06 Ekim 2012

CİHÂD BAHSİ



METİN
Musannıf cihâdı hadd (ceza) lerden sonra zikretti. Çünkü hadler ile cihâd'dan maksad yer yüzünü fitne ve fesaddan temizlemektir, Hadlerden cihâda yükselmek, bilenler için gizli değildir.
Cihâd lügatta: "Câhede fi sebilillâhi: Allah yolunda savaştı" terkibindeki "câhede" fiilinin masdarıdır.
Şeriatta cihâd: "Hak dinine davet etmek ve daveti kabul etmeyenlerle savaşmak" tan ibarettir. Şümunnî.
İbn-i Kemâl, cihâdı: "Bir müslümanın Allah yolundaki bir harbe bedeni ile katılması yahut malı ile yardım etmesi yahut re'yi ile yardımda bulunması yahut İslâm ordusunun kalabalığını artırması yahut yaralıların tedavisine bakması yahut ordunun yiyeceklerini, içeceklerini hazırlaması gibi elinden gelen gayreti göstermesidir." diye tarif etmiştir.
Ribat da cihâddır. Ribat: Arkasında müslüman bulunmayan düşman sınırında oturup müslümanları korumaktır. Ribatın muhtar olan kavle göre tarifi budur.
Sahih hadîsde vârid olmuştur ki, düşmandan sının muhafaza; bir zâtın bir vakit namazı beş yüz vakit namaza denkdir. Bir dirhem harcaması yedi yüz dirhem harcamasına denkdir. O halde ölürse, amelinin sevabı ve rızkı kıyamete kadar devam eder. Münker ve Nekî «sualinden. kabir azabından emin olur. Kıyametin dehşet ve şiddetinden: emniyet üzere şehid olarak kabrinden kalkar. Tamamı Fetih'dedir.
İZAH
«Cihâd bahsi ilh..." İslâm hukukunda cihâda aid bahisleri ve hükümleri ihtiva eden kısma "Kitâbü's-Siyer", "Kitâbü'l-Cihâd" veya "Kitâbü'l-Meğazi" adı verilir.
Siyer, sîretin cem'idir. Sîret ise esasen yol, haslet, hey'et ve, bir nevi hareket mânâlarını ifade eder. Bu takdirde siyerin hey'et ve haletini beyan içindir. Fakat şeriat lisanında savaşla ilgili işlerde kullanılması galibdir. Nitekim "menâsik" hac işlerinde kullanılır.
Cihâdın fazileti pek büyüktür. Nasıl büyük olmasın ki, bir müslüman bu sayede Allah'a yaklaşmak için onun uğrunda nefsine meşakkatların en ağırını yükletmekte ve en aziz varlığı olan canını feda etmektedir. Bununla beraber nefsi devam üzere ibâdet ve taatlara hasrederek onu neva ve heveslerine tâbi olmaktan men etmek cihâddan da güçtür. Bundan dolayıdır ki, bir gazadan dönerken Resûl-i Ekrem Efendimiz: "Küçük cihâddan büyük cihâda döndük." buyurmuşlardır. Nitekim İbn-i Mes'ûd (R.A.)'dan rivayet edilen bir hadîs-i şerifte Resûl-i Ekrem Efendimizin cihâdı fazilet itibariyle namazdan sonra zikretmesi de bunu gösterir.
İbn-i Mes'ûd (R.A.) şöyle diyor: "Dedim ki:
- Yâ Resûlallah, amellerin en faziletlisi hangisidir?
- Vaktinde kılınan namazdır, buyurdular.
- Ondan sonra hangisidir? dedim.
- Anneye, babaya itaattir, buyurdular.
- Ondan sonra hangisidir? dedim.
- Allah yolunda cihâddır, buyurdular. Daha ziyade sorsaydım bana daha ziyade cevap verecekti." Bu hadîs-i şerifi Buhârî rivayet etmiştir.
Ebû Hureyre (R.A.)'den rivayet edilen bir hadîs-i şerifte: Resûl-i Ekrem Efendimiz cihâdı imândan sonra zikretmişlerdir.
Ebû Hureyre (R.A.) şöyle diyor: "Resûlullah (S.A.V.)'e:
- Amellerin hangisi efdaldir? diye sordular,
- Allah'a ve Resûluna imân, buyurdu.
- Ondan sonra hangisi? dediler.
- Allah yolunda cihâd, buyurdu.
- Ondan sonra da hangisi? diye sordular.
- Makbul (olmuş, içine günâh ve riya karışmamış) hac, cevabını verdi,"
Bu hadîs-i şerifteki "imân" lafzıyla umum mecaz olarak "namaz" ile "zekât" tan her birinin murad edilmesi lâzımdır. Çünkü devamlı vaktinde kılınan farz namazların cihâddan efdal olduğunda şübhe yoktur. Namaz her gün tekrarlanan farz-ı ayndır. Cihâd ancak imân ve namaz için meşru kılınmıştır. Bu yüzden cihâdın güzelliği başkasından, namazın güzelliği ise kendisindendir. Cihâdın faziletine dair malûmat Fetih'de zikredilmiştir.
Es-Siyerü'l-Kebir şerhinde bildirildiğine göre, Ebû Katâde (R.A.) şöyle demiş: Resûlullah (S.A.V.) insanlara bir hutbe okuyup önce Allah-ü Teâlâ'ya hamd-ü sena ettiler, sonra cihâdı anlatıp, farzların dışında ondan daha üstün bir ibâdet ve taatın mevcud olmadığını beyan buyurdular. Ebû Katâde "farzlar" ile farz-ı ayn olarak sabit olan "İslamın beş şartı"nı murad etmiştir. Cihâd, her ne kadar farz ise de fârz-ı kifâyedir. Farz-ı ayn, farzı kifâyeden daha kuvvetlidir. Sevâb ise farzın kuvvetli olmasına göredir. Bundan dolayı Resûl-i Ekrem Efendimiz cihâdın farz-ı ayn olan ibâdetlerden üstün olmadığını beyan buyurmuşlardır.
Ebû Katâde demiş ki: O vakit bir kimse ayağa kalkıp: "Ya Resûlullah! Allah yolunda şehid olanın şahadeti günâhlarına keffaret olur mu?" diye sordu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz biraz sukut buyurdular. Hatta kendilerine ilâhi vahiy indiğini anladık. Sonra: "Evet, sabır ve sebat edip sevabını Allah-ü Teâlâ'dan diler ve düşmana hücum eder de kaçmazsa» şehid edildiğinde borçlarından başka günâhlarına keffaret olur. Zira borçları ile muâhaze olunur. Nitekim Cebrail (A.S.) bana böyle bildirdi." diye buyurdular. Bu hadîs-işerifde şehidlerin derecelerinin yüksek olduğunu beyan, şehidlik rütbesinin günâhların affına sebep olduğunu ilân vardır. Yine bu hadîs-i şerifde kul hakkının pek büyük olduğu bildirilmektedir. Çünkü şehid için böyle yüksek dereceler var iken yine borç ile muâhaze olunacağını haber verip "Cebrail (A.S.) bana böyle bildirdi" ifadeleriyle de bunu vahye dayanarak söylediklerine işaret buyurmuşlardır. Tâ ki kıyamet gününde hasımları razı etmenin pek zor bir iş olduğunu herkes bitsin.
Bazı âlimler demişlerdir ki; bu hüküm İslamın ilk devrinde müslümanların malları az olup, borçlarını veremedikleri için Resûl-i Ekrem Efendimiz onları borçlanmaktan nehiy buyurdukları vakitlerde idi. Bundan dolayıdır ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz borcunu ödeyecek mal bırakmayan ölünün namazını kılmazlardı. Sonra bu hüküm :
"Her kim mal bırakırsa, o mal ölünün veresesine aiddir. Her kim de borç veya aile ağırlığı bırakırsa, bu da bana aiddir." hadîs-i şerifiyle nesholunmuştur (hükmü kaldırılmıştır). Bu hadîs-i şerifin benzer) hac bahsinde de şu şekilde vârid olmuştur: Resûl-i Ekrem Efendimiz Arafat'ta ümmetinin af ve mağfireti ipin dua ettiler, kul hakkından başka her hususta duaları kabul edildi. Sonra Müzdelife'de de sabahleyin Meş'ar-i Harâm'da dua ettiler, duaları kul hakkında da kabul edildi. Cebrail (A.S.) inerek: "Allah-ü Teâlâ bazılarının hakkını diğer bazılarından dolayı fazl-u inayetiyle ödeyecektir." diye haber verdi. Bu kerametin misli, borçlu şehid hakkında da Allah-ü Teâlâ'nın lütûflarından uzak değildir. Ebû Hureyre (R.A.)'deh rivayet edilmiştir, demiştir ki: «Bir kimse: "Ya Resulûllah! Bir şahıs Allah yolunda cihâdı kasdedip cihâdda dünya malını da murad etse sevabına mâni olur mu?"» diye sordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz: "Onun için sevâb yoktur." buyurdular. Bu hadîs-i şerif iki vecihle te'vil edilir.
Birinci vecih: Cihâd için çıkmış olduğunu gösterip hakikatte maksadı mal kazanmaktır. Bu münafıkların halleridir, onlar için asla sevâb yoktur.
İkinci vecih: Cihâd kasdıyla çıkar fakat en büyük arzusu mal elde etmektir, yoksa âhirette sevaba nail olmak değildir. Resûl-i Ekrem Efendimiz, cihâd için iki dinar (altın) a kiralanan sahsa hitaben : "Senin için dünyada ve âhirette ancak iki dinar vardır." buyurmuşlardır. Ama bir kimsenin asıl maksadı Allah yolunda cihâd olup bununla birlikte ganimeti de arzu ederse yine sevaba nail olur. O; "(Hac yolunda ticaretle) Rabbınızdan rızık istemenizde bir günâh yoktur." (Bakara Sûresi, âyet: 198) âyet-i kerîmesinin hükmünde dahildir. Yani hac ehli ticaret yapmakla haccın sevabından mahrum olmadığı gibi bu mücahid de ganimet arzu etmekle cihâdın sevabından mahrum olmaz.
