06 Haziran 2014

ALLAH DOSTU DER Kİ CİLT 2 MÜNİR DERMAN


...:...:.. İKİNCİ CİLT ...:..:...

             1-) ...:...:.....:..:...
             2-) GİRİŞ
             3-) ÖNSÖZ
             4-) LEDÜN İLMİ
             5-) iLiM
             6-) PEYGAMBER
             7-) NEBİLİK
             8-) RENK - SES - KOKU
             9-) VELE ZIKRULLAHU EKBER
             10-) SEMA - SEMAVAT -FEZA 

             11-) ARŞ
             12-) İHLAS
             13-) LA İLAHE İLLÂ ENTE SÜBHANEKE İNNİ KÜNTl MINEZZALİMİN. HASBİNALLAHU VE NlGMEL VEKİL NİGMEL MEVLÂ VE NlGMEL NASIR
             14-) VAHİY
             15-) SÜLEYMAN MUSA ÎSA PEYGAMBER'LER 
             16-) ISLÂMDA HİÇLİK VE YOKLUK MEVHUMU DÎYE BİR ŞEY YOKTUR, HERŞEY VARDIR. 
             17-) ISA PEYGAMBER 
             18-) HAZRET-İ ISA VE HAZRET-İ MERYEM
             19-) LUT KAVMİ 
             20-) HALVET PENCERESİNDEN
             21-) ADET KÂİNATIN TEKÂMÜL HAYATIN BiRLiK ALLAH'IN KANUNUDUR
             22-) ALLAH RAB HAK

             23-) ALLAH HER YERDE HAZIR VE NAZIRDIR 
             24-) SECDE 
             25-) MİHRAP MİMBER KURSİ
             26-) MiRAÇ NEDiR MUCiZE NEDİR BURHAN - DELİL NEDiR ISRA NEDİR 
             27-) İNSAN - BEŞER - ADEM 
             28-) ZAMAN - VAKİT 
             29-) NAMAZIN ESRARININ ESRARI 
             30-) EZAN
             31-) RESULÜ EKREM'E ULAŞMAK 
             32-) MİSVAK
             33-) (ATIS) AKSIRMAK - (TESAVEP) ESNEMEK 
             34-) YALAN ÜZERİNE 
             35-) KADIN

             36-) KADIN 2
             37-) CENNETDE OLAN KADINLAR 
             38-) FATIMA 
             39-) RESULÜ EKREM VE EHLİ BEYT 
             40-) LA YÜKELLlFULLAHU İLLÂ NEFSEN VUSAHA 
             41-) NEFİS
             42-) CAN-CESET-RUH 
             43-) GÖRÜNEN GÖRÜNMEYENE ÎMAN 
             44-) CiN HAKKINDA MERCAN TEPELERİ 
             45-) Şeytan 
             46-) MÜNKlR VE NEKİR 
             47-) HURAFE
             48-) BlT, PİRE VESAİRE 
             49-) GÜNAH - FARZ - VACİP - MUCiZE - BURHAN - SADAKA 
             50-) NAZAR HASED 
             51-) MAHREMİYET VE ÜMMÜ HALET 
             52-) ISLAMlYETDE MAHREMİYET
             53-) AKIL NEDiR 
             54-) GÜZEL ÇİRKİN 
             55-) GÖZ - KULAK - EL 

             56-) ORUÇ = SAVM 
             57-) KADiR GECESi 
             58-) AYETLER
             59-) HAMD
             60-) ŞEHiT 
             61-) HUDA
             62-) DİMAĞ : Beyin = ilâhi Bilgisayar
             63-) YAŞANMIŞ BiR HiKAYE 
             64-) CÜNUP, CÜNUPLÜK 
             65-) SEYRİ SÜLÜK 
             66-) ŞEYH - MÜRŞİT - MÜRŞID-I KÂMİL 
             67-) İSTİHARE 
             68-) ALIN YAZISI 
             69-) TEREKET SELAMI ANDARlR HlYANETÜN 
             70-) BÜYÜK İNSANLARIN GÖZLE GÖRÜLMEYEN PORTRESİ 
             71-) YUNUS
             72-) CEBRE DENiZ ZAFERi 
             73-) CEBRE DENiZ ZAFERi
             74-) BAŞ HÜNKARA EĞİLİR. BEL ALLAH'A EĞİLİR
             75-) SELİMİYE SÜLEYMANİYE 
             76-) "FAŞ EYLEME KENDiNi İNSANDA SIRRULLAH VAR" 
             77-) RAMAZANDA TEYPDEN ALDIĞIMIZ BiR SOHBET KONUŞMASI
             78-) OĞLUM! ... 
          
       


Sadece Bu sayfayı Sevdiklerinize ve Dostlarınıza Önermek İçin Aşağıda ki Formu Doldurmanız Yeterli!!!
Sizin Adınız:
Sizin e-mail adresiniz :
Arkadaşınızın adı:
Arkadaşınızın e-maili
Mesajınız:

ALLAH DOSTU DER Kİ CİLT 1 MÜNİR DERMAN




ALLAH DOSTU DER Kİ CİLT 1 MÜNİR DERMAN 


...:...:.. BİRİNCİ CİLT ...:..:...

             1-) ÖNSÖZ
             2-) HER MADDİ OLAN CİSMİN SONU GELECEKTİR
             3-) MERHABA
             4-) MANEVİYAT BAHÇESi
             5-) BiR ALLAH DOSTU RÜYASINDA GÖRMÜŞ DE ANLATIYORDU. BEN DE ONDAN DİNLEDlM. SiZ DE BENDEN DİNLEYİN
             6-) MANEVİYAT BAHÇESiNDEN 
             7-) ALLAH DOSTLARI DİYORLAR Ki 
             8-) VEYSEL KARANİ (Tabiinin En Büyüğü)
             9-) RÜHANİYET-î RESÜLULLAH'IN HAKÎKÎ MÜMİNE İLTİFATI 
             10-) KADİR GECESi 
             11-) DUA
             12-) PEYGAMBERİMİZ (S.A.) İN SAĞLIĞA DAiR DÜŞÜNCE VE BUYRUKLARI 
             13-) ORUÇ'UN ESRARI 
             14-) KÂBE
             15-) IMAN (BU SIR, PERDE ARKASINDA GÎZLİDİR VE GiZLi KALACAKTIR.)
             16-) TEKRAR DİRİLECEĞİZ
             17-) HAMD VE ŞÜKÜR
             18-) KAZA VE KADER
             19-) RIZA VE HUZUR
             20-) GENÇ BİR FRANSIZ PAPAZININ iSLÂMİYET HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERi, BUNA iTiRAZ EDEN HRİSTİYAN ALEMİNE BiRLiKTE CEVABIMIZ 
             21-) BAY ENVER ÇALIŞ
             22-) BiR SUALE CEVAP 
             23-) ALLAH DOSTLARINDAN HATIRALAR 
             24-) KENDiNi ÖRSELEME YAZIKTIR
             25-) MUHTEREMLER



Sadece Bu sayfayı Sevdiklerinize ve Dostlarınıza Önermek İçin Aşağıda ki Formu Doldurmanız Yeterli!!!
Sizin Adınız:
Sizin e-mail adresiniz :
Arkadaşınızın adı:
Arkadaşınızın e-maili
Mesajınız:

İNCİL (SEVİNÇ GETİRİCİ HABER) İNCİL’İN YUNANCA ASLINDAN ÇAĞDAŞ TÜRKÇE’YE ÇEVİRİSİ PDF E-KİTAP






İNCİL
(SEVİNÇ GETİRİCİ HABER)İNCİL’İN YUNANCA ASLINDAN ÇAĞDAŞ TÜRKÇE’YE ÇEVİRİSİ) PDF E-KİTAP

DESTANLAR SUNUM



DESTANLAR SUNUM

BARBAROS HAYRETTİN PAŞA HAKKINDA YAZILMIŞ ŞİİRLER





BARBAROS HAYRETTİN PAŞA HAKKINDA
YAZILMIŞ ŞİİRLER
Süleymaniye'de Bayram Sabahı
Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?
Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!
Adalardan mı? Tunus'dan mı, Cezayir'den mi?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor;
O mübarek gemiler hangi seferden geliyor?
YAHYA KEMAL BEYATLI 

BARBAROS HAYRETTİN
Şaha kalkmış bir deniz parçası bu heykel!
Alev alev tuncu, martı rengi mermeri...

Ufukta bir zafer kadırgası bu heykel;
Başında dalga dalga deniz güneşleri
Alev alev tuncu... martı rengi mermeri...

Perde perde yelkenler ardında yıllar...
Sana selamlar getirdim Midilli'den.
Sen miydin ey Barbaros'um, diyar diyar,
Bir akşam Antalya'dan köpükler saçıp giden...
Her şelaleden bir yelken açıp giden...

Çıplak omuzunda bir hançer yarası,
Gemiler nerde kaybetti İlyas'ı?
Rodos zindanlarında mı solmuş Oruç?
Nasıl yıkılmış bu tek kollu çelik burç?

Kim, bu sarışın ölü çınar dibinde...
Kimin bu gemiler hisar dibinde...
Gemiler nerde kaybetti İlyas'ı?
Kardeşlerin kara dalgalarda yası...

Barbaros kokusuyle sinmiş şövalyeler;
Barut dumanlarında Nis güzelleri.
Gül ve deniz kokuyor bütün kaleler...
Denizde ve gökte Barbaros zaferi,
Barut dumanlarında Nis güzelleri...

Gürleyince Tiber nehrinde gür ses,
Roma'da Mars'a yıldırım düştü...
O gün çanlar taş kesilmiş, ilahiler ölmüştü.
Küpeştelerde taze kan lekesi;
Barbaros'un Tiber nehrinde sesi...

Gemiler çarpışıyor borda bordaya,
Miğferli cesetler aşıyor dalgalar...
Dehşetle bakıp perişan donanmaya,
Top güllesiyle dövünüp ağlıyor Dorya...
Gemiler ateşlenmiş borda bordaya...

Leventler denizde ve sende hatıra,
Parlıyor elinde Yavuz'dan gelen kılıç
Turgut Reis mi saz çalan dalgalara...
Senin mi ufuklarda aksi incelen kılıç?
Sularda parıldayan, Yavuz'dan gelen kılıç?

Demirliyor bordası yıldız kuşamlı bir gemi;
Göründü üç tuğlu deniz vezirimiz...
Mehtapta ışık bayraklı bir gemi,
Çalgılar çalınıyor deniz deniz...
Göründü al kaftanlı şanlı vezirimiz!...

Her selam, bir top ağzında dalga dalga ateş!
Geçiyor: Esir kaptanlar, köleler, ganimetler.
Altın sürahilerde parça parça güneş...
İpekler, bakireler... türlü nimetler...
İpek sancaklara işlenmiş ayetler...

Bir gemi ince minarelerle İstanbul...
Gök bir mavi yelken donanma nurunda...
Bir deniz rüyası mavi harelerle İstanbul!
Yıldızlar akmaz mı bu şenlik uğrunda?
Kaptan-ı Derya padişah huzurunda!...

Çöllerde, Okyanuslarda ünün,
Bir levent olmak isterdim geminde...
Yıkılmış kale önlerinde sen yürüdün;
Koca Barbaros'um, yaşamak isterdim deminde,
Bir levent olmak isterdim geminde.

Selamlasın seni toplarla her geçişte...
Çekik gözlü, yıldız nakışlı zırhlılar...
Işıldaklarda mavi sayfalar işte!
Seni görsün altın bakışlı zırhlılar...
Çekik gözlü, yıldız nakışlı zırhlılar...

