METİN
Musannıf cihâdı
hadd (ceza) lerden sonra zikretti. Çünkü hadler ile cihâd'dan maksad yer yüzünü
fitne ve fesaddan temizlemektir, Hadlerden cihâda yükselmek, bilenler için gizli
değildir.
Cihâd lügatta:
"Câhede fi sebilillâhi: Allah yolunda savaştı" terkibindeki "câhede" fiilinin
masdarıdır.
Şeriatta cihâd:
"Hak dinine davet etmek ve daveti kabul etmeyenlerle savaşmak" tan ibarettir.
Şümunnî.
İbn-i Kemâl,
cihâdı: "Bir müslümanın Allah yolundaki bir harbe bedeni ile katılması yahut
malı ile yardım etmesi yahut re'yi ile yardımda bulunması yahut İslâm ordusunun
kalabalığını artırması yahut yaralıların tedavisine bakması yahut ordunun
yiyeceklerini, içeceklerini hazırlaması gibi elinden gelen gayreti
göstermesidir." diye tarif etmiştir.
Ribat da cihâddır.
Ribat: Arkasında müslüman bulunmayan düşman sınırında oturup müslümanları
korumaktır. Ribatın muhtar olan kavle göre tarifi budur.
Sahih hadîsde vârid
olmuştur ki, düşmandan sının muhafaza; bir zâtın bir vakit namazı beş yüz vakit
namaza denkdir. Bir dirhem harcaması yedi yüz dirhem harcamasına denkdir. O
halde ölürse, amelinin sevabı ve rızkı kıyamete kadar devam eder. Münker ve Nekî
«sualinden. kabir azabından emin olur. Kıyametin dehşet ve şiddetinden: emniyet
üzere şehid olarak kabrinden kalkar. Tamamı Fetih'dedir.
İZAH
«Cihâd bahsi
ilh..." İslâm hukukunda cihâda aid bahisleri ve hükümleri ihtiva eden kısma
"Kitâbü's-Siyer", "Kitâbü'l-Cihâd" veya "Kitâbü'l-Meğazi" adı verilir.
Siyer, sîretin
cem'idir. Sîret ise esasen yol, haslet, hey'et ve, bir nevi hareket mânâlarını
ifade eder. Bu takdirde siyerin hey'et ve haletini beyan içindir. Fakat şeriat
lisanında savaşla ilgili işlerde kullanılması galibdir. Nitekim "menâsik" hac
işlerinde kullanılır.
Cihâdın fazileti
pek büyüktür. Nasıl büyük olmasın ki, bir müslüman bu sayede Allah'a yaklaşmak
için onun uğrunda nefsine meşakkatların en ağırını yükletmekte ve en aziz
varlığı olan canını feda etmektedir. Bununla beraber nefsi devam üzere ibâdet ve
taatlara hasrederek onu neva ve heveslerine tâbi olmaktan men etmek cihâddan da
güçtür. Bundan dolayıdır ki, bir gazadan dönerken Resûl-i Ekrem Efendimiz:
"Küçük cihâddan büyük cihâda döndük." buyurmuşlardır. Nitekim İbn-i Mes'ûd
(R.A.)'dan rivayet edilen bir hadîs-i şerifte Resûl-i Ekrem Efendimizin cihâdı
fazilet itibariyle namazdan sonra zikretmesi de bunu gösterir.
İbn-i Mes'ûd (R.A.)
şöyle diyor: "Dedim ki:
- Yâ Resûlallah,
amellerin en faziletlisi hangisidir?
- Vaktinde kılınan
namazdır, buyurdular.
- Ondan sonra
hangisidir? dedim.
- Anneye, babaya
itaattir, buyurdular.
- Ondan sonra
hangisidir? dedim.
- Allah yolunda
cihâddır, buyurdular. Daha ziyade sorsaydım bana daha ziyade cevap verecekti."
Bu hadîs-i şerifi Buhârî rivayet etmiştir.
Ebû Hureyre
(R.A.)'den rivayet edilen bir hadîs-i şerifte: Resûl-i Ekrem Efendimiz cihâdı
imândan sonra zikretmişlerdir.
Ebû Hureyre (R.A.)
şöyle diyor: "Resûlullah (S.A.V.)'e:
- Amellerin hangisi
efdaldir? diye sordular,
- Allah'a ve
Resûluna imân, buyurdu.
- Ondan sonra
hangisi? dediler.
- Allah yolunda
cihâd, buyurdu.
- Ondan sonra da
hangisi? diye sordular.
- Makbul (olmuş,
içine günâh ve riya karışmamış) hac, cevabını verdi,"
Bu hadîs-i
şerifteki "imân" lafzıyla umum mecaz olarak "namaz" ile "zekât" tan her birinin
murad edilmesi lâzımdır. Çünkü devamlı vaktinde kılınan farz namazların cihâddan
efdal olduğunda şübhe yoktur. Namaz her gün tekrarlanan farz-ı ayndır. Cihâd
ancak imân ve namaz için meşru kılınmıştır. Bu yüzden cihâdın güzelliği
başkasından, namazın güzelliği ise kendisindendir. Cihâdın faziletine dair
malûmat Fetih'de zikredilmiştir.
Es-Siyerü'l-Kebir
şerhinde bildirildiğine göre, Ebû Katâde (R.A.) şöyle demiş: Resûlullah (S.A.V.)
insanlara bir hutbe okuyup önce Allah-ü Teâlâ'ya hamd-ü sena ettiler, sonra
cihâdı anlatıp, farzların dışında ondan daha üstün bir ibâdet ve taatın mevcud
olmadığını beyan buyurdular. Ebû Katâde "farzlar" ile farz-ı ayn olarak sabit
olan "İslamın beş şartı"nı murad etmiştir. Cihâd, her ne kadar farz ise de
fârz-ı kifâyedir. Farz-ı ayn, farzı kifâyeden daha kuvvetlidir. Sevâb ise farzın
kuvvetli olmasına göredir. Bundan dolayı Resûl-i Ekrem Efendimiz cihâdın farz-ı
ayn olan ibâdetlerden üstün olmadığını beyan
buyurmuşlardır.
Ebû Katâde demiş
ki: O vakit bir kimse ayağa kalkıp: "Ya Resûlullah! Allah yolunda şehid olanın
şahadeti günâhlarına keffaret olur mu?" diye sordu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem
Efendimiz biraz sukut buyurdular. Hatta kendilerine ilâhi vahiy indiğini
anladık. Sonra: "Evet, sabır ve sebat edip sevabını Allah-ü Teâlâ'dan diler ve
düşmana hücum eder de kaçmazsa» şehid edildiğinde borçlarından başka günâhlarına
keffaret olur. Zira borçları ile muâhaze olunur. Nitekim Cebrail (A.S.) bana
böyle bildirdi." diye buyurdular. Bu hadîs-işerifde şehidlerin derecelerinin
yüksek olduğunu beyan, şehidlik rütbesinin günâhların affına sebep olduğunu ilân
vardır. Yine bu hadîs-i şerifde kul hakkının pek büyük olduğu bildirilmektedir.
Çünkü şehid için böyle yüksek dereceler var iken yine borç ile muâhaze
olunacağını haber verip "Cebrail (A.S.) bana böyle bildirdi" ifadeleriyle de
bunu vahye dayanarak söylediklerine işaret buyurmuşlardır. Tâ ki kıyamet gününde
hasımları razı etmenin pek zor bir iş olduğunu herkes bitsin.
Bazı âlimler
demişlerdir ki; bu hüküm İslamın ilk devrinde müslümanların malları az olup,
borçlarını veremedikleri için Resûl-i Ekrem Efendimiz onları borçlanmaktan nehiy
buyurdukları vakitlerde idi. Bundan dolayıdır ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz
borcunu ödeyecek mal bırakmayan ölünün namazını kılmazlardı. Sonra bu hüküm :
"Her kim mal
bırakırsa, o mal ölünün veresesine aiddir. Her kim de borç veya aile ağırlığı
bırakırsa, bu da bana aiddir." hadîs-i şerifiyle nesholunmuştur (hükmü
kaldırılmıştır). Bu hadîs-i şerifin benzer) hac bahsinde de şu şekilde vârid
olmuştur: Resûl-i Ekrem Efendimiz Arafat'ta ümmetinin af ve mağfireti ipin dua
ettiler, kul hakkından başka her hususta duaları kabul edildi. Sonra
Müzdelife'de de sabahleyin Meş'ar-i Harâm'da dua ettiler, duaları kul hakkında
da kabul edildi. Cebrail (A.S.) inerek: "Allah-ü Teâlâ bazılarının hakkını diğer
bazılarından dolayı fazl-u inayetiyle ödeyecektir." diye haber verdi. Bu
kerametin misli, borçlu şehid hakkında da Allah-ü Teâlâ'nın lütûflarından uzak
değildir. Ebû Hureyre (R.A.)'deh rivayet edilmiştir, demiştir ki: «Bir kimse:
"Ya Resulûllah! Bir şahıs Allah yolunda cihâdı kasdedip cihâdda dünya malını da
murad etse sevabına mâni olur mu?"» diye sordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz: "Onun
için sevâb yoktur." buyurdular. Bu hadîs-i şerif iki vecihle te'vil edilir.
Birinci vecih:
Cihâd için çıkmış olduğunu gösterip hakikatte maksadı mal kazanmaktır. Bu
münafıkların halleridir, onlar için asla sevâb yoktur.
İkinci vecih: Cihâd
kasdıyla çıkar fakat en büyük arzusu mal elde etmektir, yoksa âhirette sevaba
nail olmak değildir. Resûl-i Ekrem Efendimiz, cihâd için iki dinar (altın) a
kiralanan sahsa hitaben : "Senin için dünyada ve âhirette ancak iki dinar
vardır." buyurmuşlardır. Ama bir kimsenin asıl maksadı Allah yolunda cihâd olup
bununla birlikte ganimeti de arzu ederse yine sevaba nail olur. O; "(Hac yolunda
ticaretle) Rabbınızdan rızık istemenizde bir günâh yoktur." (Bakara Sûresi,
âyet: 198) âyet-i kerîmesinin hükmünde dahildir. Yani hac ehli ticaret yapmakla
haccın sevabından mahrum olmadığı gibi bu mücahid de ganimet arzu etmekle
cihâdın sevabından mahrum olmaz.