"Bilenler için gizli değildir ilh..." Çünkü hadler dünyayı fısk-u fücurdan temizler. Cihâd ise küfürden temizler. H.
"Câhede fiilinin masdarıdır ilh..." Cihâd elden gelen kuvvet ve kudreti sarfetmek manasınadır. Buna göre iyiliği emredip kötülükten menetmek suretiyle halkla mücahede eden herkese şâmildir. H.
"Ribat da cihâddır ilh..." "Es-Siyerü'l-Kebir şerhinde zikredilmiştir ki, hadîs-i şerifteki "Ribât" ve "Mürâbata"nın mânâsı: İslâm dinini aziz kılmak, müslümanlardan kâfirlerin şerrini defetmek için düşman sınırında oturmaktan ibarettir
"Ribat" ın aslı "at bağlamak" tan alınmıştır.
Allah-ü Teâlâ : "Siz de düşmana karşı kuvvet ve (cihâd için) bağlanıp beslenen atlar hazırlayın." (Enfal Sûresi, âyet: 60) buyurmuştur. Mücahid müslüman düşmanını korkutmak için oturduğu sınırda atını bağlar. Düşmanı da böyle yapar. Bundan dolayı bu işe "Mufâale" babından "Mürabata" denilmiştir.
İmam Mâlik'e göre; sınır vatandan değildir. İbn-i Hâcer : "Orada oturulup düşmanın şerrinin defedilmesi niyet edildiği için vatan olur." demiştir. Bundan dolayı selefden bir çokları sınırda oturmayı tercih etmişlerdir.
"Ribatın muhtar olan kavle göre tarifi budur ilh..." Sınırdan içte kalan yerlere de "Ribat" denilse beldelerinde oturan bütün müslümanlara "Mürabatin: Sınırda oturanlar" denilmesi lâzım gelir, bu ise olmaz. Tamamı Fetih'dedir.
Ben derim ki: Düşman sınırında oturanlar düşmanın şerrini defedemeyip sınır yakınında oturanlarla birlikte defederlerse, orası da "Ribât" olur.
"Sahih hadisde ilh..." Ribatın faziletine dair pek çok hadis-i şerif cardır. Bunlardan birisini Sahih-i Müslim Selman-ı Farisi (R.A.)'den rivayet etmiştir ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz : "Bir gün bir gece hudud boyunda nöbet beklemek; gündüzleri oruçla, geceleri de ibâdetle geçirilen bir aydan daha hayırlıdır. O halde ölürse, yapmakta olduğu amelinin sevabı ve (şehidlere olduğu gibi) rızkı devam eder ve kabir fitnesinden kurtulur." buyurmuşlardır.
Taberânî "kıyamet gününde şehid olarak kalkar" ziyadesini rivayet yet etmiştir. İbn-i Mâce Ebû Hureyre (R. A.) 'den sahih senedle: "Allah-ü ölürse, kıyamet gününün şiddet ve dehşetinden emin olunur." diye rivâetmiştir. Taberânî sahih senetle: "Bir kimse hududu muhafaza ederken Teâlâ hududu beklerken öleni kıyamet gününde korkulardan emin olarak diriltir." lafzını ziyade etmiştir.
Ebû Ümame (R.A.)'den; Resûl-î Ekrem (S.A.V.) :
"Sının muhafaza eden bir zâtın bir vakit namazı (sınır beklemeyen bir şahsın kılmış olduğu) beş yüz vakit namaza denkdir. Onun bir dinar (altın) veya bir dirhem harcaması başka yerde harcanan yedi yüz dinardan efdaldir." buyurmuşlardır. İbn-i Mâce.
"O halde ölürse amelinin sevabı ve rızkı kıyamete kadar devam eder ilh..." İmam-ı Serahsîbunun mânâsı: "O kimsenin ameli kıyamete kadar çoğalır." demiştir. Nitekim buna :
"Kim evinden Allah'a ve O'nun Resulüne muhacir olarak çıkıp da sonra kendisine ölüm yetişirse, muhakkak ki onun mükâfatı Allah'a aiddir." (Nisâ Sûresi, âyet: 100) âyet-i kerîmesi delâlet ettiği gibi, Resûl-i Ekrem Efendimizin : "Hac yolunda ölen bir kimse için her sene mebrûr (içine günâh ye riya karışmamış) bir hac sevabı yazılır." hadîs-i şerifi de buna delâlet etmektedir.
Bir hadis-i şerifde : "Bîr kimse cihâd ederek yahut sınır boyunda muhafız iken ölürse onun etini, kanını yerin yemesi haram olup, cesedi çürümez. Anasından doğduğu gün gibi günâhlarından çıkmadıkça, Cennetteki yerini ve hurilerden olan zevcesini görmedikçe, akrabasından yetmiş kimseye şefaat etmedikçe o kimse dünyadan çıkmaz. Sınır boyundaki muhafızlık sevabı kıyamete kadar devam eder." buyurulmuştur. Bu hadîs-i şerifden "Sınır boyunda muhafız iken ölen kimsenin kabrinde şehidler gibi diri olup kendisine rızkının devam edeceği" anlaşılmaktadır.
"Kabir azabından emin olur ilh..." Bîr çok âlimler, bu hadîs-î şerifi delil göstererek: "Şehidlere kabir suali olmadığı gibi, düşman sınırında muhafız iken ölen kimseye de kabir suali yoktur," demişlerdir.
METİN
Cihâda ilk önce müslümanların başlaması -düşman başlamasa bile- farz-ı kifâyedir. Cenaze namazı selâm alma gibi başka bir şey dolayısıyla farz kılınan her şey farz-ı kifâyedir. Müslümanların bir kısmı tarafından düşmanın şerri defedilirse cihâd farz-ı kifaye, defedilemezse farz-ı ayn olur.
Zannederim ki, farz-ı kifâyenin beyanını musannifin ilende gelecek olan "Düşman hücum ederse farz-ı ayn olur." ifadesinin üzerine takdim etmesi kifâye kısmının çok olmasındandır.
Müslümanların savaşabilmesi için, savaşın önce düşman tarafından başlatılmış olmasını gerekli kılan Allah-ü Teâlâ'nın:
"Eğer düşmanlar sizi öldürürlerse siz de onları öldürün." (Bakara Sûresi, âyet: 191) kavl-i kerîmi ve "eşhürü'l-hurum" denilen Receb, Zilkâ'de, Zilhicce ve Muharrem aylarında savaşın haram olması:
"Müşrikleri, onları nerede bulursanız öldürün." (Tevbe Sûresi, âyet: 5) gibi umum ifade eden âyet-i kerîmelerle neshedilmiş (hükmü kaldırılmış) tır.
Köle ve kadın bile olsalar müslümanların bir kısmı tarafından bu cihâd yapılırsa, diğer bütün müslümanlardan düşer. Şayet hiç bir vakitte hiç bir kimse tarafından cihâd vazifesi yapılmazsa, terk etmeleri sebebiyle mükellef kimselerin hepsi günahkâr olur. Bundan, meselâ Anadolu halkının cihâd etmesiyle Hindistan ahâlisinden farzıyyetîn düşeceğianlaşılmasın. Çünkü düşmanın şerri defedilinceye kadar sırasıyla yakın bulunan beldelerdekî müslümanlara cihâd farz olur. Müdafaa ancak bütün müslümanların savaşmasıyla olursa namaz, oruç gibi cihâd da mükellef olan bütün müslümanlara farz-ı ayn olur. Bir cenazeyi techîz ve tekfin etmek de bunun gibi sırasıyla yakın bulunan beldelerdekî müslümanların üzerine lâzımdır. Bu bahsin tamamı Dürer'dedir.
İZAH
"Farz-ı kifâyedir ilh..." Eddürü'l-Müntekâ'da zikredilmiştir ki, hükümdarın her sene bir veya iki defa dar-ı harbe seriyye göndermesi vâcibtir. Halkın da hükümdara bu hususta yardımcı olmaları lâzımdır. Hükümdar seriyye göndermezse kendisi günahkâr olur. Hükümdar üzerine seriyye göndermenin vâcib olması, gönderdiği seriyyenin düşmana üstün geleceği kanaatında bulunduğu takdirdedir. Yoksa cihâd yapılması mubah olmaz. Ama iyiliği emretmek bunun gibi olmayıp tesiri olsun veya olmasın terk edilmez.
"Müslümanların bir kısmı tarafından düşmanın şerri defedilirse ilh.." Yani hudutlardan birinde çıkan bir harbi önlemek için orada bulunan İslâm kuvveti kifayet ettiği takdirde cihâd farz-ı kifâye olup bütün müslümanların silâh altına alınmasına lüzum görülmez. Eğer harp sahasında bulunan İslâm kuvveti kifayet etmezse, harp mıntıkasında ve civarında bulunan bütün efrad harp için seferber haline getirilir ve cihâd bir farz-ı ayn olur.
"Allah-ü Teâlâ'nın... kavl-i kerimi ilh..." Cihâdı emreden âyet-i kerimeler şu tertip üzere indirilmiştir:
Peygamber Efendimizin ilk vazifesi tebliğden ve Cenab-ı Hakk'a eş koşanlardan yüz çevirmekten ibaretti. Nitekim Allah-ü Teâlâ:
"Şimdi sen ne ile emrolunuyorsan (kafalarını çatlatırcasına) apaçık bildir." (Hicr Sûresi, âyet: 94) buyurmuştur. Sonra İslâm dinine güzellikle ve tatlılıkla davet emredilmiştir. Nitekim Allah-ü Teâlâ :
"(İnsanları) Rabbinin yoluna hikmetle güzel öğütle davet et! Onlarla mücadelenin en güzelini yap." (Nahl Sûresi, âyet: 125) buyurmuştur.