Bir kahraman eliyle açıldı heykelin;
Bir tunç olup yine göründün denizlere...
Sevin al kaftanlı Barbaros'um, sevin...
Metristepe'den gün doğdu bu mermere;
Bir tunç olup yine göründün denizlere...
ÖMER BEDRETTİN UŞAKLI
AYIN ŞAVKINDA
An kadar ömrü yok sonbaharın,
Okunur ayın şavkında.
Kitaplar yeni bir sayfa açın,
Güneşli günler yakında.

İlk ışıklar düştü sahile,
Düşman uyudu, su uyanıyor.
Yarasalarınki nafile,
Işığın ordusu uyanıyor.

Kulağıma top sesleri geliyor,
Bu hangi Barbaros, hangi sefer,
Avucunu açmış bekliyor,
"Sabır, savaş, zafer."
SÜLEYMAN PEKİN

Barbaroslarla, Türk’ün Afakı Büyür…
Yetmiş yılın hicreti, hasret odunu yaktı
Ufuklar yıldız yıldız kesret yüküyle aktı
Adalar kin göleti, insaf tanımaz halde;
Sabır kirişinde yay nusret okunu taktı…

Gün doğmuş adalara, gözler hilali görür
Dalga üstünde dağlar gibi gemiler yürür
Zamana aksediyor tarihin tecellisi;
Barbaroslarla, Türk’ün afakı büyür…
BEDRETTİN KELEŞTİMUR

DONANMA
Pirimiz Barbaros Hayreddin Paşa
Yılmadan savaşan leventleriz biz
Ey mübarek din ebediyen yaşa
Senin için canlar verenleriz biz

İstanbul'dan besmeleyle çıkarız
Deniz bize bir selamet yol olur
Düşmanlara gülle kurşun sıkarız
Dönüşte ganimetimiz bol olur

Ufuklarda dolaşır donanmamız
Ehli küffar bizi görünce kaçar
Allah içindir kana bulanmamız
Askerimiz düşmana ateş saçar

Pupa yelken azmedip saldırırız
Savaşırken korku nedir bilmeyiz
Kafirleri ortadan kaldırırız
Allah'tan başkasına eğilmeyiz
LEVENT ONGUN

