16 Nisan 2013

Güneşi Sağ Elime Ay’ı Sol Elime Verseler Yine de Vazgeçmem

Güneşi Sağ Elime Ay’ı Sol Elime Verseler Yine de Vazgeçmem
Ebû Talib’in Huzurunda
Karanlık çöküp Mekke halkı uykuya daldığında yatağından uzakta secdeye kapanmış, yaşlı gözlerle Allah’a dua eden, kavminin hidayeti için Rabbine yalvaran yüce bir davetçi vardı. O, geceyi aydınlatan, karanlıkları yırtıp geçen bir yıldız gibiydi.[1]İnsanları zengin-fakir, hür-köle, kuvvetli-zayıf diye ayırmaz; gece-gündüz demeden Rabbinin yoluna, sevgi ve kardeşliğe davet ederdi. 
Rahmeti her şeyi kuşatmış Mevla’nın Sevgili Elçisi’ni hüzne boğanlar, ebedi saadeti değil cehennem ateşini tercih edenler, Allah’ın ayetlerini işittiklerinde aslan görmüş yaban eşekleri gibi kaçışıyor, Efendimize nefretle bakıyorlardı. (Müddessir 74/49-51)
İslam’ın azılı düşmanları, Kâbe’nin yanında toplanmış; hakaret ve küfür dolu sözlerle İslam Peygamberi’ni ve O’nu nasıl etkisiz hale getireceklerini konuşuyorlardı. Allah Rasûlü ve Müslümanlarla alay eden, hakaretler yağdıran, insafsızca iftiralar atıp karalama kampanyası düzenleyenler bir türlü amaçlarına ulaşamıyor; Allah’ın nurunu söndüremiyorlardı. Efendimiz her şeye rağmen hakkı haykırmaya devam ediyor, etrafındaki müminlerin sayısı da her geçen gün artıyordu. Kureyş’in nefreti güneşin doğuşuna mani olamıyordu.
Bir türlü amaçlarına ulaşamayan Kureyşliler, nihayet Efendimizin amcası Ebû Talib’le konuşmaya karar verdiler. Ebû Talib’den, yeğenine İslam davetinden vazgeçmesi için baskı yapmasını veya O’nu yalnız bırakmasını isteyeceklerdi. Onlara göre Ebû Talib ve Haşimoğullarının desteğinden mahrum kalan Peygamber aleyhisselam’ın hiçbir şansı olamazdı.
Ebû Cehil Amr b. Hişam, Utbe b. Rebîa, Velid b. Muğire, Ebû Süfyan b. Harb ve Âs b. Vâil başta olmak üzere Kureyş’in önde gelenleri Ebû Tâlib’in evine gelerek şöyle dediler:
“Ey Ebû Talib! Kardeşinin oğlu ilahlarımıza, putlarımıza küfretti. Dinimizi ayıpladı, atalarımıza hakaretler yağdırdı. Sen ya O’na mâni olur bu işten vazgeçirirsin ya da aramızdan çekilir, bizi O’nunla baş başa bırakırsın. Zaten sen de O’nun dininden değilsin, O’na karşısın. Sen karışmazsan biz O’nun hakkından geliriz.”
Mekke içerisinde üstün ahlak ve şerefiyle tanınan, fakir olmasına rağmen Kureyşlilerin görüşlerine itibar ettiği, yaşı ve heybetiyle saygınlık uyandıran Haşimoğullarının lideri Ebû Talib, Mekkeli dostlarını yumuşak bir tavır ve güzel sözlerle evlerine uğurladı.[2]
Ebû Talib Kureyşlilerin de belirttiği gibi Müslüman olmamıştı. Ancak babası Abdulmuttalib’in kendisine emanet ettiği Muhammed aleyhisselam’ı çocuklarından daha çok sevmiş, üzerine titremişti. Allah Rasûlü’nü yeryüzünde en iyi tanıyan; ahlakının yüceliğine, davranışlarının güzelliğine en yakından şahit olan kimse amcasıydı. O elbette yeğeninin yalancı olmadığını, peygamber olarak görevlendirildiğini biliyor ancak atalarının dinine, geleneklerine körü körüne bağlılığı belki de gururu iman etmesini engelliyordu. Yine de Efendimizi destekliyor, “Sen emrolunduğun şeye devam et, yaşadığım sürece sana destek olmaktan seni korumaktan asla vazgeçmeyeceğim.” diyerek ona yardımcı oluyordu.[3]
Hem Bana Hem de Kendine Acı
Kureyş heyeti Ebû Talib’in hiçbir şey yapmadığını, Efendimizin İslam’ı tebliğe bütün gücüyle devam ettiğini görünce yeniden Ebû Talib’e gittiler. Fakat bu sefer çok daha kararlı, ses tonları çok daha yüksekti:
