Meâl-i Şerifi
148- Allah, zulme uğrayanların dışında, çirkin sözün açıkça söylenmesinden hoşlanmaz. Allah her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir.
149- Bir hayrı açıklar yahut gizlerseniz, yahut da bir kötülüğü bağışlarsanız, biliniz ki, Allah da çok bağışlayıcıdır, her şeye hakkıyla kadirdir.
148-- Allah, kötü sözün açıklanmasını sevmez. Kötü fiil şöyle dursun, kötülüğün söz kabilinden olarak bile meydana konulmasını istemez, buğzeder. Gerçi Allah, ne fiil olarak, ne söz olarak, ne gizli, ne aşikar kötülüğün hiç birini sevmez. Fakat ister sözle olsun ilan edildiği ve açıklandığı zamandır ki, bilhassa gazab ve azab eder. Ve işte ilâhî azabın sır ve hikmeti bu noktada, yani Allah'ın kötülüğü sevmemesindedir. Ancak mazlum (zulme uğrayan) hariç. Zulmedilmiş, hakkına tecavüz olunmuş olan kimse feryad edebilir, zalim aleyhine bağıra bağıra beddua edebilir veyahut ondan yakınarak kötülüklerini söyleyebilir, hatta kötü sözlerine aynen karşılıkda bulunabilir. Ve Allah zulme uğrayanın feryadını dinler, halini bilir.
Bu âyetin sebebi nüzulünde deniliyor ki, bir gün Peygamberin huzurunda bir adam Hz. Ebu Bekir'in yüzüne karşı küfretmiş, o da birkaç kere sustuktan sonra sonuçta karşılık vermişti. Karşılık verince Peygamberimiz meclisten kalkıverdi. Hz. Ebu Bekir: "O bana söverken oturuyordunuz, ben karşılık verince kalktınız" dedi. Resulullah da: "Bir melek senin tarafından cevap veriyordu, sen karşılık verince o melek gitti, şeytan geldi, şeytan gelince ben de oturmadım" buyurdu ve bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Bir rivayete göre de, bir topluluğa bir misafir gelmiş, yemek vermemişler, şikayet etmiş, şikayetinden dolayı da azarlanmış, bunun üzerine bu âyet inmiş. Hakkına riayet edilmeyen misafirin mazlumlar arasında bulunduğu ve şikayete hakkı olduğu açıklanmıştır.
149- Siz sözlü veya fiili olarak herhangi bir hayrı açık veya gizli yapar veya kendinize karşı yapılan bir kötülüğü affederseniz, yani bilhassa affetmek hayrını yaparsanız şüphe etmeyiniz ki, Allah çok affedici ve her şeye gücü yetendir. Affı çok, kudreti pek büyüktür. Şu halde ilâhî ahlâk ile ahlâklanınız da, gücünüz yeterken affediniz ki, Allah katında affa mazhar olasınız ve mükafatınızı alasınız.
Fakat bu ilâhî affa kimlerin nail olabileceğini iyi anlamak gerekir. Şöyle ki:
Meâl-i Şerifi
150- Onlar, Allah'ı ve peygamberlerini inkâr ederler, Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isterler. "Kimine inanırız, kimini inkâr ederiz" derler. Bu ikisinin (imanla küfrün) arasında bir yol tutmak isterler.
151- İşte onlar gerçek kâfirlerdir. Biz de kâfirlere alçaltıcı bir azab hazırlamışızdır.
152- Allah'a ve peygamberlerine iman edenler ve onlar arasında ayırım yapmayanlara (Allah) pek yakında mükafatlarını verecektir. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.
150-151- "Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler" Bu âyetten anlaşılıyor ki, kâfirler başlıca üç kısımdır. Birincisi: Ne Allah, ne peygamber tanımayan, hiç birine iman etmeyenler. İkincisi: İmanda Allah ile peygamberi birbirinden ayıranlar. Yani Allah'a iman iddiasında bulunup da Allah'ın gönderdiği peygamberlere inanmayanlar. Üçüncüsü: Peygamberlerin bazısını tanıyıp da bazısını tanımayanlardır ki, kitap ehlinden yahudi ve hıristiyanlar bu kısımdandır. Ve bu âyet doğrudan doğruya bunlar hakkında inmiş, iman ile küfür arasında orta bir derece, bir yol bulunmadığı ve peygamberlerden bazısını tanımamak, hepsini tanımamak ve hepsini tanımamak Allah'ı da tanımamak demek olduğunu göstermiştir. Yani Allah'a ve peygamberlerine küfreden (inkâr eden)ler, fakat bunu açıklıyarak değil, fikir ve mezhepleri bu küfrü gerektiren, ve Allah ile peygamberleri arasını imanda ayırdetmek isteyenler, hatta bunu da genel olarak ve umumi şekilde açıklamayıp sözleri bunu gerektiren, biz bazısına inanırız ve bazısına inanmayız diyenler, mesela "Musa, Üzeyr filan ve filan peygamberlere ve Tevrat'a inanırız, fakat İsa'ya ve Muhammed'e, İncil'e ve Kur'ân'a inanmayız" diyen yahudiler; aynı şekilde, "Musa'ya ve İsa'ya, Tevrat'a ve İncil'e inanırız ama, Kur'ân'a ve Muhammed'e inanmayız" diyen hıristiyanlar ve aynı şekilde yahudiler arasında "Muhammed bir peygamberdir ama, bizim peygamberimiz değildir" diye kaçamak yapan, ve bu şekilde iman ile küfür arasında bir yol tutmak isteyenler, işte bütün bunlar muhakkak kâfirdirler ve küfürleri açıkça sabittir. Zira iman ile küfür, hak ile batıl arasında bir mertebe yoktur. Bir peygambere küfretmek, peygamberliğe küfretmektir. Peygamberliğe küfretmek, bütün peygamberlere küfretmektir ve bütün peygamberlere küfretmek, Allah'a küfretmektir. Çünkü Allah'ın bir emrine küfretmek, genel olarak, Allah'a küfretmektir. Biz de üstün kudret ve büyüklüğümüzle bütün kâfirlere alçaltıcı, ihanetli, aşağılatıcı bir azab hazırlamışızdır, sırası gelince tadacaklardır. Şu halde vaad edilen af ve mükafat böyle inkâr ve küfür sahiplerine değildir.
152- Allah'a ve peygamberlerine iman edip, bunlardan hiç birinin arasını ayırmayanlar yok mu? İşte Allah bunlara muhakkak mükafatlarını verecektir. Geçmiş olan günahlarına da Allah gafûr (çok affedici), rahîm (çok merhamet edici)dir. O mağfiret ve rahmet vadi işte bunlaradır.
Bu düzenlemeden sonra kitap ehlinin küfürlerini genişçe incelemek ve inatlarını açıklamak ve iptal (hükümsüz bırakmak) için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
153- Kitap ehli, senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Musa'dan bundan daha büyüğünü istemişler ve: "Allah'ı bize açıkça göster" demişlerdi. Haksızlıkları sebebiyle onları yıldırım çarptı. Sonra kendilerine açık deliller geldiği halde buzağıyı (tanrı) edinmişlerdi. Onları bundan dolayı da affettik. Ve Musa'ya açık bir delil (yetki) verdik.
154- Söz vermeleri için Tur dağını üzerlerine kaldırdık. Onlara: "O kapıdan secde ederek girin" dedik. Yine onlara: "Cumartesi yasağını çiğnemeyin" dedik ve onlardan sağlam bir söz aldık.
155- Verdikleri sözden dönmeleri, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberlerini öldürmeleri ve "kalblerimiz kılıflıdır" demelerinden dolayı (başlarına türlü belalar verdik). Doğrusu Allah, inkârları sebebiyle onların kalplerini mühürlemiştir. Pek azı hariç onlar inanmazlar.
156-(Kalblerinin mühürlenmesinin diğer bir sebebi de İsa'yı) inkâr etmeleri ve Meryem'e büyük bir iftirada bulunmalarıdır.
157- Bir de "Biz Allah'ın peygamberi Meryem oğlu İsa Mesih'i öldürdük" demeleridir. Oysa onu ne öldürdüler, ne de astılar. Fakat öldürdükleri kimse, onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, ondan yana tam bir kuşku içindedirler. O hususta bir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Onu kesinlikle öldürmediler.
158- Fakat Allah onu kendisine yükseltmiştir. Allah, aziz (daima üstün)dir, hikmet sahibidir.
159- Kitap ehlinden hiçbir kimse yoktur ki, ölmeden önce ona (İsa'ya) iman etmiş olmasın. Kıyamet gününde o, onlara şahitlik edecektir.
