29 Temmuz 2018

CÜZİ İRADE-KÜLLİ İRADE

cüzi irade külli irade ile ilgili görsel sonucu

CÜZİ İRADE-KÜLLİ İRADE

 Meselenin kısaca ifâdesi şudur: İnsanın elinde irâde vardır. Biz buna cüzî irâde, diyoruz. Cenab-ı Hakk'ın yaratmasına da, küllî irâde, halk etme kuvveti yani kudret, diyoruz. 
(Bunlar Allah'ın sıfatlarıdır). 

Mesele, Cenab-ı Hakk'a ait yönü ile ele alındığında, âdeta, Cenab-ı Hak zorluyor da, olacak şeyler öyle oluyor, şeklinde anlaşılır ve bu suretle de, işin içine cebir giriyor. 


 Mesele, insana ait yönüyle ele alındığı zaman ise, insan kendi işlerini kendi yapıyor, şeklinde anlaşılıyor ki, o zaman da işin içine "Herkes kendi fiilinin hâlıkı" düşüncesinden ibâret olan Mutezile düşüncesi giriyor. 


 Kâinatta olup biten her şeyi Allah yaratır. Bu soruda "küllî irade" diye geçen şey de işte budur. 

 Hatta, "Vallâhü halakaküm vemâ ta'melûn: Sizi de, işinizi de, Allah yarattı... " 
 Yani sizin de, sizden sâdır olan efâlin de Hâlıkı yalnız Allah'tır. 
 Meselâ: Siz bir taksi yapsanız, bir ev inşâ etseniz, bu işleri yaratan Allah'tır. Siz ve efâliniz Allah'a aitsiniz. 

 Ama ortaya gelen bütün bu işlerde, size ait bir husus da vardır ki, o da kesb ve işlemektir. 

 Bu ise âdî bir şart ve basit bir sebeptir. 
 Tıpkı dünyaları aydınlatacak dev bir elektrik şebekesinin düğmesine dokunmak gibi. 

 Bu durumda "Sizin hiçbir şeyiniz, hiçbir müdâhaleniz yok"denemeyeceği gibi, işin tamamen size ait olduğu da söylenemez. İş tamamıyla Allah'a aittir. Fakat, Allah size ait bu işleri yaratırken, sizin cüzî müdâhalenizi de âdi şart olarak kabul buyurmuş ve yapacağı şeyleri onun üzerine bina etmiştir. 


 Meselâ: Şu câminin içindeki elektrik mekanizmasını, Allah kurmuş; işler ve çalışır hâle getirmiştir. Yeniden bunu tenvir etme işi, ameliyesi de Allah'a aittir. Elektron akımlarından bir ışık meydana getirme, câmiyi tenvir etme birer fiildir. 


 Ve bunlar da "Nuran Nur, Münevvirun nur, Musavvirun Nur" olan Hz. Allah'a (C.C) aittir. 


 Ama bu câminin aydınlanması mevzuunda, sizin de bir müdahaleniz vardır; o da Allah'ın kurduğu bu mekanizmada, Allah'ın ayarladığı düğmeye sadece dokunmanızdır. 


 Sizin irâde ve takatinizin çok fevkinde, o mekanizmanın, tenvir vazifesi yapması ise tamamen Allah'a aittir. Bir nümûne daha arz edelim: 


Meselâ; hazırlanıp, işler, çalışır, yürür hâle getirilmiş bir makine düşünelim ki; sadece çalıştırmak için onun düğmesine dokunma vazifesi, size verilmiş. 


 O makineyi harekete getirmek ise, onu kuran ve inşâ eden zata mahsustur. Binaenaleyh, beşere ait bu küçük mübâşerete, 

"kesb" veya "Cüzi irâde" diyoruz. 

Allah'a ait olana ise "halk etme, yaratma" diyoruz. 

Ve böylece bir irâde inkısâmı karşımıza çıkıyor: 
 A) Küllî irâde, 
 B) Cüzî İrâde. 
 İrâde dediğimiz ki; murat etme, dileme demektir, bu tamamen Allah'a aittir. "Vemâ teşâûne illâ en yeşâ Allah = Allah'ın dilediğinden başkasını dileyemezsiniz." Bu husus, yanlış anlaşılmasın. 

 Biz böyle düşünürken, kulun da "bir parmak dokundurma denecek kadar irâdesi vardır" diyerek, tamamen zorlamacı bir düşünceden uzaklaşmış bulunuyoruz. 


 İşi meydana getiren Allah'tır, derken de, Mûtezile mezhebi gibi düşünmediğimizi gösteriyoruz. Bu suretle de ne Ulûhiyetinde, ne de Rubûbiyetinde Allah'a eş ve ortak koşmamış oluyoruz. 


 Allah (C.C) nasıl ki, Zâtında birdir; icrâatında da birdir.. işini başkasına yaptırtmaz. 


 Allah (C.C) her şeyi kendisi yaratmıştır. Fakat, teklif, imtihan gibi bir takım sırlar ve hikmetler için, beşerin mübâşeretini de şart-ı âdî olarak kabul buyurmuştur. 


 Meseleyi daha fazla tenvir için, Bediüzzaman Hazretlerinin bu mevzûda îrat ettiği bir misâli sunmak istiyorum. 


Diyor ki: "Sen bir çocuğun isteğiyle, onu kucağına alsan; sonra sana dese ki; beni falan yere götür; sen de onu oraya götürsen; o da orada üşüyüp hastalansa, sana: "Beni niye buraya getirdin?" diye itirazda bulunabilir mi? tabii ki bulunamaz. Çünkü; kendisi istedi. 


 Üstelik ona: "Sen istedin!.." diyerek iki de tokat vurursun." Şimdi bu hususta çocuğun iradesi inkâr edilebilir mi? Elbette edilemez. Zira; o talep etti ve istedi. 


 Ama onu oraya götüren sensin... Hastalanmayı da, çocuk kendisi yapmadı. 

 Belki ondan sadece bir talep sâdır oldu. 
Binâenaleyh, burada hastalığı verenle oraya götüren ve bu işi talep eden birbirinden ayrılmış olur. 
 Biz kadere ve insanın irâdesine bu mânâ ve bu anlayışla bakarız. 
 İşin doğrusunu her şeyi takdir eden bilir. 
 Selam ve dua ile... Sorularla İslamiyet
İnsan ve Kaderi
İnsan ve Kaderi / Konular
1. Kader ve Kaza Kavramları2. İnsan İradesi ve Kader3. Kaderle İlişkilendirilen Bazı Kavramlar3.1. Ecel ve Ömür3.2. Hayır ve Şer3.3. Afet3.4. Sağlık ve Hastalık3.5. Rızık3.6. Başarı ve Başarısızlık3.7. Tevekkül
İnsan ve Kaderi / Kazanımlar
1. Kader ve kaza kavramlarını açıklar.2. İnsanın kaderle ilgili olarak akıl ve irade sahibi, özgür ve sorumlu olmak gibi özelliklerini sorgular.3. Allah’ın ve kulun iradesi arasındaki ilişkiyi fark eder.4. Ecel, ömür, rızık, tevekkül, başarı, başarısızlık, afet, sağlık ve hastalık, hayır ve şer kavramlarının kaderle ilişkisini kurar.5. Kader ve kaza ile ilgili toplumda yaygın olan yanlış algı ve tutumların neler olduğunu araştırır ve bunların nedenlerini fark eder.6. Hayır ve şerrin, insanın kendi tercih ve eylemleriyle ilişkisini fark eder.7. Kaza ve kader inancının bireyin tedbir almasına engel olmadığını kavrar.
Kader ve Kaza Kavramları
Evrendeki farklı varlıklar uyum içinde bir bütün oluştururlar.
Kur’an’da Kader Kavramı
"O, her şeyi yaratıp bir ölçüye göre düzenlemiştir (takdir etmiştir).” (Furkan 2)"Kuşkusuz biz, her şeyi bir ölçüye (kader) göre yarattık."(Kamer 49)
Kader İle İlgili Temel İlkeler
Yüce Allah bütün kainatı kendi belirlediği kanunlarla idare ederYüce Allah’ın bu üstün yönetim gücüne“Külli İrade” denirBiyolojikFizikselToplumsalYüce Allah insana bir özgürlük alanı tanımlamış ve bu alanda hareket edebilmesi için de “Cüz-i İrade” vermiştir.İnsan bu iradeyle tercihlerde bulunur.
Biyolojik Yasalar Fiziki Yasalar Cüz-i İrade İnsanın Özgürlük Alanı
Külli İradeFiziki YasalarCinsiyetDünyanın HareketiEcelİnsanınÖzgürlükAlanıDepremAnne-babaAstronomik OlaylarCüz-i İradeKülli İradeKülli İradeToplumsal YasalarSünnetullahKur’an Esasları
İnsanın Durum Ve davranışları
Allah’ın Takdiri (Kader) ile oluşan durumlarİnsanın kendi karar ve çabasıyla oluşan davranışlarAileCinsiyetIrkDoğum yeri ve tarihiİnsan olarak dünyaya gelmekÖmür ve ecelİnanmak-inanmamakİbadet etmek-etmemekİyilik-kötülükHırsızlık yapmak-yapmamakDoğru sözlülük-yalanÇalışmak-tembellikİnsan sorumlu değildirİnsan sorumludur
İnsan iradesiyle iyi veya kötüyü seçer, 
Allah da ona göre yaratır

