddiasından hareketle, M. Asìn Palacios gibi[1], Massignon da tasavvuf, özellikle de Hallâc"ın fikirleriyle ilgilenmişlerdir. Ona göre Hallâc"ın sadece tasavvuf anlayışı değil, idam edilerek öldürülmesi bile Hz.İsa"nın hayatına ve çarmıha gerilmesine benzemektedir. Kur"an"daki Hz.İsa ve Hz.Meryem anlatımını, hıristiyanlıkla ortak bir zemin oluşturacağına inanan Massignon, yine Kur"an"ın “Ehl-i Kitap” kavramı üzerinde durarak İslâm ile Yahudi-Hıristiyan geleneği arasında sıcak ilişkiler kurulabileceğini ortaya atar. Sonuçta II. Vatikan Konsili"nde alınan resmî dinlerarası diyalog nazarından çok önceleri Massignon, özellikle hıristiyanların Hz.İsa ve Hz.Meryem ile Ehl-i Kitap kavramları etrafında müslümanlarla diyalog yapmaları önerisinde bulunur. İslâm, Hıristiyanlık  ve Yahudiliğin Hz.İbrahim geleneğine bağlı dinler olduğundan hareketle “İbrahimî Dinler” kavramını ortaya atar.
Anlaşılacağı gibi, Massignon bugünkü diyalogculardan önce onların sıkça kullandıkları temel kavramları ve fikirleri oluşturmuştur. Zaten, Papa 4. Paul"a II. Vatikan Konsili esnasında da danışmanlık yapan Massignon, “Dinlerarası Diyalog” kararının Konsil"de resmen karara bağlanmasında etkin rol oynamıştır.

II. Vatikan Konsili öncesi, dinlerarası diyalog fikrinin doğmasına başka açılardan hizmet eden başka kişi ve fikirler de vardı. Yahudi asıllı Fransız vatandaşı müslüman R. Génon ve onu takipçilerinin oluşturdukları “Gelenekselcilik” ve “Dinlerin Aşkın Birliği” fikirleri, başta İslâm, Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi bu üç dinin, ezelî geleneği ve felsefeyi oluşturan ortak zeminleri vardır. Génon"a göre örneğin, hıristiyanlıkta geleneği oluşturan Katoliklik"tir, diğer anlayışlar sapmadır; İslâm"da geleneği tasavvuf temsil eder. Dolayısıyla bu gelenekler zemininde dinler bir birlik oluştururlar. Ayrıca Allah"ın indinde farklı dinler olmayacağından bütün bu dinler “Aşkın” olarak da birdirler; fakat tarihte farklı tecelli etmişlerdir.

Bu kısa açıklamalardan da anlaşılacağı gibi 20. yüzyılın oryantalistleri II. Vatikan Konsili  öncesi oryantalizmin yeni bir projesi olarak dinlerarası diyalog fikrini oluşturmuşlardır. Dolayısıyla dinlerarası diyalogun bir yüzü oryantalizmdir. Meşhur Lawrance ile ortak çalışmalar yapan L. Massignon"un dinlerarası diyalog mimarlarından olarak amacının ne olduğunu Edward Said"in şu cümleleriyle anlatalım: “Massignon özel bir tavrı seçti; İslâm"ı yeniden tanımlayıp, onu bir yandan Avrupa"ya diğer yandan da kendi Katolikliğine karşı savundu. Doğu"nun canlandırılması ve müdafaa edilmesi yolundaki bu mücadele iki şeyin sembolü idi; birincisi kendisi Doğu"nun farklı olduğunu kabul ediyordu. İkincisi, onu (Doğu"ya) istediği şekle sokabileceği ümidiyle giriştiği teşebbüs ve sarfettiği çabalar.”[2]
L. Massignon takipçileri sayılan W.M. Watt, L. Gardet, W.C. Smith gibi diğer oryantalistler, diyalog için alt yapı hazırlanmadan   İslâm-hıristiyan diyalogunun iyi sonuç vermeyeceği kanaatindedirler. Bunun için özellikle Watt, daha önceleri Arthur Jeffery ve Theodor Nöldeke gibi, Kur"an"a tarihselci ve edebî tenkid yöntemlerinin uygulanarak, Kur"an"da sözüm ona anlaşılması mümkün olmayan ayetlerin daha doğru anlaşılabileceğini vurgulayarak, kısaca Kur"an"ın düzeltilmesini istiyor. Watt"ın düzeltilmesini önerdiği ayetlerden birisi, “Allah katında din şüphesiz İslâm"dır” (Mâide: 19) ayetidir[3]. Çünkü onların zihniyetine göre müslümanlar İslâm"a tek gerçek din olarak baktıkları sürece diyalog gerçekleşmeyebilir.