160-161- Yahudilerin zulmetmeleri ve birçok kimseleri Allah yolundan alıkoymaları, yasaklandıkları halde faiz almaları ve insanların mallarını haksız yere yemeleri sebebiyle daha önce kendilerine helâl kılınan temiz şeyleri haram kıldık. Onlardan kâfir olanlara can yakıcı bir azap hazırladık.
162- Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve iman edenler, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Onlar, namazı kılan, zekatı veren, Allah'a ve ahiret gününe iman edenlerdir. İşte onlara büyük bir mükafat vereceğiz.
153- Ey Muhammed! Kitap ehli, senin peygamberliğine inanmak için, Allah tarafından Kur'ân'ın sana kelâm (söz) halinde indirilmiş olmasını yeterli görmüyorlar ve bunu semavi kitaplardan saymak istemiyorlar da, senden kendilerine gökten bir kitap indirivermeni istiyorlar. Bir kere Allah'ın değil, senin indirmeni istiyorlar. İkincisi, başkasına değil, kendilerine, kendi üzerlerine indirmeni istiyorlar ki, bununla peygamberliği kendilerinde görmedikçe ve kendilerinde peygamberliği tecrübe etmedikçe iman etmiyeceklerini anlatmış oluyorlar. Üçüncüsü, kitabın mânâ veya nazım ve mânâ olarak vahy yoluyla kalbe inmesine ve bundan sonra onun kullar tarafından yazılmasına kanaat etmeyip, gökten bir hatt (yazı) ile yazılmış levhalar veya sayfalar halinde belli bir cisim olarak şu maddi gökten düşüvermesini istiyorlar. Kitabın ulviliği ve semavi oluşunun, ancak böyle bir maddi ve cismani şekilde görmeleri halinde tasdik edilebileceğini iddia ediyorlar. Halbuki bu şartlar altında her cismin, Allah'ın kudreti yönünden bir kitap olduğunu, fakat okumasını bilmediklerini düşünmüyorlar. Âyetin zahirinden de anlaşılacağı üzere tefsircilerin çoğunun açıklamasına göre bu kitap ehlinden maksat yahudilerdir.
Rivayet ediliyor ki, Ka'b b. Eşref ve Finhas b. Azura gibi yahudi din adamları sırf tahakkum ve inat etmek için Peygamberimizin huzuruna gelmişler, "Eğer sen peygambersen bize Hz. Musa gibi gökten ve topu birden bir kitap indir" demişler. Bazıları bu kitabın Tevrat gibi levha üzerine ve bir semavi yazı ile yazılmış olmasını, diğer bazıları inerken kendilerinin de muayene ve görmelerini, diğer bazıları da filan ve filan diye bizzat kendilerine indirilmesini ve bunun içinde "Muhammed Resulullah" (Muhammed Allah'ın peygamberidir) diye yazılmış olmasını söylemişler, bu âyetler de bunun üzerine inmiştir.
Buyuruluyor ki:
Ey Muhammed! Sen bunların bu isteklerini büyük görme, bunu bunlara çok görme, çünkü bunlar Musa'dan bundan daha büyüğünü istediler bize Allah'ı açıktan göster, dediler. Dediler de bu zulümleri sebebiyle kendilerini yıldırım çarptı. (Bakara sûresinin 55. âyetine bkz.) Sonra bunlara deliller geldikten, yani Hz. Musa'nın Firavun'a karşı gösterdiği asâ, yedi beyza ve denizin yarılması mucizeleri gösterildikten sonra -ki henüz Tevrat inmemişti- da tuttular buzağıya taptılar. Böyle iken biz bundan affettik. Ve Musa'ya sultan-ı mübin (açık hakimiyet), yani üzerlerinde tesiri açık bir hükmedici sulta verdik.
154-Öyle ki isyanlarına tevbe olmak için kendilerini öldürmelerini emrettik, ve misak (ahid)lerini almak için dağı, gölgelik gibi tepelerine kaldırdık, ve kendilerine kapıdan usluca boynunuzu eğip secde ederek giriniz dedik. Ve sebt, yani Cumartesi günü kımıldamayın, diğer deyişle bu günün hürmetine tecavüz etmeyin, balık malık avlamayın dedik. Ve böyle baskı ve zorlama ile bunlardan ağır bir ahidname aldık.
İsrail oğullarının sözleşmelerini almak için Tûr'un bir gölgelik gibi başlarına kaldırılıp dikilmesi mucizesi hakkında birkaç söz vardır: Bazıları bu Tûr'dan maksadın Tûr-i Sina olduğunu söylemişler, bazıları da kelimenin asıl mânâsıyla bir dağ demek olduğunu açıklamışlardır. Bununla beraber anlaşılıyor ki, Kur'ân'da bu Tûr'u kaldırma olayı bir baskı ve zorlama mânâsını ifade etmek için getirilmiştir. Bakara sûresinde geçen "Size verdiğimize (Tevrat'a) kuvvetle yapışın." (Bakara, 2/93) bunun açık bir ifadesi olduğu gibi, burada da deki sultayı açıklama sırasında zikrolunmuştur. Şu halde asıl maksad Tûr'un kaldırılmasının nasıl olduğu değil, gayesidir. Yani Allah Teâlâ bunları kamil imanla değil, dağın altında kafalarını ezecek gibi bir vaziyette maddi kuvvetle bastırarak dine bağlamış ve çok ağır bir şekilde sözleşmelerini almıştır.
155-156-Bunlar bu ağır sözleşmeye bağlandıktan ve böyle zabt u rabt (sıkı bağlantı) altına alındıktan sonra sebat ettiler mi? Hayır. Tersine sözleşmeyi bozdular ve nice cinayetler yaptılar ve Allah'ın gazabına da asıl bundan sonra uğradılar. Bunu açıklamak için buyuruluyor ki: Bundan sonra sözleşmelerini bozmaları ve gelecekte sayılacak olan cinayetleri işlemiş olmaları sebebiyle... Bu nazımda "ba"nın müteallakı (ilgilendiği kelâm) hazfedilmiştir ki, "Biz de belalarını verdik. Şu şu sebeplerden dolayı kendilerine lanet ve gazeb ettik" demektir. Nitekim Maide Sûresinde de "Andlaşmalarını bozmaları sebebiyle onları lânetledik." (Maide, 5/13) diye açıklanmıştır. Bu gibi hazifler, sükût içinde duyan zihne mümkün olan her hatırayı atarak gayet belağatlı bir korkutma ifade eder.
Yani sözleşmelerini bozmaları Allah'ın âyetlerini, hükümlerini ve emirlerini gösteren açık delilleri ve derin mucizelerini inkâr etmeleri, ve birtakım peygamberleri haksız yere öldürmeleri, ve bizim kalblerimiz "ğulf" tür demeleri sebebiyledir ki, bunda iki mânâ vardır: Birisi, "Bizim kalblerimiz ilim mahfaza (kap)larıdır. Şu halde, ilmimiz sayesinde biz artık peygamberlere, filanlara muhtaç değiliz" demektir. Diğeri de, "Bizim kalblerimiz kabuklu, kaşerlidir, ne söylense etkilenmez. Şu halde yapılan davet ve telkinlerin hiçbiri kulağımıza girmez" demektir. Burada bu söze karşı bir cümle-i mutarıza (ara cümle) halinde şöyle buyuruluyor: Hayır bunların kalbleri ilim kabı ve ve doğuştan kabuklu olduğundan değil, belki Allah o kalblerin üzerine inkârlarını basmış; küfrü, ısrar ve alışkanlıkları dolayısıyla artık onlara huy yapmış da, ondan dolayı iman etmezler, ancak pek azı hariç. Yoksa ne ilim insanı dinden, imandan, Allah'dan, peygamberden müstağni (ihtiyaçsız) kılar, ne de aslî yaratılışta beşer kalbi bu kadar katı ve bu kadar zalim olur. Bir bu sebeplerle, bir de böyle huy edindikleri küfürleri ve Meryem aleyhinde pek büyük bir iftirada bulunmaları. Bunlar, Hz. Meryem'i zina ile suçlamak suretiyle büyük bir iftirada bulunmuşlar, bu da Allah Teâlâ'nın, beşerin dokunması olmaksızın bir çocuk yaratmaya kudretini inkâr etmelerinden dolayı olmuştur. Bunu inkâr ise, tabiatın ezeli olması davasıyla Allah'ı inkârdır. buna işarettir. Bu küfürleriyle o büyük iftirayı söylemiş olmaları,
157- ve Allah'ın peygamberi olan Mesih Meryem oğlu İsa'yı biz öldürdük demeleri, yani peygamberlik vasfıyla alay ettik ve böyle bir zatı öldürdük diye öğünmeleri sebebiyledir ki, Allah bunları gazab ve düşüklüğe düçar etmiş, belalarını vermiştir. Halbuki bunlar onu gerçekte ne öldürdüler, ne astılar. Çünkü İsa'nın hakikati bir kelime, bir ruh idi. Bunu ise ne öldürebildiler, ne de asabildiler. Ve fakat şüpheye düşürüldüler, onlara öyle gibi gösterildi.