YARADANI TANI




YARADANI TANI

Bazı dinsel metinlerde, baştan aşağı şirk kokan
 “Tanrı insanı kendi suretinde yarattı” ifadesi geçer ya, 
aslında bunun tam tersi doğrudur, yani asıl insanlardır, tanrılarını kendi suretlerinde yaratanlar. Tarihsel çağlarda da, tarih öncesinde de, insanların tanrı’yı her zaman “kendi suretlerinde” betimlemiş oldukları gerçeği, müzelerde sergilenen heykel ve kabartmalara bakıldığında açıkça görülebilir. Belki de en eski heykelciklerden biri olan, Neolitik döneme ait Çatalhötük buluntusu Ana Tanrıça heykelciği, bu konuda verebileceğimiz en güzel örnektir. 
Anaerkil dönemin tanrısı da kadın suretinde, “ana” suretinde betimlenmiş. Ortada Ana Tanrıça, doğurganlık göstergesi olarak kalçaları ve göğüsleri abartılı halde betimlenmiş, olgun bir kadın görünümünde, başında bir taç ile tahtında oturur vaziyette, her iki yanında da, güç ve egemenlik sembolü olarak leopara benzeyen iki vahşi hayvan. Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde görebileceğiniz, binlerce yıl öncesine ait ve çok bilinen bu eserin resmini Müze Rehberi’nde veya bir yayında görmüş ve hatırlıyor olabilirsiniz. İnsanların, geçmiş medeniyetlere ilişkin bilgi ve görgüsünü artırmak amaçlı bu tür kültürel faaliyetlerin Kuran tarafından özellikle önerilen, teşvik edilen faaliyetler olduğunu da, bir kez daha belirtmeden geçmeyelim.
 Anadolu, Mezopotamya, Mısır ve Akdeniz havzasındaki tüm uygarlıklarda, bakırtaş, tunç ve demir çağlarında da, daha sonraki Pers, Helen ve Roma dönemlerinde de aynı anlayış doğrultusunda, tanrı, tanrıça ve kutsal yaratıklara ilişkin ikon, kabartma ve heykellerinin insan ve hayvan suretlerinde, kimi zaman da insan ve hayvan parçalarından oluşan karma mitolojik karakterler halinde betimlendiğini görüyoruz. Hatta, bazan soyut kavramların bile, kişileştirilerek gene insan suretinde betimlenerek heykel ve kabartmalara işlendiği de bir gerçek. 
“Semavi” Hristiyanlığın devlet dini olduğu Bizans’ta da, aynen günümüzde kiliselerde gördüğümüz gibi, İsa ve Meryem Ana’ya ilişkin tasvirler içeren ikon, mozaik, fresk ve heykeller bile, -Hristiyanlığın Teslis (üçleme) inancını dikkate alırsak- aynı bağlamda değerlendirilebilir. Yakınımızdaki bir örnek olarak Ayasofya’da, ortada mor giysiler içinde İsa, altın ve mücevher işlemeli tahtta otururken her iki yanında Bizans imparator ve imparatoriçesi’nin bulunduğu mozaikleri görmediyseniz, fırsat bulduğunuzda görmenizi öneririm. Günlük yaşamda ise mor giysi sadece imparator ve imparatoriçeye özgü bir statü sembolüydü. 
Bizans dönemindeki tasvirler 9000 yıl öncesinin Ana tanrıça heykelciğine ne kadar da benzer motifler içeriyor? Hani “semavi” din diyorlar, ama üslup aynı! Ne kadar ilginç, değil mi? Kültürel, dinsel, toplumsal yaşamdaki değişimleri izlerken tanık olduklarımız, onca politik ve sosyolojik kesintiye direnen kültürdeki bir tür sürekliliğini de yansıtmıyor mu? Üzerinden çağlar gelip geçiyor, doğudan veya batıdan gelen ordular Anadolu’nun üzerinden defalarca geçiyor, onca medeniyetler ve dinler değişiyor ama ilginçtir ki, aynı kültürel doku, binlerce yıl sonra gene karşınıza çıkabiliyor. 
Yoksa sizce de, pek o kadar şaşırtıcı değil mi? En yakınlarımızda, sözünü etmeden geçemeyeceğimiz ilginç bir örnek daha var: kötülüğü uzak tuttuğu varsayılan ve günümüzde, 21. yüzyılın başlarında bile geniş kitlelerin medet umduğu bir şirk geleneği olarak muska ve nazar boncuğu. Bu konuda kitaplar yazılmış, Orta Asya’dan Afrika’ya kadar geniş bir alana yayılan nazar boncuğu geleneğinin folklorik temellerine dair araştırmalar yapılmış. Nazar inancının tarihsel süreçte önümüze çıkan kökenlerinden biri de antik helen mitolojisinden bir dişil karakter olan Medusa. Gözleri ateş koru, saçları yılanlarla bezeli bu hanımefendi, kendisiyle gözgöze gelenlerin taş kesildiği denli korkunç bir görünüme sahipmiş. 
“Tapınağa kötü niyetliler yaklaşmasın, girmeye kalkarsa da taş kesilsin, giremesin; aksi halde tanrılar kızar” şeklinde bir kör inanç temelinde, tapınakların çatı alınlığına veya giriş tarafındaki sütunlara medusa kabartması yerleştirmek antik dönemde adeta bir endüstri standardı olmuş. Pagan simgesi ya; hristiyan Bizans’ın, bu sembolü aşağılamak için mi, yoksa gözlerden uzak tutmak amacıyla mı, nedense, sadece sarnıçta yüzen balıklarının görebileceği bir yerde, yerebatan sarnıcın içinde, sütun altlarında destek olarak kullandığını, görenler hatırlayacaktır. Üzerinden binlerce yıllık pagan dönem, artı, bin küsür yıllık Hristiyan Bizans dönemi, ardından bin yıllık İslam dönemi gelmiş geçmiş, Medusa’nın gözü bu zaman zarfında stilize olmuş ve nazar boncuğuna dönüşmüş, ama inanç bağlamında işlevi ve anlamı, zerrece değişmeden bugüne dek ulaşmış. İslama ve tevhid ilkesine aykırı olduğu gün gibi aşikar olan bir gelenek, en koyu dinciler arasında bile yaygın biçimde varlığını sürdürebiliyor; dilleriyle “Allah’a emanet” diyenlerin çocukları, yakınları, evleri, dükkanları, arabaları bugün bile nazar boncuğuna veya muskalara emanet olmaya devam ediyor.
 Burada söz konusu olan masum ve basit bir süs eşyası değildir; ister renkli bir cam parçası, isterse Allah’ın adının veya ayetinin yazılı olduğu bir kağıt veya cisim olsun, hatta isterse Kitap’ın bizzat kendisi olsun, eğer bir “cisim”den medet umuluyorsa, kazayı, belayı, kötülüğü uzak tutacağına inanılıyorsa, o bir put değil de nedir; ondan medet uman inanç ise müşriklik veya putperestlik değil de nedir? İncelediğimiz her dinde karşımıza çıkan, Tanrı’ya şekil biçme, Tanrı’yı cisimleştirme, zamana mekana sığmayan, kalıba, şekile girmeyen Yaradana, Alemlerin Rabbi’ne yer, yön, şekil, cinsiyet, vs biçme hastalığı, “müslüman dünya”ya da ne yazık ki bulaşmış. Aslında geleneksel “İslam” bu sorunu kökten halletmek amacıyla, “suret yasak” diyerek, bu hastalığa son vermek isterken ne yazık ki abartmış ve işin ucu sanat düşmanlığına kadar uzanmış ama gene de sorunu çözememiş. 
Yaradana yer ve yön biçme alışkanlıklarının İslam kültüründeki örneklerine bakalım. Örneğin daha çocukluğumzda öğretildiği şekliyle “Allah Baba”ya dua ederken yüzümüzü göğe çevirmek veya elleri göğe açmak gibi davranışların kökeni nedir? Gök deyince, hani İsa peygamberin “Göklerin egemenliği yakındır” derken söz ettiği gökler, veya Kuran’da anlatılan hani o yedi kat halinde düzenlenmiş gök değil, baktığımızda gördüğümüz o masmavi göğü kastediyoruz. Gökyüzüne yönelişin nedenini antropolojik açıdan araştırdığımızda, pagan dönemdeki fırtına tanrısına yönelik yağmur duası ritüeli ile karşılaşırız. Düşünün, aylarca kuraklık çekmiş, su rezervleri tükenmiş bir topluluğun, günlerce belki haftalarca yağmur duasına çıkmasının ardından, fırtına bulutları toplanıyor ve susuzluktan kavrulmuş insanlar, gökten düşen ilk damlaları avuçlarına alarak yüzlerini ıslatıyor. Böylece ıslak ellerini yüzlerine sürerek, kendilerine yağmur veren fırtına tanrısına, beden diliyle, eylemsel bir tür teşekkür ifadesi sergiliyorlar. Tanıdık geldi, değil mi? 
Gene Ankara’da Anadolu Medeniyetleri Müzesinde, Hitit dönemine ait, aynen bugünkü müslümanlar gibi, veya ikonlardaki Meryem Ana gibi, dua ederken ellerini açan bir insan kabartmasını görebilirsiniz. Secde de bir tür yön biçme olarak değerlendirilebilir; bir kralın tahtının önünde, bir tapınaktaki tanrı veya tanrıça heykelinin önünde teslimiyet ifade eden bir bedensel harekettir. Secdeyi, Ortadoğu’da Roma döneminde “Mitra” olarak anılan güneş tanrısına özgü ritüellerle de ilişkilendirmek mümkündür. Bilim adamlarının dinsel ritüeller hakkında, arkeoloji, antropoloji dallarında bugüne dek yaptıkları ve gelecekte yapacakları çalışmalar, din, kültür, mitoloji gibi alanlardaki araştırma ve incelemeler bize, dinsel motiflerin, ritüellerin, tanrı fikrinin, kutsal metinlerin insanlık tarihi boyunca nasıl geliştiğine ilişkin çok değerli bilgiler sunması bakımından önemsenmelidir. Bu tipik olarak biraz entel biraz da fuzuli bir akademik faaliyet olarak görülmemelidir; Kuran’da yer alan “yeryüzünde geziniz, eski uygarlıklara neler olduğunu öğreniniz” yolundaki öneri çerçevesinde, geçmişi ve bugünü anlamaya yönelik bir bilimsel faaliyet, yani İslami anlamda bir tür ibadet olarak görülmelidir. 
 İnsanlık tarihi boyunca, bir toplumsal değer olarak tanrı fikrinin gelişimi bir yana, İslam insanlığa bambaşka bir Tanrı tanıtır. Şekil biçmeyin der; çünkü Tanrı’yı gözümüzde canlandırmamız mümkün değildir; varlığımızın yeti ve sınırları buna elvermez; topu topu 3+1 boyutlu dünyamızda, 4 boyutlu bir şekli dahi gözümüzde canlandıramazken, boyutun üstüne bir de 7 kat gök ekleyip, 11 boyutlu uzay geometrisini düşünmeye veya hayalinizde canlandırmaya çalışmak boşuna bir çabadır. Yön de biçmeyin der; her yön Allah’ındır der, ama ibadet ederken “kıble”ye dönün der. İnsanlığı bir amaç doğrultusunda biraraya getirmeyi çağrıştıran, sembolik bir yön gibi durur. Ancak, namaz kılarken döndüğümüz yönün adının, Ana tanrıça’nın adını (Kibele / Sibel) çağrıştırması sizce de ilginç değil mi? 
Yer de biçmeyin der; O her yerdedir der, öyle ki boşluğun her noktası, varlığın her zerresi onunla doludur, o kadar ki bize kendi içimizden, içimizdeki şah damarımızdan da yakındır. Tanrıya ilişkin Kuran’da yer alan tasvirler bir araya geldiğinde, nasıl bir resim çizer; nasıl bir varlığı tanımlar; hiç düşündünüz mü? Evrensel Enerji’yi tanımlar adeta, doğru mu? Enerji zaten madde ile aynı şeydir ve madde, zamanı ile mekanı ile kendi uzay geometrisini yaratır; varlığın maddi ve manevi diye nitelediğimiz türlü çeşitli özelliklerini de yaratır. Evrendeki herşey O’dur. Tevhid ilkesi, zaten bu değil midir? Kuran’da tanımlanan Tanrı, eski çağların tanrı kavramlarına ne kadar da uzak, değil mi? Çömlekçi çarkının başına geçip çamurdan insan yaratan “tanrı” başka, Alemlerin Rabbi bambaşka; aynı cümle içinde hani böyle yanyana getirmek bile insanın tüylerini ürpertiyor. İslam’ın yani Kuran’ın tanıttığı Tanrı, yani Allah deyince, insanların inandığı ve onların inançlarında yaşayan bir “tanrı” değil; yani insanların yaratmış olduğu “tanrılardan bir tanrı” değil; insanlar inansa da inanmasa da “Tanrı” olan bir Tanrı’dan söz ediyoruz. 
Yani o bizim ilahlaştırdığımız, biz inandığımız için ve/veya biz inandığımız zaman ilah olan, biz tapındığımız için Tanrı olan bir kavram veya nesne değil. İslam dininin Tanrı’sı, biz ona inansak da inanmasak da Evrenin Yegane Gerçeği ve Yaratıcısı olan, zamanıyla, mekanıyla, enerjisiyle, iradesiyle, sevgisiyle, bilgisiyle, amaçlarıyla, ahlakıyla, yönetimiyle, adaletiyle, her şeyiyle evrenleri kuşatan, Alemlerin Rabbi olan Tanrıdır. Yani söz konusu olan aslında, ismiyle de cismiyle de “nesnel gerçek”tir. Bize ilişkin, öznel veya sanal bir kavramdan değil; bizim bilgimizden, inancımızdan, irademizden bağımsız bir nesnel gerçek olan bir varlıktan söz ediyoruz. Evrenin ilk ve son ve tek ve herşeyi kapsayan gerçeği! İnsanın yarattığı “tanrılardan bir tanrı” değil; ilahlardan bir ilah değil, “el-ilah” olan; veya “a god” değil “the God” olan “Tek Tanrı”dan söz ediyoruz. Makrokozmozdan mikrokozmoza değin tüm enerji seviyelerindeki tüm varlıkları; duyularımızla algıladığımız ve algılamadığımız, görüp bildiğimiz, bilmediğimiz herşeyi yaratan ve “sonsuz” rahmetiyle kuşatan, canlı ve cansız tüm varlıkların enerji kaynağı, ezeli ve ebedi varlık ve yaşam kaynağı olan “Bütün Alemlerin Rabbi”. 
Gözünüze hızla yaklaşmakta olan foton parçacığının da Rabbi, olasılık dalgalarının da; protonun içindeki quarkın da, hücrenin de, kuşun da, insanın da, madendeki kömür tozunun da, gökten inen suyun da, güneşten kopan alevden gaz bulutlarının da, samanyolunun da, tüm kainatın da, big bang öncesindeki enerji birikiminin de, kıyamet sonrasının ve din gününün de Rabbi; bizim makrokozmoz veya mikrokozmoz olarak tanımladıklarımızla sınırlı değil, dört boyutlu uzay zaman ile de sınırlı değil, görüp görmediğiniz herşeyin, her tür enerji formunun Rabbi. Düşünmesi bile ürpertici değil mi? O, canlı cansız tüm yaratıkları yaratmış olandır; Tüm varlığın, varlığını borçlu olduğu tek “var eden”dir; Ama o kadarla kalmaz Yaradan, kulunu yaratıp, var edip bırakmaz; çayıra salıp kendi haline terketmez, çayırda da onunla birliktedir, besler, korur, gözetir; yaşamını sürekli destekler; Rahman’dır; evrendeki tüm varlığın, tüm alemlerin, enerji kaynağıdır; Sadece “var eden” de değil, yarattıktan sonra da, sürekli olarak canlı ve cansız yaşamı enerjisiyle destekleyen, “rahmeti her şeyi kuşatan”dır; Rahim’dir; merhametlidir, alemleri “sevgiyle” yaratır, sevgiyle gözetir, varlığı, yaşamı sevgiyle destekler. 
Gözünüzün önüne getirebilmek kolay mı? Tüm evreni kapsayan ve kucaklayan bir enerji düşünün, ama günlük yaşamda bildiğimiz ve kullandığımız türden cansız, edilgen türden bir enerji değil, aksine canlı bir enerji, Y.Nuri Hoca’nın deyişiyle “sürekli bir iş ve oluşta; bir iradesi olan ve bir amacı olan evrensel enerji; kuralları olan, etik yasaları olan, ahlakı olan, herşeyi kucaklayan bilgisi olan, ilmi olan -yani dini olan- bir muazzam enerji; ve düşünün ki yaklaşık 15 milyar yıl önce evrenimizdeki herşeyi “alaka” ile, yani sevgi ile merhamet ile yaratıyor ve yaratış süreci asla son bulmaksızın ve kesintiye uğramaksızın halen sürüyor, bir kez değil, her gün de değil her an yeniden ve yeniden yaratıyor. Gözünüzün önüne getirebilmek kolay mı? 
Yaklaşık 15 Milyar yıl önce Big-Bang ile içinde bulunduğumuz (3 uzay boyutu ve 1 zaman boyutu ile) 4-boyutlu evrenimiz, “yaratılışı başlatan ve iade eden (yineleyen)” Allah’ın “Ol” emriyle yaratıldı ve ve hen an yeni yaratılışlarla, bir başka deyişle yeni oluşumlar ile doğal süreç devam ediyor. Big-Bang öncesinde ne vardı? Peki 15 milyar yıl önceki patlamanın ardından gelen ve halen devam etmekte olan bu süreç, evrenin sürekli genişlemesi süreci nereye kadar sürecek? Bu genişlemenin ardından aynı şekilde bir büzülme süreci de olacak mı? 
O da 15 milyar yılı aşkın bir zamanı mı kapsayacak, yoksa o da bir anda mı olacak…. gibi sorular, insanoğlunun merakla yüklenmiş aklına takılabilir. Gerçek şu ki, küçücük aklımızla, varlığımızın sınırlı kapasitesi dolayısıyla, Allah’ın muazzam işlerine aklımız pek ermiyor, değil mi? Yoksa, öyle fazla uçmadan, hani kelebek misali ortalama 70 yıl süren ömrümüzde, daha ziyade bizi ilgilendiren sorunsal ile mi ilgilensek? Evet, bence de. Usta ne demiş: insanlık önüne çözebilecekleri sorunları koyar ! Ama diğer yandan da, Yaradanını tanımayan insanın, evreni de, doğayı da, kendini de tanıyamayacağını, derya içinde olup da deryadan bihaber bir balıktan farklı olamayacağını da unutmamalıyız. Hiç olmazsa kendimize saygının gereği olarak, gücümüz kapasitemiz yettiğince, Yaratıcımızı tanımaya gayret etmeliyiz.

ŞEYTANI TANI "O SENİN APAÇIK DÜŞMANINDIR"







ŞEYTANI TANI "O SENİN APAÇIK DÜŞMANINDIR"