O halde Ed. Said"in de ifade ettiği gibi, tarihi 19. yüzyıla kadar giden dinlerarası diyalog fikriyle oryantalistlerin çabası, İslâm"ı ve müslümanların zihniyetini katolikliğe ve hıristiyan zihniyetine dönüştürmekten ibarettir.

2- Yeni Dünya Düzeni Aracı Olarak Dinlerarası Diyalog
Dinlerarası diyalog fikri ve faaliyeti bu adla 1962-1965 yılları arasında yapılan II. Vatikan konsilinde Papalık tarafından Konsil kararı olarak resmen onaylandığı için, çoğu insan bunu söz konusu tarihte ortaya atılan Papalığın bir projesi olarak görür.  Aslında bu tarihte Vatikan, kendisine biçilen özel rol ve amaçla, Yeni Dünya Düzeni (Novus Ordo Seclorum) denen büyük projeye resmen ortak olmaya ikna edilmiştir.

Yeni Dünya Düzeni"nin ne olduğunu ve kimlerin projesi olduğunu anlatmak elbette çok uzun bir bahistir. Burada sadece 1980"li yılların başından beri gelinen siyasî ortama uygun olarak aldığı isimleri hatırlarsak bu düzenin ne olduğu hakkında az-çok bir fikre sahip olabiliriz: Kürüselleştirme/Küreselleşme (Globalizasyon), Büyük Ortadoğu Projesi, Dünya Organizasyonu, Armegedon, Kaos"tan Düzene (Ordo Ab Chao), Yeni Çağ, Üçüncü Dalga, Medeniyetler Çatışması ve Medeniyetler İttifakı vb. isimler.

Yeni Dünya Düzeni projesi ve düşlemesi, bu isimle aslında 16. yüzyılın başlarına kadar geri götürülebilir. 14 Temmuz 1556 günü İngiltere Başbakanı Disraeli, Avam Kamarası"nda şu hitapta bulunuyordu:
“Bu Kamara"dan nadiren bahsettiğimiz bir güç var. ... Gizli cemiyetlerden bahsediyorum... İnkâr etmek yersiz, çünkü Avrupa"nın büyük bir kısmının... bu gizli cemiyetlerin  şebeke ağı ile örüldüğünü örtbas etmek imkânsız. ... Peki amaçları ne? Hiçbir şeyi saklamaya çalışmıyorlar. Anayasal bir hükümet istemiyorlar. ... Dinî kuruluşlara bir son vermek istiyorlar. Bazıları daha da ileri gidebilir...”[4]

Özellikle II. Dünya Savaşı arefesinde etkin hale gelen Yeni Dünya Düzeni projesi, Avrupalıları birbirine kırdırtmıştı. Yine bir İngiliz Başbakanı W. Churchill, olayın faillerini araştırırken, “grubun kökenlerinin Spartacus"a dayanabileceğini yazmıştı. Elbette, 1 Mayıs 1776"da Avrupa"da Illuminati Tarikatını kuran Cizvit profesör Adam Weishaput"tan bahsediyordu.”[5] Bu cümlelerini alıntıladığım Texe, Illuminati"nin köklerini çok daha ileriye götürerek, Tapınak Şövalyelerine ve Jacques de Molay olayına bağlamaktadır[6].
Netice şu ki Yeni Dünya Düzeni bugün Amerika Birleşik Devletleri"nde şekillenmekte ve oradan idare edilmekte olduğunu, Senatör Robert F. Kennedy"nin şu cümleleri özetlemektedir: “Her birimiz eninde sonunda Yeni Dünya Düzeni"nin kurulmasına ne kadar katkıda bulunduğumuzdan sorgulanacağız.”[7]

Dünya Düzeni"nin kimler tarafından kurgulandığına böylece işaret ettikten sonra, bu düzen neler içeriyor ve amacı nedir sorusuna, bu düzenin önde gelen teorisyenlerinden Alder Vera Stanley"nin cümleleri cevap vermektedir:
“Bütün yaratılışın ardında bir plan var. Evrimin şu anda ilerlediği hedef Dünya Birliği. Dünya Planı şunları içeriyor: Dünya Örgütü... Dünya Ekonomisi... Dünya Dini...”[8]
Dünya dini, hangi dindir? Bu, C.W. Smith"in ifadesiyle: “Tanrı"nın planı bütün ırkları, dinleri ve felsefeleri birleştirmeye vakfetmiştir. ... mezheplere ayrılmamış ve Büyük Işık diye bilinen ve zaten var olan yeni bir din.”[9] Toffler ise bu yeni dini şöyle tanımlar: “Üçüncü Dalga: ... kültürleri, değerleri ve ahlâk anlayışlarını birleştirir. ... Bundan böyle farklı dinî inançlar olmayacaktır.”[10]

