05 Ekim 2012

PROFOSÖR DR.MEHMET BAYRAKTAR İLE SÖYLEŞİ

Prof. Dr. Mehmet BAYRAKTAR ile Söyleşi
Sevgi SAYGI
 Bugünkü Müslümanların İslam algısını ve İslamî yaşayışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir iş yapacağımız zaman o işi önceden zihnimizde tasarlarız, az çok biliriz öyle yaparız. Anlamadan, gerçek anlamıyla kavramadan İslam’ı yaşamak mümkün olmaz demek istemiyorum, mümkün ama herhangi bir zuhurat ortaya çıktığı zaman insanlar yaşamından taviz vermekte zorlanmazlar. Yanlışlarını İslam sayar, yaşamaya devam eder, yani tehlikeleri vardır. Bu konuda Peygambere izafeten bir hadis var –buna kelam-ı kibar diyor bazıları- “İnandığınız gibi yaşamazsanız yaşadığınız gibi inanırsınız.”. Bugünkü İslam anlayışlarına, yaşantılarına baktığımız zaman çoğunun yaşadığını İslam sandığını görüyoruz. Belki İslam adına yaşıyor ama şuurlu bir İslam yaşantısı, İslam idraki yok. Geleneklerin de hepsi yanlış değil ama bizler geçmişin hatalarını İslam adına tekrar ediyoruz. Dolayısıyla da İslam dünyası birlik beraberlik içinde olmuyor. Peygamber “Müslümanlar, müminler bir ağız içindeki dişler gibidir.” diyor. Bir de Müslümanların şimdiki durumuna bakınız. Gruplar, cemaatler, tarikatlar ya da farklı düşüncelerle birbirlerinden ayrılıyorlar. Geçmiş yıllarda, yüzyıllar öncesinde de mezhepler, tarikatlar, meşrepler vardı ama İslam üst anlayışında bir ölçüde birleşiyorlardı. İslam söz konusu olduğunda bir araya geliyorlardı. Ama şimdi herkes kendi başına buyruk, herkes ayrı bir dünya. Gerçek anlamda aralarında olması gereken ilişki yok. Herkes kendi yolunun kesin ve doğru olduğunu iddia ediyor. Hiç şüphe yok ki biz hepsinin Müslüman görüyoruz ama İslam bir medeniyet projesidir. İslam sadece kişisel bir ibadet değil, dünyayı imar etme, İslam’a göre şekillendirme görevi olduğu için Müslümanların bunu yapabilmeleri bugünkü yaşayış, anlayış tarzıyla mümkün değil. İslam hem bir maneviyat projesi hem de bir dünya projesidir. Bizler bunu kavramadıkça İslam dünyası, bugünkü dünya ve gelecekteki dünyada söz sahibi olma hakkını elde edemez. İslam, dünyayı Allah’ın uygun gördüğü şekilde yaşanılan yer yapmak için gelmiş bir dindir. Yanlışları düzeltmek, değiştirmek için İslam vardır. Bunun için gerçek mutluluk, huzur ve anlayış İslam’ın iyi anlaşılıp yaşanması ve tatbikiyle mümkün olabilir.