Kader İnancının FaydalarıkibirdenalıkoyarRabbinebağlarKader İnancı- ı- ıİNSAN- a- ı- ıhuzur verir soğukkanlı ve sabırlı yapar çaresizlik ve umutsuzluktan korur
Kaderle İlişkilendirilen Kavramlar
Ecel ve ÖmürÖmür:İnsanın doğumdan ölümüne kadar geçen yaşam süresi.Ecel:Ölüm vakti ve ömrün bitim anı.
Müslüman’ın Sorumluluğu
HayırŞerİnsanlığa yararı olan her şeyİnsanlığa zararı olan her şeyİlke:İnsan, akıl ve iradesiyle mümkün olduğunca “hayırdır” dediklerini tercih etmeli, “şerdir” dediklerini terk etmelidir.Hayır Ve Şer İle İlgiliMüslüman’ın SorumluluğuEmr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker: İyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak.
HAYIR VE ŞER ALLAH’TANDIR
Eve RAP
Kaderle İlişkilendirilen Kavramlar 
Afet:Allah’ın evrene koyduğu fiziksel yasalar gereği meydana gelen tehlikeli doğa olaylardır.İnsanlar afetlere engel olmazlar, onları kontrol edemezler.
Sağlık Ve Hastalık
Sağlıklı veya hasta olmak insanın kaderi midir?
Elbette kaderidir !!! 
İnsan cüz-i iradesini doğru yolda kullanmalidir. 

Kaderle İlişkilendirilen Kavramlar Rızık
Rızık: Canlıların ihtiyaç duyduğu ve yararlandığı Allah tarafından sağlanan her türlü nimet.
“Yeryüzündeki her canlının rızkı Allah’a aittir.” (Hud 6)

İnsan fakirliğe razı olmamalı, rızkını temin etmek için çalışmalıdır.
Başkalarına muhtaç olmak yerine çalışıp da başkalarına yardım etmek için çaba göstermelidir.
Başarı Ve Başarısızlık
“Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” (Necm 39)
Mutluluğun Formülü ??? 
Başarısızlık Hastalık Açlık Müslüman; 
Afet-çaresizlik-Bunalım-Müslüman;-nasıl düşünmeli,-nasıl inanmalı,-ne yapmalı 

Bu olgular karşısında Sorumluluğumuz ?
Bilgi sahibi olmak, öğrenmek.Tedbir almak, çare aramak.Başarabileceğine inanmak…Allah’tan dua ve ibadet ile yardım istemek.Hayırdır diye yorumlamak.Tevekkül edip O’na güvenmek.

Dua kaderi değiştirir mi? Yoksa biz alnımıza yazılmış senaryoları mı oynuyoruz?

Dua kaderi değiştirir mi? Yoksa biz alnımıza yazılmış senaryoları mı oynuyoruz? ile ilgili görsel sonucu
Dua kaderi değiştirir mi? 
Yoksa biz alnımıza yazılmış senaryoları mı oynuyoruz?

KISA CEVAP 
Dua geçmişi, şimdiyi ve geleceği değiştirir. Geçmişin günahlarını affettirir. Şimdinin belalarından kurtarır ve geleceğin rahmetinin artmasına vesile olur. Ama bu durum, duanın kaderi değiştirmesi anlamına gelmez. Çünkü kader milletin zannettiği şey değildir. Kader Allah’ın önceden yazdığı ve bizim mecburen oynadığımız bir senaryo değildir. Bu kadercilik  zannı insanı rüzgarın önündeki samana benzeten batıl cebriyeci kader anlayışıdır. 
Ehlisünnettin kader anlayışı şudur: Kader Allah’ın ezeli ve değişmez bilgisidir. Allah her şeyi bilir. Bir şeyi sonradan öğrenmek veya bilgisini değiştirmek gibi bir yetersizlik Allah’a yakıştırılamaz.Ancak Allah’ın her şeyi bilmesi cebriyecilerin sandığı gibi önceden belirlemesi anlamına da gelmez. Mutezilecilerin Allah’ın geleceği bilmediği iddiası da yanlıştır. 
 Burada orta ve doğru noktada, düz düşünen aklın anlamakta zorlandığı düğüm Allah’ın ezeli olmasının zamanla ilişkisidir. Yani Allah’ın zaman ve mekan üstü ve dışı olması ve bu sayede zamansızlık düzeyinden bakınca tüm zamanları birden bilmesidir. Bu açıdan, başımıza gelenlerin temeli bizim dua ve çabamıza dayanır. Allah dua ve çabamıza bir karşılık takdir eder ve zamanı gelince de onu yaratır. 
Bu da bizim kaderimiz olur. Şimdi değişik anlatımlarla biraz açalım bu özetlediğimiz meseleyi…Kader doğru anlaşılmayınca tuhaf sorular çıkıyor karşımıza… Başıma gelecek olan alnıma yazılmış bir kader ise, dua ile o kaderi değiştirebilir miyim? Kiminle evleneceğim zaruri bir kaderle oluyorsa eşimi değiştiremeyecek miyim? 
Oysa neyi değiştireceksiniz? ne olacağınız belli değil ki? Kaderi yaşama süreci, belli olmayan bir şeyi belli bir şene dönüştürme sürecidir, belli bir senaryoyu oynama süreci değil. Düşünen akla şunu sormalıyız: Kardeşim, sen senin iraden dışından belirlenmiş bir kadere mahkum musun? Senin başına gelecek her şey senin iraden dışında yazılmış da, sen onları mecburen yaşayacak mısın? 
Böyle bir kadere inanıyorsan dayanağın ne? Kader de, günah da sevap da dini kavramlar. Şayet böyle olsa sen günahlarından sorumlu olur musun ve sevapların için ödüllendirilmen adil olur mu? Yüce Yaradan günahtan sakındırıyor bizi ve hayra teşvik ediyor. “Şüphesiz biz insana doğru yolu gösterdik. İster şükredici olsun ister nankör.” (Dehr, 3) ayeti özgür irademize işaret etmiyor mu? 
“İnsan için ancak çalıştığı vardır.” (Necm, 39)ayeti özgür irademize işaret etmiyor mu? Bizim kaderimizin sevap ve günah vesilesi olan boyutlarının çabamızla belirlendiğini izah etmiyor mu? Öyleyse, “dua kaderi değiştirir mi? sorusunu nasıl cevaplayacağız? Dua-kader tartışmalarıyla ilgili kuşatıcı bir yaklaşım: “Dua geleceğimizi değiştirir. Geleceğin değişmesi kader bilgisinin değişmesi anlamına gelmez.” Kader yüce Allah’ın bilgisidir ve Allah ezelidir, zaman ve mekân dışıdır. 
Kader bilgisi evren doğmadan da, kıyamette de sonsuzlukta da aynen var olacak. Kaderden kastımız, evrenin yaradılışından cennet cehennem yolculuğuna kadar tüm zaman-mekân akışını içeren olacaklar bilgisidir. Kaderi anlamadan bu soru sorulamaz. Kader, yani Allahın bilgisi değişmez. Allah sonradan düşünmemiş, sonradan algılamamış, sonradan öğrenmemiştir. 
Tüm sonradanlıklar eksiklikten doğar ki, Allahın bilgisi, kudreti, iradesi mutlaktır. Allahın zamansız-mekânsız zatı için öncelik, sonralık imkânsızdır. Allah sadece tecellisiyle önceden ve sonradandır, zatıyla değil. Zatının önceliği sonralığı imkânsız olanın bilgisinin önceliği sonralığı da imkânsızdır. Böyle düşününce, yeni bir soru geliyor. 
 Kader bilgisi değişmeyecekse, geleceğim de değişmeyeceğine göre neden çalışayım veya benim suçum ne? Bu soru da bir mantık oyunudur. Ne değişmeyecek? Siz Allahın bilgisini mi biliyorsunuz? Yani kötü bir gelecek yaşayacağınızı biliyor da, bunu mu değiştiremeyeceğinizi varsayıyorsunuz? Bilmediğiniz-bilemeyeceğiniz bir geleceği değiştirmekten nasıl söz edebilirsiniz?