Bu teşbih (benzetme) meselesinde çeşitli rivayetler vardır ki, başlıca iki vecih (görüş) vardır:
I- Kelâmcıların birçoğu demiştir ki, yahudiler Hz. İsa'yı öldürmek istedikleri zaman Allah onu göğe kaldırdı. Yahudi reisleri de halkın fitneye düşmesinden korktular, bir insan tuttular, öldürüp astılar ve insanlara: "Mesih işte bu" diye aldatarak ilan ettiler. Çünkü halkın çoğunluğu onu şahsen değil, ancak ismiyle tanıyorlardı.
II- demek, İsa'nın benzeri birine ilka olundu, başka bir insan ona benzetildi, ona benzer bir şekle konuldu demektir demişler ve bunda dört görüş nakletmişlerdir:
1- Yahudiler Hz. İsa'nın ashab (arkadaşlar)ı ile beraber filan evde bulunduklarını öğrendikleri zaman başlarında bulunan Yahuda, kendi adamlarından Taytayus adında birine eve girip İsa'yı öldürülmek üzere çıkarmasını emretmiş, o da girmiş, Allah Teâlâ da Hz. İsa'yı evin tavanından çıkarıp o adamı ona benzettirmiş, bundan dolayı onu Hz. İsa zannetmişler, tutup asarak öldürmüşler.
2- İsa'yı gözetmek için bir adam görevlendirmişler, İsa (a.s.) dağa çıkmış ve göğe çıkartılmış, Allah o gözcüyü ona benzettirmiş, onu yakalamışlar, öldürmüşler, "ben İsa değilim" demişse de dinlememişler.
3- Yahudiler Hz. İsa'yı tutmaya azmettikleri zaman ashabından on kişi beraberinde bulunuyormuş. Onlara: "Benim kılığıma sokulmaya razı olup cenneti satın alacak olan kim var?" diye sormuş. İçlerinden birisi de: "ben" demiş. Bundan dolayı Allah onu İsa'ya benzettirmiş, çıkarılmış öldürülmüş ve İsa yükseltilmiş.
4- Birisi İsa Aleyhisselam'ın ashabından olduğunu iddia edermiş ve münafıkmış. Gitmiş Hz. İsa aleyhine yahudilere yol göstermiş ve onu tutmak için yahudilerle beraber girmiş, Allah Teâlâ da onu ona benzettirmiş, bundan dolayı o öldürülüp asılmış. Fakat görülüyor ki Fahruddin-i Razi'nin dediği gibi: "Bu vecih (görüş)ler birbirine zıt ve itişmektedirler". Şu halde âyeti açıklama hususunda delil getirmeye elverişli değildirler.
Hıristiyanlar Filatos devrinde Hz. İsa'nın yahudiler tarafından öldürülüp asıldığını ve sonra ayağa kalkıp semaya yükseltildiğini söylemişlerdir. On iki Havariyyundan biri olan Yahuda Esharyutı'nın, yahudi kahinlerinden para alarak Hz. İsa'ya ihanet ettiği ve öldürülmesine yol gösterdiği, sonra pişman olup kendini astığı İnciller'de nakledilmektedir. Fakat hıristiyanlar, diğer taraftan, başlıca üç grup olarak, öldürmenin Mesih'le ilgisinin durumu hususunda ihtilaf etmişlerdir: Bir kısmı öldürme ve asmanın hem nâsut (cism)e hem lahut (ruh)a vaki olduğuna; fakat ruha dokunmakla değil, duygu ve şuur ile vasıl olduğuna kani olmuşlar ki, bunlara Melkaiyye denir. Diğer kısmı, öldürme ve asmanın iki cevher (esas)den doğmuş olan Mesih'in cevherine vaki olduğunu söylemişlerdir ki, bunlara Ya'kubiyye denir. Üçüncü bir kısmı da, onun cismi öldürüldü, ruhu yükseltildi demişlerdir ki, bunlara da Nesturiyye derler.
İmam Fahruddin Razi der ki: "Filozofların çoğu bu görüşe yakın bir kanaattedirler. Zira isbat edilmiştir ki, insan şu heykelden ibaret değildir. Belki ya bu beden içinde şerefli bir cisim veya zatında mücerred (soyut) ve bu bedeni idare eden bir ruhani cevherdir. Şu halde öldürme işi, o heykel (maddi yapı) üzerinde vaki olmuş, gerçekte İsa aleyhisselam olan nefs (ruh) ise öldürülmemiştir. Buna karşı, "Her insan böyle değil mi? O halde bunu İsa'ya tahsis etmenin mânâsı nedir?" de denilemez. Çünkü İsa'nın nefsi kudsî, ulvî, semavî, ilâhî nurlar ile çok parlatılmış, meleklerin ruhlarına çok yakın bir nefs idi. Böyle bir nefsin de öldürülmesi ve harab edilmesi beden ile büyük bir acı duyma olmaz ve karanlık bedenden ayrıldıktan sonra da kurtulup geniş semalara, Allah'ın nur âlemlerine yükselir, şirinlik ve saadeti büyür de büyür. Ve bilinmektedir ki, bu durumlar herkesde olmaz ve belki Âdem (a.s.)'in yaratılışının başlangıcından kıyamete kadar çok az kimseye nasip olmuştur. İsa (a.s.)'nın bu hale tahsisinde mânâ işte budur."
Bu farklı görüşler hakkında buyuruluyor ki: Bu hususta, bu İsa işinde ihtilaf etmiş olanlar da muhakkak bundan dolayı şüphe içindedirler. Buna dair hiç bir ilimleri yoktur. Fakat zanna tabi olmuşlardır. Halbuki, biz Mesih'i öldürdük diyenler onu yakînen öldürmediler. Şu halde öldürme cinayetiyle öğünmeleri de bir yalandır. Çünkü bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir. Onların ise öldürmeye teşebbüsten maksatları asla hasıl olmadı.
158-Gerçi ortada bir cesedin öldürülmüş olduğu mahsus idi, fakat onların öldürmek istedikleri Mesih bu değildi, asıl Mesih'i öldüremediler, belki Allah onu kendine kaldırdı, onların yok etmek istedikleri İsa'yı göklere çıkardı da kendilerini kötü adlı etti. Ve Allah ezelden aziz (üstün) ve hakim (hikmet sahibi)dir.
159- Kitap ehlinden gerek yahudi ve gerek hıristiyan hiçbiri yoktur ki, ölümünden önce İsa'ya iman edecek olmasın, her halde edecektir, etmek mecburiyetindedir. Çünkü ölüm zamanında imanın faydası olmayacak, ve kıyamet gününde İsa onların aleyhlerine şahit olacaktır. Tefsircilerden çoğunun açıkladığına göre "" (hû) gizli zamiri İsa'ya zamiri de iman edecek olan kitap ehline racidir ve İbnü Abbas'dan da böyle nakledilmiştir. Yani İsa ölmeden önce demek değil, kitap ehlinden her biri ölmezden önce demektir. Fakat her halde iman edecek olunca, İsa niçin aleyhlerinde şahit olacak, denilirse, buna karşı (Nisa, 4/18) âyetinde geçtiği üzere yeis imanı kabul edilmeyeceğinden dolayı bu imanlarının kendilerine faydası olamayacağı söylenmiştir. Fakat âyette "ölüm zamanı" buyurulmayıp "ölümden önce" buyurulduğuna nazaran bu cevap âyetin zahirine pek de uygun değildir. Şu halde âyetin meâli, ölümünden önce yahudiler İsa'yı yalanlamaktan, hıristiyanlar tanrılık isnadından tevbe ederek her halde İsa'ya iman etmek zorundadırlar, yani iman ile borçludurlar. Ölüm gelmeden, tevbe kapısı kapanmadan, zorunlu hale düşmeden önce tevbe edip imana gelmelidirler. Yoksa o zaman imanın da faydası olmayacak, İsa kıyamet gününde aleyhlerinde şahit olacak, yahudiler aleyhinde: "Ey Rabbim bunlar beni yalanladılar" diye; hıristiyanlar aleyhinde de: "Ey Rabbbim, bunlar bana ilâh ve Allah'ın oğlu" dediler, diye küfürlerine şahitlik edecektir. Demek olur ki, bunda hem İsa'nın yükseltilmesi, hem ilâhî izzeti açıklama vardır. Demek ki Fransız filozoflarından Ernest Renan'ın tarihi inceleme davası altında Hz. İsa'yı, nebilik ve resulluk iddia etmemiş, ancak halk hem Roma hükümetine, hem de yahudi başkanlarına olmak üzere iki vergi altında ezilmekte olduklarından dolayı, Roma hükümetinin tanınıp, yahudi reislerine vergi verilmemesi hakkında ahaliyi kışkırtma ve tahriklerde bulunmuş olduğundan dolayı yahudiler tarafından öldürülmüş normal bir şahıs olarak tasvir etmesi, hıristiyanlıktan kaçmak için yahudilerin Hz. İsa'yı yalanlama ve öldürme davasına katılmaktan başka bir şey değildir.