Din ve felsefe zıt kavramlar olarak görülüyor. “Müslüman felsefe yapamaz.” görüşünü siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
 Ben tam tersini düşünüyorum. Böyle düşünceler var tabi. Din ve felsefe zaman zaman çatıştırılıyor. Bu, insanların bilimi, dini ve de felsefeyi doğru anlamamalarından kaynaklanıyor. Yoksa felsefe, din, bilim hiç çatışmaz. Eflatun’la, Aristoteles’le, Sokrates’le doğan Yunan Felsefesi’ndeki metafizik dediğimiz şey, Yunan putperestlerine aklî-rasyonel bir din oluşturmak için kurulmuş bir sistemdir. Aristoteles’in bugün Metafizik olarak bildiğimiz eserinin asıl ismi Teologia yani Tanrı Bilimi’dir. Eski Yunanlılar, sıradan insanlar, diğer birçok toplum, kavim gibi taşa, toprağa, kendi yaptıkları taştan, alçıdan putlara tapıyorlardı. Filozoflar böyle bir din olmayacağını, dinin aklın idrak edebileceği manevî bir öğreti olduğunu düşünüyorlardı. Onun için Yunan filozofları felsefeyi din yerine ikame etmek üzere geliştirmişlerdir. Özellikle de metafizik anlamda felsefeyi. Tarihe baktığımız zaman batıdaki birçok filozof teoloji eğitimi almıştır. İslam Dünyası’nda böyle bir şey yok. Ben olsam, din ilimleriyle uğraşan kimselere tefsir, hadis, fıkıh gibi doğrudan İslamî ilimlerden önce 3-4 yıl matematik, felsefe ve mantık okuturum. Bunlar insan zihnini disipline eder. İnsan zihninin ne olduğunu bilmeden hiçbir şey anlayamayız. Bugünkü din anlayışı böyle. Bunun için din âlimleri “Matematik, geometri bilmeyen müftünün fetvasına güven olmaz.” demişlerdir. Bunlar bizim kaynaklarımızda var. İnsan yanlış yapar ama yanlışın da bir mantığı var doğrunun da. Günümüzde insanlar İslam adına yanlış da söylese doğru da söylese eksik, tutarsız ve hatalı oluyor. İslam’la ilgili yazılan eserlere baktığımızda bu tutarsızlığı net olarak görebiliyoruz.
Bazı Batılı düşünürler İslam Felsefesi’ni özgün kabul ederken bazıları onu Yunan Felsefesi’nin basit bir devamı olarak görüyorlar. Sizce İslam Felsefesi özgün müdür? 
Söz hakkını sen elde edemezsen senin adına herkes istediği şekilde konuşur. Sadece İslam felsefesi için değil, İslam için bile bunları konuşuyorlar. Dolayısıyla doğruları söylemek için bizim söz hakkına sahip olmamız gerek. İslam Dünyası son 200 yılda düşünce ve bilim hayatında gerilemeye başlayınca ve Batılılar ilerleyince söz hakkına onlar sahip oldu. İslam Felsefesi hakkında geçmişte de bugün de çalışmalar yapıyorlar. Tabi her medeniyet kendini savunmak, kendinin daha iyi olduğunu göstermek ister. Bugünde batı merkezli dünya anlayışını empoze etmek istiyorlar. Bugünkü küreselleştirme, tarihin sonu tezlerinin amacı diğer bütün medeniyetlerin, kültürlerin işini bitirmek, batı liberal, Amerikan merkezli anlayışı hakim kılmaktır. Bu bağlamda İslam Felsefesi’nin özgün olması İslam’a ayrı bir medeniyet imajı çizer. İşte bunları ortadan kaldırmak için oryantalistler ve Batılı stratejistler İslam Felsefesi’nin özgün olmadığını iddia ediyorlar. Onlara göre İslam Felsefesi Yunan Felsefesi’nin yorumundan ibarettir. Yunanlı düşünürlerden Diogenes; “ Yunan’dan önce Çin’de, Babil’de, Mısır’da da medeniyetler vardı. Felsefe oralarda doğdu. Yunanlılar felsefeyi oralardan alıp geliştirdiler. Tabi Müslümanlar da Yunan’dan, geçmiş milletlerden birikimler aldılar. İnsanlık tarihinde bu hep böyle olmuştur. Fakat Müslümanlar felsefeye, bilime aldıklarından fazlasını eklemişlerdir. İslam Felsefesi bu anlamıyla özgündür. Çünkü katkı yapmıştır. Olanları olduğu gibi tekrarlamamış, yenilikler yapmıştır. İşte bu yenilikler Müslüman filozofların veya İslam düşüncesinin özgünlüğünü teşkil eder. 10.yüzyıldan itibaren Batılılar karanlık devrini Müslüman filozoflardan aldıkları fikirler ve öğretilerle kapatmışlardır. Bugün Batı medeniyetinin temelinde Yunan medeniyetinden ziyade İslam medeniyetinin, İslam düşüncesinin kendisi vardır.