Bundan sonra savaşa izin verilmiştir. Nitekim Allah-ü Teâlâ;
"Kendilerine karşı harb açılan Müslümanlara zulme uğradıkları için cihâda izin verilmiştir." (Hac Sûresi, âyet: 39) buyurmuştur.
Daha sonra düşman harb açtığında onlara karşı koymakla emrolundu. Nitekim Allah-ü Teâlâ :
"Düşmanlar sizi öldürürlerse siz de onları öldürün." (Tevbe Sûresi, âyet: 5) buyurmuştur.
Bundan sonra haram olan aylar geçmek suretiyle cihâd emredildi. Nitekim Allah-ü Teâlâ:
"(Dokunulması) haram olan aylar çıktığı zaman, artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün." (5) buyurmuştur.
En sonra bütün zamanlarda ve bütün mekân (yer) larda cihâd farz kılındı. Nitekim Allah-ü Teâlâ:
"Size harb açanlarla Allah yolunda siz de muharebe edin. Fakat aşırı gitmeyin. Şübhesiz ki Allah aşırı gidenleri sevmez." (Bakara Sûresi, âyet: 190) buyurmuştur. Bu bahsin tamamı Es-Siyerü'l-Kebîr şerhindedir.
"Müslümanların bir kısmı tarafından bu cihâd yapılırsa ilh..." Yani cihâd ölüyü yıkamak, kefenlemek, cenaze namazını kılmak ve selâm almak gibi farz-ı kifâyeler, mükelleflerin hepsine birden farz kılınmıştır. Bundan dolayı farz-ı kifâye bir kısım müslümanlar tarafından yapıldığı takdirde diğer müslümanlardan düşer. Çünkü farz-ı kifâyeden maksad yapılmasıdır. Mükelleflerden hiç biri bunu yapmazsa, bunu bilen ve mükellef olan bütün müslümanlar günahkâr olur.
Farz-ı ayın böyle değildir. Çünkü farz-ı ayın mükellef olan müslümanlardan her biri üzerine ayrı ayrı farz kılınmıştır. Bundan dolayı farz-ı ayın bir kısım müslümanlar tarafından yapıldığı takdirde diğerlerinden düşmez. Bunun için farz-ı ayın, farz-ıkifâyeden efdaldır.
METİN
Cihâd, küçük çocuğa farz değildir. Ana ve babaya itaat etmek farz olduğu için ana ve babasından her ikisi veya birisi hayatta olan mükellef kimseye de cihâd farz değildir. Resûl-i Ekrem Efendimiz, cihâda gitmek isteyen Abbâs b. Mirdâs'a: "Anandan ayrılma! Çünkü Cennet ananın ayağının altındadır." buyurmuşlardır. Sirâc. Yine Sirâc'da zikredilmiştir ki, bir kimse tehlikeli bir sefere ancak anası ve babasının izni ile çıkabilir. Ama tehlikeli olmayan bir sefere onlardan izinsiz çıkabilir, ilim tahsili için de izinsiz çıkabilir.
Efendisi ile kocasının hakları şer'an önce geldiği için köleler ile kadınlara cihâd farz değildir. Bundan anlaşılan, kocasının izin verdiği kadın ile kocası olmayan kadınlara cihâdın farz olmasıdır.
Şarih der ki: Şümunnî; "Kadınlara cihâdın farz kılınmamasının sebebi, bünyelerinin zayıf olmasıdır." demiştir. Bahır'da zikredilmiştir ki, kocasının emrettiği şeyin vâcib olması nikâh ve nikâh ile ilgili hususlardadır, yoksa her şeyde değildir.
Kör, topal, eli ve ayağı kesilmiş kimselere de cihâd farz değildir. Çünkü bunlar âcizdirler.
Borçlu kimselere de alacaklılarının hatta kendilerinin emri ile kefil olan kefillerinin -her ne kadar kefaletleri nefislerine ise de- izni bulunmaksızın cihâd farz olmaz. Tecnîs, Nehir. Borçlunun alacaklısından veya kefilinden izinsiz çıkamaması, borcu vadesiz olduğuna göredir. Eğer borcu vadeli 'Olup vadesi gelmeden önce döneceğini bilirse Cihâda çıkması caizdir. Bulundukları beldede kendilerinden daha fakîh ve âlimi bulunmayan kimselere de cihâd farz değildir. Böyle âlimler farz olmayarak cihâda gidecek olsalar kendilerine cihâd etmek caiz değildir. Çünkü o belde halkının din cihetinden zayi olma korkusu vardır. Bezzâziye sahibi: "Böyle fakîh ve âlim olan kimselerin farz olan hac seferkiden başka hiç bir sefere çıkmaları caiz değildir." demiştir. Zira bilenlere gizli değildir ki, fakîh ve âlimlere farz olan cihâd seferinin caiz olmamasından, ticaret gibi nafile seferin caiz olmaması evleviyetle sabit olur.
İZAH
"Cihâd küçük çocuğa farz değildir ilh..." Zahire'de zikredilmiştir, ki, babanın erginlik çağına yaklaşmış olan çocuğuna -her ne kadar öldürüleceğinden korksa bile- cihâda izin vermesi caizdir. Sadî: "Çocuğunun öldürülmesinden korkmadığında izin vermesi caizdir. Öldürülmesinden korkarsa izin vermesi caiz değildir." demiştir. Nehir.
"Ana ve babasından her ikisi veya birisi hayatta olan mükellef kimseye de cihâd farz değildir ilh..." Bu ifadeden "mükellef olan evlâdını cihâda göndermeyen ana ve babanın günahkâr olmayacağı" anlaşılmaktadır. Eğer günahkâr olsalar evlâdın cihâda gidip onları günâhdan kurtarması lâzım olurdu. Yani müslümanların bir kısmı tarafından düşmanın şerri defedilirse cîhâd farz-ı kifâye olur. Evlâdlarının ayrılığından sıkıntıya düşecek olan ana-babanın evlâdını böyle bîr cihâddan menetme hakkı vardır. Aynı hak her ikisi veya birisi kâfir olan ana-baba için de vardır. Ancak kâfir olan ana-baba kendi dindaşlarını, müslüman olan evladlarını öldürmesini hoş görmediği için ona mâni olmak isterlerse, onların sıkıntıya düşüp ölmelerinden korkmadıkça onlara itaat etmez. Fakir olup bakıma muhtaç olan ana-babaya -kâfir olsa bile- hizmet etmek evlâdı üzerine farz-ı ayndır. Farz-ı kifâye sevabını elde etmek için farz-ı aynı terketmek doğru değildir.
Anası babası ölen bir kimsenin babasının babası ile anasının anası kendisine cihâd için izin verip anasının babası ile babasının anası izin vermese, cihâda gitmesinde bir beis yoktur. Çünkü ana-baba öldüğünde, babanın babası ile ananın anası ana-baba yerine geçer. Ananın babası ile babanın anası yabancı hükmündedir. Ancak babanın babası ile ananın anası olmadığında ananın babası ile babanın anası ana baba yerine geçer, fakat hepsinin izniyle çıkması müstehabdır.
Anasının anası ile babasının anası bulunan bir kimsenin cihâda gidebilmesi için anneannesinin izin vermesi lâzımdır. Çünkü çocuğa bakma hususunda anneanne, babaanneden önce gelir. Babası ile babaannesi bulunan bir kimsenin cihâda gidebilmesi için babaannesinin izin vermesi lâzımdır. Çünkü babaanne anne gibidir. Zira bakma hakkı onundur.
Zevcesi, çocukları, kardeşlen, amcaları bulunan bîr kimsenin bunlardan izinsiz cihâda çıktığı takdirde zayi ve telef olacaklarından korkarsa izinsiz çıkamaz. Es-Siyerü'l-Kebîr Şerhi.
"Ama kendisinde tehlike olmayan bir sefere ilh." Yani ticaret, hac ve umre seferleri gibi kendisinde tehlike bulunmayan seferlere, anası ve babasının sıkıntıya düşmesinden korkmadıkça onlardan izinsiz çıkması caizdir.
"İlim tahsili için de izinsiz çıkabilir ilh..." Yani bir kimsenin yolda emniyet bulunup anası ve babasının da sıkıntıya düşmesinden korkmadıkça onlardan izinsiz ilim tahsili içîn çıkması caizdir.
"Çünkü bunlar âcizdirler ilh..." Nitekim Allah-u Teâlâ'nın, "Köre (cihâddan geri kalmak hususunda) vebal yok, topala vebal yok, hastaya vebal yok." (Fetih Sûresi, ayet: 17) kavl-i kerîmi özür sahiblerî hakkında nazil olmuştur. Bu âyet-i kerîmede her hangi bîr sebebden dolayı cihâda gitmekten âciz olan kimse üzerine cihâdın farz olmadığına işaret vardır Zeylaî.
"Borçlu kimselere de ilh..." Yani borçlu bîr kimsenin borcuna yetecek kadar malı bulunmadığında alacaklısından izinsiz cihâda gitmesi caiz değildir. Çünkü kendisine alacaklının hakkı teallûk etmektedir. Eğer kendisine alacaklısı cihâda gitmesi için izin verip fakat alacağından berî kılmasa, borçlunun cihâda gitmeyip borcunu ödemesi müstehabdır. Çünkü kul hakkı olan borcunu ödemesi cihâda gitmekten daha evlâdır. Şayet cihâda giderse bunda da bir beis görülmemiştir. Alacaklısı gâib olup borcuna kâfi malı mevcud olan bir borçlu vefatı halinde terekesinden borcunu ödemek üzere birini vasî teayyün ettikten sonra cihâda gidebilir. Çünkü, bu takdirde alacaklının hakkı korunmuş olur. Eğer borcuna kâfi malı bulunmazsa cihâda gitmeyip borcunu ödemesi lâzımdır.
Keza emânet sahibi gâib olup yanında emânet bulunan kimse emâneti sahibine yermek üzere bir kimseyi vasî tâyin edip emâneti bu vasîye tealim ettikten sonra cihâda çıkabilir. Tecnîs, Zahire. Bahır.