“Ey Ebû Talib! Sen bizim aramızda yaşlı, şerefli, itibar sahibi bir kimsesin. Biz senden yeğeninin yaptıklarına mâni olmanı, O’nu bizimle uğraşmaktan men etmeni istedik. Fakat sen hiçbir şey yapmadın. Vallahi, biz artık O’nun yaptıklarına; atalarımıza dil uzatmasına, akıllılarımızı akılsız, beyinsiz saymasına, ilahlarımızı ayıplamasına tahammül edemiyoruz.
Sen ya O’nu bu yaptıklarından vazgeçirirsin, ya da iki taraftan biri yok oluncaya kadar seninle de O’nunla da savaşırız.”
Ebû Talib kendisini tehdit edip giden dostlarının sözlerinden çok rahatsız oldu. Kavminin onunla ilişkilerini koparıp düşman kesilmesi ona çok ağır geldi.  Yıllarca birlikte olduğu Kureyş ileri gelenlerinin bu yaşlı hâlinde onu terk etmesi, ona savaş açması dayanılır gibi değildi. Ama o kavminin gönlünü hoş etmek için Muhammed aleyhisselam’ı yalnız bırakmayı ve O’nu düşmanlarına teslim etmeyi de doğru bulmuyor,  gönlü buna razı gelmiyordu. Çaresiz kalmıştı.
Peygamber Efendimize haber gönderip yanına çağırttı. Hüzün dolu bir ifadeyle konuşmaya başladı:
“Ey kardeşimin oğlu! Kavmin bana geldi, neler neler söyledi. Senin söylediklerini, yaptıklarını birer birer şikâyet etti. Artık hem bana, hem de kendine acı. Şu ihtiyar hâlimde taşıyamayacağım bir işi bana yükleme!”
Allah’ın Sevgili Elçisi, amcasının artık kendisine destek olamayacağını hatta O’nu düşmanlarına teslim edeceğini düşündü. Sekiz yaşından beri yanından ayrılmadığı ve çok sevdiği amcasının sözleri yüreğine bir ateş gibi düştü. Ama O, Allah’ın son rasûlü, İslam’ın yüce peygamberiydi. Amcası yanında olsun ya da olmasın hakkı haykırmaktan vazgeçmeyecek, mücadelesine devam edecekti.
“Rabbinin adını zikret. Her şeyi bırakıp bütün varlığınla yalnız O’na yönel. O doğunun da batının da Rabbi’dir. O’ndan başka ilah yoktur. Öyleyse yalnızca O’nun himayesine sığın.” (Müzzemmil 73/8-9)
Allah deyip yürüyen, bir Allah’a güvenen yüce davetçi amcasına şu tarihî cevabı verdi:
“Ey amca! Allah’a yemin ederim ki güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler yine de bu davadan vazgeçmem. Ya Allah bu dini hâkim kılar ya da ben bu yolda yok olur giderim.”
Rahmet Peygamberi’nin gözleri doldu, ağladı. Ayağa kalktı ve dönüp gitti. İşte o an amcası Ebû Talib’in sesi duyuldu:
“Yeğenim, git ve istediğini söyle. Vallahi, hiçbir şey karşılığında Seni onlara asla teslim etmeyeceğim.”[4]
İslam’ın Aziz Peygamber’i davet yolunda sevgili amcasının himayesinden dahi vazgeçmiş; sahibim, koruyucum, dostum Allah’tır, diyerek samimiyetini ortaya koymuştu. Onun bu hâli amcasını çok etkilemiş; Ebû Talib yeğeninin hatırı için kavminin düşmanlığını, onlarla savaşmayı dahi göze almıştı.
Ne Hâliniz Varsa Görün
 Mekke’nin ileri gelenleri, tehditlerine kulak vermeyen Ebû Talib’in huzuruna üçüncü kez çıktılar. Bu defa yanlarında Velid b. Muğire’nin oğlu Umare de vardı.
“Ey Ebû Talib! Sana Umare b. Velid’i getirdik. O, Kureyş’in en güçlü ve en yakışıklı delikanlısıdır. Biz onu sana verelim, onun aklından ve gücünden istifade et. Senin oğlun olsun. Buna karşılık senin dinine, babalarının ve atalarının dinine karşı çıkan, ilahlarımızı tanımayan, kavmini bölüp parçalayan, akıllılarını hiçe sayan yeğenini bize teslim et. Biz de O’nu öldürelim.” diyerek iğrenç bir teklifte bulundular.