Bir filozof ister Eflatun olsun, ister Bîrûnî olsun, ister Farabî, Descartes olsun baştan sona, bütün düşüncesiyle özgün değil. Geçmiş filozoflar da geçmiş düşüncelerden etkilenmiş, onların düşüncelerini yorumlamışlardır. Ama her filozofun da aşağı yukarı katkısı vardır. Özgünlük katkı anlamında ele alınmalıdır. Yoksa hiçbir felsefî sistem veya hiçbir filozofun bütün düşüncesi baştan sona yepyeni değildir. Özgünlük filozofun veya sistemin felsefeye neler ilave ettiğidir. Mesela Bîrûnî sadece İslam düşünürleri arasında değil, dünya düşünürleri arasında da en özgün filozoftur. Birunî üzerine çok çalışmış İtalyan Alexander Bausani “Bîrûnî günümüzün en modern düşünüründen çok daha ileri seviyedeki modern bir düşünürdür.” diyor. Descartes’ın da bütün düşünceleri A’dan Z’ye özgün değil, Gazalî’den Farabî’den İbn-i Sina’dan İbn-i Rüşd’den çok etki görebiliriz. Dolayısıyla özgünlüğü katkı yapmakta aramak lazım.
Evrimci yaratılış kuramı hakkındaki düşünceleriniz nedir? 
Eski dönem bazı Müslüman bilginler kelamcıların Allah’ın nasıl yarattığı konusundaki görüşlerini beğenmiyorlar. Farklı bir düşüncenin ortaya atılabileceğini ileri sürüyorlar. Allah Kuran’da diyor ki: “Sizi topraktan, sudan, çamurdan yarattım.”. Ayrıca alemin yedi günde oluşturduğunu söylüyor. Gün diyor ama Müslümanlar bunu Hıristiyanların, Yahudilerin anladığı gibi 24 saatlik zaman dilimi olarak değil, yedi uzun devir olarak anlıyorlar.
Bu ayetlere baktığımızda görüyoruz ki; alem ve canlılar uzun sürede yaratılmıştır. Burada iki anlayış var; bir kısmı türden türe geçiş olarak yaratma olmuştur diyor, bir kısmı da, her tür ilk olarak, ana tür olarak yaratılmıştır. Ondan sonra da kendi türleri içinde gelişmiştir. Dolayısıyla Allah’ın evreni, insanları, canlıları nasıl yarattığını görüyoruz. Daha sonraki dönemlerde buna tekamül deniyor, şimdi ise evrim diyoruz. Ben bunun Kuran’a uygun olduğunu düşünüyorum. Kuran’ı dikkatli okursak bunları görebiliriz. Tabii bu her yönüyle Darwincilikle eşit anlamda değil. Ama Darwin’in evrimin faktörleri olarak söylediği şeylerin birçoğunu Cahız, Bîrûnî söylemiş. Tekamül anlamda, gelişim anlamında bir evrim söz konusu. Bu illa, bugün materyalist Darwincilerin de yorumladığı gibi maddenin kendinden oluşan bir evrim değil. Allah bunu yaratma biçimi yapıyor. Açıkça söyleyeyim bunu ben de kabul ediyorum. Bu şekilde izah ediyorlar. Buna biz evrim diyoruz. Darwin ortaya çıktığında Batı’da birçok tartışma söz konusu oldu Birçok Batılı karşı çıkanlara Müslümanların bunları 1000 yıl önce medreselerinde okuttuklarını, kitaplarına yazdıklarını söylediler. Bence doğru. Batı’da evrim fikri Darwin’den 150-200 yıl önce Müslüman bilginlerin eserlerinin tercümelerinde geçiyor. Darwinciler dediğimiz birçok bilgin – Darwin’in dedesi Erasmus da dahil - bu fikri Darwin’den önce benimsiyorlar. Darwin bunları kendi zamanında, kendi müşahedelerine göre biraz daha geliştirip “Türlerin Kökeni” adlı kitabını yazıp ortaya koyuyor. Evrim teorisi doğru ya da yanlış, adı üstünde, teori; kabul edilebilir ya da edilmez. Bazı Müslümanlarda, Müslümanların anladığı