Dua Tamam da, Allah önceden biliyor ya, belli ya… O hayalen ve mantıken bildiğimiz belli olan şey Bu sözde de sorun var: Allah’ın bir şeyi önceden bilmesinden söz edilemez; çünkü O evvel-ahir, zahir-batın olarak tecellisiyle tüm âlemi kuşatan, zatıyla zaman-mekân dışı bir varlıktır. 
O ne önceden bilir, ne de sonradan, o uzay-zamanın dışından bilir. Sorunumuz, uzay-zamana kilitli mantığımızın bu durumu anlayamaması, ısrarla Allah’ı zamanın içine çekip önceye, sonraya kaydırmaya çalışmasıdır. Balık suyu anlamaz, evrenin sadece varlığına tanıklık eden, yokluğunu ancak küçük yok oluşlarla kıyaslayarak ve hayalen tahmin edebilir. 
 Mantığın anlamadığı bu durumu açıklamak için küçük bir ışık sunacağım –ki detaylı tartışmasını Sonsuzluk Yolculuğu kitabımda yaptım: Allah öyle bir kudrettir ki, O bir şey irade ederse, sadece “ol der ve hemen olur.” Bu açıdan aslında tüm evreni irade etmiş, evren de olmuştur. Hem de tüm evren ve birden ve zamansızlığın içerisinde yaşanan zaman formunda… 
Bu ol deyip olması, Allahın varlığına göredir; bize göre ise “o bir anda olan” hala olup gidiyor, çünkü aslı bir an olan şey dev bir uzay-zaman akışıdır. Bunu da anlatabilmek için küçük bir mantık paylaşacağım: Allah öyle bir kudrettir ki, zamansızlık içinde bir anın uzay-zamanını yaratır ve o bir anlık uzay-zamanın içerisine milyarlarca yıl sığdırır; o yılların bir köşesine de farklı uzay-zamanlar yerleştirir. 
 Nihai balonun zamanı bir an, içindeki ise milyarlarca yıldır. Bir anlık dış balon söndüğünde, içinde aynı anda milyarlarca yıl yaşamış balon da ömrünü tamamlamış, onunla birlikte sönmüştür. 
Zaman sanıldığı gibi evren ötesi bir sabite dayandırılabilecek bir ölçü değildir. Bir evren düzeyindeki göz açıp kapama süresinde, öteki evrende binlerce yıl yaşanabilir. Bu farklılığa yol açan, mekânın en derindeki tekrarlanma-değişim hızıdır. Zaman algısı da, zaten olay kesitlerinin bilinçte algılanma yoğunluğuna göre oluşur. Bu evrende zamanı belirleyen, maddeyi oluşturan ışığın hızıdır ve bu hız değiştiğinde bilimsel zamanlar değişir; farkındalık değiştiğinde de algılanan zamanlar değişir. 
Mekân yoksa zaman da yok olur. Mekânsız bir varlığın bir saniyesinden söz edilemez. Ruhu anladıkça, farklı zamanların tek bir bilincin şimdi zamanında nasıl toplanabildiğini daha net hissedebiliyoruz. Ruh sayesinde insan asırlar öncesinin gerçeğini asırlar sonrasının hayaliyle, şu andaki mekândaki verileri, dünyanın pek çok mekânındaki verileriyle tek bir idrakte birleştirebiliyor. Hepsini şu andaki bilinçte yaşayabiliyor. Ruh madde zindanında hapsolduğu halde geçmiş geleceği bu kadar yaklaştırabiliyorsa, bir de mutlak bağımsızlığını hayal edin. 
 Bu kadarcık bilgi yetmeyecek biliyorum.. Belirttiğim kitaba başvurabilirsiniz. Şunu söyleyeceğim bu bağlamda: Kaderin bu muhteşem derinliğini anlamadan kaderden söz etmek, kaderle ilgili tartışmalar yapmak insanı mantıklı ve ikna edici bir sonuca ulaştırmaz. Dönelim soruya… İşte bir anın içindeki bu uzun serüvenli uzay-zamandaki insanın geleceğinde duasının büyük rolü vardır. Allahın ezeliyetten bildiği, sizin yarın, ötekinin bin yıl sonra ne isteyeceğidir. 
Bu açıdan duanın kaderi değiştirmesi değil, duanın ilahi kabul üzerinden kaderi biçimlendirmesi demek anlamlıdır. Peygamberimiz (asm) duanın geçmişe ve geleceğe etkileri olduğunu söylerken bu anlamı ifade etmiştir. Geçmişteki günahlarınızın affedilmesine, bu yolla da kötü geçmişin yol açacağı gelecekteki musibetlerin temizlenmesine vesile olması yani.. Buradaki değişme de, bu aşaması itibariyle ezeli kader değildir. 
Şu kast ediliyor: Kader Allahın olacaklara dair bilgisidir, ama bu olacaklar serüveni kuralsız, ilkesiz, şartsız seçilmemiştir. Bunlara, kaderi, yani nihai ilahi seçimi-iradeyi biçimlendiren ilahi ilkeler diyelim… Peygamberimiz (asm) ve Kuran bunları açıklıyor.. Şükürsüz fakirleşir, anne-babaya isyan edenin bereketi, ömrü azalır vs. İlahi ilkeler açısından, geçmişte yaptıklarımız, gelecekte başımıza gelmesi gereken bir dizi alternatifler oluşturur. 
Biz bugünü değiştirdikçe gelecekteki alternatifleri de bize emrettiği ilkelerine göre Allah değiştirir. Her insan geçmişinden etkilenen alternatiflerle dolu bir gelecek bilgisiyle yaşamayı sürdürüyor. Bu sistemi Ruhsal Zekâ kitabımın son bölümünde açıkladım. Adam zinaya dört nala gidiyor. Bir ay sonra düşecek ve o gün de bir kazada ölecek diyelim. Yaptıkları ilahi ilkelere vurulunca, geçmişi yüzünden bu geleceğe layık olmuş. 
Bu aşamadaki bilgi yazılıdır, akış düzeni açısından kayıtlarda mevcuttur. Bunları ilahi izinle rüyalarda vs görmek mümkündür. Muhtemeldir ki melekler de bu aşamadaki bilgiye muttalidir. Ancak bunlar yazılıp silinir, değişir, yenilenir. Aynı kişi, bugün çok içten tevbe etti, işte bunu yapacağını, nurani genişlikle de olsa zamanın içinde yaşayan melekler bilemez, bugün veya şu an insanın iradesiyle ne yapacağını sadece mutlak zatıyla mahlûk âlemin ötesinde olan Allah bilebilir. 
Kuantum fiziği açısından, zamanın içindeki bir varlığın bir saniye sonrasını tahmin dışında bir yolla bilmesi imkânsızdır. Dolaysıyla kişinin başına şunların bunların geleceği yazılarda belli olsa da, onlar geldiğinde ne yapmayı seçeceğini zatıyla zaman-mekân dışı olan Allahtan başkası bilemez. Nihayet tevbesi kabul edildi ise, gelecekte layık olduğu o yazılı durum ortadan kalkar, ilkeler açısından önünde yeni alternatifler konumlanır; adeta geleceği yeniden yazılır. 
Kader dediğimiz nihai, ezeli bilgi ise bu sürecin tamamını kapsar. Başına gelmeye hazırlananları da, onlardan değişecek olanları da.. Dua edeceğini de, tevbe edeceğini de vs.. Allah ezeliyetten bilir. Sonuç olarak kader yani Allahın bilgisi değişemez, çünkü sınırsızdır; çünkü zaman-mekân türünden değildir; zaman-mekânda olan olmayan, olacak olmayacak, değişecek değişmeyecek her şeyi kapsar. Şüphesiz bu sürecin her adımı insanın iradesine bağlanmamıştır. 
 Yığınlarca olay insan iradesiyle ilgisiz gerçekleşir; hayata, ilahi izne bağlanan binlerce irade, zaman, mekân vs dâhil olur. Ancak, burada herkes kendi iradesini bilir. Zaten herkes de sadece kendi iradesiyle seçtiğinin şimdi veya gelecekteki doğrudan veya dolaylı sonuçlarından sorumludur. Belki bu yazı geçmişteki meraklarınızın kabulü nedeniyle karşınıza çıkarıldı. 
Ama, şimdi bu cümleleri kesinlikle özgür iradenizle okudunuz. Neyi isteyerek, neyi istemeyerek yaşadığınızı, neye yaptıklarınızın, neye başka şeylerin yol açtığını kolaylıkla ayırt edebilirsiniz. Kaderi iyi anlamadan insan özgürlüğünü kader ekseninde mantığa vurmak her düşüneni doğru kavrayışa sürüklemeyecektir. 
 Öyleyse doğru ifade şudur: Dua geleceğimizi değiştirir. Geleceğin değişmesi kader bilgisinin değişmesi anlamına gelmez. Zira kader=geçmiş-gelecek değildir; zaman-mekân üstü ezeli bilgidir. Dua ederek veya tutum değiştirerek gelecekteki belirlenmiş tehlikeden korunmuş isek, bu da kaderde mevcuttur. Muhammed Bozdağ

ÖZGÜR İRADE VARMIDIR YOKMUDUR..?