Yahudi asıllı Amerikalı senatör Al Gore söz konusu oluşturulmak istenen yeni din ve tanrının ne olduğunu şöyle ifade eder: “Doğa her şeyiyle Tanrı"dır. ... İnsanlığın kaderi, gelecekte yeni bir dinin ortaya çıkmasına bağlı. Böyle bir dinle güçlenerek, dünyayı yeniden kutsama imkânına sahip olabiliriz.”[11] Bu Yeni Dünya Düzeni için düşlenen başkenti Texe Marrs şöyle açıklıyor: “Dünyayı gizliden gizliye idare eden, ama 2000 yılı itibari ile  tüm dünyanın hakimiyetini ele geçirmek isteyen belli başlı hanedanları ve aileleri inceleyerek, bu kötü ruhlu grubun geleceğimize yönelik genel düşüncelerini kavramaya başladık. İç Çember"in adamları, başkenti Kudüs olacak şekilde bir Dünya Hükümeti, hatta Dünya İmparatorluğu kurmak için çalışıyorlar. Siyonizmi yüceltiyor, Yahudilerin Büyük Tapınağını yeniden inşa etmeyi ama aslında bunları yaparken, ne Tevrat"ı, ne Musa"nın Şeriatı"nı, ne de Mesih İsa"yı şereflendiriyorlar. İnsanlığı, küresel hakimiyet hedefinin önünde engel teşkil eden faydasız yiyiciler olarak görüyorlar.”[12]
O halde Yeni Dünya Düzeni"nin mimarlarının kim olduğu ve amaçlarının ne olduğu az çok anlaşıldı sanırım. Amaçları dünyayı sadece parasal açıdan değil din açısından da yönetmektir. Dinden anladıkları yukarıda da işaret edildiği gibi insanın Tanrı"nın yerine hakim kılındığı bir din anlayışıdır. Kısaca Yeni Dünya Düzeni, modern bir Firavunculuktur ki, zaten bu düzenin mimarlarının çok çeşitli kuruluşlarının sembol ve ritüelleri Firavunların sembol ve ritüelleridir. Evrensel Işık, Piramit, Pergel ve Gönye gibi. Firavun sözcüğünün anlamı da zaten “Ulu mimar” veya “Usta” demektir.

Tarihte görüldüğü gibi Yeni Dünya Düzencileri, sürekli dinleri kendi din anlayışlarına dönüştürmek ve bu yolla insanları ve toplumları kendi hakimiyetleri altına alabilmek için başta yahudilik ve hıristiyanlık kurumları ve din adamlarıyla sıkı ilişkiler kurmuşlardır. Dean Grace"in şu cümleleri bunu ortaya koymaktadır.

“... Marksist, Sosyalist, Komünist, Siyonist, Mason ve Enternasyonalist benzeri değişik isimler altında saklanırlar. Londra, Berlin, Roma, New York gibi yerlerde yaşarlar. Birleşmiş Milletler"i, Wall Street"i ve Washington DC"yi idare ederler. Silah sanayine maddî kaynak sağlar, isimsiz asker benzeri anıt mezarların dikilmesine yardımcı olurlar... Üyelik nesilden nesle, İngiltere ve Avrupa"nın soylu ailelerinden, uluslararası finans piyasalarını yöneten saraylardan, Dünya Yahudiliği ile Roma Katoliklik hiyerarşisinden geçer.”[13]