şekilde bir evrimi kabul ederse, imanlarının zayıflayacağı, küfre düşecekleri korkusu var. Buna gerek yok, bizim öyle bir korkumuz yok Müslümanlar Allah’ın Yaratıcı olduğuna, evreni yarattığına inanırlar.Ama yaratma biçiminde farklı şeyler söylemişlerdir. Evrim fikri de bu bağlamda söylenmiş farklı bir açıklama tarzı. Bizim imanımızı düşürecek, zedeleyecek kötü bir şey olduğunu düşünmüyorum. Bugün evrime karşı birçok kesim, Batı’yla dirsek teması içinde. Çünkü Batı için evrim kabul edilemez bir fikirdir, onların imanlarını yok eden bir fikirdir. Neden yok eder? Tevrat’ta yer alan – bu bize Sufîlerde hadis olarak  geçiyor – “Allah’ın insanı kendi suretinde yarattığı” düşüncesinden dolayı. Bu durumda insanlar “Allah nasılsa biz de öyleyiz” düşüncesi içine giriyorlar. Tabi Allah’ın böyle bir tekamül geçirmesi söz konusu olamaz. Hıristiyanlara göre üç ilahtan biri Hz. İsa’dır. İsa’nın iki tabiatı vardır. Katoliklere göre biri annesinden gelen insan tabiatı, biri de babasından gelen Tanrı tabiatıdır. Şimdi iki tabiata sahip İsa’nın, insanlık tabiatı evrim geçirmiş olsa, diyelim ki maymundan gelmiş, bu durumda Tanrı – haşa – hayvan olmuş olacak.  Dolayısıyla bu evrimin onların imanları için tehlikeleri vardır. Biz kabul etmek zorunda değiliz. Ama kabul etsek de bu bizim imanımıza halel getirecek bir görüş değil.
 Diyalog iki düşünceden birinin kabulü ya da ikisinin sentezidir. Bu durumda inanılan düşüncenin anlamı kalır mı? 
Felsefi anlamda diyalog; düşüncelerini anlatma yöntemlerinden biridir. İki karşıt düşünceden, hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğunu tartışıp doğru bulunur. Dinler arası diyalogda her din mensubu kendi dinini doğru kabul eder. Tabi diyalogculara sormak lazım ne tartışılıyor, hangisi doğru hangisi yanlış. Onlar belki biz bu anlamda tartışmıyoruz, başka gayeler var diyebilirler. Özellikle İslam tarafı diyalogcuların yazdıklarına baktığımız zaman, yazılarda diyalog çerçevesinde yorumlanarak bütün dinlerin aynı olduğu fikri var. Dolayısıyla İslam’ın, Hıristiyanlığın, Yahudiliğin veya başka dinlerin birbirinden farklı olmadığı imajı veriliyor. Bilerek veya bilmeyerek bunun için çalışıyorlar. Dinler arası diyalogun uzun bir tarihi var, bugün çıkmış değil. Bu uzun tarihteki amaca baktığımız zaman, dinleri birbirine dönüştürerek, insanlık dini halinde toplamak olduğunu görüyoruz. Maalesef diyalog yapanlar bilmeden de olsa bu amaca hizmet ediyorlar. Türkiye’den ve Arap ülkelerinden katılanlardan bugünkü Papa’ya gönderilen mektupta da işleniyor bu; “Hepimiz aynı Allah’a inanıyoruz.”. Allah dinlere göre çok değil ama hepimizin inancı aynı mı? Bizim Allah’a imanımız Allah’ın birliği, tekliği üzerinedir. Hıristiyanlıkta Kuran’ın Allah’ın reddettiği teslis inancı var. Dolayısıyla Allah’ın var olması, bir olması, dinlerin bütün müntesiplerinin aynı imana sahip olduğu anlamına gelmez. Muhammed’i Batı’ya taşımayalım, o sonraki evredir deniliyor. Müslüman diyalogcular Hıristiyanları İslam’a ısındırmak, davet etmek istediklerini söylüyorlar. Ama davet ettiği zaman neye davet etmiş olacak? Muhammed