"Bilenler için
gizli değildir ilh..." Çünkü hadler dünyayı fısk-u fücurdan temizler. Cihâd ise
küfürden temizler. H.
"Câhede fiilinin
masdarıdır ilh..." Cihâd elden gelen kuvvet ve kudreti sarfetmek manasınadır.
Buna göre iyiliği emredip kötülükten menetmek suretiyle halkla mücahede eden
herkese şâmildir. H.
"Ribat da cihâddır
ilh..." "Es-Siyerü'l-Kebir şerhinde zikredilmiştir ki, hadîs-i şerifteki "Ribât"
ve "Mürâbata"nın mânâsı: İslâm dinini aziz kılmak, müslümanlardan kâfirlerin
şerrini defetmek için düşman sınırında oturmaktan ibarettir
"Ribat" ın aslı "at
bağlamak" tan alınmıştır.
Allah-ü Teâlâ :
"Siz de düşmana karşı kuvvet ve (cihâd için) bağlanıp beslenen atlar
hazırlayın." (Enfal Sûresi, âyet: 60) buyurmuştur. Mücahid müslüman düşmanını
korkutmak için oturduğu sınırda atını bağlar. Düşmanı da böyle yapar. Bundan
dolayı bu işe "Mufâale" babından "Mürabata" denilmiştir.
İmam Mâlik'e göre;
sınır vatandan değildir. İbn-i Hâcer : "Orada oturulup düşmanın şerrinin
defedilmesi niyet edildiği için vatan olur." demiştir. Bundan dolayı selefden
bir çokları sınırda oturmayı tercih etmişlerdir.
"Ribatın muhtar
olan kavle göre tarifi budur ilh..." Sınırdan içte kalan yerlere de "Ribat"
denilse beldelerinde oturan bütün müslümanlara "Mürabatin: Sınırda oturanlar"
denilmesi lâzım gelir, bu ise olmaz. Tamamı Fetih'dedir.
Ben derim ki:
Düşman sınırında oturanlar düşmanın şerrini defedemeyip sınır yakınında
oturanlarla birlikte defederlerse, orası da "Ribât" olur.
"Sahih hadisde
ilh..." Ribatın faziletine dair pek çok hadis-i şerif cardır. Bunlardan birisini
Sahih-i Müslim Selman-ı Farisi (R.A.)'den rivayet etmiştir ki, Resûl-i Ekrem
Efendimiz : "Bir gün bir gece hudud boyunda nöbet beklemek; gündüzleri oruçla,
geceleri de ibâdetle geçirilen bir aydan daha hayırlıdır. O halde ölürse,
yapmakta olduğu amelinin sevabı ve (şehidlere olduğu gibi) rızkı devam eder ve
kabir fitnesinden kurtulur." buyurmuşlardır.
Taberânî "kıyamet
gününde şehid olarak kalkar" ziyadesini rivayet yet etmiştir. İbn-i Mâce Ebû
Hureyre (R. A.) 'den sahih senedle: "Allah-ü ölürse, kıyamet gününün şiddet ve
dehşetinden emin olunur." diye rivâetmiştir. Taberânî sahih senetle: "Bir kimse
hududu muhafaza ederken Teâlâ hududu beklerken öleni kıyamet gününde korkulardan
emin olarak diriltir." lafzını ziyade etmiştir.
Ebû Ümame
(R.A.)'den; Resûl-î Ekrem (S.A.V.) :
"Sının muhafaza
eden bir zâtın bir vakit namazı (sınır beklemeyen bir şahsın kılmış olduğu) beş
yüz vakit namaza denkdir. Onun bir dinar (altın) veya bir dirhem harcaması başka
yerde harcanan yedi yüz dinardan efdaldir." buyurmuşlardır. İbn-i Mâce.
"O halde ölürse
amelinin sevabı ve rızkı kıyamete kadar devam eder ilh..." İmam-ı Serahsîbunun
mânâsı: "O kimsenin ameli kıyamete kadar çoğalır." demiştir. Nitekim buna
:
"Kim evinden
Allah'a ve O'nun Resulüne muhacir olarak çıkıp da sonra kendisine ölüm
yetişirse, muhakkak ki onun mükâfatı Allah'a aiddir." (Nisâ Sûresi, âyet: 100)
âyet-i kerîmesi delâlet ettiği gibi, Resûl-i Ekrem Efendimizin : "Hac yolunda
ölen bir kimse için her sene mebrûr (içine günâh ye riya karışmamış) bir hac
sevabı yazılır." hadîs-i şerifi de buna delâlet
etmektedir.
Bir hadis-i şerifde
: "Bîr kimse cihâd ederek yahut sınır boyunda muhafız iken ölürse onun etini,
kanını yerin yemesi haram olup, cesedi çürümez. Anasından doğduğu gün gibi
günâhlarından çıkmadıkça, Cennetteki yerini ve hurilerden olan zevcesini
görmedikçe, akrabasından yetmiş kimseye şefaat etmedikçe o kimse dünyadan
çıkmaz. Sınır boyundaki muhafızlık sevabı kıyamete kadar devam eder."
buyurulmuştur. Bu hadîs-i şerifden "Sınır boyunda muhafız iken ölen kimsenin
kabrinde şehidler gibi diri olup kendisine rızkının devam edeceği"
anlaşılmaktadır.
"Kabir azabından
emin olur ilh..." Bîr çok âlimler, bu hadîs-î şerifi delil göstererek:
"Şehidlere kabir suali olmadığı gibi, düşman sınırında muhafız iken ölen kimseye
de kabir suali yoktur," demişlerdir.
METİN
Cihâda ilk önce
müslümanların başlaması -düşman başlamasa bile- farz-ı kifâyedir. Cenaze namazı
selâm alma gibi başka bir şey dolayısıyla farz kılınan her şey farz-ı kifâyedir.
Müslümanların bir kısmı tarafından düşmanın şerri defedilirse cihâd farz-ı
kifaye, defedilemezse farz-ı ayn olur.
Zannederim ki,
farz-ı kifâyenin beyanını musannifin ilende gelecek olan "Düşman hücum ederse
farz-ı ayn olur." ifadesinin üzerine takdim etmesi kifâye kısmının çok
olmasındandır.
Müslümanların
savaşabilmesi için, savaşın önce düşman tarafından başlatılmış olmasını gerekli
kılan Allah-ü Teâlâ'nın:
"Eğer düşmanlar
sizi öldürürlerse siz de onları öldürün." (Bakara Sûresi, âyet: 191) kavl-i
kerîmi ve "eşhürü'l-hurum" denilen Receb, Zilkâ'de, Zilhicce ve Muharrem
aylarında savaşın haram olması:
"Müşrikleri, onları
nerede bulursanız öldürün." (Tevbe Sûresi, âyet: 5) gibi umum ifade eden âyet-i
kerîmelerle neshedilmiş (hükmü kaldırılmış) tır.
Köle ve kadın bile
olsalar müslümanların bir kısmı tarafından bu cihâd yapılırsa, diğer bütün
müslümanlardan düşer. Şayet hiç bir vakitte hiç bir kimse tarafından cihâd
vazifesi yapılmazsa, terk etmeleri sebebiyle mükellef kimselerin hepsi günahkâr
olur. Bundan, meselâ Anadolu halkının cihâd etmesiyle Hindistan ahâlisinden
farzıyyetîn düşeceğianlaşılmasın. Çünkü düşmanın şerri defedilinceye kadar
sırasıyla yakın bulunan beldelerdekî müslümanlara cihâd farz olur. Müdafaa ancak
bütün müslümanların savaşmasıyla olursa namaz, oruç gibi cihâd da mükellef olan
bütün müslümanlara farz-ı ayn olur. Bir cenazeyi techîz ve tekfin etmek de bunun
gibi sırasıyla yakın bulunan beldelerdekî müslümanların üzerine lâzımdır. Bu
bahsin tamamı Dürer'dedir.
İZAH
"Farz-ı kifâyedir
ilh..." Eddürü'l-Müntekâ'da zikredilmiştir ki, hükümdarın her sene bir veya iki
defa dar-ı harbe seriyye göndermesi vâcibtir. Halkın da hükümdara bu hususta
yardımcı olmaları lâzımdır. Hükümdar seriyye göndermezse kendisi günahkâr olur.
Hükümdar üzerine seriyye göndermenin vâcib olması, gönderdiği seriyyenin düşmana
üstün geleceği kanaatında bulunduğu takdirdedir. Yoksa cihâd yapılması mubah
olmaz. Ama iyiliği emretmek bunun gibi olmayıp tesiri olsun veya olmasın terk
edilmez.
"Müslümanların bir
kısmı tarafından düşmanın şerri defedilirse ilh.." Yani hudutlardan birinde
çıkan bir harbi önlemek için orada bulunan İslâm kuvveti kifayet ettiği takdirde
cihâd farz-ı kifâye olup bütün müslümanların silâh altına alınmasına lüzum
görülmez. Eğer harp sahasında bulunan İslâm kuvveti kifayet etmezse, harp
mıntıkasında ve civarında bulunan bütün efrad harp için seferber haline
getirilir ve cihâd bir farz-ı ayn olur.
"Allah-ü
Teâlâ'nın... kavl-i kerimi ilh..." Cihâdı emreden âyet-i kerimeler şu tertip
üzere indirilmiştir:
Peygamber
Efendimizin ilk vazifesi tebliğden ve Cenab-ı Hakk'a eş koşanlardan yüz
çevirmekten ibaretti. Nitekim Allah-ü Teâlâ:
"Şimdi sen ne ile
emrolunuyorsan (kafalarını çatlatırcasına) apaçık bildir." (Hicr Sûresi, âyet:
94) buyurmuştur. Sonra İslâm dinine güzellikle ve tatlılıkla davet
emredilmiştir. Nitekim Allah-ü Teâlâ :
"(İnsanları)
Rabbinin yoluna hikmetle güzel öğütle davet et! Onlarla mücadelenin en güzelini
yap." (Nahl Sûresi, âyet: 125) buyurmuştur.