Ebû Talib onlara şu cevabı verdi: “Siz ne kötü bir şey teklif ediyorsunuz! Siz bana oğlunuzu vereceksiniz, ben onu sizin için besleyeceğim. Ben size oğlumu vereceğim, siz de onu öldüreceksiniz, öyle mi? Vallahi, bu ebediyen olmayacak bir şeydir. Gidin, ne hâliniz varsa görün.”[5]
Bu teklif Kureyş ileri gelenlerinin, ideal insan anlayışını açıkça göstermektedir. Onlara göre ideal erkek güçlü, kuvvetli ve yakışıklıdır. Faziletli, temiz ve güzel ahlaklı olmasının hiçbir önemi yoktur. Cahiliyenin ideal erkek modeli yalnızca görüntüden ibarettir. Böyle bir erkek evlada sahip olmak için insan, gerektiğinde öz oğlundan dahi vazgeçebilir, bu erkek karşılığında oğlunu canilere teslim edebilir. Onlar böyle düşünürler ancak cahiliyenin tüm gençleri Ebû Talib’in yeğeni Muhammed aleyhisselam karşısında ne ifade edebilir ki?
Sizi Öyle Bir Söze Davet Ediyorum ki
Her şeye rağmen Kureyş’in pes etmeye niyeti yoktur. Ebû Talib’e yeğenini çağırmasını, O’nunla konuşmak istediklerini söylerler. Ebû Talib buna çok sevinir, karşılıklı konuşulduğunda bir anlaşma sağlanabileceğini ümit eder. Efendimizi çağırır. Allah Rasûlü geldiğinde Kureyş’in ileri gelenlerinden Ahnes b. Şerik şu teklifi yapar:
“Sen bizim ilahlarımızı kötülemeyi bırak, biz de seni ve ilahını rahat bırakalım.”
Efendimiz aleyhisselam’ın cevabı kesindir:
“Şu güneşi görüyor musunuz? Ben sizin bu güneşin ışıklarından faydalanmanıza engel olabilir miyim?”
Ebû Talib, Allah’a yemin olsun ki yeğenim bize hiçbir zaman yalan söylememiştir, deyince Allah Rasûlü sözlerine şöyle devam eder:
“Ben onları öyle bir söze davet ediyorum ki, onunla cennete gireceklerine kefil oluyorum. Ne dersiniz, sizi öyle bir söze çağırıyorum ki o kelimeyi söylediğiniz takdirde Araplara hâkim olacak, Arap olmayanlara üstünlük sağlayacaksınız.”
Ebû Cehil hemen atıldı: “O kelime ne ise hemen söyle, on katını söyleyelim.”
 Efendimiz, “Lâ ilâhe illallah (Allah’tan başka ilah yoktur.) deyiniz.” buyurunca Kureyşliler öfkelerinden kıpkırmızı kesildiler. Birbirlerine “Bu bütün ilahları tek bir ilah mı yapıyor? Yürüyün ilahlarınıza tapmaya, onlara bağlı kalmaya devam edin.” dediler ve öfkeyle evlerine döndüler.[6]
Kureyşliler öfke içerisinde, ne yapacaklarını bilemiyor, Efendimizi öldürmek dâhil her ihtimali düşünüyorlardı. Allah Rasûlü’nü görür görmez üzerine atılmaya, hep birlikte saldırıp öldürmeye dahi karar vermişlerdi. Ama Ebû Talib bu duruma çok sert tepki göstermiş, Haşimoğullarının gençlerini silahlandırarak Kâbe’ye götürmüş, müşriklere gözdağı vererek, Muhammed aleyhisselam’a bir zarar vermeleri hâlinde iki taraftan biri yok oluncaya kadar savaşacaklarını söylemiş, onları tehdit etmişti.[7]
Müminlerin sayısı gün geçtikçe artıyor, Kureyş Efendimizi davasından vazgeçiremiyor, İslam’ın gür sesi Mekke sokaklarında yankılanıyordu. Onlara göre bu büyük bir felaketti ama asıl tehlike Mekke’ye gelen misafirlerin, tüccarların Muhammed aleyhisselam’ı tanıması ve Müslüman olmasıydı. O zaman İslam yayılır ve Kureyş’in önde gelenlerinin sömürü düzenleri yok olur giderdi.
Velid b. Muğire