ÖZGÜR İRADE VARMIDIR YOKMUDUR..? ile ilgili görsel sonucu
ÖZGÜR İRADE VARMIDIR YOKMUDUR..?
Özgür irade var mıdır? Yok mudur? tartışması binlerce yıldan beri soran, sorgulayan, okuyan, araştıran zihinler için hayli önemli bir soru olmuştur.
Modern bilimin bir uzantısı olan Kuantum fiziğinin verileri ışığında özgür iradeye farklı bir bakışla yaklaşmanın mümkün olduğu gözükmektedir. Kuantum seviyesindeki belirsizliklerin anlaşılmasıyla, teolojinin savunduğu mucizeler gibi evrendeki ani ve keskin değişimler bile açıklanabilir. 
Bu bakış açısı, Tanrı’nın etkinliğinin bu şekilde oluştuğu anlamına gelmese de modern bilim anlayışının, doğa yasaları ihlal edilmeksizin, mucizelerin ve Tanrısal etkinliğin gerçekleşebilmesine olanak tanıdığını gösterdiği için değerlidir. 
Modern bilimin yeni verileri bugüne kadar iki ayrı tartışma konusu olan bilimle metafizik arasında yeni uyumların ve dengelerin bulunduğunun bir habercisidir. 
Bilimin sürekli gelişen araştırmalarıyla kısa bir süre sonra teolojiye yaklaşan yeni bir bilimle karşılaşırsak hiç şaşırmayalım ve şimdiden içsel hazırlıklarımızı yapalım. İki ayrı bakış açısı ortak bir felsefi yorumda birleşiyor.
Bu yeni bilimsel-felsefi yaklaşım, David Hume’un mucizelerin doğa yasalarının ihlal edilmesi anlamına geldiğine dair tarifinin ve Spinoza ile Schleiermacher gibi mucizelerin, Tanrı’nın kendi doğasıyla veya doğa yasalarıyla çelişmesi anlamına geldiğine dair itirazlarının düzeltilmelerine olanak tanıdığından dikkate alınması gerekir. 
Fakat bu tür yaklaşımların özgür irade sorununu tam olarak çözdüğünü söylemek veya Tanrı’nın mucizeleri mutlaka bu şekilde meydana getirmiş olması gerektiğini söylemek de hatalıdır. 
Bu noktada teolojik savunma, tanrı tanırlık kadar tanrı tanımazlığın da ikili mantık sistemine göre özgür irade sorunu içinde olduğunu ve hiç kimsenin bu sorunu tam olarak çözecek bir modele sahip olmadığını söylemekle sınırlı olmalıdır.
Ontolojik İndeterminizm

Evrende ontolojik indeterminizm (yapısal belirsizlik) olmasından yola çıkılarak, özgür irade sorununa yeni bakış açıları geliştirilebilir ve bu soruna evrenin determinist olduğu (belirlenmiş olduğu) varsayımına yeni düzeltmeler getirilebilir. 

Kuantum fiziğindeki farklı mantık, kendisinden önceki sebeplerle oluşmuş bir varlığın özgürlüğünden nasıl bahsedebileceğimize dair bir ipucu verir, 
“Özgür irade hem vardır, hem de yoktur”

dememize neden olur. Çelişik gibi görünen bu tür bir mantıkta ayırımlar yerine birliktelikler önem kazanmaktadır. Karşıt kavramlar esasta yokturlar ve onları üreten bizim zihnimiz ve doğaya bakış açımızdır. Kuantum Kuramı gözleyen ile gözlenenin bir bütün oluşturduklarını ve birbirlerini etkileyip değiştirdiklerini savunur. İnsan-doğa ilişkisi bu tür bir karşılıklı etkileşme içinde sürmektedir. İnsan doğadan etkilenip değişmekte ve aynı oranda doğayı da değiştirmektedir. Bu durumda ne mutlak bir özgür iradeden ne de mutlak bir bağımlılıktan söz edilebilir.

Tasavvufta Özgür İrade

Tasavvufta Külli İrade olarak adlandırılan Tanrısal İrade’nin nerede bitip, bireylerin özgür iradesinin nerede başladığı konusu son derece hassas bir konu olmasına karşın araştırmacılar olarak biliyoruz ki, hem 

Külli hem de Cüzi İrade vardır. O nedenle de insan seçme özgürlüğünden sorumludur ve kendi seçimleri için Tanrı’yı mesul tutamaz. Külli İrade ile belirlenen genel hatlar Cüzi İrade, yani insan tarafından hayata geçirilir ve hayatın içinde verdiği kararlar da kişinin kendi özgür iradesiyle oluşur. 

İnsanın kendi cüzi özgür iradesini kontrol etmesi (denetlemesi) ve bütünün hayrına kullanması insanın Tanrısal yanıdır ve onu, İnsan-ı Kamil’e yani Mükemmel ve Kozmik İnsan modeline taşıyacaktır. 

Bütünün hayrına uygun davranmak uzun vadeli fayda sağlamaya dönüktür, kısa vadeli kişisel çıkarlar ise geçici faydalar sağlarlar.

Tasavvufta bu konu hayli derin incelenmiştir ve sorumluluktan kaçan insanların boyutu beşer boyutu olarak kabul edilir. 
Bu boyuta “Nefs-i Emmare” (emreden benlik) denir. 
Bu tür insan emir komuta altında yaşar ve hem içten hem de dıştan gelen etkilere düşünmeden tepki verir.
Bu boyut sorumluluk almak istemez.
İkinci boyut ise kendini sorgulayan benlik boyutudur. Bu boyuta Tasavvufta “Nefs-i Levvame” denir. Levm etmek sorgulamak demektir. Sorgulayan insan sorumluluk alır. Kendi davranışlarını sorguladığından eylemlerinin sonuçlarını da düşünür ve gerektiğinde eyleminden vazgeçer.
Üçüncü boyuta ulaşan insan “Nefs-i Mülhime” (ilham içinde olan benlik) boyutundadır. Sanat veya felsefe, hatta bilim bile ilham yani sezgi boyutu gerektirir. Bilim sadece akıl ve mantıkla yapılan bir eylem değildir. 
Sezgilerin de bilimde önemli yeri vardır. İnsanın bu ilham boyutunu asla küçümsememesi ve göz ardı etmemesi gerekir. 
Bu boyutta insan tümel enerji ile yakın bir ilişki içinde olduğundan tüm insanların hayrına olacak eylemlerde bulunur. 
Sorumluluğu yakın çevresini aşar ve tüm insanlığı kapsar. Bagwan Shri Nashrish,nin şöyle bir deyişi vardır:
Sezgi bir sıçrayıştır. Adım adım gelen bir şey değildir. Sana gelen değil, olan bir şeydir. Sezgi bilinmeyenle yani bilinmesi mümkün olmayanla çalışır.
Bu bir Kuantum sıçramasıdır, çünkü Kuantum boyutunda gerçekleşen her olay ani bir sıçrama şeklinde oluşur. 
Kuantum kuramı varlık (enerji) alanının süreksiz sıçramalarla belirdiğini söyler. Benlik boyutunda değişim de sıçramalarla gerçekleşir. 
Sıçramayı sağlayan da çoğu zaman bir şok olur.
Mucizeler ve Özgür İrade
Tanrı’nın mucizeleri gerçekleştirmesinin, doğa yasaları çerçevesinde kuantum belirsizliklerinin belirlemesi ile mümkün olduğunu savunarak sadece bir olasılığın gerçekleşme ihtimalinin olduğunu işaret etmek gerekiyor. Bir şeyin mümkün olması, onun mutlaka oluşacağı anlamına gelmez. 
Bilimsel yaklaşım tarihinin sürecinde, gerçekleşmiş mucizeleri ve kimi kişisel deneyimleri ne ispat edebilir, ne de inkâr edebiliriz. Hem bir bilim insanı hem de modern bir insan için en tutarlı yaklaşım, mucizelerin nasıl oluştuğu konusuna (oluşup oluşmadığına değil) agnostik yani bilinemezci kalması, olmadığını iddia etmemeye çalışmasıdır.