Bundan sonra savaşa
izin verilmiştir. Nitekim Allah-ü Teâlâ;
"Kendilerine karşı
harb açılan Müslümanlara zulme uğradıkları için cihâda izin verilmiştir." (Hac
Sûresi, âyet: 39) buyurmuştur.
Daha sonra düşman
harb açtığında onlara karşı koymakla emrolundu. Nitekim Allah-ü Teâlâ :
"Düşmanlar sizi
öldürürlerse siz de onları öldürün." (Tevbe Sûresi, âyet: 5) buyurmuştur.
Bundan sonra haram
olan aylar geçmek suretiyle cihâd emredildi. Nitekim Allah-ü Teâlâ:
"(Dokunulması)
haram olan aylar çıktığı zaman, artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün."
(5) buyurmuştur.
En sonra bütün
zamanlarda ve bütün mekân (yer) larda cihâd farz kılındı. Nitekim Allah-ü Teâlâ:
"Size harb
açanlarla Allah yolunda siz de muharebe edin. Fakat aşırı gitmeyin. Şübhesiz ki
Allah aşırı gidenleri sevmez." (Bakara Sûresi, âyet: 190) buyurmuştur. Bu bahsin
tamamı Es-Siyerü'l-Kebîr şerhindedir.
"Müslümanların bir
kısmı tarafından bu cihâd yapılırsa ilh..." Yani cihâd ölüyü yıkamak,
kefenlemek, cenaze namazını kılmak ve selâm almak gibi farz-ı kifâyeler,
mükelleflerin hepsine birden farz kılınmıştır. Bundan dolayı farz-ı kifâye bir
kısım müslümanlar tarafından yapıldığı takdirde diğer müslümanlardan düşer.
Çünkü farz-ı kifâyeden maksad yapılmasıdır. Mükelleflerden hiç biri bunu
yapmazsa, bunu bilen ve mükellef olan bütün müslümanlar günahkâr olur.
Farz-ı ayın böyle
değildir. Çünkü farz-ı ayın mükellef olan müslümanlardan her biri üzerine ayrı
ayrı farz kılınmıştır. Bundan dolayı farz-ı ayın bir kısım müslümanlar
tarafından yapıldığı takdirde diğerlerinden düşmez. Bunun için farz-ı ayın,
farz-ıkifâyeden efdaldır.
METİN
Cihâd, küçük çocuğa
farz değildir. Ana ve babaya itaat etmek farz olduğu için ana ve babasından her
ikisi veya birisi hayatta olan mükellef kimseye de cihâd farz değildir. Resûl-i
Ekrem Efendimiz, cihâda gitmek isteyen Abbâs b. Mirdâs'a: "Anandan ayrılma!
Çünkü Cennet ananın ayağının altındadır." buyurmuşlardır. Sirâc. Yine Sirâc'da
zikredilmiştir ki, bir kimse tehlikeli bir sefere ancak anası ve babasının izni
ile çıkabilir. Ama tehlikeli olmayan bir sefere onlardan izinsiz çıkabilir, ilim
tahsili için de izinsiz çıkabilir.
Efendisi ile
kocasının hakları şer'an önce geldiği için köleler ile kadınlara cihâd farz
değildir. Bundan anlaşılan, kocasının izin verdiği kadın ile kocası olmayan
kadınlara cihâdın farz olmasıdır.
Şarih der ki:
Şümunnî; "Kadınlara cihâdın farz kılınmamasının sebebi, bünyelerinin zayıf
olmasıdır." demiştir. Bahır'da zikredilmiştir ki, kocasının emrettiği şeyin
vâcib olması nikâh ve nikâh ile ilgili hususlardadır, yoksa her şeyde değildir.
Kör, topal, eli ve
ayağı kesilmiş kimselere de cihâd farz değildir. Çünkü bunlar âcizdirler.
Borçlu kimselere de
alacaklılarının hatta kendilerinin emri ile kefil olan kefillerinin -her ne
kadar kefaletleri nefislerine ise de- izni bulunmaksızın cihâd farz olmaz.
Tecnîs, Nehir. Borçlunun alacaklısından veya kefilinden izinsiz çıkamaması,
borcu vadesiz olduğuna göredir. Eğer borcu vadeli 'Olup vadesi gelmeden önce
döneceğini bilirse Cihâda çıkması caizdir. Bulundukları beldede kendilerinden
daha fakîh ve âlimi bulunmayan kimselere de cihâd farz değildir. Böyle âlimler
farz olmayarak cihâda gidecek olsalar kendilerine cihâd etmek caiz değildir.
Çünkü o belde halkının din cihetinden zayi olma korkusu vardır. Bezzâziye
sahibi: "Böyle fakîh ve âlim olan kimselerin farz olan hac seferkiden başka hiç
bir sefere çıkmaları caiz değildir." demiştir. Zira bilenlere gizli değildir ki,
fakîh ve âlimlere farz olan cihâd seferinin caiz olmamasından, ticaret gibi
nafile seferin caiz olmaması evleviyetle sabit olur.
İZAH
"Cihâd küçük çocuğa
farz değildir ilh..." Zahire'de zikredilmiştir, ki, babanın erginlik çağına
yaklaşmış olan çocuğuna -her ne kadar öldürüleceğinden korksa bile- cihâda izin
vermesi caizdir. Sadî: "Çocuğunun öldürülmesinden korkmadığında izin vermesi
caizdir. Öldürülmesinden korkarsa izin vermesi caiz değildir." demiştir. Nehir.
"Ana ve babasından
her ikisi veya birisi hayatta olan mükellef kimseye de cihâd farz değildir
ilh..." Bu ifadeden "mükellef olan evlâdını cihâda göndermeyen ana ve babanın
günahkâr olmayacağı" anlaşılmaktadır. Eğer günahkâr olsalar evlâdın cihâda gidip
onları günâhdan kurtarması lâzım olurdu. Yani müslümanların bir kısmı tarafından
düşmanın şerri defedilirse cîhâd farz-ı kifâye olur. Evlâdlarının ayrılığından
sıkıntıya düşecek olan ana-babanın evlâdını böyle bîr cihâddan menetme hakkı
vardır. Aynı hak her ikisi veya birisi kâfir olan ana-baba için de vardır. Ancak
kâfir olan ana-baba kendi dindaşlarını, müslüman olan evladlarını öldürmesini
hoş görmediği için ona mâni olmak isterlerse, onların sıkıntıya düşüp
ölmelerinden korkmadıkça onlara itaat etmez. Fakir olup bakıma muhtaç olan
ana-babaya -kâfir olsa bile- hizmet etmek evlâdı üzerine farz-ı ayndır. Farz-ı
kifâye sevabını elde etmek için farz-ı aynı terketmek doğru değildir.
Anası babası ölen
bir kimsenin babasının babası ile anasının anası kendisine cihâd için izin verip
anasının babası ile babasının anası izin vermese, cihâda gitmesinde bir beis
yoktur. Çünkü ana-baba öldüğünde, babanın babası ile ananın anası ana-baba
yerine geçer. Ananın babası ile babanın anası yabancı hükmündedir. Ancak babanın
babası ile ananın anası olmadığında ananın babası ile babanın anası ana baba
yerine geçer, fakat hepsinin izniyle çıkması müstehabdır.
Anasının anası ile
babasının anası bulunan bir kimsenin cihâda gidebilmesi için anneannesinin izin
vermesi lâzımdır. Çünkü çocuğa bakma hususunda anneanne, babaanneden önce gelir.
Babası ile babaannesi bulunan bir kimsenin cihâda gidebilmesi için babaannesinin
izin vermesi lâzımdır. Çünkü babaanne anne gibidir. Zira bakma hakkı onundur.
Zevcesi, çocukları,
kardeşlen, amcaları bulunan bîr kimsenin bunlardan izinsiz cihâda çıktığı
takdirde zayi ve telef olacaklarından korkarsa izinsiz çıkamaz.
Es-Siyerü'l-Kebîr Şerhi.
"Ama kendisinde
tehlike olmayan bir sefere ilh." Yani ticaret, hac ve umre seferleri gibi
kendisinde tehlike bulunmayan seferlere, anası ve babasının sıkıntıya
düşmesinden korkmadıkça onlardan izinsiz çıkması caizdir.
"İlim tahsili için
de izinsiz çıkabilir ilh..." Yani bir kimsenin yolda emniyet bulunup anası ve
babasının da sıkıntıya düşmesinden korkmadıkça onlardan izinsiz ilim tahsili
içîn çıkması caizdir.
"Çünkü bunlar
âcizdirler ilh..." Nitekim Allah-u Teâlâ'nın, "Köre (cihâddan geri kalmak
hususunda) vebal yok, topala vebal yok, hastaya vebal yok." (Fetih Sûresi, ayet:
17) kavl-i kerîmi özür sahiblerî hakkında nazil olmuştur. Bu âyet-i kerîmede her
hangi bîr sebebden dolayı cihâda gitmekten âciz olan kimse üzerine cihâdın farz
olmadığına işaret vardır Zeylaî.
"Borçlu kimselere
de ilh..." Yani borçlu bîr kimsenin borcuna yetecek kadar malı bulunmadığında
alacaklısından izinsiz cihâda gitmesi caiz değildir. Çünkü kendisine alacaklının
hakkı teallûk etmektedir. Eğer kendisine alacaklısı cihâda gitmesi için izin
verip fakat alacağından berî kılmasa, borçlunun cihâda gitmeyip borcunu ödemesi
müstehabdır. Çünkü kul hakkı olan borcunu ödemesi cihâda gitmekten daha evlâdır.
Şayet cihâda giderse bunda da bir beis görülmemiştir. Alacaklısı gâib olup
borcuna kâfi malı mevcud olan bir borçlu vefatı halinde terekesinden borcunu
ödemek üzere birini vasî teayyün ettikten sonra cihâda gidebilir. Çünkü, bu
takdirde alacaklının hakkı korunmuş olur. Eğer borcuna kâfi malı bulunmazsa
cihâda gitmeyip borcunu ödemesi lâzımdır.
Keza emânet sahibi
gâib olup yanında emânet bulunan kimse emâneti sahibine yermek üzere bir kimseyi
vasî tâyin edip emâneti bu vasîye tealim ettikten sonra cihâda çıkabilir.