Hac Mevsimi yaklaşmış, Kureyş telaş içine düşmüştü. Arap yarımadasının dört bir yanından putperest hacılar Mekke’ye gelecek, Muhammed aleyhisselam ve mesajıyla tanışacaklardı. Bu, Efendimizin davasını yayması için çok güzel bir fırsattı. Fakat Kureyş buna izin vermeyecek, insanları O’ndan uzaklaştırmak ve O’na düşman etmek için tuzaklar kuracak, karalama kampanyaları düzenleyecekti. Kureyş acele etmeli, işi şansa bırakmamalıydı.
İslam’ın amansız düşmanları Daru’n-Nedve’de toplanmış; atacakları iftiraları, söyleyecekleri yalanları konuşuyorlardı. Söze Velid b. Muğire başlamıştı:
“Ey Kureyşliler! İşte hac mevsimi geldi. İnsanlar dört bir yandan Mekke’ye gelecekler. Onlar adamınız Muhammed’i ve dinini de duymuşlardır. Size de mutlaka O’nunla ilgili sorular soracaklardır. Sakın O’nun hakkında farklı şeyler söyleyip birbirinizi yalancı durumuna düşürmeyiniz. Aksi takdirde zor durumda kalırsınız.”
Velid b. Muğire Mahzumoğullarının seyyidi, Kureyş’in önderiydi. Akıllı, dirayetli, şan ve şeref sahibi, şiiri çok iyi bilen, kültürlü bir kimseydi. Çok sayıda oğlu, bol miktarda serveti vardı. Mekke ile Taif arasında uzanan topraklara sahipti.[8] Kâbe’nin örtüsünü bir yıl tüm Kureyşliler diğer yıl ise yalnızca Velid b. Muğire değiştirirdi. Bu sebeple Velid’e Kureyş’in dengi anlamında “Idlu Kureyş” denilirdi.[9] Hukkamu’l-Arab arasında adı geçen Velid, Kureyş’in göz bebeği diye anılırdı.[10] Peygamber Efendimiz Velid’in Müslüman olmasını çok istiyor, o Müslüman olduğunda İslam’ın çok daha rahat yayılacağını düşünüyordu.
Velid b. Muğire bir defasında Efendimizden kendisine Kur’an okumasını istemiş; Efendimizi dinledikten sonra Kur’an’a hayran kalmış; bunun bir insan ya da cin sözü olamayacağını, son derece tatlı ve parlak olduğunu, bu sözlerin bir gün her şeye üstün geleceğini ve bunu kimsenin engelleyemeyeceğini söylemişti.[11]Ama sahip olduğu tüm nimetler, şöhreti ve serveti onu mağrur etmiş, kendisini diğer insanlardan üstün görmüş, Muhammed aleyhisselam’a vahiy gelmesini kabul etmeyerek kendisinin peygamberlik için daha uygun olduğunu savunmuştu. Mekke’nin lideri ve efendisi dururken bir zamanlar çobanlık yapan bir kimsenin peygamber olması kabul edilemezdi.[12] Gururu ve kibri Velid’i azılı bir İslam düşmanına dönüştürmüş, ilerlemiş yaşına rağmen yeğeni Ebû Cehil gibi İslam muhaliflerine fikir babalığı yapmıştı.
Sekar’ın Ne Olduğunu Biliyor musun?
İşte Velid’in uyarısı üzerine toplantıya katılanlar, en bilgili ve tecrübeli kimsenin kendisi olduğunu ifade ederek onun fikrini sordular. Fakat Velid görüşünü en sona saklayarak onları dinlemeye başladı. Biri Muhammed’in kâhin olduğunu söyleyelim, dedi. Velid, “Hayır, O kâhin değil, kâhinlerde gördüğümüz hâller O’nda yok.” diye cevap verdi.
Bir başkası, delidir diyelim, dediğinde Velid: “O’nun mecnun, deli olduğunu nasıl söyleyebiliriz? Delilerdeki saldırganlık, tuhaflık O’nda yok.” dedi.
Şair diyelim, dediler. Velid bu kez “Biz şiirin her çeşidini, recezini, hezecini, tüm özelliklerini biliriz. O’nun okudukları şiir değil.” dedi.
Öyleyse sihirbazdır diyelim, dediklerinde Velid buna da karşı çıktı:
“Biz sihri de sihirbazları da biliriz. O’nun sözleri büyücülerin okuyup üflemelerine ve düğümler atmalarına benzemiyor. Vallahi, o büyücü, sihirbaz da değildir.”
Kureyşlilerin diyebilecekleri bir şey kalmamıştı. Öyleyse O Allah’ın Rasûlü’dür, demeyi de gururlarına yediremiyorlardı.
Ey Abdüşşems’in babası, sen söyle ne diyelim, diye çaresizlik içinde sordular. Velid şöyle konuştu:
“Vallahi, O’nun sözlerinde ayrı bir güzellik, tatlılık var. Sözlerinin başı sağlam bir hurma ağacına, sonları da bu ağacın meyvelerine benziyor. Siz Muhammed hakkında ne söylerseniz söyleyin doğru olmadığı anlaşılacaktır. Ancak yine de ona sihirbaz diyebilirsiniz. Zira sözleri sihir gibi insanları büyülüyor, babayı oğlundan, kardeşi kardeşinden, kadını kocasından, insanı milletinden ayırıyor. Evet, bence en doğrusu böyle demenizdir.”[13]
Kureyş liderleri Velid’e hayran oldular, kendisini tebrik ettiler. Hac mevsiminde Mekke’ye gelen insanlara Efendimizin sihirbaz olduğunu, sözleriyle insanları büyüleyen tehlikeli bir büyücü olduğunu söylediler. İnsanların yollarını kestiler, gelip geçen herkese bu yalanı anlattılar. Efendimizi kötülemedikleri tek bir kişi bırakmadılar.
Allah celle, müşriklere önderlik eden, onların fikir babalığına soyunan Velid’i ve acı sonunu şöyle anlattı:
“Ey Muhammed! Tek olarak yarattığım, kendisine geniş servet ve etrafında bulunan evlatlar verdiğim, nimetleri önüne serdikçe serdiğim şu adamı bana bırak! O hâlâ verdiğim nimetleri daha da artırmamı umuyor. Hayır! Asla ummasın. Çünkü o, bizim ayetlerimize karşı çok inatçıdır. Ben onu sarp bir yokuşa sardıracağım. Çünkü o, düşündü taşındı, ölçtü biçti. Kahrolası nasıl da ölçtü, biçti! Yine kahrolası, nasıl da ölçüp biçti! Sonra baktı, sonra kaşlarını çattı, suratını astı. Sonra sırtını çevirdi, büyüklük tasladı ve en sonunda: Bu (Kur’an) olsa olsa sihirbazlardan öğrenilip nakledilen bir sihirdir. Bu insan sözünden başka bir şey değildir, dedi. Ben onu Sekar’a (cehenneme) sokacağım. Ey Muhammed sen Sekar’ın ne olduğunu biliyor musun? Sekar, bırakmayan ve yakmaktan vazgeçmeyen bir ateştir, o insanın derisini yakıp kavurur.” (Müddessir 74/11-29)
Sakın Onlara Boyun Eğme
İslam’ın yüce davetçisi; servet ve şöhret sahibi, Hakk’ın nurunu söndürmek için planlar yapan iğrenç tabiatlı insanlara ve onların çirkin oyunlarına, hain tuzaklarına, iftiralarına, hakaretlerine boyun eğemez, davet bir an olsun gecikemezdi. Bugün nerede olurlarsa olsunlar yarın varacakları yer cehennemdi.
“Rasûlüm! Çok yemin eden, alçak, daima kusur arayıp kınayan, durmadan laf götürüp getiren, iyiliği devamlı önleyen, haddi aşan, çok günah işleyen, katı kalpli, aynı zamanda soysuz olan kimseye mal ve oğulları vardır diye sakın boyun eğme! O, kendisine ayetlerimiz okunduğu zaman: Eskilerin masalları, der. Biz yakında onun burnunu sürteceğiz!” (Kalem 68/10-16)
Allah’ın salih ve güzel kulu, şehre giren herkese İslam’ı anlatıyor; onları ebedi cennetlere, dünya-ahiret saadetine çağırıyor ama insanlar Velid ve Kureyş liderlerinin iftiralarına, hezeyanlarına kulak veriyor, Allah Rasûlü’nden uzaklaşıyor, kaçıyorlardı. Mekke’nin her mahallesinde, her sokak başında sihirbaz, büyücü hakaretleri yükseliyor; Ebû Bekir’in, Abdullah b. Mesud’un, “Hayır, o sihirbaz değil, Allah’ın Rasûlü’dür, sizin kurtarıcınız, âlemlerin efendisidir.” diye feryat etmeleri duyulmuyordu.
İslam’ın yüce davetçisi düne kadar kendisine Muhammedü’l-Emin diyen Mekkelilerin, çocukluk arkadaşlarının hakaretlerini, gözünün içine baka baka söyledikleri yalanları, iftiraları hüzünle izledi; yüreği acıyla, gözleri yaşlarla doldu ama Allah dedi, Allah dedi ve Allah için yürümeye devam etti. 