yoksa İslam olabilir mi, peygambersiz İslam olabilir mi? Bunun meyveleri olarak diyalog içinde olsunlar ve ya olmasınlar Batıdaki Müslümanlara neler deniyor. Almanya’da bir Müslüman “ Hz. Muhammed’in tarihi bir şahsiyeti yoktur” demiş. İşte bu diyalogla varacağımız sonuç budur. Onun için Batılılar hala Kuran’ı Hz. Muhammed’in Tevrat ve İncil’den aşırarak, çalarak oluşturduğu sahte bir kitap olarak görüyorlar. Hz. Muhammed’e sahte peygamber, getirdiği dine de sahte bir din olarak bakıyorlar. Bu durumda nasıl diyalog yapacağız? Ben diyaloğa temelden karşı değilim. Eğer diyalog kişilerin, sizin bizim yaptığımız sohbet gibiyse sorun yok. Ama her diyalogda, sohbette bile insanlarda kendi doğrusunu karşı tarafa benimsetme eğilimi vardır. Doğruya sahip olduğunu iddia eden kişi, karşı tarafın da kendi görüşünde olmasını arzu eder. Bu doğal bir hadisedir. Aslında dinler arası diyalog kavramı yanlış. Doğrusu diniler arası, dindarlar arası diyalogdur. Her nasılsa bu Türkiye’de, İslam dünyasında, dinler arası diyalog, medeniyetler arası ittifak gibi lanse edilmiş. Bu başından beri mantıksız ve anlamsız zaten. Kuran, İncil ve Tevrat bir araya gelip diyalog yapamaz. Ancak Hıristiyanlar, Yahudiler, veya diğer din mensupları bir araya gelip diyalog yapabilir. Bu güne kadar yapılan diyalogların İslam için faydalı olduğu görüşünde değilim. İslam’ı da diğer dinler gibi dönüştürme hareketi söz konusu. Ilımlı İslam gibi görüşler hep aynı noktaya ateş eden görüşler, fikirler ve hareketlerdir.
Dinler arası diyalog kurucularından Papa II. Jean Paul bir konuşmasında diyalogun amacının “İsa’yı ve kiliseyi unutanların ve diğer din mensuplarının kiliseye döndürülme çabası” olduğunu açıkça dile getirmiştir. Diyalogcuların bu amacı göz ardı etmelerinin nedeni nedir?
Dinler arası diyaloga Türkiye’den ilk katılanlardan biriyim. Biz de başlangıçta güzel sözler işittik. “İnsanlığın sulhu, barışı için, ahlakın yeniden inşası için diyalog gerekli. Dinlerin inanç sistemleriyle bu iş olmaz. Onun için biz bu konularda ortak fikirler geliştirelim.” dendi. Tabi buna kimse karşı olmaz. II. Vatikan konsilinin dinler arası diyalogla ilgili değil ama ekonomi ve misyonerlik kararları var. Ben bazı şeylerden şüphelendiğim için bu kararları inceledim. Oralarda adamlar diyorlar ki: “Dinler arası diyalog insanlığı yeni bir yöntem olarak Tanrı Krallığına, İsa’ya döndürmeye çalışmaktır.” Bundan daha açık bir tanım olamaz. Hıristiyalık ve Vatikan açısından dinler arası diyalogun amacı bence misyonerliktir. Ama söylediğim gibi, bunun arka planı olduğunu düşünüyorum. Onlar bütün dinleri birbirine dönüştürerek bir insanlık dini yaratma, Tanrısı insan olan bir din yaratma peşindeler. Onlara göre dinin gereği ahlakiliktir. İnsanları ahlaken, zapturapt altına alabilmek için din vardır. August Conte’nin insanlık dini gibi dine ihtiyaç sadece ahlak açısındandır. Din insanların düzene, devlete, kurumlara bağlı kalmalarını sağlayacak manevi bir disiplindir. Bu dinde dini ahlaka indirme çabası vardır. İşte bu da insanlık dini olacaktır. Şimdi bütün dinler ona dönüştürülüyor.