Tecnîs, Zahire. Bahır.
"Kefaletleri
nefislerine ise de ilh..." Yani bir kimse bir şahsın nefsine kefil olsa o
kimsenin o şahsı seferden menetmesi caizdir. Nehir.
"Eğer borcu vadeli
olup ilh..." Yani vadeli borcu olan kimsenin vadesi gelmeden önce cihâddan
döneceğini bilirse cihâda gitmesi caizdir. Fakat cihâda gitmeyip borcunu ödemesi
efdaldır. Zahire.
METİN
Düşman İslâm
memleketine hücum ederse cihâd farz-ı ayn olur. Artık her ne kadar izinsiz olsa
bile bütün müslümanların cihâda çıkması lâzım gelir. Zevcesini cihâda çıkmaktan
men eden zevç gibi kimseler günahkâr olur. Zahire.
Cihâdın farz olması
için başka bir kayıd daha lazımdır ki, kuvvet ve kudrettir. Buna göre tedavi
edilemiyen ağır hastalar cihâda çıkmaz. Ama çıkmaya kadir olup cihâda kudreti
olmayan kimselerin ordunun kalabalığını artırmak ve düşmanı korkutmak için
çıkmaları münasibdir. Fetih.
Sirâc'da
zikredilmiştir ki, cihâdın vâcib olması için silâh kullanmaya kudretin bulunması
şarttır, yolun emniyeti şart değildir. Savaştığı takdirde öldürüleceğini,
savaşmadığı takdirde esir edileceğini bilen kimsenin savaşması lâzım gelmez.
Cihâda çıkılmasını
bildiren ve hükümdar tarafından nida eden kimsenin haberleri -her ne kadar fâsık
olsalar bile- kabul edilir. Çünkü bu gibi haber derhal yayılıp duyulur.
Beytülmâlde
gazilere sarfedilecek gerek ganimet malı gerekse başka yerden toplanan mal var
iken hükümdarın insanlardan cihâd için mal alması mekrûhdur. Dürer.
Sadru'ş-Şeria. Beytülmâlde gazilere sarfolunacak mal bulunmazsa, düşmanların
şerrini defetmek için hükümdarın halktan para alması mekruh değildir.
Düşmanı çember
içerisine alırsak onları müslümanlığa davet ederiz. Müslüman olurlarsa ne a'lâ,
olmazlarsa cizye ehlinden iseler cizye vermeye davet ederiz. Cizyeyi kabul
ederlerse, bizim lehimize olan adaletle muamele onların da lehine, bizim
aleyhimize olan ceza ile muamele onların da aleyhinedir.
İZAH
"Düşman İslâm
memleketine hücum ederse ilh..." Yani düşman İslâm beldelerinden bir beldeye
ansızın girerse, cihâd farz-ı ayn olur. Bu hale "nefîr-i âmm" denilir. "İhtiyar"
adlı kitabta: "Nefîr-i âmm; bütün müslümanlara muhtaç olunmasıdır." diye tarif
edilmiştir.
"Bütün
müslümanların cihâda çıkması ilh..." Yani kadınlar kocalarından, köleler
efendilerinden, borçlular alacaklılarından izinsiz çıkarlar, imam Serahsî:
"Nefîr-i âmmede cihâd edebilecek baliğ olmayan çocukların cihâda çıkıp
savaşmalarında -her ne kadar ana-babaları razı olmasa bile - bir beis yoktur."
demiştir.
"Cihâdın vâcib
olması için ilh..." Yani bir kimseye cihâdın vâcib olması için silâh kullanmaya
kudretinin bulunması, erzaka ve gideceği yer sefer müddet kadar olursa bineğe
mâlik olması şarttır. Harb olduğunu bilmesi de şarttır. Kâdîhân, Kuhistânî.
"Savaşması lâzım
gelmez ilh..." Bu ifadede "öldürülünceye kadar savaşmasının caiz olduğuna"
işaret vardır.
Es-Siyerü'l-Kebir
Şerhinde zikredilmiştir ki, öldürme yahut yaralama yahut hezimete uğratma gibi
bir şey yaptıktan sonra kendisinin öldürüleceğini bilen bir kimsenin tek başına
düşmana hücum etmesinde bir beis yoktur. Nitekim Uhud Muharebesinde
Peygamberimizin huzurunda ashab-ı kiramdan bir cemaat böyle yapmıştır.
Peygamberimiz (SAV.) onları bu yaptıklarından dolayı medhetmiştir. Ama düşmana
hiç bir suretle zarar vermeden kendisinin öldürüleceğini bilen bir kimsenin
düşmana hücum etmesi caiz değildir. Çünkü bu şekilde saldırmada dine hizmet
yoktur. Fakat şer'an susması için her ne kadar ruhsat var ise de kendisini
öldüreceklerini bilen bir kimsenin fâsık olan müslümanları fena fiillerinden
nehyetmesinde bir beis yoktur. Çünkü müslümanlar fâsık olsalar bile kendilerine
emreden kimsenin emrettiği şeyin hak olduğuna inanırlar. Bu yüzden öldürdükleri
kimsenin öldürülmesi içlerinde derin tesir bırakır.
"Hükümdarın
insanlardan cihâd için mal alması mekrûhdur ilh..." Çünkü böyle bir şey almak
ücrete benzer. Cihâdda ücret almak haramdır, ücrete benzeyen şey de mekrûhdur.
Zira zaruret yoktur, Beytülmalde bulunan mal müslümanların ihtiyacı için
hazırlanmıştır. Buradaki kerahat, kerahat-ı tahrimiyyedir. Çünkü Fetih'de: "Taat
üzerine ücret haramdır, ücrete benzeyen şey ise mekrûhdur." denilmiştir.
"Düşmanın şerrini
defetmek için ilh..." Yani beytülmalde mal bulunmazsa hükümdarın zenginlerden
mal alması mekruh değildir. Çünkü umumi zararı defetmek için hususi zarar
ihtiyar olunur.
TENBİH: Nefsiyle,
malıyla cihâd edebilecek kimsenin gerek beytülmalden gerekse başkasından bir şey
alması lâyık ve münasib değildir. Malı bulunup cihâda çıkmaktan âciz olan
kimsenin kendi yerine malıyla başkasını göndermesi lâzımdır. Malı bulunmayıp
harbe gidecek kudrette olan kimseye gelince: Hükümdar kendisine beytülmaldan
kifayet edecek kadar verirse, başkasından bir şey alması lâyık değildir. Cihâda
gitmeyen bir kimse bir şahsa hitaben: "Benim yerime cihâd etmen için şu malı
al." dese caiz olmaz. Çünkü bu cihâd üzere kiralamaktır. Cihâd bir vecibe
olduğundan bunun ifası için ücret alınamaz. Ama "şu malı al bununla cihâd et"
dese bu caizdir. Fakir olup cihâda gitmesi için kendisine para verilen kimsenin
verilen paradan bir mikdarını çoluğuna çocuğuna nafaka olarak bırakması caizdir.
Çünkü çotuğunun çocuğunun nafakasını bırakmadan cihâda gitmesi doğru değildir.
Bu bahsin tamamı Bahır'dadır.
"Müslüman olurlarsa
ilh..." Yani Kelime-i Şehadet getirerek müslümanlığı kabul ederlerse cihâda son
verilir. Düşman hristiyan veya yahudi olursa, müslüman olmaları için dinlerinden
beri olmaları lâzımdır. Müslümanlık, kelime-i şahadeti söyleyerek kaville olduğu
gibi, cemaatla namaz kılma, hac etme gibi fiil ile de olur. Bu bahsin tamamı
Bahır'dadır.
"Cizye ehlinden
iseler ilh..." Yani mürted ve arap müşriklerinden değillerse kendilerinden cizye
kabul edilir. Nitekim beyanı cizye bahsinde gelecektir. Nehir'de zikredilmiştir
ki, çember içine aldığımız düşman cizye ehlinden olup cizyeyi kabul ettiklerinde
hükümdar onlara cizyenin mikdarını ve ne zaman üzerlerine vâcib olacağını zengin
olanlarla fakir olanların verecekleri cizye mikdarını açıklar.
"Cizyeyi kabul
ederlerse bizim lehimize olan ilh..." Yani biz onların can)arına, mallarına
dokunursak bizim birbirimize dokunduğumuzdaki vâcib olan ceza ne ise o ceza
tatbik olunur. Onlar bizim malımıza, canımıza dokunduklarında bize tatbik edilen
ceza onlara da tatbik edilir.
Bahır'da
zikredilmiştir ki, onların şarap ve domuz üzerine yaptıkları akidler, bizim şıra
ve köyün üzerine yaptığımız akidler gibidir. Zimmî (İslâm memleketinde oturan
gayr-i müslim) hadler ve kısas ile muahaze olunur. İçki haddiyle muahaze
olunmaz. Nikâh bahsinde geçtiği üzere nikâhın mehirsiz yahut şâhidsiz yahut
iddet içinde caiz olacağına inansalar kendi inançları üzerine bırakılırlar.
METİN
"Bizim lehimize ve
aleyhimize olan muameleler" kaydı ile ibâdet ve taatları tariften çıkar. Çünkü
kâfirler, biz Hanefilere göre ibâdetle muhatab değillerdir. Bunu Hz. Ali
(R.A)'nin: "Kâfirler cizyeyi ancak canları canlarımız gibi, malları mallarımız
gibi olması için vermişlerdir." sözü te'yid eder.
İslâm dinine davet,
kendilerine erişmemiş olan kimselerle davet etmeden önce cihâd etmemiz helâl, ve
meşru değildir. Zamanımızda İslâm dinine davet her ne kadar doğuda ve batıda
yayılmış ise de, fakat şübhe yok ki Allah'ın beldelerindeİslâm dinine şuur ve
ilmi olmayan kimseler de vardır.
Beyan edilmedik bir
mesele kaldı şöyle ki: Kâfirlerden kendilerine İslâm dinine davet erişmiş fakat
cizyeye davet erişmemiştir. Tatarhâniyye'de: "Böyle kimseler cizyeye davet
edilmedikçe kendileriyle cihâd edilmesi lâyık değildir." diye zikredilmiştir.