160-161- Yine bu kitap ehlinden yahudi olanların, yani buzağıya tapmaktan pek acı bir şekilde nefislerini öldürerek tevbe edenlerin sırf zulümlerinden dolayıdır ki, kendilerine herkes gibi helal kılınmış olan tertemiz nimetleri haram kıldık, onları o güzel şeylerden mahrum ettik. (Âl-i İmran, 3/93. âyet ile En'am, 6/146. âyetlerin tefsirine bkz.)
Bu mahrum edilişleri, o temiz, helal nimetleri yemekten yasaklanmaları hep zulümleri sebebiyle ve Allah yolundan pek çok menetmeleri, ve faizden yasaklanmış oldukları halde faiz almaları ve insanların mallarını batıl yollarla yemeleri sebebiyle oldu. Bundan başka bunların kâfirlerine, yani küfürlerinde ısrar edip sana iman etmiyenlerine ahirette çok can yakıcı bir azab da hazırladık.
162- Fakat ey Muhammed, bu kitap ehlinden -Abdullah b. Selam ve arkadaşları gibi- sağlam bilgi sahibi olanlar ve doğru iman sahibi bulunanlar, hem sana inmiş olana, hem de senden önce inmiş bulunana iman ederler. "Namazı kılanlar" ilk bakışta atıflarıyla ahenk bakımından bunun da her halde "vav" ile olması gerekirdi gibi sanılır. Fakat Bakara sûresinde âyetinde (Bakara, 2/177) fıkrasında da geçtiği üzere, bu gibi yerlerde Arap dili, fıkralardan herhangi birine bir özellik vererek dikkat çekmek istediği zaman irabı değiştirerek "şuna özellikle önem veriyorum" mânâsına "a'nî" takdiriyle üstünlü olarak okur ki, buna "medh üzere nasb" tabir olunur. Ve hatta mevsuf (nitelenen) ile sıfat arasında uygunluk zorunlu iken, bu üstün okuma bazan bir sıfatta bile yapılır da "cömert olan Zeyd'e uğradım" diyecek yerde, sıfatı diye üstünlü okunabilir. İşte burada da salat (namaz)ın üstünlüğüne işaret için namaz kılmaya özellikle önem verilerek yerinde buyurulmuştur ki bunun sonucu demek gibidir. Bundan başka bir de İmam Kisai'nin tercih ettiği yön vardır ki, o da bunun üstünlük olmayıp deki ya atfile kesreli olması, yani iman edenler meyanında değil, iman olunanlar meyanında getirilmiş bulunmasıdır ki bu şekilde namaz kılanlardan maksat, ahid lam'iyle peygamberler veya melekler demek olur. Bununla beraber önceki vecih daha tercihe şayan görülmüştür. Şu halde mânâ: O sağlam ilim sahipleri, inananlar ve namaz kılanlar ki, özellikle önem verilmeye değer ve öğülmüşlerdir, ve zekatlarını verenler, Allah'a ve ahiret gününe iman edenler var ya işte ey Muhammed, biz o kâfirlere karşılık bütün bunlara muhakkak büyük bir mükafat vereceğiz.
Hz. Musa'nın levhalarını ileri sürerek Kur'ân'ı hiçe sayıp üzerlerine gökten bir kitap indirilmesini isteyen ve bu olmadığı takdirde Muhammed (a.s.)'in peygamberliğinin sabit olamayacağı iddiasında bulunan kitap ehli bu istekleriyle manen aleyhlerinde ilâhî bir kitabın inmesini istemiş olduklarından tercüme-i hal (öz geçmiş)lerini, geçmiş ve geleceklerini tasvir eden ve anlatan bu açık âyetler indirildikten sonra, o sorularında ortaya atmak istedikleri şüphenin hem ilmî ve hakikî, hem de inandırıcı ve susturucu bir şekilde cevabı açıklanarak buyuruluyor ki:
Ey Muhammed!
Meâl-i Şerifi
163- Muhakkak biz, Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyûb'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a da vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik.
164- Daha önce sana anlattığımız peygamberlerle, anlatmadığımız başka peygamberlere de (vahyettik). Ve Allah Musa ile de konuştu.
165- Peygamberleri müjdeciler ve azab habercileri olarak gönderdik ki, peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah mutlak üstündür, yegane hikmet sahibidir.
166- Fakat Allah, sana indirdiğini kendi ilmiyle indirmiş olduğuna şahitlik eder. Melekler de buna şahitlik ederler. Allah'ın şahitliği de kafidir.
167- Şüphesiz inkâr edip, insanları Allah yolundan alıkoyanlar, derin bir sapıklığa düşmüşlerdir.
168- Muhakkak Allah, inkâr edenleri ve zulmedenleri ne bağışlar, ne de doğru bir yola eriştirir.
169- Onları ancak cehennemin yoluna (iletecek ve) onlar orada ebedî olarak kalacaklardır. Bu ise Allah'a çok kolaydır.
163- Muhakkak ki biz sana tıpkı Nuh'a ve ondan sonraki bütün peygamberlere vahyettiğimiz gibi vahyettik. Yani mücerred bir ilham, bir saniha (çok düşünmeksizin akla doğan fikir), bir feraset (çabuk seziş) değil, bütün peygamberlerde kanun olan bir vahy ile vahyettik.
Sana olan vahy, o peygamberlerde cereyan eden ve onları peygamber tanıtan vahylerin bütün türlerini içeren ve onların tamamının benzeridir. Şu halde seni onlardan ayırt etmek küfür ve inattan başka hiçbir şey değildir. Sen ilk gelen bir peygamber değilsin. Nuh'tan sana gelinceye kadar nice peygamberler gelmiştir. Ve bunların içinde kitap ehlinin doğruladıklarını iddia ettikleri birtakım meşhur peygamberler vardır ki, şimdi isimleri anılacaktır. Ve bunlar öyle hep semadan birer kitap indirmemişlerdir. Musa'nın levhaları mucizesi hepsinde olmamıştır. Ve peygamberliğin zorunlu gereksinimlerinden değildir. Peygamberliğin aslı, bir Allah vergisi olan özel vahiydir. Bütün peygamberler böyle ilâhî vahy ile peygamber olmuşlardır. Sana da bütün onlara vahyolunduğu gibi vahyedilmiştir ve sende onların hepsinin vahy şekli tecelli etmiş ve sana indirilen kitap bu şekilde indirilmiştir. Böyle iken o kitap ehlinin diğer peygamberleri tasdik ettiklerini iddia edip de seni onlardan ayırmaya kalkışmaları ve Allah'dan böyle bir vahy ile indirilen bir kitabı nebilik ve resullük için yeterli görmeyip de üzerlerine gökten bir kitap indirmeni istemeleri, yalnız sana inanmamak değil, hiçbir peygambere inanmamaktır, bu da Allah'a inanmamaktır.