Tanrı’nın mucizeleri nasıl gerçekleştirmiş olduğuna dair bilimsel bir bilgiye sahip olmadığımız gibi, Tanrı’nın doğa yasalarını ihlal etmeyeceğine dair Spinozacı rasyonel bir ön kabulü de temellendiremeyiz.
“Tanrı doğa yasalarını ihlal etmez”
şeklindeki Spinozacı ön kabul ile mucizeleri 
inkâr iki tane kibri içinde taşır. 
BU KİBİRLERDEN
Birincisi
Tanrı katındaki tüm yasaları bildiğimize dair teolojik bir kibirdir, 
İkincisi 
İse doğa yasaları ile ‘kendi içinde evrene’ dair her türlü bilgiye sahip olduğumuzu iddia eden bilimsel bir kibirdir ki, 
Bu ikincisi özellikle 19. yüzyılın yaygın bir hastalığıdır. 
Her şeyden önce, Tanrı katındaki yasaların bizim fizik biliminde gördüğümüz doğa yasalarıyla özdeş olduklarını savunmak büyük saflık olur. 
Evrenbilimin derin yasaları arasında bilmediğimiz ve kullanamadığımız kim bilir ne çok yasa var. 
Tanrısal yasaların fizik yasalarından daha geniş yasalar olduğunu kabul edersek, Tanrı’nın bir eliyle koyduğu yasaları diğer eliyle bozduğuna dair mucizelere getirilen itiraz geçersiz olur.
Mucizeleri de kuantum düzeyde ani bir sıçrama olarak tanımlamak mümkündür. Mucize ile özgür irade çelişmez. 
Mucize daha ziyade Külli irade’nin, kendi kontrol sistemi içinde Cüzi İrade ile birlikte oluşturduğu bir sıçramadır ve tabii ki tam olarak nerede başlayıp nerede bittiği hakkında bir sınır koyabilmek de mümkün değildir.
Yoğunlaşmış Enerji
Kuantum kuramına göre varlık bir enerji alanından türer ve kendisi de yoğunlaşmış enerjidir. 
Varlık enerji ise enerjinin dönüşüp değiştiği gibi değişir ve dönüşür. 
Enerji kapalı bir hacim içinde korunur. 
Yani, sabit kalır. Ama canlı veya cansız tüm var olanlar çevreleri ile etkileşim içinde olduklarından asla kapalı değildirler. 

Kuantum kuramı için kesin sınırları olan, belli bir yer kaplayan ve durağan bir varlık tanımı yoktur. 
Enerji sürekli dönüştüğü için varlıklar da sürekli değişim ve dönüşüm içindedirler.

Özne, en genel anlamda farkında olan, yorumlayan, yani bilinçli fail olandır. 
Bu durumda olan kişilere uyanık olanlar veya şuurlu olanlar da denir. 
İnsanın özü enerji ise özne = şuurlu enerji olarak tanımlanabilir. 
Çünkü bizim özümüz enerjidir. 
Biz ne sadece tiniz ne de sadece bedeniz. 
Biz, her ikisinin bileşkesi olan bir şuurlu (bilinçli) enerji paketiyiz. Şuurlu olmak ise kendi üzerine düşünmek ve kendini sorgulamak demektir.

Bütün bu ihtiyatlı yaklaşımlara karşın, kuantum belirsizliklerinin mucizeler gibi Tanrısal müdahaleleri doğa yasalarının çerçevesinde açıklamaktaki katkısı çok değerlidir. 
Mucizelerin, bilimsel yaklaşıma göre imkânsız olduğunu söyleyerek teolojiyi eleştirenlerin, modern bilimin sunduğu imkânlardan habersiz olduklarını ve bu yaklaşımlarının hatalı olduğunu ifade etmek çok anlamlıdır.
Tanrısal müdahaleyi ve mucizeleri inkâr, bilimsel olguların bizi ulaştırdığı bir sonuç değildir. 
Ancak, ateizme ve natüralizme metafizik bir ön kabul olarak inanan kişiler, bu felsefi inançları ile bilimsel yaklaşımlarını birleştirirlerse, Tanrısal müdahaleyi reddeden bir yaklaşıma sahip olabilirler. 
Fakat bu, bilimin sonucu değil, bu şahısların felsefi-metafizik yaklaşımlarının sonucudur. 
Oysa felsefi-metafizik yaklaşımı farklı kişiler, Tanrısal müdahaleyi modern bilim anlayışı ile uyumlu bir şekilde birleştiren modeller geliştirerek fizik ile teolojik yaklaşımlarını bir araya getirerek, modern bilim çerçevesinde doğanın teolojisinin mümkün olduğunu göstermişlerdir. 
Philip Clayton’un da dikkat çektiği gibi, eğer doğa yasaları ihlal edilmeden Tanrısal müdahalenin nasıl oluşmuş olabileceğini göstermek istiyorsak, bunu yapmak için Newton’dan beri en çok şansa sahip olduğumuz dönem, içinde olduğumuz dönemdir. 
Fiziğin en önemli iki teorisinden biri olan Kuantum Kuramının en yaygın fiziksel yorumuna dayanarak yapılan teolojik ve metafizik yorumları, bilim, felsefe ve din üçgenindeki konuları ele alanların, Tanrısal etkinlik, mucizeler ve özgür irade sorunlarını değerlendirirken mutlaka göz önünde bulundurmaları gerekmektedir. 
Böylece yeni bir düşünce yapısının oluşmasına ve çağın gereklerine katkıda bulunmuş olurlar.

Özgür İradenin Kuantum Açıklaması
Tüm nesnelerin hem dalga hem parçacık özelliğine sahip oldukları görüşü Kuantum kuramı tarafından ileri sürülmüş ve deneysel olarak da kanıtlanmıştır. 

Nesnel parçacıklar olan elektronlarla yapılan deneyler onların da dalgasal bir yapı sergilediklerini açıkça göstermiştir. 
Şu halde her varlığın iki farklı fakat tamamlayıcı yönü bulunmaktadır. 

Bu iki yönden biri dalgasal yapının gereği olan süreklilik ve uzam içinde sınırsızlık, diğeri ise kesiklilik ve parçacık yapısının gereği olan sınırlılık ile sonluluk. 

Her iki özellik de aynı derecede temel ve önemlidir. 
İki özelliği ayırmak yerine birleştirmenin önemli ve gerekli olduğu kanısı reel bir kanıdır. 

Bu iki özellik sadece cansız nesnelere ait olmayıp, tüm var olan canlı ve cansızların temel yapısında bulunmaktadırlar. 

Bu bakımdan bu iki özellik insan yapısında da bulunurlar. 
Süreklilik ve sınırsızlık bizim tin boyutumuzu, sonluluk ve sınırlılık ise bizim beden boyutumuzu oluşturur.

Tin boyutunda, bizim kendi yetimiz olan düşünce boyutu olduğu kadar çevrenin bize vermiş olduğu varsayımlar ve ön-kabuller de bulunur. 
Düşüncemizde özgür olduğumuzu sansak da çevrenin ve yaşadığımız toplumun kültürel baskıları özgür düşünmemizi engeller veya en azından bazı kısıtlamalar getirir.
Beden boyutunda ise genetik ve kalıtımsal özellikler olduğu kadar, doğuştan itibaren taşıdığımız bazı psikolojik bozukluklar da bulunabilir. Bu bakımdan bedenimiz de bizim özgür irademizi kısıtlar.
Tüm bu baskılar ve yönlendirmeler çerçevesinde insanın özgür iradesi ancak belli bir oranda kendini tam olarak ifade edebilir. 
Bu durumda yapılacak şey özgür irademizi anlamlı bir yaşam tarzı oluşturmak için yönlendirmektir. 
Anlamlı yaşam, mümkün olduğunca orta yolu izleyerek ve hem kendisine hem de çevresine yararlı ve hayırlı bir kişi olmayı başarabilmekten geçer.
Kaynak: Kuantum Bilgeliği ve Tasavvuf-Doç. Dr. Haluk Berkmen