İslâmiyet
kendilerine ulaşmış olan kimseleri de yeniden İslama davet etmek mendûbtur.
Ancak davetimiz, onların bize karşı hazırlanmaları veya kaleye girmeleri gibi
bir zararı gerektirirse - bu zannı galiple olsa bile - artık böyle bir davet
mendûb olmaz. Fetih.
Cihâd edeceğimiz
kâfirleri önce İslâmiyete davet ederiz, kabul ederlerse ne a'lâ. Etmezlerse,
cizye ehlinden iseler cizyeye davet ederiz. Cizyeyi kabul ederlerse cihâd
etmeyiz. Cizyeyi de kabul etmezlerse Allah-ü Teâlâ'dan yardım dileyerek onlarla
cihâd ederiz. Cihâd sırasında düşmanın kendileri, meyvalı olsa bile ağaçları,
ekinleri mancınıkla, yakıcı maddeler ile, su ile ve diğer vasıtalarla tahrib ve
imha edilebilir. Ancak böyle yakıcı, yıkıcı aletleri kullanmadan zafer elde
edileceği bilinirse bunları kullanmak mekrûhdur.
Düşman, esir
aldıkları müslümanları siper edinmiş olsa, siper edinilen müslümanları değil
bilâkis onların arkasında saklanan düşman kasdedilerek harbe devam edilir. Bunun
neticesinde siper edinilen müslümanlar şehid edilseler, şehid eden müslümanlara
diyet ve keffâret lâzım gelmez. Çünkü farzların yerine getirilmesi ödemeyle
beraber olmaz.
İçinde müslüman
veya zimmî bulunan bir beldeyi hükümdar fethettiğinde o belde halkından hiç
birinin öldürülmesi asla helâl değildir. Eğer o beldede bulunan müslüman veya
zimmînin sayısı kadar insan çıkarılsa bu takdirde geri kalanların öldürülmesi
helâldir. Çünkü çıkarılanların müslüman veya zimmî olmaları ihtimali vardır.
Mushaf-ı şerif, fıkıh kitabları, hadîs kitabları ve kadın gibi kendilerine tazim
etmek vâcib, hafif ve hakir görmek haram olan şeylerle cihâda çıkmak yasak
edilmiştir. Esah olan kavle göre, yaralıları tedavi için olsa bile yaşlı
kadınların ve cariyelerin de çıkarılmaları yasakdır. Bunların yasak olmalarına
delil Müslim-i Şerif'deki: "Kur'ân-ı azimüşan ile düşman toprağına yolculuk
etmeyiniz." hadîs-i şeriftir. Fakat bunların emniyet ve selâmet bulunan ceyş
(ordu) ile beraber çıkarılması mekruh değildir. Bununla beraber yaşlı kadınların
ve cariyelerin çıkarılması evlâdır.
Müste'men
(pasaportlu) olan bir müslümanın, arada anlaşma bulunan ve ahitlerinde duran
kâfir memleketine Mushaf-ı şerifle gitmesi caizdir. Çünkü bu halde onların
müslümana dokunmaması gerekir. Hidâye. Kâfirlerle yaptığımız ahdi bozmak, taksim
edilmeden önce ganimete hıyanetlik etmek, zafer kazanıldıktan sonra kâfirlerin
burun ve kulaktan gibi azalarını kesmek şer'an yasaktır. Ama zafer kazanılmadan,
harb devam ederken burun ve kulaklar gibi âzalarının kesilmesinde beis yoktur.
İhtiyar.
Savaşta kadınlar,
çocuklar, deliler, harbde bağırıp çağıramayacak ve çocuğu olmayacak derecede
yaşlı olanlar - bunlar mürted olsa bile- körler, topallar, kötürümler,
bunamışlar, insanlara karışmayan rahipler ve kilise hademesi öldürülmez. Ancak
bunlardan biri kral yahut savaşabilir yahut harbde rey sahibi olur yahut mal
sahibi olup malıyla savaşa yardım ederse öldürülür.
Bir müslüman
mücahid bu öldürülmeyecek kâfirlerin birini öldürürse, diğer günâhlar gibi
kendisine ancak tevbe ve istiğfar lâzım gelir. Çünkü kâfirin kam ancak eman
(pasaport) ile değerli olur da öldürüldüğünde diyet lâzım gelir. Bunda ise eman
mevcud değildir. Bu öldürülmeleri helâl olmayanları müslümanlar dar-i harbde
bırakmayıp ganimeti çoğaltmak için onları İslâm memleketine getirirler. Bahsin
tamamı Sirâc'dadır.
Düşmanın öfkesini
artırmak için, içlerinden öldürülmüş olan ileri gelenlerin başlarını kesip,
müslümanlar tarafına getirerek teşhir etmekte bir beis yoktur. Bununla o
öldürülen kâfirlerin şerlerinden kurtulmuş olduğuna dair müslümanların
kalblerinde bir kanaat hâsıl olarak gönüllerinin hoş olmasına sebeb olur.
Nitekim Abdullah b. Mes'ûd (R.A.) Bedir Muharebesinde Ebû Cehil'in başını
Resûlullah'ın huzuruna getirerek: "Yâ Resûlallah! Bu, senin düşmanın Ebû
Cehil'in başıdır." demiş, bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz: "Allahüekber!
İşte bu, hem benim hem de Ümmetimin firavunudur. Bunun benim ve ümmetim üzerine
fer ve zararı, Firavun'un Hz. Musa (A.S.) ve ümmeti üzerine şer ve zararından
daha şiddetli idi." buyurdular. Ebû Cehil'in başının kesilip huzuruna
getirilmesini men ve inkâr etmediler. Zahîriyye.
Mal aramak için
düşmanın kabirlerini açmakta bir beis yoktur. Tatarhâniyye. Hâniyye'de:
"Kâfirlerin kabirlerinin açılmasında bir beis yoktur." diye zikredilmiştir. Bu
ifade, zimmîlerin kabirlerinin açılmasına da şâmildir.
İZAH
"Çünkü kâfirler biz
Hanefilere göre ibâdetle muhatab değillerdir ilh..." Menar'ın şerhinde
zikredilmiştir ki, kâfirler imân ve ukubât (cezalar) ile muhatabdırlar, fakat
içki haddi (cezası) ve muameleler ile muhatab değildirler.
İbâdete gelince:
Semerkantlı âlimlere göre kâfirler ibâdetle gerek eda ve gerekse i'tikâd
cihetinden muhatab değildirler. Buhârâlı âlimlere göre kâfirler ibâdetle yalnız
eda cihetinden muhatab değildirler. Iraklı âlimlere göre kâfirler ibâdetle hem
eda hem de i'tikâd cihetinden muhatabdırlar. Mu'teber olan kavil de budur.
"Sözü te'yid eder
ilh..." Yani cizyeyi kabul eden kâfirlere ukubât ve muameleler hususunda biz
müslümanlara tatbik edilen hükümler tatbik edilir. Fakat onlar imân edip ibâdet
yapmadıktan için her ne kadar âhirette kendilerine azab edilecek ise de
müslümanlar onlardan imân edip ibâdet yapmalarını isteyemez.
"Helâl ve meşru
değildir ilh..." Yani İslâm dinine davet kendilerine ulaşmamış olan kimselerle
müslümanlığa davet olunmadan önce harb etmek caiz değildir, İslâm dini
kendilerine ulaşmayan kimselerin cihâddan önce İslâm dinine davet edilmeleri
lâzımdır. Tâ ki müslümanların menfaat uğrunda harb etmediklerini bilsinler,
böyle kimseler çok defa İslâm dinini kabul ederler. Müslümanlar böyle kimseleri
İslama davet etmeden harbe başlarlarsa günahkâr olurlar. Bu günâhlarından dolayı
kendilerine ancak tevbe ve istiğfar lâzım gelir, diyet ve keffâret lâzım gelmez.
Çünkü öldürdükleri kimseler din veya İslâm memleketiyle korunmuş değildirler.
Bunların öldürülmeleri, kâfir olan kadınların ve çocukların öldürülmeleri
gibidir.
"Mancınıkta ilh..."
Yani mancınık kurarak düşman kalelerini tahrip ve imha ederiz. Çünkü
Peygamberimiz Tâif'i muhasara ettiklerinde mancınık kurarak savaşmışlardır.
Mancınık, kendisiyle büyük taşlar atılan bir âlettir. Zamanımızda modern
silâhlar icad edildiği için buna ihtiyaç kalmamıştır.
"Düşmanın kendileri
ilh..." Yani düşmanın bizzat kendilerinin mancınık ve yakıcı maddelerle
yakılması caiz olunca yurtlarının mallarının yakılması evleviyetle caiz olur.
Gerek düşmanın gerekse yurtlarının ve mallarının yakılması zaferi elde etmek
için bundan başka çare bulunmadığı takdirdedir. Eğer yakılmadan zafer kazanma
imkânı olursa, yakmak asla caiz değildir. Çünkü yakmada kadınların, çocukların
ve onların yanında bulunan müslüman esirlerin de imhası vardır.
"Ceyş (ordu) ile
beraber çıkarılması ilh..." İmam-ı Azam'a göre ceyş; en az dört yüz neferden
müteşekkil bir askeri kıtadır. Seriyye ise; en az yüz neferden müteşekkil bir
askeri bölükdür. Hâniyye'de: "Seriyye, iki yüz neferden bir askeri koldur." diye
yazılıdır. Şeyh Ekmeliddin: "İbn-i Ziyad'ın seriyye en az dört yüz neferden,
ceyş ise en az dört bin neferden teşekkül eder, demesi doğru değildir."
demiştir.
Fetihd'e
zikredilmiştir ki, oniki bin kişi büyük bir ordu sayılır. Çünkü Peygamberimiz:
"Oniki bin kişi azlıktan dolayı mağlup olmaz." buyurmuşlardır.
Ben derim ki: Oniki
bin kişilik bir ordu mağlup olmaz, eğer mağlup olursa zamanımızdaki
kumandanların hıyaneti yüzünden mağlup olur.