Îhâ vahy göndermektir. İbnü Esîr'in Nihaye"de ve Süyutî'nin "Dürri Nesir"de zikrettikleri üzere vahy, lugatta risalet, kitabet (yazmak), işaret, ilham, gizli söz mânâlarına gelir. Ve kelimenin aslı, sürat mânâsınadır. Firuz Abadî'nin "Besair" de açıklamalarına göre vahy, asıl lugatte süratli işaret demektir. Bu mânâ, kâh remiz ve tariz (üstü kapalı söyleme) yoluyla söz ve kâh terkib (kompozisyon)den ayrılmış ses ve kâh organlardan biriyle işaret ve yazmakla olur. Nitekim "Onlara (Zekeriya), akşam sabah (Rabbinizi) tesbih edin diye işaret etti." (Meryem, 19/11) İlâhî sözü bu mânâya gelir ki, remiz veya itibar veya kitabet (yazmak) denilmiştir. "İnsan ve cin şeytanları aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar" (En'am, 6/112). Aynı şekilde "Şeytanlar, dostlarına fısıldarlar" (En'am, 6/121) âyetlerinde de vahy bu şekiller üzerinedir ki, "İnsanlara kötü şeyler fısıldayan o sinsi vesvesecinin şerrinden" (Nas, 114/4) şerefli nazmında işaret olunan vesvese ile olur. Bir de vahy, Allah Teâlâ'nın peygamberlerine ve velilerine öğretilen ilâhî kelimeye denir. Bu da "Allah hiçbir insanla (karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahy ile, yahut perde arkasından konuşur; yahut bir elçi gönderip, izniyle dilediğini vahyeder" (Şûrâ, 42/51) ilâhî sözünün delalet ettiği üzere birkaç çeşittir ki, ya Cibril aleyhisselamın Hz. Peygamber'e belli şekilde tebliği gibi zatı görülür ve kelâm (söz)ı işitilir, görülen bir elçi aracılığıyla veya Hz. Musa'nın Allah'ın kelamını işitmesi gibi görmeksizin sözü duymakla veya "Rûhu'l-kudüs benim kalbime üfledi" nebevî hadisinde açıklandığı üzere samimi kalbe üflemekle veya "Musa'nın annesine o (çocuğu)nu emzir diye ilham ettik" (Kasas, 28/7) gibi ilham ile veya "Rabbin balarısına vahyeti" (Nahl, 16/68) gibi teshir (emre boyun eğdirme) ile veya rüyayı saliha (doğru rüya) ile olur. Nitekim Resulullah (s.a.v.) "Vahiy kesilmiş, yalnız hayırlı alâmetler kalmıştır ki, o da müminin rüyasıdır." buyurmuştur. Zikredilen âyette ilham, teshir, rüya ile; kelâmı duyması ile; Cibril'in tebliği de ile ifade olunmuştur. "Allah'a karşı yalan uydurandan, ya da kendisine bir şey vahyedilmemiş iken bana da vahyolundu diyenden daha zalim kimdir?" (En'am, 6/93) âyetinde zikredilen, vahy çeşitlerinden hiçbiri olmadığı halde, "oldu" diye iddia edenler hakkındadır. Hasılı bir çok âyetlerde vahy bu çeşitli mânâlarda kullanılmıştır ki, bunların hepsinde süratli işaret mânâsı vardır. Zeccac vahyin lugat bakımından genel mânâsını, "gizli bir şekilde bildirmek" diye tarif etmiştir. Zira sürat, bir gizliliği de gerektirir. Şu halde kim olursa olsun diğerine gizli bir şekilde bilgi verir, bir ilim telkin ederse ona genel mânâsıyla bir vahy yapmış olur. İ'lâm, ilimden alındığına ve ilim ise çeşitli derecelere dayanmakla beraber hatayı içermiyeceğine göre, vahyin gizli yol olmakla beraber, muhakkak sonunda isabetli bir telkin ve işaret olması gerekir. Ve isabetsiz olanlarda kullanılması mecaz olur. Ancak gayesinin hayır olması şart değildir. Bunun için bir fesatçının gizliden gizliye bir fesat belletmesine ve şeytanların aldatmalarına da genel mânâsıyla vahy denilebilir. Şu halde gerçek mânâsıyla vahy denildiği zaman sürat, gizlilik mânâlarıyla beraber bir ilmî kıymet de istenir ki, bu ilmî değer, o i'lâm ve işareti yapanın hal ve şanına ve alanın irfan kabiliyetine göre çeşitli derecelerde tasavvur olunabilir.
Demek ki genelde vahyin, ilk iş olarak ikiye ayrılması gerekir ki, biri Allah'dan başkasından olan işaret ve i'lâm, diğeri de Allah tarafından olan işaret ve i'lâmdır. Vahy esas lugatta bunların hepsini içine almakta ise de, lugat örfünde ancak Allah tarafından olana işaret ve i'lâma isim olmuştur. Mutlak olarak vahy denildiği zaman da bu anlaşılır. Bunun da (Şûrâ, 42/51) âyetinden anlaşıldığı üzere çeşitli şekilleri ve bunların peygamberlere mahsus olup olmayanları da vardır. Şu halde genel mânâsıyla vahy, peygamberlere mahsus değildir. Fakat peygamberlere mahsus olan bir çeşit vahy vardır. Bu özel mânâsıyla peygamberlik vahyi, diğer beşerî ilimlerin üstünde özel bir keyfiyet ve kesin zorunluk ile gerçekliğinde şüphe olmayan bir ilim telkin eden hakkın tecellisinin özel ismidir. Şer'an (dinî yönden) vahy denildiği zaman da bu mânâ kastedilir. Vahyin diğer kısımları hem peygamberlerde, hem de diğerlerinde bulunabilir. Fakat tam mânâsıyla peygamberlik, hangi çeşitle olursa olsun hiç şaşmayan özel bir vahy ile başlar ve tecrübe ile ortaya çıkar. Vahyin diğer kısımları ise bunu istidlal ile mülahaza ve tasavvur edebilmek için yeterli bir sebep teşkil eder. Yani her vahy, ruhî bir hadisedir. Gerek açık duyular ve gerek gizli duyulardan kalbe gizli bir yol ile süratli bir anlayış telkin eden rûhanî bir iniştir. Eğer bu inişin, emin bir ruh ile olduğu tecrübeyle bilinirse, tam mânâsıyla vahy tahakkuk etmiş (gerçekleşmiş) ve o zat peygamberlik makamını kazanmış olur. Nitekim "Onu, Ruhu'l-Emin (Cebrail), senin kalbine, uyarıcılardan olman için indirdi" (Şuara, 26/193-194) buyurulmuştur. Fakat Emin Ruh ile olduğu belli olmaz, kâh isabet eder, kâh da etmezse, o ya hiç vahy değildir veya vahy olsa bile hak peygamberlik bahşeden tam ve özel vahy değildir. İşte burada buyurulmasında önce bu vahyin ilâhî vahy olduğuna ve ikinci olarak peygamberlere vahyin bu özel yüksekliğine işaret buyurulmuş ve üçüncü olarak Peygamber efendimizin bütün peygamberlerde cereyan eden vahy çeşitlerinden her türlüsüne mazhar bulunduğu da ifade edilmiştir.
Şimdi bunu daha çok açıklamak ve kitap ehlini cevap veremez duruma getirecek noktaları belirtmekle buyuruluyor ki: Ve biz Nuh'tan sonraki o peygamberler arasında özellikle, kitap ehlince de bilinen ve meşhur olan İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, esbat'a, yani Yakub'un çocuklarına, İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a, Süleyman'a vahyettik, ve bunlar arasında Davud'a bir Zebur da verdik. Vahyden başka bir kitap ile de ikram ettik. Halbuki kitap ehli genellikle itiraf ederler ki, bu sayılıp dökülen peygamberlerin hiçbiri onların istedikleri şekilde semadan bir defada bir kitap indirmediler. Gerçi Davud'a Zebur verildi, fakat bu da bir defada levhalar ile inmedi.
Bununla beraber bunların hepsi peygamberlerin meşhurlarıdırlar. Zebur kelimesi, Hamze kırâetinde 'nın ötrüsü ile şeklinde okunur ki "zübür" kelimesinin çoğuludur. "Zübür", aynı şekilde üstün ile "zebur", "mezbur" mânâsında "kitap" demektir. Kurtubi tefsirinde der ki: "Zebur yüz elli sûredir ve içinde hiç hüküm yoktur. Hepsi hikmetler, vaazlar ve Allah Teâlâ'ya hamdetmek, O'nu yüceltmek ve öğmekten ibarettir."