[1] Tarık Suresi 86/ 3.
[2] İbn Hişam, Sire,I,265; Semira Zayed,Muhtasaru’l-Cami Fi’Sireti’n-Nebeviyye,I,156.
[3] Belâzurî, Ensabu’l-Eşraf, I,119; İbn Esir, el-Kâmil,II,61.
[4] İbn Hişam,I,265; Belâzuri,Ensabu’l-Eşraf,I, 230.
[5] İbn Sa’d,Tabakat,I,201; Halebî,İnsanu’l-Uyun,I,463.
[6] Hakim,Müstedrek,III,577; İbn Sa’d,Tabakat,I,202.
[7] İbn Sa’d,Tabakat,I,203.
[8] Mustafa Fayda, Allah’ın Kılıcı Halid b. Velid,58.
[9] Belazuri,Ensabu’l-Eşraf,I,133.
[10]Mustafa Fayda, a.g.e., 61.
[11] Beyhaki,Delâilü’n-Nübüvve, I,446.
[12] Belazuri,Ensabu’l-Eşraf,I,134.
[13] İbn Hişam,I,270-272; Kadı Iyaz, Şifa,I,556.İ

DESELER Kİ..........


Deseler ki ölüm onun dudaklarında
Öperim diyeceğim hiç düşünmeden
Onsuz yaşamak zaten haram bana

Deseler ki yanacaksın sakın dokunma
Derim ki yandım yanacağım kadar
Varsın birde yanayım onun yangınların da

Deseler ki soğuktur onun yüreği
Derim ki soğuktan donanı buzla ovarlar
Ben donmuşum zaten onun yokluğunda

Deseler ki yazık olacak sana
Derim ki onsuz var olmaktansa
Onunla hiç olmak mutluluktur bu yolda

Deseler ki biz dememiş miydik bak gitti sonunda
Söylediklerini duymayacağım bile
Zaten ölmüş olacağım o anda.
 

RESMİN


   Resmin
Gözlerimle değil kalbimle baktım resmine,
Kanayan yüreğim bir kez daha kanadı,
Yüzünü bensiz kalmanın hüznü kaplamış,
Mutsuz olmanın ışıksızlığı içindeki sen,
Mutlu olduğun zamanların ışığı ile bakıyorsun.
Elbette yaşayacaksın anılarınla hayalimle,
İkimizin yıldızlara arkadaş olduğu günler,
Sert esen rüzgarda dinlediğimiz müzik
Benimle kelebekler gibi dans edişin,
Resmine bakışımda hüzüne dönüştü ne varsa.
Ahhhh resmin, ciğerimi dağlayan duruşun,
Sitem dolu bakışın,hayata direnmeyen omuzların,
Hepsini okşadım okşadım ama nafile,
Sıcaklığın yok,kokun yok,bir hasretin var.
Öğle bir hasret ki bu hiç bitmeyecek,
Kum tanelerinin rüzgarda savrulması gibi,
Öfkeyle şiddetle kaçmak isteyecek,
Yine bir kumsalda bitecek yolculuk çaresizce.
Artık göremiyorum seni puslu bir görüntü var,
Gözyaşlarım resmine perde oluyor bakamıyorum,
Şimdi onları silecek ellerinde yok,
Ağlıyorum kaderime ağlıyorum sensizliğe.
Düşen her damladan sonra seni görürüm,
Kahrolası yaşlar gözümü doldururda,
Sanki saatlerce sensiz bırakır beni.
Resminle gözyaşlarımı sileceksen,
Bana gözlerimin içine baktığın gibi bak resminde
Nermin Gültekin
 