Yeni Dünya Düzencilerinin yahudiler ve hıristiyanlarla doğrudan ilişkileri olduğunu gösteren bu ifadelerden sonra, merkezî görevini Vatikan"ın üstlendiği bugünkü dinlerarası diyalog onların bir projesi midir? diye daha açık bir şekilde sormak gerekir.
Din her zaman her toplumda çok önemli bir dönüştürme aracı ve toplumları idare etme gücünün kaynağı olmuştur. Din çoğunluğun dini olduğunda toplumu dönüştürür; azınlığın dini olduğunda toplum dini dönüştürür. Birincisine İslâm örnek teşkil eder; daha ilk günlerinden itibaren etkin ve çoğunluk dini haline gelen İslâm, toplumları değiştirmiştir. İkincisine örnek hıristiyanlıktır; yaklaşık üç asır çoğunluğun ve idareciler sınıfının dini olamayan hıristiyanlık ortama uyum sağlamak amacıyla teologları ve cemaatleri tarafından dönüştürülmüştür. Bu mesele konumuz dışı olduğundan teferruata girmeyeceğiz. Dinin bu öneminden dolayı, Yeni Dünya Düzencileri 21. yüzyılın eşiğinde, tarihî süreçte gelinen aşamalar ve kazanımların oluşturulmakta olan, Al Gore"un yukarıda aktarılan sözlerinde de ifade edildiği Evrensel Dünya Dininin gerçekleştirilmesine hız vermesi, hatta buna en büyük engel olabilecek İslâm"ın ve müslümanların da artık sıkı bir kontrole alınması inancıyla bütün dinleri tek merkezden sistematik idare etmenin daha sağlam vasıtası olarak dinlerarası diyalog fikrini geliştirdiler ve bunu da II. Vatikan Konsilini fırsat olarak değerlendirip konum itibariyle en şanslı kurum olan Papalığa yüklemişlerdir. Bunun böyle olduğunu söz konusu Konsilin hazırlık safhası aşamasında ve Konsil sonrası faaliyetlerden açıkça anlıyoruz. Şimdi de kısaca bu noktalar üzerinde duralım.

Her ne kadar bazı kimseler II. Vatikan Konsili toplantısının esas yapılış amacının dinlerarası diyalogu kurumsal hale getirmek olduğu fikrinde iseler de, belki bu biraz abartılı karşılanabilir. Fakat gerçek şu ki bu Konsilden çıkan ve hızlı bir şekilde uygulamaya konan sonuçlardan en önemlisi dinlerarası diyalog olmuştur.
1869-1870 yıllarında yapılan I. Vatikan Konsili"nden sonra, hıristiyanlık dünyasında ortaya çıkan çeşitli teolojik meseleler, kilise idaresi ve iç hukuku ile ilgili konular, ortaya çıkan toplumsal ve ahlâkî sorunlar karşısındaki Vatikan"ın tavrının belirlenmesine yönelik yeni bir konsilin icrasına ihtiyaç olduğu, 1958 yılında Papa seçilen 23. John tarafından dile getirilmiştir. O, bu fikrini 25 Ocak 1959 tarihinde kardinallere açtıktan sonra, Konsilin hazırlık safhası başlamıştır[14].

--------------------------------

[1] Bu açıdan M.A. Palacios, “Hıristiyanlaştırılmış İslâm” anlamına gelen Islam Cristianizado (Madrid, 1931) adlı eserinde Muhyiddin İbn"ül-Arabî"nin fikirlerinde hıristiyanlık tesirlerini araştırır. Var veya yok; fakat yazarın eserinin başlığı tam bir oryantalizm mantığını ve zihniyetini yansıtmaktadır; İbn"ül-Arabî"de iddia edildiği gibi eğer bir hıristiyanlık tesiri varsa eserin başlığında “İslâm” kelimesinin yeri nedir? İslâm ayrı, müslümanlık olarak İbn"ül-Arabî ayrı olması gerekir. Oryantalizmin bu yanlış tutumu maalesef biz müslümanlara da geçmiştir.
[2] Said (Ed.): Oryantalizm, çev. S. Ayaz, 3. baskı, İstanbul, 1991, s. 423.
[3] Watt (W.M.): “Western Approach to the Understanding of the Qur"an”, Uluslararası Birinci İslâm Araştırmaları Sempozyumu, İzmir, 1985, s. 25-30.
[4] Webster (Nesta): Secret Societies and Subversive Movements, London, 1924, s. 71.
[5] Marrs (Texe): Illuminati, Entrika Çemberi, çev. A. Çimen ve P. Demir, İstanbul, Timaş Yayınları, 2002.
[6] A.g.y.: A.g.e., s. 243.
[7] R.F. Kennedy"nin cümlesi için bkz. A.g.y.: A.g.e., s. 153.
[8] Stanley (A.V.): When Humanity Comes of Age, New York, 1974, s. 190-193.
[9] Smith (C.W.): “God"s Plan for America”, The New Age Dergisi, Eylül, 1950.
[10] Toffler (H. ve A.): Creating A New Civilization, Atlanta, Turner Publishing, 1995, s. 84.
[11] Gore (A.): Earth in the Balance, New York, 1991, s. 263-265.
[12] Marrs (T.): A.g.e., s. 79.
[13] Dean Grace: A Little Masonic History Book: The One Dollar Bill, Aralık 1984; bu kaynaktan Texte Marrs"ın atıfları yoluyla faydalandık. Bkz. A.g.y.: A.g.e., s. 54.
[14] Güngör (A.İ.): Vatikan, Misyon ve Diyalog, 2. baskı, Ankara, Alperen Yayınları, 2002, s. 73, 86.