"Kefaletleri nefislerine ise de ilh..." Yani bir kimse bir şahsın nefsine kefil olsa o kimsenin o şahsı seferden menetmesi caizdir. Nehir.
"Eğer borcu vadeli olup ilh..." Yani vadeli borcu olan kimsenin vadesi gelmeden önce cihâddan döneceğini bilirse cihâda gitmesi caizdir. Fakat cihâda gitmeyip borcunu ödemesi efdaldır. Zahire.
METİN
Düşman İslâm memleketine hücum ederse cihâd farz-ı ayn olur. Artık her ne kadar izinsiz olsa bile bütün müslümanların cihâda çıkması lâzım gelir. Zevcesini cihâda çıkmaktan men eden zevç gibi kimseler günahkâr olur. Zahire.
Cihâdın farz olması için başka bir kayıd daha lazımdır ki, kuvvet ve kudrettir. Buna göre tedavi edilemiyen ağır hastalar cihâda çıkmaz. Ama çıkmaya kadir olup cihâda kudreti olmayan kimselerin ordunun kalabalığını artırmak ve düşmanı korkutmak için çıkmaları münasibdir. Fetih.
Sirâc'da zikredilmiştir ki, cihâdın vâcib olması için silâh kullanmaya kudretin bulunması şarttır, yolun emniyeti şart değildir. Savaştığı takdirde öldürüleceğini, savaşmadığı takdirde esir edileceğini bilen kimsenin savaşması lâzım gelmez.
Cihâda çıkılmasını bildiren ve hükümdar tarafından nida eden kimsenin haberleri -her ne kadar fâsık olsalar bile- kabul edilir. Çünkü bu gibi haber derhal yayılıp duyulur.
Beytülmâlde gazilere sarfedilecek gerek ganimet malı gerekse başka yerden toplanan mal var iken hükümdarın insanlardan cihâd için mal alması mekrûhdur. Dürer. Sadru'ş-Şeria. Beytülmâlde gazilere sarfolunacak mal bulunmazsa, düşmanların şerrini defetmek için hükümdarın halktan para alması mekruh değildir.
Düşmanı çember içerisine alırsak onları müslümanlığa davet ederiz. Müslüman olurlarsa ne a'lâ, olmazlarsa cizye ehlinden iseler cizye vermeye davet ederiz. Cizyeyi kabul ederlerse, bizim lehimize olan adaletle muamele onların da lehine, bizim aleyhimize olan ceza ile muamele onların da aleyhinedir.
İZAH
"Düşman İslâm memleketine hücum ederse ilh..." Yani düşman İslâm beldelerinden bir beldeye ansızın girerse, cihâd farz-ı ayn olur. Bu hale "nefîr-i âmm" denilir. "İhtiyar" adlı kitabta: "Nefîr-i âmm; bütün müslümanlara muhtaç olunmasıdır." diye tarif edilmiştir.
"Bütün müslümanların cihâda çıkması ilh..." Yani kadınlar kocalarından, köleler efendilerinden, borçlular alacaklılarından izinsiz çıkarlar, imam Serahsî: "Nefîr-i âmmede cihâd edebilecek baliğ olmayan çocukların cihâda çıkıp savaşmalarında -her ne kadar ana-babaları razı olmasa bile - bir beis yoktur." demiştir.
"Cihâdın vâcib olması için ilh..." Yani bir kimseye cihâdın vâcib olması için silâh kullanmaya kudretinin bulunması, erzaka ve gideceği yer sefer müddet kadar olursa bineğe mâlik olması şarttır. Harb olduğunu bilmesi de şarttır. Kâdîhân, Kuhistânî.
"Savaşması lâzım gelmez ilh..." Bu ifadede "öldürülünceye kadar savaşmasının caiz olduğuna" işaret vardır.
Es-Siyerü'l-Kebir Şerhinde zikredilmiştir ki, öldürme yahut yaralama yahut hezimete uğratma gibi bir şey yaptıktan sonra kendisinin öldürüleceğini bilen bir kimsenin tek başına düşmana hücum etmesinde bir beis yoktur. Nitekim Uhud Muharebesinde Peygamberimizin huzurunda ashab-ı kiramdan bir cemaat böyle yapmıştır. Peygamberimiz (SAV.) onları bu yaptıklarından dolayı medhetmiştir. Ama düşmana hiç bir suretle zarar vermeden kendisinin öldürüleceğini bilen bir kimsenin düşmana hücum etmesi caiz değildir. Çünkü bu şekilde saldırmada dine hizmet yoktur. Fakat şer'an susması için her ne kadar ruhsat var ise de kendisini öldüreceklerini bilen bir kimsenin fâsık olan müslümanları fena fiillerinden nehyetmesinde bir beis yoktur. Çünkü müslümanlar fâsık olsalar bile kendilerine emreden kimsenin emrettiği şeyin hak olduğuna inanırlar. Bu yüzden öldürdükleri kimsenin öldürülmesi içlerinde derin tesir bırakır.
"Hükümdarın insanlardan cihâd için mal alması mekrûhdur ilh..." Çünkü böyle bir şey almak ücrete benzer. Cihâdda ücret almak haramdır, ücrete benzeyen şey de mekrûhdur. Zira zaruret yoktur, Beytülmalde bulunan mal müslümanların ihtiyacı için hazırlanmıştır. Buradaki kerahat, kerahat-ı tahrimiyyedir. Çünkü Fetih'de: "Taat üzerine ücret haramdır, ücrete benzeyen şey ise mekrûhdur." denilmiştir.
"Düşmanın şerrini defetmek için ilh..." Yani beytülmalde mal bulunmazsa hükümdarın zenginlerden mal alması mekruh değildir. Çünkü umumi zararı defetmek için hususi zarar ihtiyar olunur.
TENBİH: Nefsiyle, malıyla cihâd edebilecek kimsenin gerek beytülmalden gerekse başkasından bir şey alması lâyık ve münasib değildir. Malı bulunup cihâda çıkmaktan âciz olan kimsenin kendi yerine malıyla başkasını göndermesi lâzımdır. Malı bulunmayıp harbe gidecek kudrette olan kimseye gelince: Hükümdar kendisine beytülmaldan kifayet edecek kadar verirse, başkasından bir şey alması lâyık değildir. Cihâda gitmeyen bir kimse bir şahsa hitaben: "Benim yerime cihâd etmen için şu malı al." dese caiz olmaz. Çünkü bu cihâd üzere kiralamaktır. Cihâd bir vecibe olduğundan bunun ifası için ücret alınamaz. Ama "şu malı al bununla cihâd et" dese bu caizdir. Fakir olup cihâda gitmesi için kendisine para verilen kimsenin verilen paradan bir mikdarını çoluğuna çocuğuna nafaka olarak bırakması caizdir. Çünkü çotuğunun çocuğunun nafakasını bırakmadan cihâda gitmesi doğru değildir. Bu bahsin tamamı Bahır'dadır.
"Müslüman olurlarsa ilh..." Yani Kelime-i Şehadet getirerek müslümanlığı kabul ederlerse cihâda son verilir. Düşman hristiyan veya yahudi olursa, müslüman olmaları için dinlerinden beri olmaları lâzımdır. Müslümanlık, kelime-i şahadeti söyleyerek kaville olduğu gibi, cemaatla namaz kılma, hac etme gibi fiil ile de olur. Bu bahsin tamamı Bahır'dadır.
"Cizye ehlinden iseler ilh..." Yani mürted ve arap müşriklerinden değillerse kendilerinden cizye kabul edilir. Nitekim beyanı cizye bahsinde gelecektir. Nehir'de zikredilmiştir ki, çember içine aldığımız düşman cizye ehlinden olup cizyeyi kabul ettiklerinde hükümdar onlara cizyenin mikdarını ve ne zaman üzerlerine vâcib olacağını zengin olanlarla fakir olanların verecekleri cizye mikdarını açıklar.
"Cizyeyi kabul ederlerse bizim lehimize olan ilh..." Yani biz onların can)arına, mallarına dokunursak bizim birbirimize dokunduğumuzdaki vâcib olan ceza ne ise o ceza tatbik olunur. Onlar bizim malımıza, canımıza dokunduklarında bize tatbik edilen ceza onlara da tatbik edilir.
Bahır'da zikredilmiştir ki, onların şarap ve domuz üzerine yaptıkları akidler, bizim şıra ve köyün üzerine yaptığımız akidler gibidir. Zimmî (İslâm memleketinde oturan gayr-i müslim) hadler ve kısas ile muahaze olunur. İçki haddiyle muahaze olunmaz. Nikâh bahsinde geçtiği üzere nikâhın mehirsiz yahut şâhidsiz yahut iddet içinde caiz olacağına inansalar kendi inançları üzerine bırakılırlar.
METİN
"Bizim lehimize ve aleyhimize olan muameleler" kaydı ile ibâdet ve taatları tariften çıkar. Çünkü kâfirler, biz Hanefilere göre ibâdetle muhatab değillerdir. Bunu Hz. Ali (R.A)'nin: "Kâfirler cizyeyi ancak canları canlarımız gibi, malları mallarımız gibi olması için vermişlerdir." sözü te'yid eder.
İslâm dinine davet, kendilerine erişmemiş olan kimselerle davet etmeden önce cihâd etmemiz helâl, ve meşru değildir. Zamanımızda İslâm dinine davet her ne kadar doğuda ve batıda yayılmış ise de, fakat şübhe yok ki Allah'ın beldelerindeİslâm dinine şuur ve ilmi olmayan kimseler de vardır.
Beyan edilmedik bir mesele kaldı şöyle ki: Kâfirlerden kendilerine İslâm dinine davet erişmiş fakat cizyeye davet erişmemiştir. Tatarhâniyye'de: "Böyle kimseler cizyeye davet edilmedikçe kendileriyle cihâd edilmesi lâyık değildir." diye zikredilmiştir.