Dinler arası diyalogun etkin hale gelebilmesi için “Şüphesiz Allah katında hak din İslam’dır” ( Âl-i' İmrân:19 ) ayetinin değiştirilmesi gerekiyordu. Aksi halde Müslümanların yaklaşımları sınırlı olacaktı. Bugün aktif halde olan dinler arası diyalogcular bunu başardılar mı?
Bu şöyle ortaya çıktı; 5-6 sene önce İncil ve diğer kutsal kitaplarla Kuran ayetlerini karıştırarak Irak’ta ‘Yeni Kuran’ diye bir kitap yazdılar. Yanılmıyorsam bunu Lübnan’lı bir papaz yaptı. Yeni bir kuran yazmaya çalıştılar, yazdılar da, basıldı bu. Ama bu belirttiğimiz ayeti Avrupa Birliği Temsilcisi ve Amerikan Büyükelçisi Ak Parti Hükümetine resmen bildirdi ve gazetelere de yansıdı. Bundan 3-4 sene önce beyanat verdiler. “Siz bu ayeti Cumalarda, hutbelerde okudukça demokratik olmayacaksınız.Dinler arası diyalog, medeniyetler arası ittifak için diğer dinleri de hak din kabul etmeniz gerekir.” dediler. Maalesef hutbelerde bu ayeti okuyanların sayısı azaldı. Hak din İslam’dır demek onların dini için tehlikeliydi. Tabi onlar Kuran’dan bunu kaldıramazlar, kimse kaldıramaz ama onlar bu ayetin okunmasını ve bu anlamda yorum yapılmasını istemiyorlar.
Diyalogun amacı huzur ve barıştır. Ama bu süreçte savaşların artışı dikkat çekicidir. Sizce bunda diyalogun etkisi var mıdır?
Bunu ben de hep söylüyorum. Diyalog madem huzur, barış, mutluluk ve savaşa son ise bu söyleme ters orantılı olarak İslam Dünyası için de terörizm, kavga, savaşların artması neden? Demek ki yapılan dinler arası diyalogun bu anlamda bir önemi yok. Dinler arası diyalog toplantılarının konularına bir bakın. Hangisinde İran-Irak Savaşı, Bosna Savaşı, Azerbaycan, Kafkas, Keşmir Savaşı ve ya Filistin-İsrail Savaşı konu alındı? Hiçbirinde. Öyküsel gerekçeler bunlar. Zaten savaşlar dinler yüzünden değil, belki dinlerin yanlış anlaşılmasından olabilir. Ama genellikle bugün de olduğu gibi ekonomik nedenler ve sermaye dolaşımı sağlanması için yapılıyor. Churchill bundan bir yüz yıl önce “ Bir damla petrol, bir varil kandan daha değerlidir.” demişti. Şimdi de yapılan budur, bu felsefe hakimdir. Onun için Müslümanları ittifak, diyalog, AB diye oyalayıp duruyorlar. Bana göre maalesef Müslümanların aklı başında değil. Başka yol olur mu diyorlar. Evet, düşünebiliyorsan olur, düşünemiyorsan başka çıkar yol yoktur. Çıkar yol İslam’da, İslam’ı iyi anlamakta, dünyanın nereye gittiğini görebilmektedir. Bugün Türkiye’nin haline bakın, anne, kız, baba birbirini öldürüyor. Bunu yapanlar Müslüman, yazık. Terör bizim ruhumuza, beynimize işlemiş; cahillik terörü, İslam’ı yanlış anlama, yorumlama, kullanma terörü. Ve bu da sonunda kanlı terörlere yol açıyor. Onun için aklımızı başımıza alıp diyalogu önce kendi aramızda yapmamız lazım. Müslümanlar arasında diyalog var mı ki? Hepsi ayrı bir telden çalıyor. Birbirlerini Müslüman kabul etmiyorlar. Ondan sonra da Allah2ın hak kabul etmediği dinlerle diyalog yapıyorlar. Ben yapmasınlar demiyorum, ama bunun bir usulü, yöntemi, sınırı olması lazım. Bunu yapmadıkça kurtuluş olmaz. Bazı diyalogcular bugün geniş sermayeye sahip. Acaba amaç İslam mı, sermaye büyütmek mi? Bunları sorgulamak lazım. Sermaye ortaklığına gidiliyorsa maalesef ister istemez din ortaklığına da gidilir. Paranın rengi yoktur diye duyuyoruz. Paranın rengini geçelim dini bile vardır. Allah diyor ya kalpleri görmez diye, görmek istemeyince göremezsin. 2010 yılında İstanbul Dünya Kültür Başkentliğine soyunuyor. Fark etmez zaten, dünya tek elden yürütüldükten sonra ve biz buna teslim olduktan sonra başkent orası olmuş burası olmuş önemli değil. Sen mi yöneteceksin, yönetimi mi başkasına teslim edeceksin mesele bu.