Prof. Dr. Mehmet Bayraktar

Papalığın II. Vatikan Konsili hazırlığı gündeme gelir gelmez, söz konusu konsilin yapılması fikrini atan Papa 23. John"un kendisi konsilde yahudilerle hıristiyanların yakınlaşmasını sağlayacak meselelerin de ele alınmasını istemiştir. “Hıristiyan Birliği Sekreteryası”nı 18 Eylül 1960"da kurdurtmuş ve başına yahudi asıllı Kardinal Augustine Bea"yı getirmiş ve onu hıristiyan-yahudi yaklaşımını sağlayacak bildiri ve projenin hazırlanması için görevlendirmiştir. Yahudi asıllı Fransız tarihçi Jules Isaac bir heyetle 13 Haziran 1960 günü Papa 23. John"u ziyaret etmiş ve isteklerini bir rapor halinde kendisine sunmuştur. Aynı yılın Ekim ayında Alman yahudilerinden bir heyet yine aynı Papa"yı ziyaret etmişlerdir. A.B.D. New Jersey"de bulunan Yahudi-Hıristiyan Araştırmaları Enstitüsü ile Hollanda"daki “Apeldoorn Çalışma Grubu” konuyla ilgili ayrı ayrı hazırladıkları raporları söz konusu Papa"ya göndermişlerdir. Kardinal Augustine Bea, bu raporların ve ziyaretlerin talepleri doğrultusunda ilk taslak planını 1961 yılında hazırlayarak, bunu 1962 yılında Konsil"de müzakere edilmek üzere Merkezî Komisyon"a havale etmiştir. Söz konusu taslak plan büyük tartışmalara neden olmuştur. Neticede plan geri çekilmiştir.

Papa 23. John"un 3 Temmuz 1963 günü ölümü üzerine yerine geçen Papa 6. Paul, yahudi meselesi üzerinde pek fazla durmak istememiştir; fakat baskılar nedeniyle 17 Mayıs 1964"te kurduğu “Hıristiyan Olmayan Dinler Sekreteryası” başkanı olarak atadığı kardinal Paula Marella"dan yahudilerle ilgili yeni bir taslak metin hazırlamasını istemiştir. Ancak bu metin de kilise içerisinde büyük tartışmalara neden olmuştur. Bazı kardinaller bu yeni taslak metninin iptal edilmesi yönünde fikir beyan etmişler.

Bütün bu tartışmalara son vermek için Papa 6. Paul, sadece yahudiler ile değil bütün dinlerle diyalog yapılmasını önerdiği 6 Ağustos 1964"te “Ecclesian Suam” isimli bir genelge ilan etmiştir. Yahudilerle ilgili bir önceki taslak metin yeniden gözden geçirilerek son haliyle Yahudilik ile birlikte İslâm, Hinduizm ve Budizm gibi diğer dinlerle de diyalog yapılmasının gereği anlatılan bir deklerasyon, Nostra Aetate adıyla 14 Ekim 1965 yılında 250 çekimser oya karşılık 1763 olumlu oyla kabul edilmiştir.

Nostra Aetate"nin son şekliyle çıkması, bazı yetkililerce Papa 6. Paul"un Yahudilerin veya Arap dünyasının baskılarına teslim olması şeklinde yorumlanarak, kuşkuyla karşılanmıştır. Xavier Rynne, Papa ile ilgili şüphelerini şöyle ifade etmiştir: “Değiştirilip kıymeti bozulan bu metni Papa 6. Paul"un desteklemesi belki de onun tek ve en büyük hatasıydı. Bu olay onun niyeti hakkındaki şüphelerin artmasına sebep olmuştur.”[1]

Anlaşılacağı gibi II. Vatikan Konsili esnasında ve sonunda bazı hıristiyan otoriteler, dinlerarası diyalog ile ilgili kararların alınmasında Vatikan dışı çevrelerin gizli elleri olduğu hakkında şüpheleri olmuştur.