164-Tefsirciler diyorlar ki Hz. Nuh Allah tarafından kendi dilinden Allah'ın dinî hükümleri kanun yapılan peygamberlerin ilkidir. Ve ilk önce ümmeti azab edilen peygamber de odur. Bunun için önce o zikredilmiş, sonra bütün peygamberler özetlendikten sonra bazıları belirtilerek açıklanmış ve bunda ülü'l-azm peygamberlerin ilki bulunan Hz. İbrahim'den başlanıp, Hz. Nuh ile beraber on iki peygamber zikredilmiş ve Hz. Musa bunlar arasında sayılmayıp en sona bırakılmıştır. Çünkü bunların sayılmasından asıl maksat, kitabın inmesinde Hz. Musa gibi olmayan ve kitap ehlince kabul edilen meşhur peygamberleri bir arada göstermektir. Bununla beraber peygamberlerin bunlardan ibaret olmadığını açıklamak ve kısaltmasının açıklamasını tamamlamak ve aynı mânânın insanları Allah tarafından davete görevli olmak demek olan risalet (peygamberlik) mânâsıyla da cereyanını anlatmak için buyuruluyor ki: Bunlardan başka sana bundan önce haber verdiğimiz birtakım peygamberler ve sana haber vermediğimiz daha nice peygamberler de gönderdik. Şu halde Allah'ın vahyettiği peygamberler, gönderdiği resuller gerek burada ve gerek bundan önce isimleri, kıssaları bildirilmiş olan belli ve meşhur zatlardan ibaret zannedilmemelidir. İnsanlara daha bir çok peygamberler gönderilmiştir ki, bunların sayılarını, isimlerini, yerlerini, kavimlerini, kıssalarını ancak Allah bilir. Cenab-ı Allah bu izah ile de kâfirlerin takip ettikleri bazı şüpheleri de kesmiştir. Zamanımızda bazı kimselere rastlanıyor ki, bunlar güya peygamberler hakkında bir şüphe uyandırmak için devamlı şu soruyu soruyorlar: "Allah âlemlerin Rabbi değil mi? Acaba peygamberlerini niçin sayılı yerlerden ve sayılı kavimlerden seçmiş? Neden hep peygamberler arz-ı mukaddes (Filistin)den ve civarından çıkmış? Yeryüzünün diğer kıtalarındaki insanlar Allah'ın yaratıkları değil midirler? Çin'den, Japon'dan, Avrupa'dan, Amerika'dan peygamber niçin gönderilmemiş?" diyorlar ve bununla felsefe adına dinlere bir itiraz ettikleri fikrinde bulunuyorlar. Halbuki böyle bir soru, esas itibariyle yaratılışta özel seçimi bilmemekten doğan ve hiçbir fikrî ve ilmî kıymeti olmayan boş bir sözden ibarettir. Böyle olduğunu göstermek için buna karşılık şunları sormak yeterlidir. Bütün dünyadaki insanlar Allah'ın yaratıkları değil midir? Niçin hepsini aynı seviyede yaratmamış, niçin hepsini peygamber yapmamış? Haydi yapmamış, ya niçin akıl ve dehada, güç ve kuvvette eşit yapmamış, niçin tarihte belli olan büyük filozoflar birkaç kavme tahsis edilmiş az şahıslar olmuştur? Niçin her toplumda büyükler sınırlı ve sayılı kimselerden ibaret bulunuyor? Niçin her kıtada, her memlekette, her toplumda kaşifler, fatihler çok olmuyor? Niçin her zamanda dünyanın siyaset nizamını bir bölge, bir millet tutuyor? Niçin mesela bu günkü Avrupa her yerden çok ilimlerin, fenlerin, medeniyet ve siyaset yapanların merkezi oluyor? Niçin ve niçin? Şu halde örnekleri pek çok olan bu gibi özellikler diğerleri hakkında garip görülmüyor da, en büyük bir ilâhî tahsis olan peygamberlik ve resullük hakkında niçin garip karşılanıyor?
Kur'ân daha önce bu gibi hatıraları "Gerçekten Allah, Âdem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini âlemler üzerine seçkin kıldı." (Âl-i İmran, 3/33) âyetinde ilâhî iradeyi ve seçme kanununu göstererek halletmiş ve defetmişti. Bundan başka burada "Sana haber vermediğimiz nice resuller..." fıkrasıyla peygamberlerin malum olan kimselere mahsus olmadığını anlatarak, peygambrlerin arz-ı mukaddes (Filistin) ve civarına tahsis edilmiş az kişilerden ibaret olması hakkındaki varsayımın da katıksız yalan olduğunu anlatmış ve bununla meseleyi kökünden yok etmiştir. Bütün peygamberlerin adedi yüz yirmi dört bin veya bir milyon dört yüz yirmi dört bin olduğu hakkında bazı rivayetler varsa da, doğrusu peygamber ve resullerin sayısı bilinmemektedir. Zira buyurulmuştur. Şüphe yok ki İslâm dininde bütün peygamberlere inanmak imanın esaslarından bulunduğu cihetle, bütün peygamberler bildirilmiş olsaydı müslümanların bunlara geniş bir şekilde inanmakla yükümlü olmaları gerekecek, bu da dinde büyük bir zorluk olacaktı. Şu halde ilâhî seçimin en yüksek mertebelerinde bulunan büyük peygamberlerin açıklanmasıyla yetinilmesinde icmâlî (kısaca) imanın yetmesi gibi büyük özel bir lütuf vardır.
Özetle isimleri, kıssaları bildirilen veya bildirilmeyen daha birçok peygamberler gönderildi. ve bütün bunlar arasında Allah Teâlâ Musa'ya perde arkasından, yani "Sen beni asla göremeyeceksin" (Âr'af, 7/143) mânâsı üzere kendini göstermeden, gerçekten kelâm ile söyledi ki böyle vasıtasız Allah ile konuşma vahy mertebelerinin sonuncusudur. Musa'ya verilen kitapta da bundan daha yüksek bir vahy şekli olmamıştır.
165-İşte ey Muhammed, Nuh'tan sana gelinceye kadar gönderilen peygamberlerin hepsine biz böyle çeşitli mertebelerde vahyettik, sana da onların tümüne yaptığımız gibi vahyin bütün çeşitleriyle vahyettik. Şimdi diğer peygamberler arasında Musa'nın, vahyin mertebelerinin sonuncusu olan Allah ile konuşmakta derinleşmesi, diğerlerinin peygamberliklerinin doğruluğu hususunda ne bir şüphe etmeyi gerektirmiş, ne de imanda ve peygamberliğin mahiyetinde ayrılmalarını zorunlu kılmıştır. Şu halde Tevrat'ın ona bir defada inmiş olması, her peygamber için de böyle olmasını neden gerektirsin? Ve ona öyle oldu diye kitap ehli her peygamberden o şekilde inmiş olan bir kitap isteme hakkını nereden almış? Sana böyle çeşitli vahiyler ile nebilik ve resullük verilmiş iken, hikmetlere ve maslahat (menfaat)lara göre peyderpey Kur'ân indirilip dururken bu ilâhî kitabı tanımayıp, gökten kitap istiyenler ve seni diğer peygamberlerden ayırmaya kalkışanlar artık küfür ve sapıklıktan başka bir şey yapmış olmazlar. Ve bu konuda kabule değer hiçbir mazeret de ortaya atamazlar. Çünkü biz bütün insanlara böyle müjdeci ve Allah'ın azabından korkutucu olarak, yani iman ve itaat edenlere ahirette ecir ve sevab ile müjde vermek, küfür ve isyan edenlere cehennem azabını haber verip çekindirmek üzere elçiler gönderdik ki bu peygamberlerden sonra Allah'a karşı insanların mazeret göstermeye vesile olacak hiçbir delili, bir tutanağı olmasın. Azabı gördükleri zaman: "Ey Rabbim vaktiyle bize bunları bildirseydin hükümlerini, şeriatını, kanunlarını bildiren bir peygamber gönderseydin de, bilmediklerimizi öğrenip onlara tabi olsaydık ve bu felaketler başımıza gelmeseydi ne olurdu; "Bize bir elçi gönderseydin de böyle alçak ve rezil olmadan önce senin âyetlerine uysaydık" (Tâhâ, 20/134) diye mazeret göstermeye hakları kalmasın. Allah ezelden böyle aziz ve hakîmdir. Hükmüne karşı gelinmez, yaptığını hikmetiyle sağlam yapar. Şu halde böyle mertebe mertebe pek çok peygamberler göndermiş olması ve o kitapların iniş şeklinde ve bazı şeriat ve hükümlerde birbirlerinin aynı olmaması sırf hikmetinden ve ümmetlerin durumlarının çeşitli tabakalar üzere bulunmasındandır. Çünkü ilâhî sorumlulukların dayanağı çeşitli durumlar ve kulların iyiliğidir. Allah Teâlâ yaratış hikmeti gereğince ümmetleri çeşitli ve farklı tavırlar ve hasletlerle yaratmış olduğu gibi, kanun koyma hikmeti gereğince de bunlara dünya ve ahiretlerinde durum ve gidişatlarına uygun çeşitli ve farklı olan kabiliyetleriyle uyuşan şeriatler ve hükümler emir ve teklif etmiş ve itiraz arzetmelerine sebep bırakmamıştır. Buna karşı bütün insanlara gönderilmiş olan bir Peygamber'e gökten topyekün bir kitap indirmesini teklif etmek hem Allah'ın şerefine bir tecavüz ve hem ilâhî hikmete aykırı batıl bir istektir.