 Varlık üzerinde diyalektik yasalar egemen, deney ve gözlemlerden bunu biliyoruz, ancak evrende bir de tevhid (birlik) yasası var. Herşeyi yaratan iradenin, gücün, enerjinin, “Bir” olduğu gerçeği. Tanrı iyidir, iyi işler yapar ve bizi de her zaman iyiliğe sevkeder. Buna karşın şeytan kötüdür, kötü işler yapar ve insanları kötülüğe sevkeder. İyi de, Tevhid bunun neresinde? Bu sorunun yanıtı, “zıtların birliğinde” olabilir mi? Tanrı, varlığın oluşumuna gene varlığı vesile eder. Bizim dar görüş açımızdan görebildiğimiz kadarıyla evrenin 15 milyar yıllık tarihi buna tanıklık eder. Doğadaki temel parçacıkları ve temel kuvvetleri, devasa galaksilerin oluşumuna vesile kılmadı mı? Gezegenimizdeki doğal yaşama, güneşi ve dünyayı vesile kılmadı mı? Canlı varlıkların, tek hücreli yaşam ile başlayan evrimini, insanı yaratmaya vesile kılmadı mı? Milyonlarca örnek düşünebilirsiniz. Yarattığı varlıkların, “Sünnetullah” dediğimiz, “doğanın varlık ve hareket yasaları” içindeki serüvenleri, daha gelişmiş yaşam formlarına beşik olmadı mı? Yaptığı hiç bir şey boşuna, oyun olsun diye değil, yarattığı hiçbir varlığı boşuna yaratmamış. İnsanı da özel bir amaçla yarattığını ve özel görevler belirlediğini Kuran’da açıkça bildiriyor. İnsanın gelişimi için bir de sınav sistemi belirlemiş. Sınırları çizilmiş bir yaşam ortamı içinde, iyiyi ve kötüyü seçme özgürlüğü vermiş. Sınavın sonucuna göre ödül ve ceza da belirlenmiş. Hem yaratıyor hem de sınıyor ve cezalandırıyor! Tanrı bizimle oyun mu oynuyor? Hayır, hiçbir şeyi oyun olsun diye yaratmadığını Kuran’da söylüyor. Peki, bunu neden yapıyor? Çünkü, yaşamın içerdiği eğitim ve sınav süreci aslında oluşumun ve yaratımın, yani kesintisiz oluşum sürecinin, yani sürekli yaratmakta olan Tanrı’nın, varlığın oluşumuna gene varlığı vesile ettiği yaratma eyleminin ta kendisi ! İsteseydi bizi iradesiz bir varlık olarak yaratabilecekken, iyi veya kötüyü seçme iradesi vermiş. Gerçi bizi iyiye teşvik ediyor ama bunu, iyiye programlanmış bir robot misali zorunluluk sonucu değil, bilinçli ve gönüllü olarak seçmemizi istiyor. Allah’ın istediği gibi bir kul olmak bunu gerektiriyor. Ancak böyle, O’nun istediği gibi bir gelişme yoluna girebiliriz; ve ancak böyle O’nun tasarladığı gibi, daha gelişmiş bir varlık ve yaşam formunun yaratılması sürecine hizmet edebiliriz. Allah’ın yasası böyle işliyor. Varlığı, varlığa vesile kılıyor. Bize düşen öncelikle bu gerçeği anlamak, kendi irademizle, gönüllü ve bilinçli olarak Yaradanın belirlediği görevi yerine getirmek; doğamıza, varlığımıza uygun davranmak, varlığımızın gereğini yapmak. İslam dini de zaten Allah’ın yasalarına ve iradesine teslim olmaktan ibaret değil mi? Allah bizi iyiye sevk ediyor. Ancak dünya yaşamındaki eğitim ve sınav sürecinde, diyalektik varlık yasaları ve zıtlık ilkesi gereği, “iyi”nin antitezi ve zıddı olarak “kötü” ve Tanrı’nın adeta antitezi olarak bir olumsuz kutup, “kötü”yü temsil eden bir karakter gerekli. Tasarım böyle. Kuran’da birçok ayeti kapsayan mecazi kıssalarla bu konu açıklanıyor. Tanrı’ya isyan eden ve ilelebet kaydıyla, insanı dosdoğru yolundan saptırma görevi verilmiş bu karakterin neredeyse tüm dinlerde ve bildik dillerdeki ortak adı, şeytan. Kuran’da mecazi ifadelerle, ömür süremiz içindeki sınavımız şeytan, ödülümüz bahçe, cezamız da ateş olarak belirlenmiş. Öyle anlaşılıyor ki, şeytan denilen bu karakter aslında insan doğasının bir özelliği, ya da insanın yaratılışının bir unsuru olarak beliriyor. Güncel kültürümüzde olsun, tarihte ve diğer kültürlerde olsun, şeytanın ne olduğu konusunun araştırılması, hem kendimizi hem de bu “apaçık düşman”ımızı tanımamız açısından son derece önemlidir. Y.Nuri Hoca, tevhidi layıkıyla tanımak için mutlaka şirki iyi tanımak gerektiğini belirtiyor. Aynı şekilde, kendimizi, yaşamı ve sınavı tanımak, Tanrı’nın bizden ne istediğini doğru anlamak için de, şeytanı tanımak çok önemlidir. Ayetlerde ifade edildiği şekliyle şeytanın görevi, “kıyamete kadar Allah’ın dosdoğru yolunun üzerinde durup insanları saptırmak” olarak tanımlanmış. Peki bunu her zaman başarabilir mi? Gücü kimlere yeter? Yanıtı Kuran’da veriliyor: müminler hariç -yani “sadece” Allah’a iman etmiş olanlar hariç- herkese! Yani, evrenin ve insanın yaratılış kodlarının kaçınılmaz bir gerçeği olarak, müminler dışında herkes şeytanın etkisine girecek ve sapacak; görülüyor ki bundan kurtuluş yok ve gerçekten de durum vahim. Hele, cennetin biletini cebinde sanan o kula kulluk dininin müritlerinin hiç şansı yok. Kuran’daki net ifadelerin açıkça gösterdiği kadarıyla, cümbür cemaat topluca gitmekte oldukları adres belli. Peki insanın durumu o kadar umutsuz mu? Hiç umutsuz olur mu; aslında kurtuluşun yolu ve formülü Kuran’da net olarak verilmiş; Aklını kullan ve Allah’ın dosdoğru yoluna gir, kurtulursun. Yaşadığın sürece, her zaman için yanlıştan dönmek ve dosdoğru yola girmek seçeneği elinde; yani umut var. Peki dosdoğru yol nedir? Yine aynı kaynağa başvuruyoruz ve Kuran’daki net mesaj çerçevesinde görüyoruz ki, dosdoğru yol, akıl ve ilim yolundan başka bir şey değil. İnsan-şeytan ilişkisindeki sınavın ve tüm sınav sorularının kopyası da, şifresi de işte bu kadar basit ve öz. Şimdi, kültürel tarih içinde kısa bir gezintiye çıkalım ve şeytanın “ayak izleri”ni sürelim. Güncel kültürümüzde, şeytan ile son derece içli dışlıyız; kötü olarak nitelediğimiz, başa çıkamadığımız, gücümüzün yetmediği, aklımızın çözemediği neredeyse her konuyu şeytana atfederiz. Kolay kandırılamayan ama kendisini kandırmak isteyenleri faka bastıran, akıllı, uyanık ve kurnaz birisi için, “şeytana pabucu ters giydirir” ifadesi yaygın olarak kullanılır. Bilmediğimiz şeylere ilişkin olarak örneğin, “Allah bilir” deriz. Anlamadığımız konuları, eğer olumlu iseler Allah’a, yok eğer olumsuzluk içeriyorlarsa da şeytana mal ederiz, örneğin “bu işin içinde bir şeytanlık var” gibi; şeytanı, adeta Allah’ın düşmanı, olumsuz karşıtı gibi düşünürüz. Şeytanın gerçekte ne olduğu başka, bizim onu nasıl kabul ettiğimiz konusu ise başka şeydir. Şeytan deyince aklınıza ne gelir, diye sorulduğunda vereceğiniz yanıt, aslında güncel kültürümüz çerçevesinde şeytanı nasıl tanıdığımızı tanımlar. İçimize yönelen bakış ile sezdiklerimiz kadar, içinde yaşadığımız kültürün etkisiyle benimsediklerimiz de bunda rol oynar. Şeytanı hiç görmesek bile var olduğunu, derdi günü bizi kandırmak, işi gücü bizi kötülüğe sevketmek olduğunu kabul ederiz. Yobaz çevrelerce şeytan, bazan kadın ile bazan da akıl ve ilim ilişkilendirilir; aslında bu tam da onlara göre, yani şeytanın yapabileceği türden bir yakıştırmadır! İnsanın yaratılışına ilişkin ilahi bir rahmet olan akılın, şeytan ile ilişkilendirmesi kabul edilir gibi değil. Allah’a isyan eden bir varlığın akıllı olduğunu düşünmek bile abes; o nedenle akıllı sıfatı yerine, kendi akıllı sanan manasında, kurnaz sıfatını kullanmak şeytana daha iyi oturuyor. Yobazların şeytanı kadın ile ilişkilendirmeleri, öncekinden daha da beter bir başka yakıştırmadır; böylece kendi ailelerindeki kadınları bile nasıl nitelediklerini ortaya koyuyorlar, içlerindeki “cevheri” dışa vuruyorlar. Gene de bu tezin, mitolojideki ilginç ve anlamlı kökenlerine bir göz atmakta yarar var. Baküs çok önemli bir Anadolu karakteridir. Baküs Anadolu kültürünün deyim yerindeyse “endemik” varlıklarından bir tanesidir. Üzüm ve şarap nasıl öz be öz Anadolu’lu ise “şarap tanrısı olarak bilinen Baküs de, öz be öz Anadolu’lu bir tanrıdır. Helenler, İyon göçleri sonrasında Baküs ile tanıştılar, ancak özgün niteliklerini büyük ölçüde değişime uğratarak ve adını da Diyonisos olarak değiştirerek kendilerine mal ettiler. Bu arada, pek çok Anadolu’lu kültürel unsuru sahiplendikleri gibi, günümüzde efelerin zeybek oyunu olarak bilinen bağbozumu dansını da sahiplendiler. Anadolu’da şarabın ve -çakırkeyf olunca açığa çıkan- duyguların tanrısı olan Baküs, Helenlerin elinde, tiyatronun da tanrısı olan Diyonisos’a dönüşünce, adeta yarı-deli, çatlak bir tanrı olup çıktı. Anadolu’lu Baküs aynı zamanda kadınların da Tanrısıydı, bu da muhtemelen kadınların daha duygusal bir yapıda olmalarıyla ilişkiliydi. Baküs’ün ayrıca bazı arkadaşları vardı, biri Satir’di, uzunca kulaklarıyla