II. Vatikan Konsili sonrası gelişmeler ve girişilen diyalog faaliyetleriyle ilgili vurgulanması gereken ve konumuz açısından önemli bazı hususlar da vardır. Bunlar, Dünya Kiliseler Konseyi ve Milli Kiliseler Konseyi gibi Yeni Dünya Düzeni kuruluşlarının maddî desteğine sahip[2] bazı hıristiyan kuruluşlarının II. Vatikan Konsili"nde müşahit üye sıfatıyla bulunmaları yanında, diyalog toplantılarının Vatikan yetkilileriyle birlikte tertipçileri olarak da faaliyette bulunmalarıdır. 1973 yılında Hıristiyan Olmayanlar Sekreteryası başkanı olan kardinal Pignedoli Dünya Kiliseler Konseyi"ne bağlı “Yaşayan İnançlar ve İdeolojiler Diyalog” kurumundan kendi faaliyetlerine katılma daveti almıştır ve Sekreteri P. Rossano, onların bütün toplantılarına katılmıştır. İslâm-Hıristiyan dinlerarası diyalog toplantılarının birçoğunu tek başına veya Vatikan ile birlikte Dünya Kiliseler Konseyi tertip etmiştir. 12-18 Temmuz 1972 Brounsana-Lübnan ve 26-30 Haziran Cenevre-Chambesy gibi önemli büyük diyalog toplantıları bunlardan bazılarıdır.
Diğer yandan Yeni Dünya Düzencileri, kutsal kitapları da birleştirme girişimini yaparak, insanlığı dönüştürmek istemektedirler. İngiliz Kraliçesinin eşi Prens Philip, Garter Düzeni başkanıdır ve aynı zamanda Birleşmiş Milletler Kutsal Yazın Mütevellisi başkanıdır; bu sıfatıyla “söz konusu mütevelli, dünyadaki tüm İncilleri, Kitab-ı Mukaddesleri ve kutsal kitapları tek bir merkezde toplamak için hazırlanan gizemli bir projeyi yönetiyor. Amacı ise, tüm insanlık için ortak ahlâk ve dinî yaşam kuralları oluşturacak, Tek Bir Dünya İncili geliştirmek.”[3] Bu doğru ise, ister istemez insanın aklına, geçtiğimiz sene Arapça ve İngilizce olarak bastırılan ve Irak"ta dağıtılan “el-Furkânu"l-Hakk” adlı sözde yeni vahiy kitabını aynı mütevellinin yazdırtıp yazdırtmadığı sorusu akla gelmektedir. Filistin kökenli Amerikalı Rahib Anis Shorrosh"un yazdığı sanılan bu kitap, Kur"an"ı tahrif için yazılmıştır. Birçok Kur"an ayeti, İncil sözleriyle birleştirilerek İncil ile Kur"an"ın aynı şeyleri söyledikleri fikri işlenmek istenmiştir.

O halde yukarıda da izah etmeye çalıştığımız gibi dinlerarası diyalog fikri oryantalizmin eseridir; fakat onu, dinler yoluyla insanlığı Yeni Dünya Düzeni"ne doğru dönüştürmek için uygulamaya koyanlar veya koydurtanlar Yeni Dünya Düzencileridir.

3- Misyonerlik Olarak Dinlerarası Diyalog
Dinlerarası diyalogun gizli üçüncü yüzü şüphe götürmez bir biçimde yeni bir misyonerliktir; zira aşağıda göreceğimiz gibi II. Vatikan konsilinin resmî kavramları bunu böyle tanımlamaktadır.

Oryantalizmin, yukarıda kısaca anlatmaya çalıştığımız şekilde son iki yüzyıldan İslâm"ı içten fethetme projesinin bugünkü son aşaması olan dinlerarası diyalogu, kendi emelleri doğrultusunda kullanmak isteyen Yeni Dünya Düzencileri, yine anlattığımız gibi II. Vatikan Konsili"ni fırsat bilerek bunun yürütülmesini Papalığa havale etmişlerdir.  Papalık da kendi hesabına  bunu sahiplenmiştir; çünkü İslâm dünyasında üzerinde asırlar öncesine varan misyonerlik faaliyetlerinden istediği başarıyı elde edememişti; Oryantalizmin bilimsel ve akademik, Yeni Dünya Düzencilerinin malî ve siyasî destekli bu dinlerarası diyalog papalık için bulunmaz bir imkândı.