İslâmiyet kendilerine ulaşmış olan kimseleri de yeniden İslama davet etmek mendûbtur. Ancak davetimiz, onların bize karşı hazırlanmaları veya kaleye girmeleri gibi bir zararı gerektirirse - bu zannı galiple olsa bile - artık böyle bir davet mendûb olmaz. Fetih.
Cihâd edeceğimiz kâfirleri önce İslâmiyete davet ederiz, kabul ederlerse ne a'lâ. Etmezlerse, cizye ehlinden iseler cizyeye davet ederiz. Cizyeyi kabul ederlerse cihâd etmeyiz. Cizyeyi de kabul etmezlerse Allah-ü Teâlâ'dan yardım dileyerek onlarla cihâd ederiz. Cihâd sırasında düşmanın kendileri, meyvalı olsa bile ağaçları, ekinleri mancınıkla, yakıcı maddeler ile, su ile ve diğer vasıtalarla tahrib ve imha edilebilir. Ancak böyle yakıcı, yıkıcı aletleri kullanmadan zafer elde edileceği bilinirse bunları kullanmak mekrûhdur.
Düşman, esir aldıkları müslümanları siper edinmiş olsa, siper edinilen müslümanları değil bilâkis onların arkasında saklanan düşman kasdedilerek harbe devam edilir. Bunun neticesinde siper edinilen müslümanlar şehid edilseler, şehid eden müslümanlara diyet ve keffâret lâzım gelmez. Çünkü farzların yerine getirilmesi ödemeyle beraber olmaz.
İçinde müslüman veya zimmî bulunan bir beldeyi hükümdar fethettiğinde o belde halkından hiç birinin öldürülmesi asla helâl değildir. Eğer o beldede bulunan müslüman veya zimmînin sayısı kadar insan çıkarılsa bu takdirde geri kalanların öldürülmesi helâldir. Çünkü çıkarılanların müslüman veya zimmî olmaları ihtimali vardır. Mushaf-ı şerif, fıkıh kitabları, hadîs kitabları ve kadın gibi kendilerine tazim etmek vâcib, hafif ve hakir görmek haram olan şeylerle cihâda çıkmak yasak edilmiştir. Esah olan kavle göre, yaralıları tedavi için olsa bile yaşlı kadınların ve cariyelerin de çıkarılmaları yasakdır. Bunların yasak olmalarına delil Müslim-i Şerif'deki: "Kur'ân-ı azimüşan ile düşman toprağına yolculuk etmeyiniz." hadîs-i şeriftir. Fakat bunların emniyet ve selâmet bulunan ceyş (ordu) ile beraber çıkarılması mekruh değildir. Bununla beraber yaşlı kadınların ve cariyelerin çıkarılması evlâdır.
Müste'men (pasaportlu) olan bir müslümanın, arada anlaşma bulunan ve ahitlerinde duran kâfir memleketine Mushaf-ı şerifle gitmesi caizdir. Çünkü bu halde onların müslümana dokunmaması gerekir. Hidâye. Kâfirlerle yaptığımız ahdi bozmak, taksim edilmeden önce ganimete hıyanetlik etmek, zafer kazanıldıktan sonra kâfirlerin burun ve kulaktan gibi azalarını kesmek şer'an yasaktır. Ama zafer kazanılmadan, harb devam ederken burun ve kulaklar gibi âzalarının kesilmesinde beis yoktur. İhtiyar.
Savaşta kadınlar, çocuklar, deliler, harbde bağırıp çağıramayacak ve çocuğu olmayacak derecede yaşlı olanlar - bunlar mürted olsa bile- körler, topallar, kötürümler, bunamışlar, insanlara karışmayan rahipler ve kilise hademesi öldürülmez. Ancak bunlardan biri kral yahut savaşabilir yahut harbde rey sahibi olur yahut mal sahibi olup malıyla savaşa yardım ederse öldürülür.
Bir müslüman mücahid bu öldürülmeyecek kâfirlerin birini öldürürse, diğer günâhlar gibi kendisine ancak tevbe ve istiğfar lâzım gelir. Çünkü kâfirin kam ancak eman (pasaport) ile değerli olur da öldürüldüğünde diyet lâzım gelir. Bunda ise eman mevcud değildir. Bu öldürülmeleri helâl olmayanları müslümanlar dar-i harbde bırakmayıp ganimeti çoğaltmak için onları İslâm memleketine getirirler. Bahsin tamamı Sirâc'dadır.
Düşmanın öfkesini artırmak için, içlerinden öldürülmüş olan ileri gelenlerin başlarını kesip, müslümanlar tarafına getirerek teşhir etmekte bir beis yoktur. Bununla o öldürülen kâfirlerin şerlerinden kurtulmuş olduğuna dair müslümanların kalblerinde bir kanaat hâsıl olarak gönüllerinin hoş olmasına sebeb olur. Nitekim Abdullah b. Mes'ûd (R.A.) Bedir Muharebesinde Ebû Cehil'in başını Resûlullah'ın huzuruna getirerek: "Yâ Resûlallah! Bu, senin düşmanın Ebû Cehil'in başıdır." demiş, bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz: "Allahüekber! İşte bu, hem benim hem de Ümmetimin firavunudur. Bunun benim ve ümmetim üzerine fer ve zararı, Firavun'un Hz. Musa (A.S.) ve ümmeti üzerine şer ve zararından daha şiddetli idi." buyurdular. Ebû Cehil'in başının kesilip huzuruna getirilmesini men ve inkâr etmediler. Zahîriyye.
Mal aramak için düşmanın kabirlerini açmakta bir beis yoktur. Tatarhâniyye. Hâniyye'de: "Kâfirlerin kabirlerinin açılmasında bir beis yoktur." diye zikredilmiştir. Bu ifade, zimmîlerin kabirlerinin açılmasına da şâmildir.
İZAH
"Çünkü kâfirler biz Hanefilere göre ibâdetle muhatab değillerdir ilh..." Menar'ın şerhinde zikredilmiştir ki, kâfirler imân ve ukubât (cezalar) ile muhatabdırlar, fakat içki haddi (cezası) ve muameleler ile muhatab değildirler.
İbâdete gelince: Semerkantlı âlimlere göre kâfirler ibâdetle gerek eda ve gerekse i'tikâd cihetinden muhatab değildirler. Buhârâlı âlimlere göre kâfirler ibâdetle yalnız eda cihetinden muhatab değildirler. Iraklı âlimlere göre kâfirler ibâdetle hem eda hem de i'tikâd cihetinden muhatabdırlar. Mu'teber olan kavil de budur.
"Sözü te'yid eder ilh..." Yani cizyeyi kabul eden kâfirlere ukubât ve muameleler hususunda biz müslümanlara tatbik edilen hükümler tatbik edilir. Fakat onlar imân edip ibâdet yapmadıktan için her ne kadar âhirette kendilerine azab edilecek ise de müslümanlar onlardan imân edip ibâdet yapmalarını isteyemez.
"Helâl ve meşru değildir ilh..." Yani İslâm dinine davet kendilerine ulaşmamış olan kimselerle müslümanlığa davet olunmadan önce harb etmek caiz değildir, İslâm dini kendilerine ulaşmayan kimselerin cihâddan önce İslâm dinine davet edilmeleri lâzımdır. Tâ ki müslümanların menfaat uğrunda harb etmediklerini bilsinler, böyle kimseler çok defa İslâm dinini kabul ederler. Müslümanlar böyle kimseleri İslama davet etmeden harbe başlarlarsa günahkâr olurlar. Bu günâhlarından dolayı kendilerine ancak tevbe ve istiğfar lâzım gelir, diyet ve keffâret lâzım gelmez. Çünkü öldürdükleri kimseler din veya İslâm memleketiyle korunmuş değildirler. Bunların öldürülmeleri, kâfir olan kadınların ve çocukların öldürülmeleri gibidir.
"Mancınıkta ilh..." Yani mancınık kurarak düşman kalelerini tahrip ve imha ederiz. Çünkü Peygamberimiz Tâif'i muhasara ettiklerinde mancınık kurarak savaşmışlardır. Mancınık, kendisiyle büyük taşlar atılan bir âlettir. Zamanımızda modern silâhlar icad edildiği için buna ihtiyaç kalmamıştır.
"Düşmanın kendileri ilh..." Yani düşmanın bizzat kendilerinin mancınık ve yakıcı maddelerle yakılması caiz olunca yurtlarının mallarının yakılması evleviyetle caiz olur. Gerek düşmanın gerekse yurtlarının ve mallarının yakılması zaferi elde etmek için bundan başka çare bulunmadığı takdirdedir. Eğer yakılmadan zafer kazanma imkânı olursa, yakmak asla caiz değildir. Çünkü yakmada kadınların, çocukların ve onların yanında bulunan müslüman esirlerin de imhası vardır.
"Ceyş (ordu) ile beraber çıkarılması ilh..." İmam-ı Azam'a göre ceyş; en az dört yüz neferden müteşekkil bir askeri kıtadır. Seriyye ise; en az yüz neferden müteşekkil bir askeri bölükdür. Hâniyye'de: "Seriyye, iki yüz neferden bir askeri koldur." diye yazılıdır. Şeyh Ekmeliddin: "İbn-i Ziyad'ın seriyye en az dört yüz neferden, ceyş ise en az dört bin neferden teşekkül eder, demesi doğru değildir." demiştir.
Fetihd'e zikredilmiştir ki, oniki bin kişi büyük bir ordu sayılır. Çünkü Peygamberimiz: "Oniki bin kişi azlıktan dolayı mağlup olmaz." buyurmuşlardır.
Ben derim ki: Oniki bin kişilik bir ordu mağlup olmaz, eğer mağlup olursa zamanımızdaki kumandanların hıyaneti yüzünden mağlup olur.