TETİMME: Hâniyye'de
zikredilmiştir ki, oniki bin kişilik bir İslâm ordusunun her ne kadar düşman
ordusu daha fazla olsa bile kaçması lâyık değildir. Velhasıl mağlup olacağını
bilirse kaçmada bir beis yoktur. Silâhı bulunmayan bir müslümanın silâhlı olan
iki düşmandan kaçmasında bir beis yoktur. İmam Muhammed'in bir kavline göre
kuvvetli olan bir müslümanın iki kâfirden, yüz müslümanın iki yüz kâfirden
kaçması mekrûhdur. Fakat bir müslümanın üç kâfirden, yüz müslümanın üç yüz
kâfirden kaçmasında bir beis yoktur.
"Yaşlı kadınların
ve cariyelerin ilh..." Fetih'de zikredilmiştir ki, yaralıları tedavi, su
dağıtmak için genç kadınların değil yaşlı kadınların çıkarılması evlâdır. Cinsî
yakınlık için hür kadınların değil cariyelerin çıkarılması evlâdır.
"Harb devam ederken
burun ve kulaklar gibi azaların kesilmesinde beis yoktur ilh..." Fetih'de
zikredilmiştir ki, harb sırasında, bir müslüman kılıcıyla bir kâfire vurup
kulağını kesebilir, ikinci sefer vurup gözünü çıkarabilir, üçüncü sefer vurup
elini kesebilir, dördüncü sefer vurup burnunu kesebilir. Bir müslüman, harb
devam ederken bir kâfiri yakaladığında onun azalarını kesmeyip doğrudan doğruya
öldürür.
TENBİH: Sahih-i
Buharı ile Sahih-i Müslim'de ve diğer mu'teber hadîs kitablarında harb halinde
kâfirlerin âzalarının kesilmesi yasaklanmıştır.
Bir kimse bir
cemaat üzerine cinayet işleyip birinin burnunu, diğerinin kulaklarını, başka
birinin ellerini, öbürünün ayaklarını, daha başka birinin de gözlerini çıkarsa,
bu cani kimseden her biri için kısas alınırken bir önce yapılan kısasın yerinin
iyi olması beklenir. Bir kimse bir şahsın azalarını kestikten sonra öldürse, bu
cani kimsenin azaları kesilmeyip doğrudan doğruya öldürülür. Fetih.
"Rahip ilh..."
Es-Siyerü'l-Kebir'de zikredilmiştir ki, insanlara karışmayan manastırdaki
rahipler, kilisedeki hadameler öldürülmez. Keşişler gibi insanlara karışırlarsa
öldürülürler. Bazen çıldırıp bazen ayılan deliler her ne kadar harbe
katılmasalar bile ayık hallerinde öldürülürler. Cevhere'de zikredilmiştir ki;
dilsizin, sağırın, sol eli kesilmiş veya ayaklarından biri kesilmiş olanların
öldürülmesi caizdir. Çünkü bunların süvari olarak savaşmaları mümkündür. Keza
savaşan kadınların da öldürülmeleri caizdir.
"Bunlardan biri
kral ilh..." Peygamber Efendimiz Düreyd b. Sımne'nin harb işlerinde görüşünden
istifade edilen bir kimse olduğu için yüzyirmi yaşında ve kör olduğu halde
öldürülmesini emretmiştir. Deli, çocuk ve kadın gibi öldürülmeyenlerden birisi
savaşırsa öldürülür. Çocuk ve deliler savaşırlarken öldürülür. Kadınlar,
rahipler vesaire esir edildikten sonra savaştıkları takdirde öldürülürler.
Hükümdar olan kadın, her ne kadar savaşmasa bile öldürülür.
Keza hükümdar olan
çocuk da öldürülür. Çünkü hükümdarlarının öldürülmesinde kuvvet ve kudretlerinin
kırılması vardır. Cevhere'de: "Hükümdar olan çocuk harb meydanında hâzır
olduğunda öldürülür." diye zikredilmiştir.
"Bu öldürülmeleri
helâl olmayanları ilh..." Yani öldürülmeleri helâl olmayan kâfirler dar-ı harbde
bırakılmayıp İslâm memleketine getirilir. Çünkü onları orada bırakmak
müslümanların zararına olur. Meselâ çocuklar büyüyüp harb ederler. Ama
savaşamıyacak, çocukları olmayacak, görüşünden istifade edilemeyecek derecede
yaşlı olanlar hususunda müslüman hükümdar muhayyer olup dilerse onları dar-ı
harbde bırakır. Çünkü onların kâfirlere de faydası yoktur. Dilerse müslüman
esirlerle değiştirmek için İslâm memleketine getirir. Çocuğu olmayacak derecede
yaşlı olan kadınlar da yaşlı erkekler hükmündedir, insanlara karışmayan ve
evlenmeyip manastırlarda yaşıyan rahipler de yaşlı erkekler hükmündedir. Bahır.
METİN
Savaş halinde bir
kimsenin kâfir olan aslı (her ne kadar yukarı çıkarsa çıksın babası ve dedeleri)
nı öldürmesi caiz değildir. Fakat onları bırakmayıp başkası öldürsün diye
oyalar. Eğer onları öldürecek başka birisi bulunmazsa kendisi öldürür. Onları
öldürecek başka birisi bulunduğu halde kendisi öldürürse, tevbe ve istiğfar
eder, diyetleri lâzım gelmez. Çünkü onların şer'an korunması, lâzım değildir.
Asıl, ferî (her ne
kadar aşağı inerse insin oğlu ve torunları) nı öldürmeyi kasdedip, oğlu veya
torunları aslını öldürmekten başka çare bulamazsa, bu takdirde öldürmeleri
caizdir. Çünkü müslüman olan baba bile oğlunu öldürmek istese, oğlunun kendi
nefsinden zararı defetmek için babasını öldürmesi caizdir. Savaş meydanında
kâfir olan baba, müslüman olan oğlunu öldürmek isterse, müslüman olan oğlun
kendi nefsinden zararı defetmek için kâfir olan babasını öldürmesi evleviyetle
caiz olur.
Bir kimsenin
hükümdara isyan eden âsiler arasındaki yakın akrabasını öldürmesi caiz değildir.
Müslümanların menfaati bulunursa, düşman tarafından veya müslümanlar tarafından
mal karşılığında cihâd etmemek üzere sulh yapılması caizdir. Çünkü Allah-ü
Teâlâ'nın:
"Eğer (düşman)
barışa meylederse sen de ona yanaş." kavl-i kerimi kâfirlerle barış yapılmasının
caiz olacağına delildir.
Düşmanla barış
yapıldıktan sonra barışın bozulmasında müslümanların menfaati bulunursa, haram
olan zulümden sakınmak için, barışı bozduğumuzu kendilerine bildiririz. Çünkü
Peygamber Efendimiz Mekke ehline böyle yapmışlardır. Eğer barış yaptığımız
düşman hükümdarı hainlik ederse, meselâ onun izniyle askerlerinden bazıları
müslümanlara saldırırsa, barışı bozduğumuzu bildirmeksizin kendileriyle
savaşırız. Eğer düşman hükümdarının izni olmadan askerlerinden bazıları
müslümanlara saldırırsa yalnız onlar hakkında barış bozulmuş olur. -Allah'a
sığınırız - bir kavim mürted olup, bir beldeyi elegeçirip yurtlan dar-ı harb
olup, onlarla barış yapılmakta menfaat bulunursa mal almadan barış yapılır. Eğer
bir 'beldeyi ele geçirmiş olmazlarsa kendileriyle barış yapılması caiz değildir.
Çünkü barış yapıldığı takdirde mûrtedleri mürtedlikleri üzere bırakmak vardır.
Bu ise caiz değildir.
Kendilerinden mal
alınmış olursa geri verilmez. Çünkü bu alınan malın korunması lâzım olmadığından
müslümanlar için ganimet olmuş olur. Fakat isyancılardan mal alındığında harb
bittikten sonra alınan mal kendilerine geri verilir.
Kâfirlere savaşta
kuvvet olacak demir, köle ve at gibi şeyleri satmak veya taşımak -her ne kadar
barıştan sonra olsa bile- haramdır. Çünkü Peygamber Efendimiz bunların düşmana
satılmasını yasaklamışlardır. Ama yenilecek maddelerin, kumaşın satılması
istihsanen caizdir.
İZAH
"Kâfir olan aslını
ilh..." Yani savaş meydanında oğlun, kâfir olan babasını öldürmesi caiz
değildir. Çünkü yaşaması için babasına bakması oğlu üzerine vâcibtir. öldürmek
ise buna zıddır. Aynı zamanda oğlun dünyaya gelmesine babası sebeb olmuştur.
Müslüman olan babanın kâfir olan oğlunu öldürmesi caizdir. Keza müslüman olan
bir kimsenin kâfir olan kardeşi, amcası ve dayısı gibi akrabalarını öldürmesi
caizdir.
"Oğlunun kendi
nefsinden zararı defetmek için ilh..." Yani müdafaayı nefis için oğlun babasını
öldürmesi -her ne kadar babası müslüman olsa bile- caizdir. Hatta bir baba ile
oğul bir seferde iken susuzluktan ölecek derecede susayıp oğlun yanından
birisini kurtaracak kadar su bulunsa, babası susuzluktan ölse bile suyu kendisi
içer. Müslüman olan bir kimsenin kâfir olan babasının Allah-ü teâlâ veya
Peygamber Efendimizin aleyhinde fena söz söylediğini işitse. onu öldürmesi
caizdir. Çünkü Ebû Ubeyde b. Cerrah (R.A.)'ın Peygamberimizin aleyhinde fena söz
söyleyen babasını öldürdüğü, Resûl-i Ekrem Efendimizin de bunu inkâr etmediği
rivayet edilmiştir.
"Düşman tarafından
ilh..." Yani müslümanların menfaati bulunursa, düşmandan alınan mal karşılığında
savaş yapmamak üzere düşmanla barış yapmak caizdir. Bu barış düşman sahasına
varmadan önce yapılırsa onlardan alınan mal haracın ve cizyenin sarf edildiği
yere sarf edilir. Ama onların sahasına vardıktan sonra yapılırsa, alınan mal
ganimet olup beşte biri beytülmâl için ayrıldıktan sonra geriye kalan mal
askerler arasında taksim edilir. Nehir.