166-167-Gerçek böyle iken o zalimler, o kalpleri mühürlenmiş kâfirler buna şahitlik etmezler de hâlâ gökten kitap isterler, fakat Allah sana indirdiğiyle kendi şahitlik ediyor ki, O, sana onu kendine özgü olan ilmiyle indirdi. Bu, öyle bir bedii telif ve ilâhî kelâmdır ki, buna Allah'dan başka hiç kimsenin ilim ve kudreti yetişemez, öncekiler ve sonrakiler ona karşı gelmekten acizdir. Allah bunu öyle bir icaz sanatıyla inzal buyurdu ki, belağatlı nazmındaki belağat sırları, kapsamındaki kudsî nurları, gayba ait mânâlarındaki yüksek hakikatleri, hükümlerindeki hikmet ve güzellikleri, gayesindeki mutlak saadeti, ilâhî ilimden başkasının ihata kudreti dışındadır. Bu, ne istenilen şekilde ittifak etmek suretiyle vaki oluvermiş bir tesadüf, ne de cahil bir tabiatın şuursuz bir feveranı (fışkırması)dır; her şeyi bilen ve her yaptığını bilerek yapan Allah Teâlâ'nın ezeli ilmiyle indirdiği hak bir ferman, derin bir mucizedir. Buna Allah Teâlâ böyle şahitlik ettiği gibi melekler de şahitlik eder. Çünkü melekler ilâhî şahitliğin taşıyıcısıdırlar. Bunun inişi, emin Cibril'in elçiliği ve onun emrindeki bütün meleklerin ululamaları içinde vaki olmuştur. Ve onlar "O (melekler) ondan önce söz söylemezler". (Enbiya, 21/27) Bununla beraber başka şahide ihtiyaç da yoktur. Şahit olmak üzere Allah yeter. Allah senin peygamberliğinin doğruluğuna öyle derin deliller ve açık hüccetler getirmiş ve dikmiştir ki, bunlar diğer şahitlerle şahit getirmekten mustağnidir. Muhammed ve Kur'ân... Bunlarda ortaya çıkan hak tecellileri, diğer şahitlerden müstağnidir. Hakk'ın kendine, kendi tecellileriyle şahitliğinden daha açık hangi şahitlik olabilir. "De ki: 'şahitlik bakımından hangi şey daha büyüktür?' De ki: "Allah". (En'âm, 6/19) Buna karşı Allah'ın şahitlik ettiği herhangi bir gerçeği inkâr edenler, ve Allah yolundan, yani doğru yol olan İslâm dininden yasaklayanlar derin bir sapıklığa düşmüşlerdir.
168- Böyle inkâr edip, zulüm yapanlar, yani Muhammed Aleyhisselama ait nebilik ve peygamberliği inkâr etmek gibi haksızlıkta bulunanlar muhakkak ki, Allah'ın bunları ne bir şekilde affetmesi, ne de cehennem yolundan başka bir yola hidayet etmesi ihtimali yoktur.
169-Yani bunlar "Muhakkak Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz". (Nisâ, 4/116) âyetinin hükmüne tabidirler. Cehennemde ebedî olarak kalacaklardır. Bu kadar azgın kâfirler nasıl mağlub edilirler de cehenneme tıkılırlar, diye uzak görmeye de yer yoktur. Çünkü bunu yapmak Allah'a çok kolaydır. Zaten kurmuş olduğu düzenin hükmü budur. Onlar O'na kendi ayakları ile koşa koşa gideceklerdir.
Duydunuz ya:
Meâl-i Şerifi
170- 170 - Ey insanlar, Resul size, Rabbi'nizden hakkı (gerçeği) getirdi. Kendi yararınıza olarak ona inanın. Eğer inkâr ederseniz, bilin ki göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. Allah bilendir, hikmet sahibidir.
Özellikle bu insanlar içinde:
Meâl-i Şerifi
171- Ey kitab ehli! Dininizde taşkınlık etmeyin ve Allah hakkında ancak doğru olanı söyleyin! Meryem oğlu İsa Mesih, sadece Allah'ın elçisi, Meryem'e atmış olduğu kelimesi ve O'ndan bir ruhtur. Allah'a ve peygamberlerine inanın (Allah) üçtür demeyin. Kendi yararınız için buna son verin. Muhakkak ki Allah tek bir ilâhtır. O, çocuk sahibi olmaktan yüce (münezzeh)dir. Göklerdeki ve yerdekilerin hepsi O'nundur. Vekil olarak Allah yeter.
172 - Hiçbir zaman Mesih de Allah'ın bir kulu olmaktan çekinmez, Allah'a yakın melekler de. Kim O'na kulluk etmekten çekinir ve büyüklük taslarsa bilsin ki O, onların hepsini huzuruna toplayacaktır.
173- İnanıp güzel işler yapanlara gelince, onların mükafatlarını eksiksiz ödeyecek ve lütfundan onlara daha fazlasını da verecektir. Allah'a kulluktan çekinip büyüklük taslayanlara da şiddetli bir şekilde azab edecek ve onlar Allah'dan başka kendilerine ne bir dost, ne de bir yardımcı bulamayacaklardır.
171-172-173- Genel anlamda olmakla beraber, yukarda daha çok yahudiler hedef alındığı gibi, burada da özellikle hıristiyanlar hedef alınmıştır. Yani ey bütün insanlardan ve insanlar içinde kitap ehlinden bir kısım olan hıristiyanlar dininizde taşkınlık etmeyiniz. İsa (a.s.)'ın yüksek şanını, yukarda açıklandığı üzere, inkâr ve küçültmeye, gayri meşru çocuk Mechul "incannu" diye iftira etmeye kalkışan yahudilerin alçaltmalarına karşılık, siz de onun hakkında Allah'lık iddiası ile ifrata gitmeyiniz, ve Allah'a karşı haktan başka hiçbir şey söylemeyiniz. Allah Teâlâ'yı bazı şeylere girme, değişme ve başka bir şeyle birleşme, arkadaş ve çocuk edinme vesaire gibi imkansız ve batıl olan vasıflar ile vasıflandırmayınız da, böyle noksanlardan uzak tutunuz ve her hususta hakkı takip ediniz, doğruyu söyleyiniz. Çünkü Meryem oğlu İsa Mesih başka bir şey değil, ancak Allah'ın bir elçisidir, ve yaratma veya tebliğe dair bir kelimesidir ki onu Meryem'e atmış "Muhakkak ki Allah seni, kendisinden bir kelime ile müjdeliyor. Onun adı Meryem oğlu İsa Mesih'dir." (Al-i İmran, 3/45) âyetinin delaleti üzere melekleriyle Meryem'e bildirip müjdelemiş, Cebrail'in üflenmesi ile Meryem'in rahimine bırakıp "ol, oldu" emriyle yaratmıştır, ve Allah tarafından bir ruhtur, ki Allah bununla bir çok ölü kalblere hayat vermiştir. Peygamberlik, kelime, ruh; işte Meryem oğlu İsa Mesih'in son hakikatı bunlardan ibarettir. İsa, öldürülmedi ve asılmadı veya henüz ölmedi, semaya kaldırıldı denildiği zaman bu gerçekten başka bir şey anlamamalıdır. Şu halde Allah'a ve bütün peygamberlerine iman ediniz, Allah'ı Allah, peygamberleri peygamber tanıyınız, ve "üç" demeyiniz, ne "ilâhlar üçtür: Allah, Mesih, Meryem'dir" diye açık şirk ile, ne de "Allah üçtür: baba, oğlu, Ruhul-Kudüs üç esas; üç şahıs olarak tek esastır" gibi bir yorumlu şirk ile "üç ilah" anlayışına sapmayınız. Üç ilâh inanışından vazgeçiniz ki sizin için hayırlı olur. Çünkü Allah ancak bir ilâhtır, hiçbir şekilde ortaklığı kabul etmez, zatında her türlü çoğalmadan uzak ve ilâhlıkta tekdir, hâşâ, O'nun bir çocuğu olması ihtimali yoktur. O'nu öyle bir noksanlıktan tenzih eder ve yüceltirim. Çünkü göklerde ve yerde, yukarılarda ve aşağıda her ne varsa hepsi O'nundur. Halk O'nun, mülk O'nun, hükümranlık ve tasarruf O'nundur. İsa da içinde olduğu halde eşyadan hiçbir şey O'nun mülk ve melekutu (gayb âlemi)ndan hariç değildir. Allah vekil olarak da kafidir. Yani bütün bunları yaratmak ve düzenlemek ve adına zabtetmek ve idare etmekte Allah'ın hiçbir kimseyi vekil tutmaya ihtiyacı yoktur. O bizzat ve asaletle hüküm ve tasarrufa kadir, âlemlerden müstağnidir. Bununla beraber yarattıklarının işlerini, onların hesap ve faydaları adına en güzel düzenleyen ve idare eden ve edecek olan da O'dur.