Ülkelerin şu andaki konumlarını göz önünde bulundurursak sizce her ülke hak ettiği yerde mi?
Tabi herkes hak ettiği yerde. Biz sahip olduğumuz değerleri hak ettiği şekilde anlayıp yaşamadığımız, uygulamadığımız için bu böyle olur. Allah ne diyor; “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz.”. Biz İslam’ın değerlerini yaşamıyoruz veya göz ardı ediyoruz. Böyle bir değere sahibiz. Onu hakkıyla yaşamayınca bize biçilen yaşam tarzını yaşamak zorunda kalıyoruz. Biz derken sadece Türkiye’yi kastetmiyorum, İslam dünyasını kastediyorum. Ne oldu? Bir dakika dendi, ama bugün İsrail hala öldürüyor. Sadece siyaset için söylemiyorum bunu, bugün ne gazeteler ne televizyonlar İsrail’in Filistinlilerle olan kavgasını yansıtmıyorlar. Eskiden az çok gösteri vardı sokaklarda, ama şimdi o da yok, unutuldu. Ondan sonra da Türkiye’nin güneyi İsraillilere mayın temizlemek için 40-49 yıllığına verilmek isteniyor. Verilir verilmez onu bilemem, haddim değil onu söylemek. Eğer Türkiye bugün kendi mayınlarını temizleyemiyorsa Türkiye’nin işi bitmiştir. Yüksek binalar yapmak, şatafatlı elbiseler giymek, uzun kısa kravatlar takmak, bunlar gelişmişliğin, ilerinin ölçüsü değil. İlerlemenin ölçüsü medeniyetin, siyaset, iktisat, bilim ve teknoloji konusunda ne kadar söz sahibi olmasıyla ölçülüyor. Bu kadar üniversite var, bilimde gelişiyoruz diyorlar, hepsi yalan. Bir mayın temizlemeye gücümüz yetmiyor anlamında söylemiyorum. Ama bunu yaptırmak istemeyecekler diye düşünüyorum. Türkiye Atatürk zamanında Osmanlı zamanından kalan Düyun-u Umumiye’den, o kadar borçtan sonra Kurtuluş Savaşlarından sonra millette para kalmamasına rağmen Atatürk 1925’de Tayyare Cemiyeti’ni kurduruyor, 1926’da Kayseri’de bir Alman şirketiyle uçak fabrikası açıyor, ve burada uçak üretiliyor. Bu uçaklardan yurtdışına da ihraç ediliyor. Ama sonra kapatılıyor. Atatürk sadece uçak fabrikası değil birçok müessese kuruyor. O zamanki toplum bugünkünden daha fazla zaruret içindeydi. Ama bu kadar iş yapıldı. Peki şimdi ne oldu? Bunların hepsi satıldı, özelleştirildi. Çoğu da yabancılara verildi. Atatürk hastalanmasaydı 1932’de ikinci uçak fabrikasını Atatürk Orman Çiftliği’ni Türk Traktör Fabrikasının yakınlarına yaptıracaktı. Ne yapayım diye düşünürsen yapılacak çok iş var. Ama bir şey yapamam, yapılacak bir şey yok dersen de yapılacak iş yok, bazılarının arkasından gideyim dersen de böyle olur.
Sayın Hocam, bu güzel söyleşi için size şahsım ve Medeniyet Mektebi adına teşekkürlerimi sunuyorum.
Ben teşekkür ederim.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...