HÜZÜN MAKAMININ TALİHSİZ SULTANI...



Hüzün Makamının Talihsiz Sultanıydım Şimdi Ve Bahtıma Düşen Yalnızca Gözyaşıydı
Hüzün Makamının Talihsiz Sultanıydım Şimdi Ve Bahtıma Düşen Yalnızca Gözyaşıydı
Mevsimlerin karanlığına alışırken içimdeki yaşama arzusunu aşkın hicranına kurban edeceğimin farkında değildim. Ayrılık; ufkumu öyle bir doldurmuş, öyle aşılmaz ve öyle büyük geliyordu ki bana, yaşamanın ne anlamı olaydı ki? Umutlarımla birlikte korkularım da kaybolmuştu. Korkuların yalnızca, umut edilen ve hayali kurulan şeye kavuşup kavuşamamakla ilgili olduğunu anlamıştım. Kavuşamamıştım, umutlarım tükenmişti ve korkularım yerini koca bir boşluğa bırakmıştı. Kurduğum şatafatlı aşk cümleleri hem dilimde hem de zihnimdeydi halen; ama umudum tükenince, kalbim ölümüne soluk alıyordu sanki. O zamanlar ölümün bile hicranın ilacı olamayacağını bilmiyordum.

Gözyaşlarının tükendiği, kelimelerin bile halden anlamadığı bir çizgideydim şimdi. Kendi içimdeki ıssızlığım ve yalnız bırakılmışlık hissim her şeye galip geliyordu. Aşk’ın huzmeleri ile ne zaman kıpırdanacak olsam, içine düştüğüm o değersizlik hissi belimi büküyordu. Yine de biliyordum; kusur aşkta değil, onu kurak çöllere çeviren kem dillerdeydi. Zihnime bu bilgi düştüğünden beri kendi aşkımı kendi dilimden bile korumaya yemin etmiştim. Aşkın büyüklüğü ve safiyeti korumayı da o kadar gerekli kılıyordu. Candan ve hatta canandan daha değerli bir şey keşfetmiştim böylece. Kalbim sökülüp yerine kordan bir parça koyulmuş olsa da, ben o ateş parçacığını her şey pahasına korumalıydım. Anlık zafiyetlerim ise yalnızca ateşin beni daha çok yakmasına sebep oluyordu. Benim ülkemde yangınlar kol geziyor, kalbimin külleri her yerde uçuşuyordu.

     
Hüzün makamının talihsiz sultanıydım şimdi ve bahtıma düşen yalnızca gözyaşıydı. Aşkımla gözyaşı döküyordum, hicranımla gözyaşı döküyordum, yangınımla gözyaşı döküyordum; ama bu yangın bir türlü dinmiyordu. Aşkın devamına değil, hicranın süresizliğine isyan ediyordum. İsyan bu topraklarda evla değildi. İsyan ettikçe; ateşten kalbim, tendeki canıma bir kez daha varlığını hatırlatıyordu. Aşkı ile kaderine isyan eden ben, bir hicran yüzünden aşkına isyankâr olamazdım. Hicran dayanılmazdı; ama aşkın yokluğu daha dayanılmaz geliyordu. Her acıya rağmen vazgeçemiyordum. Aşk söz konusu olduğunda iradenin hükmü olmuyordu. Hükümsüzlüğün kayıtsız şartsız egemen oluşunu izliyordum sadece. Göğsümün sol köşesinde taşıdığım belirliyordu her eylemimi. Ben ona meftun, ben ona avareydim. Bakışlarıma çöken umutsuzluğun her isteğimi alıp götürmesi gibi, nereden geldiği sual edilemeyecek olan bir rüzgârın beni bu diyardan götürmesini istiyordum. Her şeyden geriye bir tek bu istek kalmıştı. Dünya denilen diyar her âşık için bir sürgün yeriydi de bana hiç kimseye olmadığı gibi zindan olmuştu sanki. Belki de kendi zindanım bizzat bendim. Farkındalıklarımı kaybedeli beklentilerimin çivisi zaten çıkmıştı. Aşktaydım ve beklenilebilecek olan hiçbir şeyin önemi yoktu. Gönüllü olarak kabullendiğim her çalkantının beni kendimden koparıp aldığını bilmiyordum. Suskundum; ama suskunluğum gönüllülüğümden değil, söyleyecek bir şey bulamıyor oluşumdandı. Hiçbir söz hicranı noktalayamayacağı gibi gönlümün çırpınışlarına da merhem olamayacaktı. Hüzün sessizlik ile şaha kalkıyordu.
     