bilinirdi. Geri ve barbar Helen sömürgecilerin üstün Frig medeniyeti karşısındaki komplekslerini dışa vuran” Midas’ın eşek kulakları” öyküsünün oluşumunda, Satir karakteri ne kadar ilham kaynağı oldu bilinmez, ama mitolojide böylesi öykünmeler, geçişler hiç de az değildir. Bir de Pan vardı, daha ufak tefek, yarı keçi yarı insan, bu nedenle de keçi sakalları ve boynuzları olan Pan, biraz ürkütücü bir karakterdi. Kadınlar ormanda Pan ile karşılaşınca ürküp kaçışırlardı ve günümüzde yaygın olarak kullanılan “panik” terimi de buradan kaynaklanır. Diyonisos ne kadar duygu ağırlıklı bir Tanrı ise, güneş Tanrısı Apollon da o kadar akıl ve mantık ağırlıklı bir Tanrı idi. Pagan panteonlarda hangi tanrının ne kadar rağbet gördüğü, iklim, ekonomi gibi birtakım doğal ve toplumsal parametrelerle yakından ilişkilidir. Anadolu’da olsun, tarımın ana geçim kaynağı olduğu diğer bazı coğrafyalarda olsun, tarımla en çok bağlantılı tanrı olan Fırtına Tanrısı ve onun kutsal hayvanı “sığır” kültü yaygın ve egemen olduğu halde, Ortadoğunun çöllerindeki baş tanrı, tahmin edileceği gibi Güneş Tanrısıydı. Her sabah doğan her akşam batan güneşin tanrısı da akıl ve mantık ölçülerinden sapmaz, işlerinde sürpriz pek olmazdı. Acaba o yüzden midir nedendir, iklim ve ekonomi üzerinde yağmurun değil de güneşin egemenliğinin tartışılmaz olduğu bazı Ortadoğu ülkelerinde filizlenen dinsel geleneğin Tanrı’sı, aklı öne alan, aklı temsil eden Güneş Tanrısının özelliklerini barındıran bir tanrı olurken, ona karşıt konumda, yani Tanrı’nın iyi işlerinin karşısında duran kötü işlerin sorumlusu olan şeytanda ise, duyguların tanrısı olan Diyonisos’un özelliklerinden bazı motifler görmek şaşırtıcı olmuyor. Şeytanın betimlendiği antik dönem sanat eserlerinde şeytanın, mitolojideki Pan’ı andırır tarzda, genellikle boynuzlu, keçi sakallı, kuyruklu kara kuru korkunç bir yaratık olarak canlandırıldığını dikkate alalım; bir de çatallı mızrağı, gene mitolojideki Poseidon’un çatallı yabasından ödünç alıp almadığı sorusunu da sanat tarihçilerine ve antropologlara bırakalım. Yakınlardan bir örnek olarak, mozaikleriyle ve freskleriyle ünlü Kariye müzesinde boynuzlu ve keçi sakallı bir figür sayesinde, Ortodoks mitolojisi çerçevesinde şeytanın nasıl betimlendiğini görebilirsiniz. Bin yıllar sonra, ta Anadolu Selçuklu döneminde bile, “Bakalar…” adında bir kadın dayanışma örgütünün isminde Baküs kültünün izlerine rastlanması, Baküs’ün Anadolu için ve Anadolu’lu kadınlar için tarih boyunca ne kadar güçlü bir kültürel unsur olduğunu göstermiyor mu ? Mitolojiden bu kadar iz sürmekle yetinerek, konuya biraz daha bilimsel bir noktadan girelim. Şeytan deyince bizim ne anladığımız başka bir şeydir, şeytanın gerçekte ne olup ne olmadığı ise başka bir şeydir demiştik. Şeytanın ne olup ne olmadığı, hatta insanın bilgisinden iradesinden bağımsız bir nesnel gerçek olarak, ontolojik bir varlık olarak gerçekte var olup olmadığı da sorgulanmalı ve incelenmelidir. Bunun yanıtı, söylenceler ve mitolojik öyküler ile yetinmeden, bilimsel çalışmalar ile doğada, özellikle insanın doğasında, insanın varlığında aranmalıdır. Kuran metninde şeytan konusunda anlatılan kıssalarda da çok önemli ipuçları olduğu unutulmamalıdır. Gerçeğin sahibinden indirilen bilgi paketi olarak Kuran, bizatihi ilim olarak 1400 yıldan bu yana dünya insanlığının yararlanmasına sunulmuştur; buna teşekkür etmenin yolu, Allah’ın sözü olduğuna kuşku olmayan Kuran’ın kıssalarını mitolojik öykülerle karıştırmadan, nimete nankörlük etmeden anlamaya çalışmak, bilimsel çalışmalarda olduğu gibi bu kıssalarda da gerçeğin izini sürmektir. Kuran’da şeytan hakkında geçen ayetlerden çıkardığımız sonuca göre: Allah şeytana belirli bir görevi yerine getirmesi için kıyamete kadar süre verdi; yani insan var oldukça şeytan da var olacak ve herşeyin sonunun geldiği ana kadar bu görevine devam edecek. Kıyamet’in ne olduğunu, bir başka konu olarak şimdilik kenara bırakırsak, buradan şeytanın ya insanın varlığına paralel ama adeta ikizi gibi insanı sürekli izleyen, yanıbaşından ayrılmayan bir ontolojik varlık olduğu, ya da insanın varlığının doğal bir parçası veya bir özelliği olduğu sonucuna varabiliriz. Şeytan nefsin, egonun arkadaşıdır. Egoya sürekli fısıldayarak insanı Allah’ın dosdoğru yolundan alıkoyar. Sanki, insanın içinde dinmeyen bir ses habire insanın tek ve en yakın dostu olduğunu ona bildirip durur, ama insanın sadece kendi varlığını ve ihtiyaçlarını düşünmesini telkin ederken, aslında ona en büyük düşmanlığı ve kötülükleri yapar. Koskoca evrenin içinde sadece bir zerre olan, ve ancak bütünün parçası olarak sağlıklı ve mutlu bir yaşam sürdürebilecek olan insan, şeytanın telkinleriyle kendisini bütünden kopartır ve umutsuzca ve her şeye inat tek başına var olma savaşına girişir. Bir parçası oduğu koskoca evrende, tüm varlığa karşı kendi bağımsızlık bayrağını açar. Böylece insanın, doğası ve çevresi ile aradaki maddi ve manevi bağlantıları kopartarak, yaratılıştan gelen özelliklerine, doğal yapısına, Allah’ın sunduğu yaşam ortamına kendi kendisini yabancılaştırır. Kendi tercihleri ve eylemleriyle, onu insan olarak var eden varoluş ortamıyla barışık, sağlıklı ve mutlu bir şekilde yaşamını sürdürebilmesine olanak sağlayan en temel unsurlarla bile uyuşmaz ve uzlaşmaz bir konuma sürükler. Evren ile uyumlu birliktelik ilkesini terk eder, kendi iradesini evrene dayatma gibi olumsuz bir konuma iter. Sanki insanın içinde ona “düşman bir merkez” vardır ve buradan sürekli olarak, insanın sağlığına, doğasına, yaratılıştan gelen özelliklerine, Allah’ın sunduğu yaşam ortamına aykırı, içinde yaşadığı toplumun düzenini bozmaya teşvik eden fikirler fısıldanır durur. Ontolojik konulara gelip, biraz fikir yürütürsek; Kuran’daki ifadeler ışığında, Allah insanı topraktan veya çamurdan, şeytanı ise ateşten, dumansız ateşten yarattı. Buna göre, şeytan bizim gibi organik bir canlı olmayıp, yaşam enerjisini topraktan elde edilen besinlerle değil, başka yollarla sağlayan, enerji bedene sahip bir varlık olabilir mi? Ya da varlığı, insanın fiziksel bedenini kuşatan aura’ya veya enerji bedene eklemlenmiş, enerji bedenden beslenerek yaşamını sürdüren bir tür varlık olabilir mi? Ya da, inleri cinleri çağrıştıracak böylesi olasılıklara prim vermeyen, daha rasyonel ve yaygın bir yoruma göre, dumansız ateş terimi ile kastedilen acaba elektrik olabilir mi? Dolayısıyla, dumansız ateşten yaratılan şeytan, acaba sinir sistemine bağlı organlarımız ve sinir lifleri boyunca akan elektrik akımı olarak düşünülebilir mi? Bu organların en önemlisi olan beyin, akıl ile ilişkili olduğuna göre, “şeytanı” temsil eden olumsuz merkez hangisidir? Tanrının yasalarını hiçe sayan, “ego merkezli” elektrik sinyalleri hangi organdan kaynaklanıyor ve yayılıyor? Beynin ücra bir köşesinden mi, yoksa omurilik veya omurilik soğanı gibi sistemi oluşturan diğer organlardan birinden mi? Bu bağlamda, doğru yolu bulmak, iyiyi seçmek diye tanımladığımız işler, aklını kullanarak “egocu” olumsuz sinyalleri bastırmak, etkisiz kılmaktan mı ibaret? Bu kadar basit mi? Ya da, “fazla rasyonel” diyerek bu olasılığı da dışlarsak, dünyevi bedenimize eşlik eden, ve bazılarınca “doğa ötesi” olarak nitelenen, üst boyutlarla ilintili, başka tür bir enerji beden mi söz konusu? Bu sayılanlardan hangisinin gerçeği temsil ettiğine dair dilediğimizce geyik yapabiliriz; ancak gerçeği ortaya çıkaracak olan ancak ve ancak bilimsel çalışmalardır. Hiç bir bilimsel donanıma sahip olmayan birisinin, mecaz ağırlıklı kıssalardan gerçeğin bilgisine ulaşması elbette pek olası değildir. Unutmamamız gereken şudur: İçimizde bir ses, “ben” diye ortaya çıkıyor ancak hem “bana” hem de bir parçası olduğum “evrene”, aynı anda, düşmanca tuzaklar kuruyor. İnsan, ya bu sese karşı duracak, aklını kullanarak “Evren” ile bağlantısını asla yitirmeyecek, ya da “üzerine pislik yağacak”. Şeytanı tanımamak, insanın apaçık düşmanını tanımamaktır; yaşamın ve sınavın farkında olmamaktır. Şeytana ilişkin mitolojideki, kültürümüzdeki verileri, hatta doğamıza ilişkin bilgileri, konuyla ilgili Kuran’da yer alan mecazi ayetler ışığında yeniden değerlendirmek, yaşamı ve sınavı daha iyi tanımamıza değerli katkılar sunacaktır.