UYDURULAN DİN VE KURAN’DAKİ DİN




UYDURULAN DİN VE KURAN’DAKİ DİN

DİNE SOKULAN İLAVELERİN, HADİSLERİN UYDURULMA SEBEPLERİ HADİS UYDURMACILIĞI




İlk üç bölümde (özellikle ikinci bölümde) Kuran’a giderek Kuran’ın dinin kaynağı olarak yeterli olduğunu gördük. Dördüncü bölümde, hadislerin toplanış yöntemini göstererek kutsallık kılıfı giydirilmiş hadislerin neden dinin kaynağı olamayacağını ortaya koyduk. Aynı bölümde gördüğümüz sahabeyi hatasız ilan etme, mana ile hadis nakli gibi hadis toplama tekniği açısından önemli konular, hiç kasıt olmasa dahi nasıl uydurma hadis çıkabileceğini açıklamaktadır. Bu bölümde, hadis toplama yönteminin sorunları sonucunda oluşan uydurmalara değinmeyeceğiz. Dine kasıtlı olarak yapılan ilaveleri on maddede inceleyeceğiz. Böylece 6, 7, 8. ve 9. bölümlerde örneklerini göreceğimiz uydurmaların neden uydurulduğunu anlamaya çalışacağız.
1) DİNİ BOZMAK, DEJENERE ETMEK İÇİN UYDURMALAR
Din düşmanları, dinimizi yaşanmaz bir şekle sokmak, saçma göstermek ve yıpratmak için birçok hadis uydurmuşlardır. Daha sonra kendileri ve kendilerinden sonra gelen birçok dinsiz de dini yıkma uğraşlarında bu hadisleri kullanmışlardır. İslam’a olan inançsızlıklarını, kin ve nefretlerini içlerinde gizleyerek, samimi dindar görüntüsünde halkın arasına karışan birçok münafık, her şeyden önce İslam inancını bozmayı ve Müslümanların kalplerindeki inançlarına şüphe ve tereddütler sokmayı başlıca amaç edinmişlerdi. Bu amaçla akla hayale sığmayan, kafaları bulandıracak, Peygamberimiz’in söylemesine imkân olmayan on binlerce uydurmayı “hadis” adı altında Peygamberimiz’e atfettiler. Kuran’daki ayetler, daha Peygamberimiz hayattayken münafıkların nasıl Müslümanların arasına karıştığını göstermektedir.
Halife Mehdi zamanında boynu vurulmak üzere yakalanan ünlü dinsiz Abdülkerim bin Ebil Avca’nın öldürülmeden önce şu dehşetli açıklamayı yaptığı aktarılmaktadır: “Siz beni öldürüyorsunuz ama ben dininizde helali haram, haramı helal yapan 4000 hadis uydurdum.” 6000 küsur Kuran ayeti olduğunu düşünürsek, sırf bir kişinin 4000 hadis uydurmuş olmasının açacağı dehşetli hasarı anlayabiliriz. Ahmed bin el Cuveybari, Muhammed bin Ukeşa ve Muhammed bin Temim’in de Hz. Peygamber hakkında 10.000’den fazla hadis uydurdukları söylenir [İbni Hacer, Lisanu’l Mizan]. Zehebi, Ahmed bin Abdullah’ın binlerce hadisi, hadis imamlarına dayandırarak uydurduğunu, Enes bin Malik’in hizmetçisi olduğunu iddia eden Dinar Ebu Mikyes’in de Enes bin Malik’ten duyduğunu söylediği uydurmalarla dolu bir sayfayı naklettiğini anlatır (Zehebi, Mizan). Hadisçilerin kitapları, dini bozmak için kasıtlı yapılan uydurmaların itiraflarıyla doludur. Bu uydurmaların varlığı bellidir. Ama bu uydurmaların bugün meşhur olan hadis kitaplarına karışmadığı neye dayanarak garanti edilebilir? Bu hadis kitapları yazıya geçmeden önce kasıtlı birçok uydurma yaygınlaşmıştı. Kuran’da söz edilen, Peygamber yaşarken var olan münafıkları ve bundan sonra iki yüzyıl boyunca çıkan münafıkları, kim nasıl teşhis etmiştir de onların uydurduğu hadislerden kitaplarını korumuştur?

2) SİYASİ AYRILIKLARDAN KAYNAKLANAN UYDURMALAR
Peygamberimiz’in vefatı üzerinden 40 yıl bile geçmeden Hz. Ali ve Muaviye arasında çatışmalar boy göstermiştir. Bu dönemden itibaren İslam âlemi, geriye dönüşü olmayacak bir şekilde siyasi ayrılıkların içine girmiştir. Siyasi olarak ayrılan toplumlar birçok alanda çelişmeyi, birbirine muhalefet etmeyi hüner saymışlar, kendi siyasi fırkalarını destekleyen hadisler uydurmuşlar, kendi siyasal hareketlerine inanmayı “Allah’ın bir farzı” olarak sunmuşlardır. Bu arada kendi liderlerini yüceltip, karşı görüşün liderlerini yerin dibine sokmuşlardır. Halili’nin Er İrşad adlı çalışmasında, Şiilerin Hz. Ali hakkında 300.000 hadis uydurduğu ve Hz. Ali’nin sözlerini nasıl saptırdıkları anlatılır. Bu sayı, Kuran’daki ayet sayısının 50 katı kadardır. Şiilikten ayrılan bir kimse Şiileri kastederek “Allah onların canını alsın, nice hadisleri değiştirdiler” demiştir (Müslim, Sahihi Müslim). Hz. Ebu Bekir’i Hz. Ali’ye üstün sayan ve bunu, mezheplerinin bir şartı gören Sünni görüş ve Hz. Ali’yi üstün saymayı imanın şartına dönüştüren Şii görüş ile onların asırlar süren anlamsız çekişmeleri, bu maddeye güzel bir örnek teşkil etmektedir. Görünen o ki İslam siyasallaşınca, siyasi gücü elinde bulunduranlar, dini çıkarlarına uygun bir şekilde yapılandırmaktan çekinmemişlerdir.
3) DİNİ EKSİK ZANNEDİP, KENDİNCE DİNİ KURTARANLARIN UYDURMALARI
Dindar olarak tanınan birçok “gözde” Müslümanın durumu, Yahya bin Said’in “Salih kişileri hadiste olduğu kadar hiçbir şeyde yalancı görmedik” sözüyle en güzel şekilde tarif edilmiştir. Bu gerçeği itiraf edenlerden biri de en güvenilir olduğu iddia edilen iki hadis kitabından birinin yazarı olan Müslim’dir. Müslim, Ebu Zennat’dan şunu nakleder: “Medine’de yüz kişiyle karşılaştım, hepsi de güvenilirdi ama hadisleri alınmazdı” (Müslim, Sahihi Müslim, 1. cilt). Görüldüğü gibi birçok sözde dindarın hadis uydurduğu hadisçilerin bile malumudur. Kendi görüşlerini çok değerli bulan bu kişiler, dine kendi görüşlerini kattıklarında, çok yerinde bir hareketle dine büyük hizmet ettiklerini sanıyorlardı. Örneğin Kuran’da olmayan haremlik selamlık uygulamasını, dinin bir hükmüymüş gibi dine sokanlar (bu uygulama dinselleşmeden bir gelenek olarak uygulansaydı sorun olmazdı; sorun, bu geleneğin uygulanması değil, dinselleşmesidir) belki de kadınla erkeği ayırarak zinayı, yozlaşmayı kendilerince önlemek istediler. Oysa Allah’ın kendilerinden daha iyi düşündüğünü ve gerekseydi Kuran’da bu konuda da açıklama yapılacağını bilmeleri gerekirdi. Allah’ın açıklamadığı bir şeyi dine sokarak dine fayda getireceğini sanmak, yanlış bir düşünme tarzıdır ve acı son da ortadadır. Dini, şahsi görüşlerine muhtaç görüp, sözde dine yardım edenleri, Allah’ın serbest bıraktığı konuları açıklayarak din gibi sunanları da, “dini eksik zannedip dini kurtaranlar” sınıfına sokabiliriz.