Dinlerarası diyalogcular, bunlar ister müslüman kesimden olsun ister hıristiyan kesimden olsun, diyalogla ilgili olarak sürekli, özel olarak Konsil"in 4. oturumunda kabul edilen ve Papa 4. Paul"un onayıyla 28 Ekim 1965 tarihinde ilan edilen “Nostra Aetate” kararına ve genel olarak 1964 tarihli “Lumen Gentium” kararına atıfta bulunurlar. Bu kararlarda hıristiyan olmayan din salikleri ve bu arada müslümanlarla diyalog yapılmasının gereği dinlere saygı ve dinlerdeki ortak değerler olarak ortaya konuyor. Müslümanlarla diyalog yapılmasının gereği Nostra Aetate"de şöyle açıklarlar:

“Katolik Kilisesi, müslümanlara da büyük bir saygıyla bakar. Onlar tek, diri, mevcut, bağışlayıcı ve Kadir-i Mutlak, Cennet"in ve yeryüzünün yaratıcısı, insanlara seslenmiş olan Tanrı"ya taparlar. Onlar, kendi inançları ile İbrahim"in kendi inancı ile kendisini Tanrı"nın planına adaması arasında bağ kurarak Tanrı"nın gizli emirlerine samimiyetle boyun eğmeye çalışırlar. Her ne kadar onlar İsa"yı Tanrı kabul etmeseler de, O"nu bir peygamber olarak yüceltirler; O"nun bakire annesine de hürmet ederler...”[4]

Alıntı yaptığımız pasajda da ifade edildiği gibi, yukarıda isimlerini zikrettiğimiz iki kararda İslâm-Hıristiyan dinlerarası diyalog anlayışı tamamen hıristiyanların İslâm ve Hıristiyanlık arasındaki gördükleri benzerliklere dayandırılmakla birlikte, bu iki kararda diyalogun gerçek amacı zikredilmediği için, diyalogcular sıkça duyduğumuz insanlararası hoşgörü, dünya barışına katkı, medeniyetler ittifakı gibi çok güzel slogan vari sözde ülküsel ifadelerle diyalogun amacını ortaya koymaya çalışmaktadırlar.
Ancak, II. Vatikan Konsili Papalığın kendi açısından dinlerarası diyalogun amacını belirlediği “Ad Gentes” kararına diyalogcular hiç atıfta bulunmazlar. Konsilin 1965 yılındaki dördüncü son oturumunda Kilise"nin misyonerlik faaliyetleri hakkındaki Ad Gentes kararlarında dinlerarası diyalogun amacını aşağıdaki cümlelerle açıkça misyonerlik olarak tanımlamaktadır:

“İkinci bölüm, misyonerlik çalışmasıyla ilgilidir (10-18). Bir taraftan hıristiyan şehadetini, diyalog aracılığıyla (11) ve sadaka (charity) sunumuyla (12) ve diğer taraftan İncil"in öğretilmesiyle Tanrı"nın halkını toplayan hıristiyanlaştırmayı (evangelisation) sentezler (13-14). Zaten misyonerlik faaliyeti olan birincisi, tabii olarak ikincisine götürür.”[5]
Aynı şey II. Vatikan Konsilinden sonra çeşitli vesile ve nedenlerle bazı Vatikan yetkililerince de ifade edilmiştir. Örneğin 1973 yılında Hıristiyan Olmayanlar Sekreteryası"nın sekreterliğine atanan Pietro Rossano: “Diyalogtan söz ettiğimizde bu faaliyeti Kilise şartları çerçevesinde misyoner ve İncil"i öğreten bir cemaat olarak yapmakta olduğumuz açıktır. Kilise"nin  bütün faaliyetleri, üzerinde taşıdığı şeyleri yani Mesih"in sevgisini ve Mesih"in sözlerini aktarmaya yöneliktir. Bu sebeple diyalog, Kilise"nin İncil"i yayma amaçlı misyonun çerçevesi içinde yer alır.”[6] diyerek aynı şekilde açık bir dille diyalogun, misyonerlik olduğunu ortaya koymaktadır.

Nitekim en yetkili ağız olan ve dinlerarası diyalog kararının uygulayıcısı Papa II. John Paul  daha da açık bir biçimde dinlerarası diyalogun misyonerlik olduğunu 1991 yılında yayınladığı “Redemptoris Missio” adlı genelgede aynen şöyle ifade etmiştir:
“Dinlerarası diyalog, Kilise"nin bütün insanları Kilise"ye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır. ... esasen misyonla ve misyonun şekilleriyle diyalog arasında özel bir bağ vardır. Bu misyon aslında Mesih"i ve İncil"i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir. ... Diyalog Tanrı"nın Krallığına doğru bir yoldur ve bunun süresini ve mevsimini sadece Baba bilse de, mutlaka sonuç verecektir.”[7]

Bu açıklamalardan dinlerarası diyalogun gerçek amacının misyonerlik  olduğu şüphe götürmez bir biçimde artık anlaşılması gerekir.