Kendimden vazgeçişim masallardaki destansı öyküleri anımsatıyordu. Uzaktan seyredildiğinde ya da dinlenildiğinde insanın içine işliyordu da yaşamak; kan, ter ve acıdan başka bir şey getirmiyordu. Bir kapı açılmıştı önümde. Aşk’ın kapısı. Ben geçmiştim o kapıdan ve geçişimle beraber kâinatta aşktan başka ne varsa hepsi yok olmuştu. Geriye dönüp baktığımda artık kapıyı da göremiyordum. Her yer aşktı. Uçsuz, bucaksız aşk. Aşkta kaybolduğumu anlamıştım. Dahası kaybolmak için var olduğumu anlamıştım. Varlığım, içerisine alındığım sonsuzluk ile anlamlanmıştı. Ben; aşkın parçasıydım, aşk benim bütünleyicim. Atmosferim aşk, kâinatım aşk, nefes alıp verişim aşktı. Gün gelip o atmosferde yok olacağımı, kâinatın başıma çökeceğini ve yalnızca ölümüne nefes alacağımı bilmiyordum. Bilgisiz bırakmak aşkın doğasıydı, önce vuku bulurdu pervasızca ve o yakıp yıkan fırtınadan sonra öğrenebilirdim halimin kırıntılarını. 
 Evren Kul

Ben Seni Özlemelerden Geliyorum





Ben Seni Özlemelerden Geliyorum
İki eli yakamda yalnızlığın .
Sen gitmelere gittiğinden beri,
ben yok olmaları öğreniyorum. 
Şansım yaver gitseydi eğer ;gelir bulurdu
 beni,yeşerirdi toprağımda ölüm. 
O değil de en çok seni öpmeleri arıyorum saklandığım sığınaklarda. 
Olacak iş değil ya yel değirmenleri de kendini savunmayı öğrenmiş,
şimdi savaş meydanından kaçmalara sığınıyor
 Donkişot hallerim.Yoksun …
Hiçbir şey kar kalmıyor artık yanıma. 
Sırf senin hatırına ;selam veriyorum hayaline, 
ve her defasında borçlu çıkıyorum Özledim diye yolculukları 
çağıyorum imdadıma ama;nafile!faydalar boyunları büküp kaçıyorlar. 
Bu kaçırdığım kaçıncı hayat! 
Olsun diyorum zaten hiç birisi gözlerine bakmıyordu 
Zaman bütün dünyayı hükmü altına alsa da bir benim 
sokaklarımda koşarak geçmeleri beceremiyor. 
Yani sı askıda kalıyor hep gidişin. 
Yanlış anlama sakın bir gün;bir kaç tesadüfü denkleştirip de bulursam yine
 sevmeleri, işte o zamanlar kapılar 
çizeceğim duvarlara ,gelip de içeri girip baş köşeye oturtmak için unutmaları.
 Sevmek dedim de öyle bir şey vardı 
dimi neyse bir örnek verip kuvvetlendirmek isterdim bu iddiamı ama gerek yok. 
Bu saatten sonra haklı çıkmalar 
seni geri getirmeyecek nasıl olsa
Özledim elimden geleni ardıma koyduğum yer burası ,
belki gelirsin diye bir arpa boyu bile gidemedim bu hüzünden..




Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...