TETİMME: Hâniyye'de zikredilmiştir ki, oniki bin kişilik bir İslâm ordusunun her ne kadar düşman ordusu daha fazla olsa bile kaçması lâyık değildir. Velhasıl mağlup olacağını bilirse kaçmada bir beis yoktur. Silâhı bulunmayan bir müslümanın silâhlı olan iki düşmandan kaçmasında bir beis yoktur. İmam Muhammed'in bir kavline göre kuvvetli olan bir müslümanın iki kâfirden, yüz müslümanın iki yüz kâfirden kaçması mekrûhdur. Fakat bir müslümanın üç kâfirden, yüz müslümanın üç yüz kâfirden kaçmasında bir beis yoktur.
"Yaşlı kadınların ve cariyelerin ilh..." Fetih'de zikredilmiştir ki, yaralıları tedavi, su dağıtmak için genç kadınların değil yaşlı kadınların çıkarılması evlâdır. Cinsî yakınlık için hür kadınların değil cariyelerin çıkarılması evlâdır.
"Harb devam ederken burun ve kulaklar gibi azaların kesilmesinde beis yoktur ilh..." Fetih'de zikredilmiştir ki, harb sırasında, bir müslüman kılıcıyla bir kâfire vurup kulağını kesebilir, ikinci sefer vurup gözünü çıkarabilir, üçüncü sefer vurup elini kesebilir, dördüncü sefer vurup burnunu kesebilir. Bir müslüman, harb devam ederken bir kâfiri yakaladığında onun azalarını kesmeyip doğrudan doğruya öldürür.
TENBİH: Sahih-i Buharı ile Sahih-i Müslim'de ve diğer mu'teber hadîs kitablarında harb halinde kâfirlerin âzalarının kesilmesi yasaklanmıştır.
Bir kimse bir cemaat üzerine cinayet işleyip birinin burnunu, diğerinin kulaklarını, başka birinin ellerini, öbürünün ayaklarını, daha başka birinin de gözlerini çıkarsa, bu cani kimseden her biri için kısas alınırken bir önce yapılan kısasın yerinin iyi olması beklenir. Bir kimse bir şahsın azalarını kestikten sonra öldürse, bu cani kimsenin azaları kesilmeyip doğrudan doğruya öldürülür. Fetih.
"Rahip ilh..." Es-Siyerü'l-Kebir'de zikredilmiştir ki, insanlara karışmayan manastırdaki rahipler, kilisedeki hadameler öldürülmez. Keşişler gibi insanlara karışırlarsa öldürülürler. Bazen çıldırıp bazen ayılan deliler her ne kadar harbe katılmasalar bile ayık hallerinde öldürülürler. Cevhere'de zikredilmiştir ki; dilsizin, sağırın, sol eli kesilmiş veya ayaklarından biri kesilmiş olanların öldürülmesi caizdir. Çünkü bunların süvari olarak savaşmaları mümkündür. Keza savaşan kadınların da öldürülmeleri caizdir.
"Bunlardan biri kral ilh..." Peygamber Efendimiz Düreyd b. Sımne'nin harb işlerinde görüşünden istifade edilen bir kimse olduğu için yüzyirmi yaşında ve kör olduğu halde öldürülmesini emretmiştir. Deli, çocuk ve kadın gibi öldürülmeyenlerden birisi savaşırsa öldürülür. Çocuk ve deliler savaşırlarken öldürülür. Kadınlar, rahipler vesaire esir edildikten sonra savaştıkları takdirde öldürülürler. Hükümdar olan kadın, her ne kadar savaşmasa bile öldürülür.
Keza hükümdar olan çocuk da öldürülür. Çünkü hükümdarlarının öldürülmesinde kuvvet ve kudretlerinin kırılması vardır. Cevhere'de: "Hükümdar olan çocuk harb meydanında hâzır olduğunda öldürülür." diye zikredilmiştir.
"Bu öldürülmeleri helâl olmayanları ilh..." Yani öldürülmeleri helâl olmayan kâfirler dar-ı harbde bırakılmayıp İslâm memleketine getirilir. Çünkü onları orada bırakmak müslümanların zararına olur. Meselâ çocuklar büyüyüp harb ederler. Ama savaşamıyacak, çocukları olmayacak, görüşünden istifade edilemeyecek derecede yaşlı olanlar hususunda müslüman hükümdar muhayyer olup dilerse onları dar-ı harbde bırakır. Çünkü onların kâfirlere de faydası yoktur. Dilerse müslüman esirlerle değiştirmek için İslâm memleketine getirir. Çocuğu olmayacak derecede yaşlı olan kadınlar da yaşlı erkekler hükmündedir, insanlara karışmayan ve evlenmeyip manastırlarda yaşıyan rahipler de yaşlı erkekler hükmündedir. Bahır.
METİN
Savaş halinde bir kimsenin kâfir olan aslı (her ne kadar yukarı çıkarsa çıksın babası ve dedeleri) nı öldürmesi caiz değildir. Fakat onları bırakmayıp başkası öldürsün diye oyalar. Eğer onları öldürecek başka birisi bulunmazsa kendisi öldürür. Onları öldürecek başka birisi bulunduğu halde kendisi öldürürse, tevbe ve istiğfar eder, diyetleri lâzım gelmez. Çünkü onların şer'an korunması, lâzım değildir.
Asıl, ferî (her ne kadar aşağı inerse insin oğlu ve torunları) nı öldürmeyi kasdedip, oğlu veya torunları aslını öldürmekten başka çare bulamazsa, bu takdirde öldürmeleri caizdir. Çünkü müslüman olan baba bile oğlunu öldürmek istese, oğlunun kendi nefsinden zararı defetmek için babasını öldürmesi caizdir. Savaş meydanında kâfir olan baba, müslüman olan oğlunu öldürmek isterse, müslüman olan oğlun kendi nefsinden zararı defetmek için kâfir olan babasını öldürmesi evleviyetle caiz olur.
Bir kimsenin hükümdara isyan eden âsiler arasındaki yakın akrabasını öldürmesi caiz değildir. Müslümanların menfaati bulunursa, düşman tarafından veya müslümanlar tarafından mal karşılığında cihâd etmemek üzere sulh yapılması caizdir. Çünkü Allah-ü Teâlâ'nın:
"Eğer (düşman) barışa meylederse sen de ona yanaş." kavl-i kerimi kâfirlerle barış yapılmasının caiz olacağına delildir.
Düşmanla barış yapıldıktan sonra barışın bozulmasında müslümanların menfaati bulunursa, haram olan zulümden sakınmak için, barışı bozduğumuzu kendilerine bildiririz. Çünkü Peygamber Efendimiz Mekke ehline böyle yapmışlardır. Eğer barış yaptığımız düşman hükümdarı hainlik ederse, meselâ onun izniyle askerlerinden bazıları müslümanlara saldırırsa, barışı bozduğumuzu bildirmeksizin kendileriyle savaşırız. Eğer düşman hükümdarının izni olmadan askerlerinden bazıları müslümanlara saldırırsa yalnız onlar hakkında barış bozulmuş olur. -Allah'a sığınırız - bir kavim mürted olup, bir beldeyi elegeçirip yurtlan dar-ı harb olup, onlarla barış yapılmakta menfaat bulunursa mal almadan barış yapılır. Eğer bir 'beldeyi ele geçirmiş olmazlarsa kendileriyle barış yapılması caiz değildir. Çünkü barış yapıldığı takdirde mûrtedleri mürtedlikleri üzere bırakmak vardır. Bu ise caiz değildir.
Kendilerinden mal alınmış olursa geri verilmez. Çünkü bu alınan malın korunması lâzım olmadığından müslümanlar için ganimet olmuş olur. Fakat isyancılardan mal alındığında harb bittikten sonra alınan mal kendilerine geri verilir.
Kâfirlere savaşta kuvvet olacak demir, köle ve at gibi şeyleri satmak veya taşımak -her ne kadar barıştan sonra olsa bile- haramdır. Çünkü Peygamber Efendimiz bunların düşmana satılmasını yasaklamışlardır. Ama yenilecek maddelerin, kumaşın satılması istihsanen caizdir.
İZAH
"Kâfir olan aslını ilh..." Yani savaş meydanında oğlun, kâfir olan babasını öldürmesi caiz değildir. Çünkü yaşaması için babasına bakması oğlu üzerine vâcibtir. öldürmek ise buna zıddır. Aynı zamanda oğlun dünyaya gelmesine babası sebeb olmuştur. Müslüman olan babanın kâfir olan oğlunu öldürmesi caizdir. Keza müslüman olan bir kimsenin kâfir olan kardeşi, amcası ve dayısı gibi akrabalarını öldürmesi caizdir.
"Oğlunun kendi nefsinden zararı defetmek için ilh..." Yani müdafaayı nefis için oğlun babasını öldürmesi -her ne kadar babası müslüman olsa bile- caizdir. Hatta bir baba ile oğul bir seferde iken susuzluktan ölecek derecede susayıp oğlun yanından birisini kurtaracak kadar su bulunsa, babası susuzluktan ölse bile suyu kendisi içer. Müslüman olan bir kimsenin kâfir olan babasının Allah-ü teâlâ veya Peygamber Efendimizin aleyhinde fena söz söylediğini işitse. onu öldürmesi caizdir. Çünkü Ebû Ubeyde b. Cerrah (R.A.)'ın Peygamberimizin aleyhinde fena söz söyleyen babasını öldürdüğü, Resûl-i Ekrem Efendimizin de bunu inkâr etmediği rivayet edilmiştir.
"Düşman tarafından ilh..." Yani müslümanların menfaati bulunursa, düşmandan alınan mal karşılığında savaş yapmamak üzere düşmanla barış yapmak caizdir. Bu barış düşman sahasına varmadan önce yapılırsa onlardan alınan mal haracın ve cizyenin sarf edildiği yere sarf edilir. Ama onların sahasına vardıktan sonra yapılırsa, alınan mal ganimet olup beşte biri beytülmâl için ayrıldıktan sonra geriye kalan mal askerler arasında taksim edilir. Nehir.