"Müslümanlar
tarafından ilh..." Yani müslümanlar muzdar durumda bulunurlarsa, bu takdirde mal
vererek barış yapmak caizdir. Nehir.
"Barışı bozduğumuzu
kendilerine bildiririz ilh..." Düşman hükümdarı barışı bozduğumuzu memleketinin
her tarafına duyuracak kadar bir zaman geçmedikçe onlarla cihâd etmemiz caiz
olmaz. Hatta barış yapıldığı için kalelerini yıkıp beldelerine dağılmışlar ise
zulümde kaçınmak için kalelerine dönüp onları tamir edinceye kadar savaşmamız
caiz değildir. Bu. tâyin edilen barış zamanı geçmediği takdirdedir. Tâyin edilen
barış zamanı geçtikten sonra dahi bozduğumuzu kendilerine bildirmek lâzım
değildir. Muayyen bir zaman cihâd etmemek özere mal karşılığında düşmanla barış
yapıp o müddet bitmeden önce barışı bozsak, kalan müddetin hissesi düşmana geri
verilir. Çünkü alınan mal harb etmemenin karşılığı olarak alınmıştır. Zeylaî.
"Yalnız onlar
hakkında barış bozulmuş olur ilh..." Yani hükümdarlarından izinsiz saldıran
düşman askerlerinin kuvveti bulunursa, yalnız kendileri hakkında barış bozulmuş
olur, öldürülürler ve esir edilirler. Bir asker hükümdarından izinsiz saldırıp
sonra vazgeçse, onun hakkında barış bozulmuş olmaz.
"Mal almadan barış
yapılır ilh..." Yani mürted olan kavmin ileride tekrar müslüman olmaları ümid
edilirse kendilerinden mal almaksızın barış yapılması caizdir. Çünkü alınan mal
cizye mânâsında olacağı için mürtedlerden kabul edilmez. Zaruret zamanında
mürtedlere mal vermek suretiyle barış yapılması caizdir. Nitekim yukarıda
geçtiği üzere zaruret zamanında kâfirlere bile mal vermek suretiyle barış
yapılması caizdir. Şu kadar var ki, mürtedlerle barış yapıldığında müddet tamam
olmadan ahdi bozduğumuzu kendilerine bildirmemiz lâzım değildir. Çünkü bunlar
tekrar müslüman olmaları için cebrolunur, ama kâfirler cebrolunmazlar.
"Demir ilh..." Yani
iğne gibi küçük olsa bile harb için silâh olarak kullanılacak maddelerin düşmana
satılması haramdır. Keza ipek gibi demir hükmünde olan şeylerin de satılması
mekruhtur. Çünkü ipekten sancak yapılır.
"Köle ilh..." Yani
kölelerin düşmana satılması da haramdır. Çünkü köleler gerek müslüman olsun
gerekse kâfir olsun düşman yurdunda çoğalıp müslümanlarla harb ederler.
"Taşımak ilh..."
Yani satılacak demir, köle ve at gibi şeylerin düşman memleketine götürülmesi de
haramdır. Emân (pasaport) ile düşman memleketine giden bir müslüman tacirin
satmak istemediği ve düşmanın da dokunmayacağını bildiği silâhını yanında
götürmesinde bir beis yoktur. Eğer dokunacaklarını bilirse silâhını götürmez.
Hâkimin Kâfîsi'nde zikredilmiştir ki, kılıçla İslâm memleketine gelen bir kâfir
onun yerine ok yahut mızrak yahut at satın alsa, götürmesine müsaade edilmez.
Keza kılıcını
kendisinden daha iyi bir kılıçla değiştirse yine götürmesi için müsaade edilmez.
Eğer değiştirdiği kılıç kendi kılıcı gibi veya kendi kılıcından âdi olursa
götürmesi için müsaade edilir.
"İstihsanen caizdir
ilh..." Yani yenilecek ve giyilecek maddelerin düşmana satılmasının caiz olması
müslümanların bunlara ihtiyacı olmadığı takdirdedir, Bunlara müslümanlar muhtaç
olurlarsa satılmaları caiz değildir
METİN
Hür erkeğin veya
kadının her ne kadar fâsık yahut kör yahut ihtiyar olsa bile yahut cihâd için
kendilerine izin verilmiş çocuk veya köle de olsa eman (emniyete kavuştuğu
hakkında düşmana verilen söz yahut yapılan işaret yahut yazılı emannâmeden
ibarettir) verdiği kâfirler öldürülmezler. Müslümanlar o emanı bildikten sonra
her ne kadar kâfirler o lisanı bilmeseler bile öldürülmezler. Ancak kâfirlerin
bu emanı müslümanlardan işitmeleri şarttır. Kâfirler müslümanlardan uzak bir
yerde oldukları için emanı işitmezlerse, bu emana itibar edilmez.
Emanın rüknü emanı
bildiren şeylerdir. Bu cihetten üç nev'e ayrılır: Açık lâfızla olan eman, "sana
eman verdim" yahut "sizin üzerinize bir beis yoktur" gibi. Kinaye lafzıyla olan
eman, eman olduğunu zannettiğinde "gelin" denilmesi veya parmakla semaya doğru
işaret edilmesi gibi. Yazıyla olan eman, emannâme gönderilmesi gibidir.
Bir kâfir "eman"
diye çağırdığında müslümanların kendisine ulaşması mümkün olmayan bir yerde
bulunsa bile eman sahih olur. Bir kimsenin kendi çocukları için eman istemesi
sahihdir. Fakat ehli için eman istemesi sahih değildir.
Bir kâfir evlâdları
hususunda eman istese, emanda oğullarının çocukları dahil olur. Fakat kızlarının
çocukları dahil olmaz. Kendilerine eman verilen kâfirlerin üzerine diğer bir
İslâm ordusu baskın yapıp mallarını aralarında taksim enikten sonra önceden
bunlara eman verildiğini bilseler, o halde öldüren müslümanın üzerine diyet,
cinsî yakınlıkta bulunanın üzerine mehr-i misil lâzım gelir. Çocuk babasına tâbi
olmakla kıymetini ödemeksizin hür ve müslüman olur. Mallan ve üç hayız gördükten
sonra kadınları sahihlerine verilir.
Emânın devamında
müslümanların zararı bulunursa hükümdar onu bozar. Faidesiz eman veren kimse
te'dîp olunur. Zimmînin, esirin, tacirin, savaştan menedilmiş olan köle ile
çocuğun, delinin ve dar-ı harbde müslüman olup İslâm memleketine hicret etmemiş
olan kimselerin emanları geçersizdir. Çünkü bunlar savaşmaya mâlik değildirler.
Ancak bir zimmîyye eman vermesi için bir müslüman emrettiği vakitte emanı
geçerlidir, imam Muhammed'e göre harbden menedilmiş kölenin emanı sahihtir.
Hâniyye'de
zikredilmiştir ki, müslümanın kâfir olan mâlikine hizmet! kâfir için emandır.
işin hakikatini Allah-ü Teâlâ Hz. bilir.
İZAH
"Eman verdiği
kafirler öldürülmez ilh..." Yani hür olan erkek veya hür olan kadın bir kâfire
yahut bir kâfir topluluğuna yahut kâfir bir kale ehline yahut kâfir bir şehir
ehline eman verse sahih olur ve emandan sonra onların öldürülmesi müslümanlardan
hiç bir kimseye caiz olmaz.
Fâsık olsa bile bir
müslümanın Kâfirlere verdiği ahit ve emanın bütün müslümanların üzerine geçerli
olmasının delili, Peygamberimizin:
"Müslümanların
kanları, kısas ve diyette müsavidir. Bütün müslümanlar düşmana karşı bir el
gibidir. Yani birbirine yardımcı olmaları vâcibdir. zimmetlerine ednâları da
çalışır ve çalışması geçerlidir." hadîs-i şerifidir. Bu hadîs-i şerifdeki
"zimmet" ile murad geçici veya devamlı olan ahiddir. Eman ve zimmet akdi de
budur. Yine hadîs-i şerifdeki "ednâ" lâfzı ile eğer: "Velâ ednâ zâlike velâ
ekser" (Mücadele Sûresi, âyet: 7) nazm-ı kerîminde vâki olduğu gibi çoğun
mukabili olan en az mânâsınaalınırsa, bir kişinin emanının sahih olduğuna
delildir ve eğer: "Fekâne kabe kavseyni ev ednâ" (Necm Sûresi, âyet: 9) kavl-i
şerifinde olduğu gibi yakınlık mânâsına olan «dünüvv" den alınmışsa denaet
(adilik) vasfı müslümanlardan ancak fâsıka nisbet olunmak lâyık olduğu için
fâsıkın emanının sahih olduğuna delildir. Es-Siyerü'l-Kebir
Şerhi.
"Müslümanlar o
emanı bildikten sonra ilh..." Yani müslümanlar o lâfzın eman olduğunu bildikten
sonra, kendilerine eman verilen kâfirleri öldürmeleri caiz olmaz.
Ben derim ki:
Bundan anlaşılan, eman veren kimsenin kendisiyle eman verdiği lâfzın emana
delâlet ettiğini bilmesi şarttır. Bir kimse hakkında eman sabit olunca, bütün
müslümanlar hakkında da sabit olmuş olur.
"Emanı işitmezlerse
bu emana itibar edilmez ilh..." Musannif bu ifadesiyle "düşmanın hükmen olsun,
emanı işitmesinin lâzım olduğuna" işaret etmiştir. Çünkü Hindiyye'de
zikredilmiştir ki, müslümanlar sesin duyulacağı bir yerde bulunan düşmana "size
eman verdik" diye nida edip onlar uyku veya harble meşgul oldukları için
duymasalar bu, eman sayılır.
"Gelin ilh..." Bu
ifadenin eman olduğuna İmam Muhammed, Hz. Ömer (R.A.)'den:
«Müslümanlardan her
hangi bir kimse, düşmandan bir şahsa, "beri gel, eğer gelirsen seni öldürürüm"
deyip o da gelse, emin olur, ona dokunmak caiz olmaz.» diye nakledilen eseri
delil göstermiştir. Bu eser şöyle te'vil edilir: Düşman, müslümanın: "Eğer
gelirsen seni öldürürüm." ifadesini ya işitmemiş veya anlamamıştır. Eğer işitip
anladıktan sonra yine gelirse ganimet olur.