Onlar görevlerini yapıp kendisine tevekkül ederek ve dayanarak işlerini ona havale ettikleri takdirde, onları düzeltmek, arzu ve emellerini tatmin etmek için kendilerini başka bir vekile muhtaç da etmez. Özetle O, bütün yaratıkların işlerini düzeltmeye ve kendisine dayanmasına yeterlidir ve işinde bir vekile muhtaç değildir. O, herşeyin yerini tutar, hiç bir şey O'nun yerini tutamaz ve O'na dayanmadan duramaz. Şu halde Allah'ın mülkü dışında bir şey, Allah'ın yerini tutacak bir çocuk, yerini dolduracak bir vekil, Allah'tan başka işleri havale edecek bir merci, bir mabud düşüncesi muhal (mümkün olmayan)in tasavvurudur. Bu gibi şeyler, ancak faniler ve acizler hakkında düşünülür. "Peygamber" denildiği zaman da bir "vekil" değil, ancak sözü nakleden bir emir kulu anlamalıdır. Buna karşı ey hıristiyanlar, "Mesih nasıl kul olur?" demeyiniz. Mesih, hiç bir zaman Allah'a kul olmaktan çekinmez. Hıristiyanlar Peygamberimize gelmişler, "Bizim sahibimize niçin ayıp isnad ediyorsun?" demişler. "Sahibiniz kim?" buyurmuş. "İsa" demişler. "Ne dedim" buyurmuş, "O Allah'ın kulu ve resulüdür diyorsun" demişler. (Bunun üzerine) : "Allah'a kul olmak bir âr değildir" buyurmuş ve bu âyet bunun üzerine inmiştir, diye rivâyet edilmiştir.
Gördünüz ya:
Meâl-i Şerifi
174 - Ey insanlar! Size Rabbinizden bir delil (Muhammed) geldi ve size apaçık bir nur indirdik.
175 - Allah'a inanıp O'na sımsıkı sarılanları (Allah), kendisinden bir rahmet ve lutfa sokacak ve kendisine varan dosdoğru yola iletecektir.
174-175- Burhan, Muhammed (a.s.)'ın zatı; Nûr-î mübîn, Kur'ân, Sırat-ı müstakîm, din ve İslâm şeriatıdır. Bundan sonraki sûrelerde bu hidayetin tamamlanması açıklanacaktır.
Şimdi sûrenin başındaki "Ey insanlar Rabbinizden sakınınız" hitabı bu Allah'ın delili ile gelişe gelişe böyle bir açık nura ulaştığı ve doğru yolu aydınlattığı, bu noktada ölüm ile ilgili olan ve sûrenin başındaki mallarla ve mirasla ilgili hükümleri tamamlayan bir âyet ile sonu başa döndürmek üzere buyuruluyor ki:
Ey Muhammed! Bu doğru yola gitmek arzusunda bulunanlar:
Meâl-i Şerifi
176- Senden fetva istiyorlar. Deki: "Allah size kelâle (babasız ve çocuksuz kimse) nin mirası hakkında hükmünü açıklıyor: Çocuğu olmayan, fakat kız kardeşi bulunan bir kişi ölürse, bıraktığı malın yarısı o (kız kardeşi)nundur. Çocuğu olmayan kız kardeş ölürse, erkek kardeş ona varis olur. Eğer (ölenin) iki kız kardeşi varsa, bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer kardeşler erkek ve kız olurlarsa, erkeğin hissesi, iki kızın hissesi kadardır. Şaşırmamanız için Allah size (hükümlerini) açıklıyor. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.
176-"Kelâle"nin mânâsı sûrenin baş tarafında (Nisâ, 4/12) âyetinde geçmişti. (Oraya bakınız). Bir rivayete göre birincisi kışın, bu ikinci âyet de yazın inmiş ve bunun için buna "yaz âyeti" denilmiştir. O yaz (Al-i İmran, 3/97) âyeti inmiş, Resullullah Mekke'ye gitmek için hazırlık yapıyordu. Bu sırada, yani veda haccına gidilirken Medine'den çıkılmadan ve bazılarının görüşüne göre yolda bir âyet inmiştir. Berâ b. Azib (r.a.) bunun en son nazil olan âyet, Berâe sûresinin en son nazil olan sûre olduğunu ve sahabeden birçoğu da son nazil olan âyetlerden olduğunu söylemişlerdir. Nüzul sebebi hakkında da Câbir b. Abdillâh (r.a.)'den rivayet edilmiştir ki:" Resulullah (s.a.v.) ziyaretime gelmiş idi, hastaydım 'Ey Allah'ın Resulü ben kelâle (babası ve çocuğu olmayan)yim, malımı ne yapayım?' Diğer bir rivayette: Miras kimindir? Bana ancak kelâle varis olacak' dedim. Bu âyet bu sebeple nazil oldu. "Hz. Ebu Bekir (r.a.) bir hutbesinde demiştir ki: "Allah Teâlâ'nın Nisâ sûresinde ferâiz (miras hukuku ) hakkında indirmiş olduğu âyetlerden birincisi çocuk ve baba hakkındadır. İkincisi koca, karısı ve ana bir kardeşler hakkındadır. Üçüncüsü ana, baba bir veya baba bir kardeşler hakkındadır." Şu halde Erkek veya kız bir çocuğu bulunmayan bir adam ölür ve "ana-baba bir", yahut "baba bir " bir kız kardeşi bulunursa, terikesini (bıraktığı malı)n yarısı kız kardeşinin farz hakkıdır. Diğer yarı, asabe (baba tarafından akraba)si varsa onun, yoksa redden yine kız kardeşinindir. Oğlu bulunursa kız kardeş düşer, kızı bulunursa kız kardeşin belki bir farzı olmaz. "Kız kardeşleri, kızlarla birlikte asabe yapınız" hadis-i şerifi gereğince asabe olur.
Aşağı doğru inen neseb (çocuklar, torunlar...) in dışında kalanları ifade eden kelâle anlayışında "çocuk ve baba olmamak " ölçü olduğundan dolayı "çocuğu olmayan", babası olmadığı gibi, çocuğu da olmayan demek olur. Yani baba bulunursa bütün kardeşler düşer, miras alamazlar. Hz. Ömer bu noktada biraz tereddüt etmiş ise de sünnet bu şekil üzere kararlaşmış ve böyle olduğunda ittifak hasıl olmuştur. Fakat ana "Eğer kardeşleri varsa, anasının payı altıda birdir" (Nisa, 4/11) âyetinin delaletinden anlaşıldığı üzere kardeşleri düşürmez. Bu mesele Feraiz ilminde şöyle ifade olunmuştur: "Ana-baba bir kız ve erkek kardeşler ile baba bir erkek ve kız kardeşlerin hepsi, oğul ve aşağıya doğru ne kadar inerse insin oğulun oğlu ile, ittifakla baba ile, sadece Ebu Hanife'ye göre dede ile düşer".
Erkek kardeş ölürse böyle olduğu gibi tersine o kalır, kız kardeşi ölür, çocuğu (aynı şekilde babası ) bulunmazsa, o erkek kardeş de ona varis olur, yani bütün bıraktığı mirası alır. Fakat oğlu veya babası bulunursa düşer. Kızı bulunursa tamamını alamaz kalanı alır. Eğer aynı şartlar altında kalan kız kardeşler iki veya daha fazla iseler farz hakları terekeden iki üçte bir, yani üçte ikidir. Geri kalan asabe (baba tarafından akraba) varsa ona verilir. Yoksa farz olarak değil, red olarak onların olur. Ve eğer kalanlar yine aynı şartlar altında, erkekli dişili karışık kardeşler ise, yani hem erkek kardeş ve hem kız kardeş varsa, o zaman erkeğe iki dişi payı kadar taksim olunur. Şaşırırsınız diye Allah size hükümlerini açıklıyor. Bu ve benzerlerini Basralılar, "şaşmanızı çirkin görerek" diye, Kûfeliler de "şaşmamanız için" diye takdir ederek tefsir etmişlerdir ki, birinciye göre mânâ :"Allah şaşırmanızı istemediği için size beyan ediyor" demek olur. Bizim dil lehçemize göre: "şaşırırsınız diye Allah size açıklıyor" demek de aynı mânâyı ifade eder. Fakat bu da "açıklama yapmazsa şaşırırsınız" demek olduğundan daha uzun bir takdiri içerir. Halbuki bir nefy harfinin takdiri böyle bir şart cümlesinin takdirinden elbette daha iyidir. "Senden fetva istiyorlar" ifadesindeki fetva istekleriyle bu beyan kısmı, gelecek olan Maide sûresinin beyanlarına da bir hazırlıktır. Allah her şeyi bilendir. Sizin hayat ve ölümünüzle ilgili durumlarınızı da pek iyi bildiğinden iyilik ve faydalarınızı içeren hükümlerini size açıklamıştır. Şu halde siz de bunları biliniz, ilim ve nur ile doğru yolda yürüyünüz ki, ilâhî sofraya konasınız.