4) DİNİ SEVDİRMEK İÇİN UYDURMALAR
Bu madde kısmen 3. maddeye benzemektedir, bu madde altında incelenecek kişiler de Allah’ın dininin kurtulmuş olduğundan habersiz olup, dini kurtaracağını zannedenlerden oluşur. Bu kişilerdeki esas kaygı dini sevdirmek, ibadetleri sevimli göstermektir. Bu popülist kaygı Allah’ın indirilmiş dininin, uydurulmuş hadislerle ve izahlarla karışmasına yol açmıştır. Bunlar arasında Ebu İsmet Nuh gibi Kuran’ın her suresinin faziletleri hakkında hadis uyduranlar vardır. Peygamberimiz’i yüceltmek için Peygamberimiz’in üstünlüklerine dair hadisler üretenler de mevcuttur. Bu uydurucuların kendilerini savunmak için şöyle söyledikleri aktarılır: “Biz Hz. Peygamber adına yalan uydurmadık, bilakis bunu Peygamber’in getirdiği dini güçlendirmek için yaptık.” [İbni Hacer, Fethul Bari]. Bu alıntıda gördüğümüz gibi bunlar, bu tarzda hadis uydurmayı yalan olarak bile görmemişler, hatta bu korkunç fiillerinde belki de sevap ummuşlardır: “Biz Peygamber lehinde yalan söylüyor ve şeriatını takviye ediyoruz” (İbnul Cevzi, K. Mevzuat). Görüldüğü gibi bu uydurucular Allah’ın Kuran’ını eksik görmekle, bir de üstüne hadis uydurmakla kalmamış, üstüne üstlük dindarlıkta şampiyonluğu da kimseye bırakmamışlardır.
Aşırı dindar tanınan bazı kimseler, bu özellikleriyle en tehlikeli sınıflardan biri haline gelmişlerdir. Zira onlar halkın sevip güvendiği, sözlerine önem verip hareketlerini örnek kabul ettiği kimselerdi. Onların hadis olarak tanıttıkları, daha rahat kabul görüyor ve itiraza uğramıyordu. Böylece İslam, Kuran’ın ruhundan daha çok uzaklaştı ve oluşan yeni yapı tüm katkılarıyla katıksız İslam sanıldı.
5) MEZHEPLERİNİ, FİKİRLERİNİ DOĞRU ÇIKARMAK İÇİN UYDURANLAR
Kuran’a dayalı bir İslam modelinden uzaklaşılıp, insan sözlerinin Allah’ın hükmü olarak takdim edildiği, hadise dayalı bir yaklaşımın kuvvetlendiği ortamda, insanlar dini farklı farklı anlamaya başlamışlardı. Bu tablo, İslam’ı anlama ve yaşamada birbirleriyle uzlaşmayan, dini konularda ayrılığa düşen farklı düşüncelerin, kamplaşmasına ve mezheplerin doğmasına sebep oldu. Bu ortamda mezhep bağlıları, kendi düşüncelerinin haklılığını ispat edip halkı etkileyebilmek ve kendi mezheplerine çekebilmek için Hz. Peygamber’in dilinden kendi mezheplerini öven, öteki mezhepleri aşağılayan uydurma hadislere dayanma ihtiyacı hissettiler. Hanefi mezhebinin mensuplarının şu şekildeki bir uydurmasını görebiliriz: “Ümmetimde İmam Şafi adında bir kimse ortaya çıkacaktır. O, ümmetime şeytandan daha zararlı olacaktır. Ve yine ümmetim arasından adına Ebu Hanife denecek bir kimse gelecektir ki, o ümmetimin ışığıdır” (İbnu Arrak, Tenzihus Şeria, 2. cilt). Bu arada Şafi taraftarları da boş durmamış ve kendi imamlarını kurtaracak hadis uydurmuşlardır: “Kureyş alimi (İmam Şafi) yeryüzünün her yerini ilimle dolduracaktır.” Maliki mezhebi taraftarları hiç durur mu, onlar da kendi hadislerini piyasaya sürdüler: “İlim talebi için bir gün gelecek, develerin boyunları vurulacak (yani uzun seyahatlere girişilecek) da Medine aliminden (İmam Malik) daha alim birisi olmayacak.”
Sünni mezheplerde durum böyleyken Kaderiyecilerin de nasıl hadis uydurduğu eski bir Kaderiye mezhebi üyesi Ebu Reca Muhriz’e dayandırılarak anlatılır: “Kaderiyecilerden kesinlikle bir şey rivayet etmeyiniz, vallahi biz insanları mezhebimize çekebilmek için hadisler uydurur ve bu hareketimizle de sevap kazanacağımızı umardık. Ben bu suretle Kaderiye mezhebine dört bin kişi kattım” 
(Er Cerhu Ve’l Tadi’l, 1. cilt).
6) ZORLAMA ALTINDA UYDURANLAR
Daha evvel de değindiğimiz gibi hadis toplama hareketinin ilk olarak başlamasında özellikle Emevi halifelerinin zorlama, tehdit ve işkenceleri önemli yer tutar. İlk hadis toplayan kişi olduğu iddia edilen Ez Zuhri’nin şu sözü bunun delilidir: “Biz hadisi yazmaktan hoşlanmıyorduk. Ne var ki o yöneticiler (Emevi halifeleri ve adamları) bizi buna zorladılar.” Zorlama altında yapılan toplamalarda, mevcut yönetimin iktidar, kültür, gelenek ve tarih anlayışını destekleyen hadisler ortaya çıkmış, buna aykırı olanlar elenmiştir. Mevcut hadisler zaten mana ile nakledildiğinden, birçok hadis kelime oyunlarıyla geleneği hükümleştirme yolunda kullanılmıştır. Örneğin Peygamberimiz’in kendi şahsi tercihi olarak yaptığı bir fiil anlatılırken “Peygamber buyurdu ki” veya “Peygamber emretti ki” şeklinde, Peygamberimiz’in amacına uygun olmayacak bir tarzda kullanılmıştır. Uydurmaların yanında tarihin belli bir dönemi ile ilişkili “tarihsel” kimi uygulamaların, evrensel dini hükümlere çevrilmesiyle de tahribat yapılmıştır. Tüm bu uydurma ve anlam kaydırmaları ise hiç şüphesiz hâkim olan sınıfın, hadis toplama için zorlama yapan sınıfın, görüşleri doğrultusunda olmuştur. Zorlama altında dine sokulan uydurmalar, sırf Emevi ve daha sonra Abbasi dönemleriyle sınırlı değildir. Bu dönemlerde çoğunlukla hadis uydurma yoluyla dine sokulan ilaveler, daha sonra halifelerin, valilerin zorlamasıyla “fetva” ve “içtihad” adı altında kendini gösterir. Mevcut yönetimlerin atadığı ve maaşa bağladığı “din adamları”, birçok zaman bağlı oldukları ve kendilerini atayan iktidarların çıkarlarını ve isteklerini gözeterek “dini görüşler” beyan etmişlerdir.
7) MADDİ ÇIKAR SAĞLAMAK İÇİN UYDURANLAR
Hadis toplayan bazı gezginler, ticari kaygılarla hadis toplamaya başlamışlardı. Örneğin Yakub bin İbrahim’in ancak 1 dinar karşılığı hadis nakletmeyi kabul ettiği söylenir. Ebu Naym El-Fadl da naklettiği her hadis için ücret talep ediyordu. Onun talebelerinden Ali bin Cafer der ki: “Ebu Naym El Fadl’dan hadis yazardık, buna karşılık bizden kıymetli dirhemler alırdı. Yanımızda kıymeti düşük dirhemler bulunursa üste para alırdı.” “Fakirlerden kesinlikle hadis yazmayın” tavsiyesinde bulunduktan sonra Umera bin Hafsa’nın zengin olduğunu ve yalan söylemeyeceğini, dolayısıyla hadislerinin alınabileceğini söyleyen Şube bin Haccac’a, Ali bin Asım şöyle karşılık vermiştir: “Yalan söyleyen nice zengin gördük” (El Kifaye).