ÖZGÜR İNSAN






ÖZGÜR İNSAN

Akıl ve Özgürlük 
 Dini, felsefeyi, bilimi, siyaseti, demokrasiyi, insan haklarını, medeniyeti vs. batıdan öğrenmeye pek hevesli olmamızın kökeninde, sizce hangi etmenler rol oynamaktadır? Örneğin, gördüğümüz her yabancıya ülkemiz hakkında ne düşündüğünü sormak, nasıl bir bakış açısının ürünüdür? Türkiye hakkındaki, yabancı basında yer alan neredeyse her makaleyi yerel basında manşet yapmak, nasıl bir ezikliğin, güvensizliğin veya korkunun ürünüdür? 
 Cumhuriyetimizi kurarken kovaladığımız adamları, 15-20 yıl sonra eski mandacı hastalıklar depreşince tekrar çağırıp, eğitimimizi, ekonomimizi, milli güvenliğimizi, siyaset sistemimizi vs. onların fikrine göre yapılandırmamızın sonuçları ortada. Osmanlıdan miras kalan, bu hastalığımızı tek bir etmene bağlamak kuşkusuz gerçekçi olmaz; bir dizi toplumsal, tarihsel, kültürel, sosyolojik, psikolojik hatta ekonomik, politik, askeri nedenler sıralanabilir. Ama işin özüne, temeline inmeye çalıştığımızda görürüz ki, bizi insan yapan temel niteliğimiz ve en büyük nimet olan aklımıza nankörlük yatar. Hurafe dininden kaynaklanan bu nankörlüğün doğal sonucu da, kula kulluktur! 
Cumhuriyet, yedi düveli üzerimize salan küresel firavuna karşı bağımsızlık ve özgürlük getirmekle kalmamış, aynı zamanda eğitim başta olmak üzere bir dizi toplumsal dönüşüm sayesinde başkasının değil kendi aklına değer veren ve özgürce aklını kullanan, sorgulayan ve düşünen bireyler yaratma yolunda adımlar atmış, içinde köy enstitülerinin de olduğu tarihi önemde bir eğitim atılımı gerçekleştirmiştir. Küresel firavun, hiç bunu ister mi? 
 Egemenler, tarihin başından beri, düşünmeyen, aklını kullanmayan bireyler ister. Robotlar gibi veya itler gibi, itiraz etmeden, zulme isyanı aklına bile getirmeyen, her emre “itaat” eden köleler ister. Firavunların bu konudaki en etkili aygıtı da dindir. Kula kulluk dininin en temel özelliği, akıl düşmanlığıdır. Allah eğer Ali’nin, kendi aklına değil de Veli’nin aklına uymasını istemiş olsaydı, Ali’yi insan olarak değil de başka bir varlık olarak, örneğin Veli’nin köpeği olarak yaratamaz mıydı? Veli ona “otur” derse oturur “koş” derse koşardı. Oysa Allah madem ki Ali’yi de Veli’yi de insan olarak yaratmış, her ikisine de akıl gibi insana özgü yetiler sunmuş, demek ki her ikisinin de kendi aklını kullanan varlıklar olmasını istemiş olmalı. 
Eğer Ali aklını kullanmaz da Veli’nin aklına uymayı, yani Veli’ye kul olmayı tercih ederse, Allah’ın onu insan olarak yaratma amaç ve niyetine karşı nankörlük sergilemiş olmaz mı? Kula kulluk dinlerinin yaptığı işte böyle bir zulümdür. İnsanlara düşünmemelerini, dayatılan tabuları sorgulamamalarını, sadece inanmalarını, kendi akıllarını kullanmayıp başkalarının aklına uymalarını, yani başkalarının iradesine tabi olup, onlara kul olmalarını öneren, yani insanı insanlıktan çıkaran, adeta köpekleştiren bir zulümdür. Kuran’da geçtiği şekliyle, “Aklını kullanmayanların üzerine pislik yağar”. Ancak pislik bile onu akıllandırmaya yetmemişse, insanlıktan çıkmak da dahil, örneğin maymunlara veya domuzlara dönüşmek veya yukarıdaki örnekteki gibi köpekleşmek de dahil, herşeyi hak eder. 
 Özü kula kulluk olan “beşeri” din kurumunun insana ve insanlığa en büyük kötülüğü olan akıl düşmanlığının izini sürmek için biraz eskiye gidelim. Tarih deyince, ilk akla gelen yazının bulunuşudur ve yazıyı bulan Sümerlerdir. Bazı araştırmacılar “Tanrı Sümerle başlar” gibi iddialı ifadeler kullansa da biliyoruz ki, din ve inanç aslında insan doğasının bir özelliğidir. Ancak “kula kulluk dini”nin başlangıcı gerçekten de, tarihin ilk dönemlerine dayanır. Tarih denince ilk akla gelen “yazı”dır; ve tarihteki ilk yazı türü, ideogram veya hiyeroglif olarak bilinen resim-yazı olup, daha sonraları basitleştirilerek zamanla çivi yazısı, hece alfabeleri ve nihayet günümüz alfabeleri geliştirildi. 
 Tarihsel metinlere başvurup binlerce yıl eskiye gitmeye gerek yok, çünkü halen günümüzde kullanılan bir resim yazı mevcut: Çin’de ve Japonya’da kullanılan meşhur Çin alfabesi. Görünce “bu ne yahu!” diyeceğiniz, insanın başını döndüren kargacık burgacık karmaşık yazıları okumak, aslında o kadar da zor değildir. “Radikal” denilen, çoğu stilize edilmiş yüz küsür temel resmi bilirseniz, Çin alfabesini çözersiniz. Çünkü tüm harfler aslında, radikallerden oluşan “bileşik” resimlerdir. 
Tıpkı kimya dersindeki periyodik tablodaki elementlerin atomlarının biraraya gelip, bileşikler halinde molekülleri oluşturması misali, radikallerin de aynen böyle bileşikler halinde harfleri oluşturduğunu düşünebilirsiniz. Örneğin, kadın ve dalga radikallerinden oluşan harfin anlamı, “cildi dalgalı -ya da buruşuk- kadın” yani “yaşlı kadın” olur. Her harf, bu örnekte olduğu gibi, içerdiği radikallerin anlamlarının bir tür bileşkesidir. Tapınmayı belirten harf ise, ilginçtir ki, insan ve köpek radikallerinin bileşimidir. Bu yabana atılacak bir rastlantı değildir. Kültüre ve folklore ilişkin, tarihin ilk dönemlerindeki insanların tapınmaya nasıl bir anlam yüklediklerine ilişkin çok önemli bir veridir. İnsan ve yanında köpek! Bunu nasıl okumalı, nasıl yorumlamalı? Köpek açısından bakıldığında, insan efendidir, o ne derse köpek yerine getirir, tüm varlığını insanın iradesine tabi kılar, yani onun kuludur, kölesidir, öldür dese gider öldürür, öl dese ölür. İnsanın önünde köpeğin yere yüzükoyun yatışını göz önüne getirin: bir efendinin önünde secdeye kapanan, köleliğini dışavuran birini andırır. 
Tarihsel dönemde, insanlar genellikle hükümdarların ve güçlü birilerinin önünde, veya tapınaklardaki tanrı putlarının önünde secdeye kapanarak, onların emrinde ve hizmetinde olduklarını, onların iradelerine tabi olduklarını, beden diliyle ifade ederlerdi. Secde etmenin anlamı budur. Tevhid dini İslam bunu yasakladı ve tüm ibadetleri Allah’a özgüledi; sadece Allah’a secde edilebilir, başkasına değil! İnsanın varlığını ve iradesini, kendisini var eden, Alemlerin Rabbi olan evrensel iradeye tabi kılmasında yadırganacak hiç bir şey yoktur. O’na kulluk etmesi, O’nun huzurunda secde etmesi, insanın doğasına, varlığına asla aykırı bir şey olmayıp, hatta bir gerekliliktir. Alemlerin Rabbi’ne kulluk demek, bir diğer deyişle yaratılıştan gelen doğasına uygun bir yaşam sürmesi demektir. Ancak burada yadırganacak olan, aslında kendisi de yaratılmış olan bir başka varlığa secde etmesidir; yani kula kulluk etmesidir. 
Kula kulluk demek, insan olarak sahip olduğu doğasına, fıtratına aykırı davranması demektir. Örneğin, özgür ve onurlu bir varlık olan insanın bir başka varlık önünde, resim yazıda olduğu gibi kendisini “köpek”leştirmesidir. Veya, insanlık onurunun yerine kibirini koyarak egosunu ilah edinmesi ve böylece, varlığını ve iradesini başkasının önünde olmasa da, kendi egosunun önünde köpekleştirmesi de kula kulluk konusunda verebileceğimiz bir başka örnektir. Bu bağlamda, “özgür insan kimseye kulluk etmez, asla secde etmez” yaklaşımı ilk bakışta son derece soylu, övgüye değer bir duruş olarak görünür. 
Hele ki, binlerce yıldır tepeden tırnağa kula kulluk kültürüne bulanmış Ortadoğu topraklarında, kula kulluk etmek, kula secde etmek gibi olağan, sıradan, kimsenin pek de yadırgamadığı bir rezilliğe karşı durmak, onurlu insana yakışır ve övgüye değer bir karakteri, hanif bir duruşu ortaya koymaktadır. Ancak, Yaradana secde farklıdır; insanı yaratan İlahi İradenin amaçlarına, ilke ve değerlerine sadakat beyanıdır; insanı yaratırken, tasarlayıp yapılandırmış olduğu doğasına ve yaşamını yönlendirmesini istediği etik ilkelere, iyilik, doğruluk, adalet, merhamet, sevgi, saygı gibi manevi değerlere, kendisi için belirlenmiş olan yaşam ortamına, yani İlahi iradeye uygun, fıtratına uygun bir yaşam sürdüreceğine dair bir irade beyanıdır. 
Yaradana kulluk konusu, böyle köşeli bir çerçevede tanımlandığı halde, bile bile kula kulluk ile karıştırmak, aynı bağlamda değerlendirmek son derece yanlış ve haksız bir yaklaşım olur. “Ben özgürüm” diye diye gidip kendi egosonu ve kibirini ilahlaştırmak ve egosuna kulluk etmek de kula kulluğun bir türü, yani insanın kendi doğasıyla çatışması ve Yaradana isyanı demektir. Sözde kula kulluk da dahil her türlü kulluğu reddeden bir yaklaşım ile “ben özgür bir insanım, kimseye kul olmam” diyerek Allah’a kulluk konusunu da tersinden anlayan kibir ehli, bu açıdan bakıldığında egosuna, keyfine, takıntılarına kul oldukları halde, durumu bir türlü kabul etmemekte ve çoğu kez bunun farkına dahi varamamaktadırlar. 
 Allah insanın “sadece kendisine” kulluk etmesini isterken, o ise gitti, kula kulluk etti; yani ilah olarak Yaratıcısını “tanımadı”, başkasını ilah edindi. Sadece kendine ve Allah’a güvenmek yerine, inanmadı, güvenmedi, gitti ve sığınacak başka kapılar aradı; başka ilahlara secde etti. Örnek mi; Allah ona vatan verdi, nimetler verdi, ama o değerini bilmedi, “mevzubahis vatansa gerisi teferruattır” demedi, Yaradana şükredip vatanına sahip çıkmadı, ya ne yaptı? 
Amerikan mandası olmazsa biz adam olmayız, dedi; Amerika olmazsa, Nato olmazsa, güvenliğimizi sağlayamayız, dedi; 70 cente muhtacız, dövizimiz olmazsa, para olmazsa yaşayamayız, dedi; IMF olmazsa borçlarımızı ödeyemeyiz, dedi; AB ve ABD bizi desteklemezse, IMF stand-by yapmaz, dedi; Memleketi kurtamak için parti kurmak lazım, dedi; Parti kurmak için şu kadar para olmadan olmaz, dedi; Parti kurdu ama Amerikanın icazeti olmadan, onayı ve desteği olmadan iktidara gelemeyiz, dedi; 
 Kendi silahlarımızla kendimizi korumak için önce Amerika’dan izin almamız lazım, dedi; Bilmem hangi konuda fikir beyan etmek için bilmem kimden onay almamız gerek, dedi; Hayat memat meselesi dahi olsa, bilmem hangi sorunun çözümü için, insan olarak kendi gücüne, aklına, vicdanına, yüreğine güvenmek yerine, yani sadece Allah’a güvenmek ve bağımsız ve özgür iradesini ortaya koymak yerine kalktı, ilahlık taslayan bir takım güçlere, örneğin paraya, Amerikaya, Nato’ya, IMF’ye, siyaset kurumlarına, cemaat örgütlerine, yani bir biçimde ilahlaştırdığı kullara boyun eğdi; iradesini onlara tabi kıldı, yani kula kulluk etti. Bu nedir? 
Bu Allah’a isyandır, yaratılışta üstün bir varlık olan insanın, kendi yanlış tercihlerinin sonucu olarak, aşağı bir konuma düşmesidir. Görüyoruz ki, “sadece Allah’a kulluk” son tahlilde, insanın iradesini kendisini yaratan Evrensel Enerji’nin iradesine tabi kılması ve böylece kendi varlığına ve doğasına uygun bir yaşam sürmesidir; dolayısıyla insanın yaşamında ürettiği hizmet ve değerlerin, evren, insanlık, doğa, toplum için üretilmesinden, ait olduğu ve bir parçası olduğu bütüne sunulmasından başka bir şey değildir.
 İnsanın gerçek özgürlüğü de işte bu parça-bütün ilişkisinin, olması gerektiği gibi doğru ve sağlıklı bir zeminde yaşanmasından geçer. Allah’ı bırakıp başkalarına tapınmak (putperestlik) ile Allah’ın yanısıra başkalarına tapınmak (şirk) arasında, hem özü hem de sonuçları bakımından hiçbir fark yoktur. Her ikisi de kula kulluk dini olarak tanımlanabilir. Günümüzde her köşe başında rastladığımız o din, hani o, lafta Allah’ı dilden düşürmediği halde gerçekte bir sürü başka başka kul önünde eğilen şirk dini, yani “Allah’a eş koşma” dini, zaten bu değil midir? Şirki tarif edersek, “Allah’a kulluk bana yetmedi, ben de ne yapayım, Allah’ın yanısıra başka kulları da tanrı edindim”; veya bir başka deyişle “hem gerçek İlaha kulluk ediyor, hem de sahte ilahlara yani kendi ilahlaştırdıklarıma kulluk ediyorum” durumudur.
 Örneğin, paraya, firavuna, güce, bir ideolojiye, egosuna, vs. kulluk etmek gibi sayısız örnekler verilebilir. Hepsinin de ortak özelliği, insanın özgürlüğünü, dolayısıyla onurunu, onu insan yapan başlıca manevi niteliklerini elinden almasıdır. Sonuçta geriye kalan, sadece biyolojik özellikleriyle insana benzeyen, iki ayaklı bir canlıdır. Hayrını gör; tepe tepe kullan! İşte İslam’ın diğer dinler karşısındaki ayıredici niteliği budur: Onurlu bir varlık olarak insanın, varlık ve iradesini sadece Alemlerin Rabbine, O’nun iradesine tabi kılarak, özgür ve mutlu bir yaşam sürebilmesi! Müslümanlık budur; Asla kula kulluk etmemek; Asla bir kulun önünde secde etmemek; Asla bir başkasının önünde eğilmemek; Asla başkasından yardım dilenmemek; İnsan olduğunu unutmamak, onurlu bir varlık olarak özgürlüğünden asla ödün vermemek. 
 “Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir” demek! Kendi aklına güvenen insan, hata yapsa da yaşam mücadelesi içinde Allah’ın yardımıyla illa ki doğruyu bulur. Başkasının aklına uyanların, yani Allah’ın verdiği en büyük nimete nankörlük edenin sonu ise, köleliktir, zillettir. Verdiği nimetlerin değerini bilmeyen nankörlere, aklını kullanmayıp başkasının ipiyle kuyuya inen akılsızlara, Allah yardım eder mi? Allah’ın özgür ve onurlu kulları olarak, aklımızı kullanalım ve Yaratıcımızı iyi tanıyalım ki, yaşamımızı da, dinimizi de, kendimizi de, düşmanımızı da bilelim.