"Parmakla semaya
doğru işaret edilmesi ilh..." Bu işaret "Ben sana göklerin Ma'bûdu olan Allah-ü
Teâlâ'nın ahdi ve emanını verdim." veya "Sen Allah hakkı için eminsin." mânâsını
ifade eder.
"Bir kâfir emân
diye ilh..." Yani müslümanlar tarafından ses işitilemeyecek kadar uzak bir yerde
ve kendi kuvvetleri arasında bulunan bir düşman neferi müslümanların
bulundukları tarafa silâhsız olarak gelip de ses işitilecek bir yerden eman
dilediği takdirde emana nail olmuş olur. Artık kendisi ganimet sayılmaz. Fakat
İslâm ordusunun arkasında veya sağ, sol cenahlarında silâhlı olarak dolaşmakta
görülen bir düşman, eman için gelmekte olduğunu söylese de sözüne itibar
olunmaz. Çünkü kendisinin bu vaziyeti, casusluğuna sû-ikastine delildir. Bu
cihetle hakkında esir muamelesi yapılabilir. Es-Siyerü'l-Kebir Şerhi. Nitekim
bir kimsenin evine geceleyin bir şahıs girip ev sahibi o şahsın hırsız olup
olmadığını bilmese, eğer onun üzerinde hırsız alâmeti bulunursa onu öldürmesi
caizdir. Bulunmazsa caiz değildir.
İslâm memleketinde
bulunan bir kâfir emanla girdiğini iddia etse tasdik edilmez. Hatta kralları
tarafından İslâm hükümdarına elci gönderildiğini iddia etse yine tasdik edilmez.
Ancak krallarının mektubuna benzeyen bir mektup çıkarsa - her ne kadar bu
mektubun kendisi tarafından yazılmış olması ihtimali bulunsa bile- emin olur.
Çünkü gerek cahiliyette, gerekse İslâmiyette elciler emniyettedir.
"Çocuktan için eman
istemesi sahihtir. Fakat ehil için eman istemesi sahih değildir ilh..." Bu ifade
yanlıştır. Bahır'ın ibaresi şöyledir: Bir kâfir ehli için eman istese, kendisi
bu eman altına girmez, fakat çocukları için eman istese, kendisi de bu eman
altına girer. Bu ifadeler bir kâfirin hem ehli için hem de çocukları için eman
istemesinin sahih olduğu hususunda acıktır. Şu kadar var ki, ehli için eman
istediğinde kendisi bu eman altına girmez. Çocuktan için eman istediğinde
kendisi de bu eman altına girer. Meselâ bir kâfir müslümanlara hitaben "ehlime
eman veriniz" deyip müslümanlar da eman verseler, kendisi bu eman altına girmez.
"Çocuklarıma eman veriniz" deyip müslümanlar da eman verseler, kendisi de bu
eman altına girer. Eğer "bana ehlim üzerine yahut çocuklarım üzerine yahut eşyam
üzerine yahut kale ehlinden on kimseye eman veriniz"dese, bu suretlerde kendisi
de eman altına girmiş olur.
"Bir kâfir
evlâdları hususunda eman istese ilh..." Yani bir kâfir müslümanlara hitaben
"bana evlâdlarım üzerine eman veriniz" deyip, müslümanlar da kendisine eman
verseler, bu emana kendi çocukları ve erkek çocuklarının çocukları girer.
Kızlarının çocukları girmez. Çünkü kızlarının çotukları kendi evlâdları
değildir. İmam Muhammed böyle zikretmiştir. Hassâf, imam Muhammed'den
"Kızlarının çocukları da girer." diye nakletmiştir. Çünkü Peygamber Efendimiz,
Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin (R.A.)'i kucaklarına aldıklarında: "Evlâdlarımız
ciğerlerimizdir." buyurmuşlardır. Emanda "Kızlarının çocukları girmez." diye
nakledilen birinci rivayete göre bu hadis-i şerif Allah-ü Teâlâ'nın : "Muhammed
Aleyhisselâm baliğ olan erkeklerden hiç bir ferdin hakikî babası değildir."
kavl-i kerîminin deliliyle mecaze hamledilmiştir. Yahut hadis-i şerifinmânâsı
gereğince kızlarının çocuklarının evlâd sayılması Hz. Fâtıma (RA.)'nın
çocuklarına mahsustur. Nitekim Peygamber Efendimiz : "Bütün çocuklar babalarına
nisbet olunurlar. Ancak Hz. Fâtıma (R.A.)'nın çocukları bana nisbet olunur, ben
onların babalarıyım." buyurmuşlardır. Fakat bu hadîs-i şerif şazdır. Zikredilen
âyet-i kerîmenin mânâsına muhaliftir. Eğer "çocuklarımın çocukları üzere bana
eman verin" dese, bu emanda kızının çocukları da dahil olur.
"Kendilerine eman
verilen kâfirlerin üzerine ilh..." Yani kendilerine eman verilen kâfirlerin ne
kendileri öldürülür, ne de çoluk çocukları esir alınabilir, ne de mallarına,
namuslarına tecavüz olunabilir. Bunun aksine hareket İslâm ahkâmınca büyük bir
günâh teşkil eder ve ödemeyi gerektirir. Çünkü emana nail olan bir düşmanın
nefsi korunmuş, malları kıymetli olmuş olur. Müslümanlardan bir kimse bir kâfir
topluluğuna eman vermiş olduğu halde bunu bilmeyen diğer bir kısım müslümanlar
baskın yaparak onların mallarını alıp bazı erkeklerini öldürüp, bazı kadınlarını
da esir ederek taksim ettikten sonra onlara cinsî yakınlıkta bulunacak olsalar,
emanı bildiklerinde o malları ve kadınları geri vermeleri, öldürdükleri
erkeklerin diyetlerini, cinsî yakınlıkta bulundukları kadınların da mehirlerini
vermeleri lâzım gelir. Bu kadınlar üç hayız görünceye kadar geri verilmez. Bu
müddet içinde yaşlı, emin bir kadının yanına konur. Şayet bu cinsî yakınlık
neticesinde çocuklar doğacak olurlarsa, bunlar babalarına tâbi olarak kıymetini
ödemeksizin hür olmuş bulunurlar.
"Te'dip olunur
ilh..." Yani bir kimse düşmana faidesiz yere eman verilmenin şer'an yasak
olduğunu bildiği halde eman verirse te'dip olunur. Bilmeyerek verirse,
bilmezliği özür sayılacağı için te'dip olunmaz. Kuhistânî.
"Ancak bir zimmîye
eman vermesi için bir müslüman ilh..." Yani bir müslüman bir zimmîye "sen
kâfirlere eman ver" deyip o da kâfirlere hitaben "ben size eman verdim" yahut
"fülan müslüman size eman verdi" dese, bu iki surette eman sahih olur. Ama
müslüman zimmîye "sen kâfirlere fülan müslüman size eman verdi de" deyip zimmî
kâfirlere hitaben "fülan müslüman size eman verdi" derse, eman sahih olmaz.
Çünkü elcilik vazifesini tam olarak ifâ etmiştir. Eğer "ben size eman verdim"
derse, bu eman sahih olmaz. Çünkü müslümanın emrine muhalefet edip emanı
kendiliğinden vermiş olur ki, buna mâlik değildir. Ancak müslüman ona "kâfirlere
eman ver" derse, zimmî bu şekilde eman vermeye mâlik olur. Zimmîye emreden
müslüman gerek kumandan olsun, gerekse ordudan bir nefer olsun fark yoktur.
Zimmînin emanının sahih olmaması onlara meyletme töhmetinden dolayıdır. Bir
müslüman ona eman vermesini emredince bu töhmet kalkmış olur. Bu bahsin tamamı
Es-Siyerü'l-Kebir Şerhindedir.
"Esirin, tacirin
ilh..." Yani dar-ı harbde bulunan müslüman bir esirin veya tacirin müslümanlar
nâmına eman vermesi sahih değildir. Çünkü bunlar dar-ı harbde bulundukça onların
emri altında olup serbest harekete mâlik değillerdir. Aynı zamanda kâfirler
bunlardan korkmaz. Eman ise korkulan yere mahsustur. Zahîre'den naklen Bahır'da
zikredilmiştir ki, müslüman esir veya tacirin verdikleri eman diğer müslümanlar
hakkında sahih değildir. Hatta müslümanların onların eman verdikleri kâfirler
üzerine baskın yapmaları caizdir. Ama eman veren esir veya tacir hakkında
verdiği eman sahih olup, emanla dar-ı harbe giren gibi olur da rızaları olmadan
mallarından hiç bir şey alamaz.
Keza harbden
menedilmiş kölenin vermiş olduğu eman da başkası hakkında sahih olmayıp kendi
hakkında sahihtir.
Ben derim ki:
Emanla dar-ı harbe giren tacirin verdiği eman da başkaları hakkında sahih
olmayıp kendi hakkında sahihtir.
TENBİH:
Es-Siyeür'l-Kebir şerhinde zikredilmiştir ki; esir, kâfirlere eman verip sonra
geceleyin onları islâm ordusuna getirse ganimet olurlar. İstihsanen erkekleri
öldürülmez. Çünkü onlar harb için değil eman istemek için gelmişlerdir. Nitekim
kuşatılmış bir düşman neferi silâhını atmak suretiyle savaşı bırakarak "eman"
diye nida etse emin olur, kendisine dokunulması caiz olmaz.
"Hâniyye'de
zikredilmiştir ki ilh..." Hâniyye'nln ibaresi şöyledir: Bir kâfirin kâfir bir
kölesi olup da köle müslüman olsa, sonra efendisine hizmet etse, bu hizmeti eman
olur. Dar-ı harbde bulunan müslüman esir ve tacirin emanlarının caiz olmaması bu
kölenin hizmetinin de eman olmamasını gerektirir.
Ben derim ki:
"Hizmeti eman olur" ifadesi kölenin kendi hakkında eman olup, diğer müslümanlar
hakkında eman olmaz mânâsına hamledilir, işin hakikatim Allah-ü Teâlâ
bilir.