Müşterilerinin isteği üzerine sipariş olarak hadis üretenler de vardı. Birçok tüccar, sattıkları mallara karşı halkın ilgisini artırabilmek için ilgili malların yararlarını anlatan hadisleri, para karşılığında hadis simsarlarına uydurtmuşlardır. Örneğin koku satıcılarının güzel koku kullanmanın faziletleri hakkında uydurttukları hadisler buna örnektir. Şube bin Haccac’ın ifade ettiği gibi 1 kuruş karşılığında 70 hadis uyduran Ebul Muhezzem gibiler, hadis uydurucularına örnektirler.

8) MANEVİ ÇIKAR SAĞLAMAK İÇİN UYDURANLAR
Peygamberimiz’in vefatından ve dört halife devrinden sonra hikâyeci-kıssacı denilen bazı kimseler, cami ve mescitlerde oturmayı ve çevrelerinde halka oluşturan cemaate vaaz ve öğütte bulunmayı alışkanlık haline getirmişlerdi. Bunların bir kısmını vaaz ve öğütten ziyade, halkın nazarında kazanacakları yüksek mertebe ve şöhret ilgilendiriyordu. Vaazlarını, kendilerini bu amaca götürecek şekilde hazırlıyorlardı. Bunlar şöhrete giden yolun, halkın nazarında önemli bir yeri olan dini duyguların tahrik edilmesinden geçtiğini bildikleri için onları coşturacak şekilde vaaz ediyorlar, dramatik konuşmalarla halkı ağlatmaya gayret ediyorlardı. Bunun için Peygamberimiz’in adına uydurdukları garip hikâyelerle konuşmalarını süsleyerek, halkı etkileme ve inandırma uğraşı içindeydiler. Halkı en çok etki altında bırakan konuşmaların başında cennet ve cehennem tasvirleri geliyordu. Cennet ve cehennem hakkında gerekli olan her şey Kuran’da anlatılmasına rağmen bu hikâyeci-kıssacı kesim, halkı daha çok hüzünlendirmek, şaşırtmak ve coşturmak için uydurma hadislerde buldukları zengin hazineyi özellikle bu konuda çok kullandılar. Bu kesimin mesleki başarısı bol hadis uydurmaktan geçiyordu. Ortaya çıkan iç sızlatıcı tabloda belki de insanı en çok güldürebilecek olaylardan biri; bu kıssacılardan Şair Külsüm’ün “dilini burnunun ucuna dokundurabilenlerin cehenneme girmeyeceğinin garanti olduğunu” söylemesi üzerine, vaaz ettiği cemaatin bunu denemeye başladığıyla ilgili anlatımdır.
İbnü’l Cevzi, bu şahısları şöyle anlatır: “Bunlar arasında suratlarını her çeşit boyaya batıranlar ve bu şekilde sarımsı bir ten kazanarak, kendilerini fazla oruç tutmaktan soluk benizli hale gelmiş takva dindarlar gibi gösterenler bulunmaktaydı. Diğerleri istediği an gözyaşı dökebilmek için tuzlar kullanmaktaydı. Başka bir grup kıssacı ise allı pullu süslettikleri kürsünün tepesinden kendilerini atacak derecede gösteride ileri gitmekte veya dinleyicinin alışık olmadığı biçimde, samimiyetsiz hikâyelerini abartılı jestlerle nakletmekte, kürsüyü yumruklamakta, basamakları koşar adım inip çıkmaktaydılar.” (İbnü’l Cevzi, el-Kussas vel Müzekkirin) Etrafımızı biraz incelersek, İbnü’l Cevzi’nin tarif ettiği tiplerin benzerlerini rahatça görebiliriz. Sahte gözyaşılı, kürsü yumruklayan ve abartılı jestli tipler, İbnü’l Cevzi’nin geçmişte tarif ettiği bu kıssacıları çağrıştırmaktadır.
Uydurmacılardan öylesi görülmüştür ki; Cafer bin Nastur Ferab 320 yaşında olduğunu, Peygamber’i gördüğünü ve Peygamber’in duası sayesinde bu kadar yaşadığını söylemiştir. Reten’in durumu da buna benzerdir. Hicri 4. ve hicri 8. asırda yaşayan bu adamlar sahabe olduklarını iddia etmişler ve bunlardan Reten üç yüz hadislik hadis kitabı yazmış ve etrafına epey adam da toplamıştır.
9) GELENEK VE GÖRENEKLERİ DİNSELLEŞTİRMEK İÇİN UYDURANLAR
Kuran, insan hayatındaki belli davranışlara yön vermiş, açıklamadığı birçok konuyu ise insanların seçimine bırakmıştır. 2. bölümde bunu gördük, 39. bölümde de göreceğiz. İnsanlar, serbest oldukları bu konularda; kendi gelenek, görenek ve dünya anlayışları çerçevesinde davranırlar. Örneğin Kuran, yemeği, elle mi çatalla mı çubuklarla mı yememiz gerektiği konusunda bir açıklama yapmaz. Kıyafetin sarık cübbe mi olacağı, kravat gömlek mi olacağı, yoksa kimono mu olması gerektiği konusunda Kuran’da bir izah yoktur. Açıklanmayan konularda tercihimizde serbest olduğumuza göre, biz yemekte veya kıyafette bu şıklardan herhangi birini veya daha başka bir kültürün yeme ve giyim şekillerini, Kuran’da açıklanan haramlara girmemek şartıyla seçebiliriz demektir. Herhangi bir seçimde fazladan günah veya sevap olacağını söylemek ise Kuran’la çelişir. Emevi ve Abbasi dönemindeki dinimize eklemelerin önemli bir bölümü, gelenek ve göreneklerin “kutsal” damgası altında Kuran’da anlatılan İslam’a karıştırılmasıyla olmuştur. Kuran’ın başı sonu belliydi ve Kuran’da bu gelenek ve görenekleri tavsiye eden hiçbir izah yoktu. Öyleyse tek yol, uydurma hadislerle ve Kuran’da geçmeyen bir sünnet anlayışıyla Kuran’ın özgür bıraktığı bu konuları da dinselleştirip, kutsallaştırmaktı. Arapların ve de özellikle Emevilerin kavmiyetçi anlayışıyla, Arapların kadına bakış açılarından o dönemin kıyafetlerine, yemek menülerinden tuvaleti yapış biçimlerine kadar birçok gelenek “sünnet” ve “hadis” adı altında dinselleştirildi. (Ayrıntılı bilgi için 16. bölümü okuyunuz.)
10) DİĞER DİNLERDEKİ UYDURMALARIN DİNİMİZE TAŞINMASIYLA OLUŞAN UYDURMALAR
Bu uydurmaları taşıyanları iki sınıfa ayırabiliriz: Birinci sınıf, İslam’ı dejenere etmek, mantıksızlaştırmak veya kendi asıl inancına benzetmek için kasıtlı olarak uydurmaları dine sokanlardır. İkinci sınıf ise İslam’a geçmelerine rağmen kendi eski dini ve örfi alışkanlıklarını üzerlerinden atamadıkları için bunları dinimize taşıyanlardır. Yahudilerin kıssaları, Hıristiyan hikâyeleri, putperest adetleri dinimizin içine “hadis” veya “içtihad” başlıklı meşrulaştırmalarla girmiştir. Hacim olarak bakarsak, İsrailiyat denen Yahudi hikâyeleri uydurma kaynağı olmakta birinci, Mesihhiyat denen Hıristiyan hikâyeleri ise ikincidir. Bunlar, Allah’ın gönderdiği vahye dayanan dinlerde daha evvel kök saldıklarından, dinimize daha rahat geçmişlerdir. Biz sadece bunlara; İsrailiyat ve Mesihhiyata değineceğiz.
Dinimize İsrailiyat’ı taşıyan kişilerin en başta gelenleri Kab el Ahbar, Vehb bin Münebbih ve Abdullah bin Selam’dır. 12. bölümde bazı önemli hadis uydurucularına değinirken bunlara da değineceğiz. Birçok Müslüman, bu aktarımları, Kuran ayetlerinin yanında hikâye etmekte bir zarar görmediler. İşte bu, uydurmaların çoğalma sebeplerinden biriydi. Bugünkü birçok tefsir ve hadis kitabında, dayanağı bu gibi kimseler olan yüzlerce uydurmaya rastlayabiliriz. Biz örnek olarak sadece iki tanesini verelim. Vehb bin Münebbih’ten rivayet edilen İsrailiyat menşeli “hadis” denen bir uydurma şöyledir: “Beytul Makdis’in halkı Allah’ın komşularıdır. Komşularına azap etmemek Allah’ın üzerine haktır. Beytul Makdis’e gömülen kabir imtihanından ve darlığından kurtulur.” Kurtubi’nin tefsirinde de geçen Kab el Ahbar kaynaklı bir uydurma ise şöyledir: “Allah Teâla kendisini yarattığında Arş dedi ki: Allah benden daha büyük bir mahlûk yaratmadı. Ve böbürlenerek sallandı. Allah ona öyle bir yılan doladı ki o yılanın yetmiş bin kanadı vardı. Her bir kanadında yetmiş bin tüy vardı. Her bir tüyde yetmiş bin surat vardı. Her bir suratta yetmiş bin ağız vardı. Her bir ağızda yetmiş bin dil vardı. Her gün onun ağızları yağmur damlaları, ağaç yaprakları, kum ve çakıl taneleri, dünyanın günleri ve tüm meleklerin sayısı kadar tespih eder. Yılan arşın üzerine dürülür ve arş onun ancak yarısına uzanabilir. İşte o zaman arş alçak gönüllü olmaya başlar.”
Mesihhiyat, yani Hıristiyanlık kaynaklı uydurma hikâyelerin, dinimize sokulmasının kaynaklarından olaraksa Temim ed Dari ve İbn Cureyc’i gösterebiliriz. Hz. İsa’nın yeniden dünyaya geleceği, Deccal, ölüm meleği, cennet ve cehennem Mesihhiyat uydurmalarının en çok olduğu alanlardır. (20. bölümde Hz. İsa’nın yeniden dünyaya gelişi iddiasının, Mehdi ve Deccal hikâyelerinin dinimize nasıl zarar verdiğini göreceğiz.)
Geleneksel anlayışı savunanlar, sırf Kuran’dan dinini anlayan Müslümanlara kızdıkları gibi, yabancı İslam araştırmacılarının hadislerin güvenilmezliğini ifade etmelerine de kızmaktadırlar. Bu araştırmacıların niyeti ne olursa olsun, bizi ilgilendiren, onların ortaya koyduklarının bilimsel değeridir. Müslüman toplumlarda mevcut olmayan özgür ortama sahip olan bu kişilerin, kimi çalışmalarında, hem ciddi hem de düşünülmesi gereken hususları gündeme getirdikleri bir gerçektir. Onların çalışmalarına objektif bir şekilde yaklaşmalı, hatalarını göstermeli ve ortaya koydukları doğru hususlardan yararlanmalıyız. Bu araştırmacılardan özellikle Goldziher’in, Schacht’ın, Van Kremer’in, Sprenger’in ve Dozi’nin kitaplarında herkesin yararlanabileceği birçok husus olduğu kanaatindeyiz. Bunların en ünlüsü Goldziher şöyle der: “Rabbanilerin (Musevi ve Hıristiyan din adamları) sözleri, İncillerden alıntılar, Yunan felsefesinin öğretileri, Fars ve Hind kökenli deyişler ve daha niceleri hadis kanalıyla İslam’a girmiştir. Tüm bunlar doğrudan veya dolaylı olarak İslam kültürünün malı haline gelmiştir. Yine dini kıssalardan büyük bir bölümü İslam’a sızmıştır. Eğer hadislerde kullanılan materyali ve Yahudi din kültürünü incelersek bu ikinciden büyük bölümünün, İslam din kültürüne sızmış olduğunu görürüz.” (Goldziher, El Aqide Veş Şeria)

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...