HANGİ DİN UYAN ARTIK UYKUNDAN UYAN



Uyan artık uykundan uyan 
Uyan esirler dünyası 
Zulme karşı hıncımız volkan 
Bu ölüm kalım kavgası 
Enternasyonal 
 Hangi Din, Alemlerin Rabbinden Gelen Gerçek? Bir ev düşünün, daha doğrusu geniş bir konak, birkaç katlı, cennet gibi geniş bahçeli; ana, baba, dede, nene, çocuklar, gelinler, torunlar herkesin, hep birlikte mutlu mesut yaşadıkları bir ev, sanki cennetten bir köşe; sanki cennet vatanımız misali. Evde yaşayan kardeşlerden kimisi iş adamı, kimisi memur, devlet dairesinde çalışıyor, kimisi özel sektörde, kimisi esnaf, kendi işini kurmuş, sanayide bir tamirhane, kiminin matbaası var, biri bilgisayarcı, biri bakkal, diğeri elektrikçi, öteki müzisyen, beriki işsiz, en genci öğrenci, ama hepsi de aynı evde hep birlikte yaşarken, şeytan boş durmuyor ve eve göz koyuyor birileri; sanki cennet vatanımıza birilerinin göz koyması misali. Bir müteahhit evin arsasına talip oluyor; ancak ev halkı evlerini çok seviyor ve teklifi kabul etmiyor, kibarca reddediyor. Müteahhit durur mu; evin paragöz oğlunu ayartıyor o da, bir plan yapıyorlar birlikte ve kimseye çaktırmadan adım adım uyguluyorlar. 
 Önce evin hayırsız oğlunu takıma alıyorlar. Oğlan evde huzur bırakmıyor, kardeşlerini suçluyor, tekme tokat girişiyor kardeşlerine, “hakkımı isterim” diye tepiniyor, evin altını üstüne getiriyor. Ana, baba, kardeşler, toplanıyor, “ne yapalım” diye kafa kafaya verince, paragöz oğlan bu kez evin mütedeyyin hacı oğlunu öne sürüyor. Hacı oğlan hemen “bana bırakın, ben hallederim” diye devreye giriyor; kardeşler de “bunda Allah korkusu var, bize yamuk yapmaz” diyerek evin yönetimi tam yetkiyle ona teslim ediyorlar. “Yıllardır beni dinlemediniz ama sonunda elime düştünüz, artık güç bende, görürsünüz bakalım” diye düşündüğü, onun da müteahhitin işbirlikçisi olduğu, akıllarına bile gelmiyor. İçinde yıllardır biriktirdiği bir haset, bir hesap sakladığını bilmiyorlar. Hacı oğlan, paragöz oğlan ve hayırsız oğlan, üçü bir arada müteahhitin talep ve isteklerini bir bir yerine getirmeye başlıyorlar. 
Konağın müteahhite satışı için anlaşıyorlar ve hain bir planı adım adım uyguluyorlar: giriş katını müteahhite işyeri olarak veriyorlar, bahçede müteahhit için bir de depo yaptırıyorlar; ayrıca borç karşılığında evi müteahhite ipotek ediyor ve paraları da bir güzel yiyorlar; bir kısım parayla evin ihtiyaçlarını karşılayarak ve sanal bir bolluk yaratarak, tüm kardeşlerin birer birer sözleşmeyi imzalamaya ikna etmek için de havuç, sopa her yolu deniyorlar; kiminin gözünü korkutuyor, kiminin açığını yakalayıp tehdit ediyor, kimine pahalı hediyeler alıyorlar; evin birkaç odasını hayırsız oğlanın çetesine kiralıyor ve kimine de çeteyi musallat ediyorlar; böylece “aman ne yapıyorsunuz” diye karşı çıkan kardeşleri de sudan bahanelerle, çetenin yardımıyla birer birer hallediyorlar; kimini evin bir odasına kapatıyorlar; en güçlü ve en uyanık kardeşlerini de hapse attırıyorlar, hem de zalimce; kendileri suç işleyip, suçu da kardeşinin üzerine atıp ihbar ediyorlar; kimini kumara alıştırıp borçlandırıyor, kimini tehdit, kimine rüşvet, kimine vaat, ama ev halkının itirazlarını birer birer bir şekilde bastırıyor ve nihayet herkesi etkisiz hale getiriyorlar. 
 Sonunda tefeci-müteahhitin istediği oluyor, sözleşme tamamlanıyor ve ertesi gün ne ev kalıyor, ne de aile; karşı çıkanların kimi suçsuz yere hapiste, kimi borçlanmış çaresiz, kimi şaşkın, inşaat başlamış ve ev halkı sokakta kalmış, ne yapsınlar? “Bunlar neden başımıza geldi” diye, “Biz bunu hak etmek için ne yaptık” diye dövünsünler, düşünüp dursunlar şimdi. Ama artık çok geç. Ya müteahhitin inşaatında işçi olacaklar ya da bu diyardan gidecekler. Hikayenin sonunda müteahhitin işbirlikçileri olan, paragöz oğlan, hacı oğlan ve hayırsız oğlana ne mi oluyor? Ne olacak; ola ola, paragöz oğlan inşaatın kahyası, hacı oğlan müteahhitin muhasabecisi, hayırsız oğlan da patronun koruması, tetikçisi oluyor. 
İnşaata ortak olacak değiller ya! Öyküdeki ev halkını “millet” evi de “vatan” diye okuyun. Nasıl, hikaye tanıdık geldi mi?  Hikayenin çağrıştırdığı duygu ve düşünceler henüz tazeyken bir de kendi evimize, köyümüze bakalım: Bir süredir köyümüzün üzerine kapkara bir felaket bulutu çökmüş. Bir gulyabani dolaşıyor ortalıkta; kimileri peşine takılmış, kimileri sağa sola kaçışıyor, kimileri sinmiş bir yerlerde saklanıyor… Civarın mafyasıyla, tefecisiyle sarmaş dolaş, bir yanında üçkağıtçı paragöz takımını bir yanında köyün hayırsız evlatlarını toplamış birileri gürlüyor: “milli irade, güç bizde, görürsünüz siz…” İyi de, kim bu dindar görünüp de kendi köyüne kendi halkına düşman olanlar? 
 Dindarlar mı, dinciler mi, “siyasal İslamcı”lar mı? İyi de İslam böyle bir din mi; bunlar da kim? Yoksa başkalarının, dış güçlerin ajanları veya askerleri mi? Bunların dini, Hangi Din? Bu sayfalarda işte bu soruna yanıt ve çözüm aradık; “din” diye diye gelip bizi bizden çalanlar, evimizi çalanlar kimlermiş, amaçları neymiş? Ve onların karşısında ev halkı olarak bizler ne yapmalıyız? İslam’ın kitabını açıp bakıyoruz. “Hak” gibi birtakım ilkelerden söz ediyor. İndirildiği toplumun coğrafyasından ve tarihinden bazı örnekler de veriyor. Yeryüzünde gezip dolaşın ve eskilerin akibetini görün, diyor. Geçmişten, tarihten dersler çıkarın, diyor. Kuran’ın verdiği örnekler bize biraz uzak, ancak kendi coğrafyamızdan ve kendi tarihimizden de nice örnekler var; nice medeniyetlerin kurulduğu kentler, ören yerleri, tarihi yapılardan izler, kalıntılar, bazı izlerin sergilendiği müzeler var. Medeniyetlerin oluşum, gelişim ve çöküş süreçlerini inceleyen nice tarih kitabı var. Bunları incelemek de Kuranın açık emri değil mi? 
 Kendi coğrafyamızdan başlayalım, emri yerine getirmeye. Anadolu’nun geçmişine göz attığımızda bir tarih ve kültür hazinesi görürüz. Bu hazineyi görmezden gelerek günlük yaşam gailesi içinde boğulmak ve bu eşsiz hazineden yararlanmamak, müslümanlara yakışır mı? Bu hazine sandığının içindeki en değerli mücevherlerden bir tanesi de Hitit medeniyetidir. Yurdumuzun çok eski sakinlerinden olan Hititler, Anadolu’ya kuzeyden, Kafkaslar yoluyla geldiler, bin yılı aşkın bir süre hüküm süren büyük bir medeniyet kurdular. Anadolu insanı onlar sayesinde ticaret ile, yazı ile tanıştı, onlarla tarihsel çağlara adım attı. Onlarla demir çağına girdi. Tarihteki ilk uluslararası barış anlaşmasını yapan da onlardı. Ve daha neler neler. 
 Ve Hititler çok dindar insanlardı. Tanrılarından korkar, dini ritüellerinde en küçük ayrıntıya dahi öylesine önem verirlerdi ki, bugünün kuşakları halt etmiş. Ve aradan binlerce yıl geçti, ne adları kaldı, ne de dinleri. Hukuk ve yasalar deyince, gene ilk onları hatırlıyoruz. Hititlerin “Eğer bir adam…” ifadesiyle başlayan yasalarını bir okursanız, ülkemizin üzerine çöken kara bulutu, emin olun çok daha iyi tanıyacaksınız. Hititlerin kökeni neydi? Askeri bakımdan daha güçlü olan ve kuzeyden Anadolu’ya giren Hint-Avrupa ırkından bir kavim, Anadolu’da yerleşik ve daha medeni ve eski bir başka kavmi yenerek egemenlikleri altına aldılar; ancak onlarla kaynaştıkça, yerli kavmin göreceli olarak daha üstün kültürünün ağırlığı ve etkisi altında kalarak, yendikleri kavim tarafından zamanla özümsendiler; tüm bunları arkeolojik verilerden öğreniyoruz. 
Ve sonunda, yenenler ile yenilenler birbirlerine karıştılar, etle tırnak gibi oldular. Hitit uygarlığı böyle oluştu. Bu aslında Anadolu’da sadece bir kez olup bitmiş bir olayın öyküsü değildir, farklı farklı desenlerle, defalarca tekrarlanan bir “yeniden karışım” olgusudur. 
Çünkü Anadolu bir “köprü” ülkedir. Günümüzün “savaş bilimi” uzmanları ve politikacılar, buna “jeopolitik önem” veya “stratejik önem” diyorlar. Sadece Hititler değil; çok sayıda başka başka Anadolu medeniyetleri de böylesi etnokültürel karışımların sonucunda doğmuştur. Haritayı açın ve Akdeniz’i çevreleyen coğrafyaya bir bakın. Üç kıtayı ayıran ama gene de aşılmaz biçimde ayıramadığı için, ister istemez birleştiren Akdeniz. Avrupanın güneyinde, Akdenize doğru kuzey-güney yönünde uzanan üç yarımada görürsünüz. Üç tarafı denizlerle çevrili, kendilerini anakaraya bağlayan bir tarafları ise dağlarla çevrili olan bu üç yarımada, adeta Akdeniz’in koynunda üç korunaklı niş görünümündedir. Bu coğrafi yapının sonucu olarak, tarihin nispeten sakin dönemleri boyunca bir takım özgün medeniyetler, özgün karakteristikleri olan kültürler, bu yarımada nişlerinde serpilip gelişme fırsatı bulmuşlardır. Örneğin, Helen ve Roma uygarlıkları, birtakım yerel kültürel özelliklerin nispeten uzunca bir zamanı kapsayan tarihsel birikim süreci boyunca gelişmesini sürdürerek, bu “niş ülke”lerde, özgün birer medeniyet haline gelmelerinin sonucudur. 