Sonuç: Dinlerarası diyalog, oryantalizmin en son ulaştığı İslâm"ı hıristiyanlık ve yahudilikle uyumlu hale getirmenin bir fikri, Yeni Dünya Düzeni kurmak isteyenlerin dünyayı tek elden yönetmeye yönelik projesinin önemli bir vasıtası ve Vatikan"ın da yeni misyonerlik yöntemidir. Dinlerarası diyalog, Küreselleştirme, Büyük Ortadoğu, Medeniyetler İttifakı, Avrupa İslâm"ı, Dinî Çoğulculuk, Light İslâm gibi bu isimlerde seslendirilen fikirlerin ve yapılan faaliyetlerin ayrılmaz ve tamamlayıcı bir parçasıdır.
Bu şekliyle yürütülmekte olan bugünkü dinlerarası diyalog, gelecekte sadece İslâm için değil bizzat hıristiyanlık ve musevilik için de bir tehlike arz edebilir. Çünkü dinlerarası diyalog bu dinler için, tamamen dinî amaçlı olarak yapılmamaktadır. Diyaloga katılan taraflar, her zaman açıkça ifade etmeseler de bundan kendileri için bir fırsat ve imkân yakalama umuduyla samimi duygulara sahip olabilir; fakat insanlığın birliği, barışı ve hoşgörüsü gibi ülküsel amaçlar için yapıldığı söylenen  30 yıllık diyalog sürecinde, terör ve şiddetin, savların ve iç çatışmaların giderek arttığı bir dünyada yaşamakta olduğumuzu da görmezlikten gelemeyiz.

Tertip ettikleri Abant Platformları ve benzer toplantılarıyla dinlerarası diyaloga katılan Fethullah Hoca Efendi, işin nereye varacağından kuşkuları ve çekinceleri olmuş olmalı ki, kendi ifadesiyle “Ama bununla beraber, “acaba iyi ediyor muyuz, yanlış anlaşılır mı bu mesele?” diye oturup bir yerde hıçkıra hıçkıra ağladığımı bilirim.”[8] demiştir.
Nitekim diğer taraftan, öteki taraf olan Vatikan da İslâm-Hıristiyan dinlerarası diyalogda ya samimi görünmüyor veya ona kuşkulu bakıyor. Zira Papa 16. Benedictus"un 28 Kasım-1 Aralık 2006 tarihleri arası Türkiye ziyaretinin hemen arkasından Kardinal Carlo Caffarra"nın Corriere della Sera gazetesine verdiği demecinde Vatikan"ın gerçek anlamda dinlerarası diyalogun sadece Yahudilikle yapılabileceğini vurgulayarak, İslâm ile ancak makuliyet çerçevesinde ve eğitim tabanında ilişkiler kurulabileceğini ifade etmiştir. İslâm ile yapılacak gerçek diyalogun Batı hıristiyan kimliğinin bozulmasına işaret ettikten sonra, oysa Kilisenin Batı kimliğini korumak zorunda olduğunu belirtir[9].


[1] Rynne (X.): Letters from Vatican City, London, 1966, IV/163.
[2] Marrs (T.): Illuminati, s. 30.
[3] Marrs (T.): A.g.e., s. 76.
[4] Nostra Aetate, 3.
[5] Neuner (J.) ve Dupuis (J.): The Christian Faith in the Doctrinal Documents of the Catholic Church, 3. baskı, London, 1983, c. I, s. 323. Ad. Gentes"ın ilgili II. bölümünün metninin tercümesi uzun olacağından, bu iki yazarın metnini özetinden kısa bir alıntıyı yapmakla yetiniyoruz. Tam metnin tercümesini başka bir yazımıza bırakıyoruz.
[6] Rossano (P.): “The Sekretariat for Non-Christian Religions from the Beginnings to the Present Day: History, Ideas, Problems”, Bulletin, XIV/2-3, Roma, 1979, s. 100.
[7] Papa John Paul II: Redemptoris Missio, Libreria Editirce Vaticana, Roma, 1991, s. 55-57. Papa"nın son cümlesi, Resullerin İşleri I, 7"den alınma bir cümledir.
[8] Zaman Gazetesi, 30.3.2004.
[9] L"Intervista il Cardinale Caffarra, Corriere della Sera, 14 dicembre 2006, s. 13

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...