"Müslümanlar tarafından ilh..." Yani müslümanlar muzdar durumda bulunurlarsa, bu takdirde mal vererek barış yapmak caizdir. Nehir.
"Barışı bozduğumuzu kendilerine bildiririz ilh..." Düşman hükümdarı barışı bozduğumuzu memleketinin her tarafına duyuracak kadar bir zaman geçmedikçe onlarla cihâd etmemiz caiz olmaz. Hatta barış yapıldığı için kalelerini yıkıp beldelerine dağılmışlar ise zulümde kaçınmak için kalelerine dönüp onları tamir edinceye kadar savaşmamız caiz değildir. Bu. tâyin edilen barış zamanı geçmediği takdirdedir. Tâyin edilen barış zamanı geçtikten sonra dahi bozduğumuzu kendilerine bildirmek lâzım değildir. Muayyen bir zaman cihâd etmemek özere mal karşılığında düşmanla barış yapıp o müddet bitmeden önce barışı bozsak, kalan müddetin hissesi düşmana geri verilir. Çünkü alınan mal harb etmemenin karşılığı olarak alınmıştır. Zeylaî.
"Yalnız onlar hakkında barış bozulmuş olur ilh..." Yani hükümdarlarından izinsiz saldıran düşman askerlerinin kuvveti bulunursa, yalnız kendileri hakkında barış bozulmuş olur, öldürülürler ve esir edilirler. Bir asker hükümdarından izinsiz saldırıp sonra vazgeçse, onun hakkında barış bozulmuş olmaz.
"Mal almadan barış yapılır ilh..." Yani mürted olan kavmin ileride tekrar müslüman olmaları ümid edilirse kendilerinden mal almaksızın barış yapılması caizdir. Çünkü alınan mal cizye mânâsında olacağı için mürtedlerden kabul edilmez. Zaruret zamanında mürtedlere mal vermek suretiyle barış yapılması caizdir. Nitekim yukarıda geçtiği üzere zaruret zamanında kâfirlere bile mal vermek suretiyle barış yapılması caizdir. Şu kadar var ki, mürtedlerle barış yapıldığında müddet tamam olmadan ahdi bozduğumuzu kendilerine bildirmemiz lâzım değildir. Çünkü bunlar tekrar müslüman olmaları için cebrolunur, ama kâfirler cebrolunmazlar.
"Demir ilh..." Yani iğne gibi küçük olsa bile harb için silâh olarak kullanılacak maddelerin düşmana satılması haramdır. Keza ipek gibi demir hükmünde olan şeylerin de satılması mekruhtur. Çünkü ipekten sancak yapılır.
"Köle ilh..." Yani kölelerin düşmana satılması da haramdır. Çünkü köleler gerek müslüman olsun gerekse kâfir olsun düşman yurdunda çoğalıp müslümanlarla harb ederler.
"Taşımak ilh..." Yani satılacak demir, köle ve at gibi şeylerin düşman memleketine götürülmesi de haramdır. Emân (pasaport) ile düşman memleketine giden bir müslüman tacirin satmak istemediği ve düşmanın da dokunmayacağını bildiği silâhını yanında götürmesinde bir beis yoktur. Eğer dokunacaklarını bilirse silâhını götürmez. Hâkimin Kâfîsi'nde zikredilmiştir ki, kılıçla İslâm memleketine gelen bir kâfir onun yerine ok yahut mızrak yahut at satın alsa, götürmesine müsaade edilmez.
Keza kılıcını kendisinden daha iyi bir kılıçla değiştirse yine götürmesi için müsaade edilmez. Eğer değiştirdiği kılıç kendi kılıcı gibi veya kendi kılıcından âdi olursa götürmesi için müsaade edilir.
"İstihsanen caizdir ilh..." Yani yenilecek ve giyilecek maddelerin düşmana satılmasının caiz olması müslümanların bunlara ihtiyacı olmadığı takdirdedir, Bunlara müslümanlar muhtaç olurlarsa satılmaları caiz değildir
METİN
Hür erkeğin veya kadının her ne kadar fâsık yahut kör yahut ihtiyar olsa bile yahut cihâd için kendilerine izin verilmiş çocuk veya köle de olsa eman (emniyete kavuştuğu hakkında düşmana verilen söz yahut yapılan işaret yahut yazılı emannâmeden ibarettir) verdiği kâfirler öldürülmezler. Müslümanlar o emanı bildikten sonra her ne kadar kâfirler o lisanı bilmeseler bile öldürülmezler. Ancak kâfirlerin bu emanı müslümanlardan işitmeleri şarttır. Kâfirler müslümanlardan uzak bir yerde oldukları için emanı işitmezlerse, bu emana itibar edilmez.
Emanın rüknü emanı bildiren şeylerdir. Bu cihetten üç nev'e ayrılır: Açık lâfızla olan eman, "sana eman verdim" yahut "sizin üzerinize bir beis yoktur" gibi. Kinaye lafzıyla olan eman, eman olduğunu zannettiğinde "gelin" denilmesi veya parmakla semaya doğru işaret edilmesi gibi. Yazıyla olan eman, emannâme gönderilmesi gibidir.
Bir kâfir "eman" diye çağırdığında müslümanların kendisine ulaşması mümkün olmayan bir yerde bulunsa bile eman sahih olur. Bir kimsenin kendi çocukları için eman istemesi sahihdir. Fakat ehli için eman istemesi sahih değildir.
Bir kâfir evlâdları hususunda eman istese, emanda oğullarının çocukları dahil olur. Fakat kızlarının çocukları dahil olmaz. Kendilerine eman verilen kâfirlerin üzerine diğer bir İslâm ordusu baskın yapıp mallarını aralarında taksim enikten sonra önceden bunlara eman verildiğini bilseler, o halde öldüren müslümanın üzerine diyet, cinsî yakınlıkta bulunanın üzerine mehr-i misil lâzım gelir. Çocuk babasına tâbi olmakla kıymetini ödemeksizin hür ve müslüman olur. Mallan ve üç hayız gördükten sonra kadınları sahihlerine verilir.
Emânın devamında müslümanların zararı bulunursa hükümdar onu bozar. Faidesiz eman veren kimse te'dîp olunur. Zimmînin, esirin, tacirin, savaştan menedilmiş olan köle ile çocuğun, delinin ve dar-ı harbde müslüman olup İslâm memleketine hicret etmemiş olan kimselerin emanları geçersizdir. Çünkü bunlar savaşmaya mâlik değildirler. Ancak bir zimmîyye eman vermesi için bir müslüman emrettiği vakitte emanı geçerlidir, imam Muhammed'e göre harbden menedilmiş kölenin emanı sahihtir.
Hâniyye'de zikredilmiştir ki, müslümanın kâfir olan mâlikine hizmet! kâfir için emandır. işin hakikatini Allah-ü Teâlâ Hz. bilir.
İZAH
"Eman verdiği kafirler öldürülmez ilh..." Yani hür olan erkek veya hür olan kadın bir kâfire yahut bir kâfir topluluğuna yahut kâfir bir kale ehline yahut kâfir bir şehir ehline eman verse sahih olur ve emandan sonra onların öldürülmesi müslümanlardan hiç bir kimseye caiz olmaz.
Fâsık olsa bile bir müslümanın Kâfirlere verdiği ahit ve emanın bütün müslümanların üzerine geçerli olmasının delili, Peygamberimizin:
"Müslümanların kanları, kısas ve diyette müsavidir. Bütün müslümanlar düşmana karşı bir el gibidir. Yani birbirine yardımcı olmaları vâcibdir. zimmetlerine ednâları da çalışır ve çalışması geçerlidir." hadîs-i şerifidir. Bu hadîs-i şerifdeki "zimmet" ile murad geçici veya devamlı olan ahiddir. Eman ve zimmet akdi de budur. Yine hadîs-i şerifdeki "ednâ" lâfzı ile eğer: "Velâ ednâ zâlike velâ ekser" (Mücadele Sûresi, âyet: 7) nazm-ı kerîminde vâki olduğu gibi çoğun mukabili olan en az mânâsınaalınırsa, bir kişinin emanının sahih olduğuna delildir ve eğer: "Fekâne kabe kavseyni ev ednâ" (Necm Sûresi, âyet: 9) kavl-i şerifinde olduğu gibi yakınlık mânâsına olan «dünüvv" den alınmışsa denaet (adilik) vasfı müslümanlardan ancak fâsıka nisbet olunmak lâyık olduğu için fâsıkın emanının sahih olduğuna delildir. Es-Siyerü'l-Kebir Şerhi.
"Müslümanlar o emanı bildikten sonra ilh..." Yani müslümanlar o lâfzın eman olduğunu bildikten sonra, kendilerine eman verilen kâfirleri öldürmeleri caiz olmaz.
Ben derim ki: Bundan anlaşılan, eman veren kimsenin kendisiyle eman verdiği lâfzın emana delâlet ettiğini bilmesi şarttır. Bir kimse hakkında eman sabit olunca, bütün müslümanlar hakkında da sabit olmuş olur.
"Emanı işitmezlerse bu emana itibar edilmez ilh..." Musannif bu ifadesiyle "düşmanın hükmen olsun, emanı işitmesinin lâzım olduğuna" işaret etmiştir. Çünkü Hindiyye'de zikredilmiştir ki, müslümanlar sesin duyulacağı bir yerde bulunan düşmana "size eman verdik" diye nida edip onlar uyku veya harble meşgul oldukları için duymasalar bu, eman sayılır.
"Gelin ilh..." Bu ifadenin eman olduğuna İmam Muhammed, Hz. Ömer (R.A.)'den:
«Müslümanlardan her hangi bir kimse, düşmandan bir şahsa, "beri gel, eğer gelirsen seni öldürürüm" deyip o da gelse, emin olur, ona dokunmak caiz olmaz.» diye nakledilen eseri delil göstermiştir. Bu eser şöyle te'vil edilir: Düşman, müslümanın: "Eğer gelirsen seni öldürürüm." ifadesini ya işitmemiş veya anlamamıştır. Eğer işitip anladıktan sonra yine gelirse ganimet olur.
"Parmakla semaya doğru işaret edilmesi ilh..." Bu işaret "Ben sana göklerin Ma'bûdu olan Allah-ü Teâlâ'nın ahdi ve emanını verdim." veya "Sen Allah hakkı için eminsin." mânâsını ifade eder.
"Bir kâfir emân diye ilh..." Yani müslümanlar tarafından ses işitilemeyecek kadar uzak bir yerde ve kendi kuvvetleri arasında bulunan bir düşman neferi müslümanların bulundukları tarafa silâhsız olarak gelip de ses işitilecek bir yerden eman dilediği takdirde emana nail olmuş olur. Artık kendisi ganimet sayılmaz. Fakat İslâm ordusunun arkasında veya sağ, sol cenahlarında silâhlı olarak dolaşmakta görülen bir düşman, eman için gelmekte olduğunu söylese de sözüne itibar olunmaz. Çünkü kendisinin bu vaziyeti, casusluğuna sû-ikastine delildir. Bu cihetle hakkında esir muamelesi yapılabilir. Es-Siyerü'l-Kebir Şerhi. Nitekim bir kimsenin evine geceleyin bir şahıs girip ev sahibi o şahsın hırsız olup olmadığını bilmese, eğer onun üzerinde hırsız alâmeti bulunursa onu öldürmesi caizdir. Bulunmazsa caiz değildir.
İslâm memleketinde bulunan bir kâfir emanla girdiğini iddia etse tasdik edilmez. Hatta kralları tarafından İslâm hükümdarına elci gönderildiğini iddia etse yine tasdik edilmez. Ancak krallarının mektubuna benzeyen bir mektup çıkarsa - her ne kadar bu mektubun kendisi tarafından yazılmış olması ihtimali bulunsa bile- emin olur. Çünkü gerek cahiliyette, gerekse İslâmiyette elciler emniyettedir.
"Çocuktan için eman istemesi sahihtir. Fakat ehil için eman istemesi sahih değildir ilh..." Bu ifade yanlıştır. Bahır'ın ibaresi şöyledir: Bir kâfir ehli için eman istese, kendisi bu eman altına girmez, fakat çocukları için eman istese, kendisi de bu eman altına girer. Bu ifadeler bir kâfirin hem ehli için hem de çocukları için eman istemesinin sahih olduğu hususunda acıktır. Şu kadar var ki, ehli için eman istediğinde kendisi bu eman altına girmez. Çocuktan için eman istediğinde kendisi de bu eman altına girer. Meselâ bir kâfir müslümanlara hitaben "ehlime eman veriniz" deyip müslümanlar da eman verseler, kendisi bu eman altına girmez. "Çocuklarıma eman veriniz" deyip müslümanlar da eman verseler, kendisi de bu eman altına girer. Eğer "bana ehlim üzerine yahut çocuklarım üzerine yahut eşyam üzerine yahut kale ehlinden on kimseye eman veriniz"dese, bu suretlerde kendisi de eman altına girmiş olur.
"Bir kâfir evlâdları hususunda eman istese ilh..." Yani bir kâfir müslümanlara hitaben "bana evlâdlarım üzerine eman veriniz" deyip, müslümanlar da kendisine eman verseler, bu emana kendi çocukları ve erkek çocuklarının çocukları girer. Kızlarının çocukları girmez. Çünkü kızlarının çotukları kendi evlâdları değildir. İmam Muhammed böyle zikretmiştir. Hassâf, imam Muhammed'den "Kızlarının çocukları da girer." diye nakletmiştir. Çünkü Peygamber Efendimiz, Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin (R.A.)'i kucaklarına aldıklarında: "Evlâdlarımız ciğerlerimizdir." buyurmuşlardır. Emanda "Kızlarının çocukları girmez." diye nakledilen birinci rivayete göre bu hadis-i şerif Allah-ü Teâlâ'nın : "Muhammed Aleyhisselâm baliğ olan erkeklerden hiç bir ferdin hakikî babası değildir." kavl-i kerîminin deliliyle mecaze hamledilmiştir. Yahut hadis-i şerifinmânâsı gereğince kızlarının çocuklarının evlâd sayılması Hz. Fâtıma (RA.)'nın çocuklarına mahsustur. Nitekim Peygamber Efendimiz : "Bütün çocuklar babalarına nisbet olunurlar. Ancak Hz. Fâtıma (R.A.)'nın çocukları bana nisbet olunur, ben onların babalarıyım." buyurmuşlardır. Fakat bu hadîs-i şerif şazdır. Zikredilen âyet-i kerîmenin mânâsına muhaliftir. Eğer "çocuklarımın çocukları üzere bana eman verin" dese, bu emanda kızının çocukları da dahil olur.
"Kendilerine eman verilen kâfirlerin üzerine ilh..." Yani kendilerine eman verilen kâfirlerin ne kendileri öldürülür, ne de çoluk çocukları esir alınabilir, ne de mallarına, namuslarına tecavüz olunabilir. Bunun aksine hareket İslâm ahkâmınca büyük bir günâh teşkil eder ve ödemeyi gerektirir. Çünkü emana nail olan bir düşmanın nefsi korunmuş, malları kıymetli olmuş olur. Müslümanlardan bir kimse bir kâfir topluluğuna eman vermiş olduğu halde bunu bilmeyen diğer bir kısım müslümanlar baskın yaparak onların mallarını alıp bazı erkeklerini öldürüp, bazı kadınlarını da esir ederek taksim ettikten sonra onlara cinsî yakınlıkta bulunacak olsalar, emanı bildiklerinde o malları ve kadınları geri vermeleri, öldürdükleri erkeklerin diyetlerini, cinsî yakınlıkta bulundukları kadınların da mehirlerini vermeleri lâzım gelir. Bu kadınlar üç hayız görünceye kadar geri verilmez. Bu müddet içinde yaşlı, emin bir kadının yanına konur. Şayet bu cinsî yakınlık neticesinde çocuklar doğacak olurlarsa, bunlar babalarına tâbi olarak kıymetini ödemeksizin hür olmuş bulunurlar.
"Te'dip olunur ilh..." Yani bir kimse düşmana faidesiz yere eman verilmenin şer'an yasak olduğunu bildiği halde eman verirse te'dip olunur. Bilmeyerek verirse, bilmezliği özür sayılacağı için te'dip olunmaz. Kuhistânî.
"Ancak bir zimmîye eman vermesi için bir müslüman ilh..." Yani bir müslüman bir zimmîye "sen kâfirlere eman ver" deyip o da kâfirlere hitaben "ben size eman verdim" yahut "fülan müslüman size eman verdi" dese, bu iki surette eman sahih olur. Ama müslüman zimmîye "sen kâfirlere fülan müslüman size eman verdi de" deyip zimmî kâfirlere hitaben "fülan müslüman size eman verdi" derse, eman sahih olmaz. Çünkü elcilik vazifesini tam olarak ifâ etmiştir. Eğer "ben size eman verdim" derse, bu eman sahih olmaz. Çünkü müslümanın emrine muhalefet edip emanı kendiliğinden vermiş olur ki, buna mâlik değildir. Ancak müslüman ona "kâfirlere eman ver" derse, zimmî bu şekilde eman vermeye mâlik olur. Zimmîye emreden müslüman gerek kumandan olsun, gerekse ordudan bir nefer olsun fark yoktur. Zimmînin emanının sahih olmaması onlara meyletme töhmetinden dolayıdır. Bir müslüman ona eman vermesini emredince bu töhmet kalkmış olur. Bu bahsin tamamı Es-Siyerü'l-Kebir Şerhindedir.
"Esirin, tacirin ilh..." Yani dar-ı harbde bulunan müslüman bir esirin veya tacirin müslümanlar nâmına eman vermesi sahih değildir. Çünkü bunlar dar-ı harbde bulundukça onların emri altında olup serbest harekete mâlik değillerdir. Aynı zamanda kâfirler bunlardan korkmaz. Eman ise korkulan yere mahsustur. Zahîre'den naklen Bahır'da zikredilmiştir ki, müslüman esir veya tacirin verdikleri eman diğer müslümanlar hakkında sahih değildir. Hatta müslümanların onların eman verdikleri kâfirler üzerine baskın yapmaları caizdir. Ama eman veren esir veya tacir hakkında verdiği eman sahih olup, emanla dar-ı harbe giren gibi olur da rızaları olmadan mallarından hiç bir şey alamaz.
Keza harbden menedilmiş kölenin vermiş olduğu eman da başkası hakkında sahih olmayıp kendi hakkında sahihtir.
Ben derim ki: Emanla dar-ı harbe giren tacirin verdiği eman da başkaları hakkında sahih olmayıp kendi hakkında sahihtir.
TENBİH: Es-Siyeür'l-Kebir şerhinde zikredilmiştir ki; esir, kâfirlere eman verip sonra geceleyin onları islâm ordusuna getirse ganimet olurlar. İstihsanen erkekleri öldürülmez. Çünkü onlar harb için değil eman istemek için gelmişlerdir. Nitekim kuşatılmış bir düşman neferi silâhını atmak suretiyle savaşı bırakarak "eman" diye nida etse emin olur, kendisine dokunulması caiz olmaz.
"Hâniyye'de zikredilmiştir ki ilh..." Hâniyye'nln ibaresi şöyledir: Bir kâfirin kâfir bir kölesi olup da köle müslüman olsa, sonra efendisine hizmet etse, bu hizmeti eman olur. Dar-ı harbde bulunan müslüman esir ve tacirin emanlarının caiz olmaması bu kölenin hizmetinin de eman olmamasını gerektirir.
Ben derim ki: "Hizmeti eman olur" ifadesi kölenin kendi hakkında eman olup, diğer müslümanlar hakkında eman olmaz mânâsına hamledilir, işin hakikatim Allah-ü Teâlâ bilir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...