 Bir de bizim yarımadaya bakalım: hani o, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan. Doğu-batı yönünde uzanır, doğuda sıradağlar vardır ama sağından solundan geçit verdiği için pek de niş özelliği yaratmaz. Sadece doğu batı yönünde değil, Ortadoğu platosunun hem Asya’ya hem de Afrika’ya bağlanması nedeniyle kuzey-güney yününde de trafiğe izin verir. Anadolu yarımadası, bu coğrafi özellikleriyle bir “köprü ülke”dir. Tarih de, antropoloji de bunun kanıtlarıyla doludur. Sefere çıkan nice ordular, büyük göçlere kalkışan nice kavimler, nice ticaret kervanları bu köprüyü kullanmışlardır. Tarih boyunca binlerce ve binlerce politik, etnik, kültürel özne ve nesne, bu köprünün üzerinden gelip geçmiştir. Bir kısmı gelip geçmiştir ama bir kısmı da kalmıştır. Bir kısmı köprünün üzerinde savaşa tutuşmuştur. Kimisi öldürmüş kimisi de ölmüştür. 
Ölenler de kalanlar da bizim evlatlarımız ve bizim atalarımız olmuşlardır. Ölmüş olanlar bile içimize karışmışlardır. Bedenleri toprağa karışmıştır, ama silahlarındaki veya giysilerindeki süsler ve desenler Anadolunun motifleri arasına, kültürüne karışmıştır. Ölürken haykırmışlar, nidaları karışmıştır. Anadolu insanıyla kucaklaşmışlar ve genleri karışmıştır. İnançları, korkuları ve ahlaki değerleri karışmıştır. Hani mozaik falan derler ya; mozaik olsaydı, bakar bakmaz her bir parçayı diğerinden ayırdedebilirdiniz, renkleri ve dokuları farklı olurdu. Oysa bugün doğudan, batıdan, kuzeyden, güneyden, dilediğiniz yerinden Anadolu insanlarına bir bakın; tek bir ailenin çocukları arasında görülebilen genetik veya fiziksel farklardan daha büyük bir fark göremezsiniz; etle tırnak gibi olmuşlardır. Mozaik değil ama, nasıl desek, hani belki çorba misali, çorbaya attığınız havuç ile patates pişerken nasıl birbirine karışırsa, renkleri, tadları, dokuları ile ayırdedilemez hale gelirse, Anadolu insanının etnik ve kültürel özellikleri de tarihsel kaynaşma süreci boyunca, öylesine karışmış, kaynaşmış. 
 Böyle bir milleti, böylesine kaynaşmış bir kitleyi ayrıştırmak, yaşamlarını ve yurtlarını bölmek, hiç mümkün mü? Önce “biz”i bizden çalmaları gerek, eşi benzeri görülmemiş ihanetler ve zulümler gerek. Anadolu insanı hiç böyle bir zulme izin verir mi; kendine, kardeşine böyle ihanet eder mi? Anadolu denen bu köprüden gelip geçerken yerleşmeye karar veren veya geçip gitmek yerine bir nedenle gitmeyen, gidemeyen ve bu topraklarda kalan, böylece bu toprakları yurt edinen düzinelerce topluluktan biri, yaklaşık dört bin yıl önce, yukarıda söz edildiği gibi Hitit medeniyetini kurmuştur. “Köprü”yü yurt edinmiş olan –hepsi de “biz” olan- tüm bu Anadolu kavimlerinin sonuncusu ise Türklerdir. “Türk” adı, Türkler Anadoluya ilk girdiklerinde, Orta Asya’dan gelen bir kavmin adıydı. Anadolu’nun o tarihte yerleşik olan sakinleri de, “Türkler geldi” demişlerdi. Malazgirt savaşı ile kapılar açılmıştı ama yüzyıllar boyu göçler sürmüştü. Bu süre zarfında Türkler, başkalarına benzemediler; “zalim işgalci” olmayıp, çökmekte olan Bizans İmparatorluğunun yapısı ve yetersizlikleri nedeniyle oluşan asayiş ve adalet ihtiyacına merhem oldular. Askerlerin de, akıncıların da, gezgin dervişlerin de Anadolu’nun Türk’leşmesine önemli katkıları olmuştur. Derebeylerin zulmünden Türklere sığınan yerli halk, onlar sayesinde İslam ile tanıştı. Bir kısmı İslam’ı seçti, bir kısmı seçmedi. 
Türkler gene de onları ayırmadı, adaleti herkese sağladı. Anadolu’nun o dönem sakinlerinden, eski dinlerine bağlı kalan Hristiyan ahali, İslamı seçen komşuları için “onlar Türk oldu” dediler. Türklerin adil yönetimi altında yüzyıllarca birlikte yaşadılar. Böylece, etnik bir kimlik olarak Anadoluya giren Türkler, bu köprü ülkeye daha önce giren diğer medeniyetlerle aynı kaderi paylaştırlar: karıştılar! Anadolu coğrafyasının bugünkü sahipleri olan Türk milletinin oluşumunun tohumları bin yıl önce böyle atıldı. Etnik ayrımcılık yaparak “ben Orta Asya’dan geldim, bunlar sonradan olma Müslüman” demediler; herkesi bir gördüler, çünkü yetmişiki milleti bir gören kültürleri böyleydi. “Bu müslüman, o Hristiyan” bile demediler, dinsel ayrımcılık da yapmadılar, çünkü dinleri de, kültürleri de bunu emrediyordu. Yönetimleri altındaki herkesi kucaklayan bir anlayışla yönettiler, ayrımcılık yapmaksızın tüm ahaliyi kendilerinden gördüler. Haçlılara karşı elbirliğiyle direndiler ve onları defalarca yendiler. 
Hristiyan cemaatlerin Bizans’a karşı Türklerle birlik olmalarının, destek vermelerinin örnekleri tarih sayfalarında az değildir. Tarihte böyleydi, bugün bile, yakın tarihteki onca ihanete rağmen aynı yaklaşımın sürdüğünü görebiliriz. Günümüzde “Türk” terimi dar etnik anlamıyla kısıtlı değildir; sadece “etnik Türk” anlamına gelmez. Tüm Anadolu mirasını kapsayan ve kucaklayan bir terimdir. 
90 yıllık Cumhuriyetimizin temelinde de, çatısında da, bu kucaklayıcı anlam yüklüdür. Bu yüce anlamı reddedenler, inkar edenler, ya kimliksizleştirilenlerdir ve kimliklerinden gafil olanlardır, ya da bu gafilleri kimliksizleştirme operasyonunda görev alanlardır, yani Türk kimliğine düşman olanlardır. Köprü ülkeye, en son kavim olarak, yaklaşık bin yıl önce asayiş ve adalet ile girmesi ve yönetici olarak kabul görmesi sonucunda Türk unsuru, Anadolu halkının belirleyici unsuru olmuştur. Artık “Türk” demek “Anadolu insanı” demektir. Anadolu topraklarında Türk unsuru bin yıldır defalarca saldırıya uğramış. Haçlıların, Bizansın, Orta Asya’dan gelen Moğolların, Timur’un ve diğerlerinin saldırıları, sabırla, dirençle ve cesaretle atlatılmış. Yüzyıllar önce bizzat kurduğu devleti, evet kendi devleti bile, etnik kökenine, 
Türkmen-Alevi köklerine saldırmış, devlet ile milletin arası açılmış; kendi kurduğu devleti tarafından ötekileştirilmiş. Ondokuzuncu yüzyıldan başlamak üzere, hristiyan cemaatlerin kandırılması ve kendi yurttaşlarına, komşularına düşman edilmesi süreci, savaşlar, kardeş kavgaları, ayrıştırmalar, tersine göçler ile sonuçlanmış; Anadolu halkının kanı dökülmüş, yurdu yağmalanmış, bir kısmı yurtlarını terketmek zorunda kalmış. Kimileri öyle bir ihanetin tuzağına düşmüşler ki, Türk komşularının karşısına çıkacak yüzleri kalmamış. Anadolu insanı, Kurtuluş Savaşı vererek yurdunu kurtarmış, Cumhuriyeti kurmuş, milli birliğini yenilemiş, güçlendirmiş ama saldırılar son bulmamış; emperyalist düşman, içerdeki feodal ve yobaz unsurları örgütlemiş, kışkırtmış, genç cumhuriyeti bir türlü rahat bırakmamış. Bugün de Anadolu’yu ve insanını hedef alan bir haçlı saldırısıyla karşı karşıyayız. 
 Saldırı sadece Türk kimliğine ve Türk varlığına yönelik değildir. Bu saldırının hedefi, Anadolu’ya tarih boyu çeşitli dönemlerde girmiş olan ve tarihsel süreç içinde yerlileşen ve hep birlikte etle tırnak gibi olan tüm etnik unsurların ortak tarihsel kimliği, ortak genetik mirası, ortak kültürel mirası, ortak vatanıdır. Bu nokta çok önemlidir. Yaklaşık son 75 yıldır, küresel firavunun saldırı ve işgal planı adım adım uygulanıyor; kimliksizleştirme, çatıştırma, zayıflatma operasyonlarıyla başlayan, ancak özellikle Sovyetlerin çökmesinin ardından hızlandırılan ve bugünlerde son aşamasına gelmiş olan saldırının amacı ve hedefi, farklı etnik ve dini unsurların aralarına nifak sokup, ayrıştırılıp ülkenin parçalanmasından ibaret değildir. 
 Nihai hedef, Anadolu’nun tümüyle ve dolaysız olarak emperyalist siyonist sistemin denetimine geçmesi, buna direnenlerin de bir etnik temizlik süreci ile bir şekilde bertaraf edilmesidir! Gerçeği açıkça görmeli ve cesaretle dile getirmeliyiz, ki gereğini yapabilelim. Canavara cici diyerek kurtulacağımızı düşünmeyelim. Bizim tek dostumuz Hak ve hakikattir. Nato’ya üyelik ile girdiğimiz çıkmaz yolun sonunda, bir etnik temizlik operasyonu ile kendi yurdumuz olan Anadolu’nun, Nato plan ve projeleri çerçevesinde Nato’nun hizmetkarları tarafından, Türk kimliğinden arındırılması hedefi yatmaktadır. Irak işgal edildiğinde ilk yağmalanan yerleri müzelerdi, tarih ve kültürdü. Yurdumuzda da düşman aynı hedefe kilitlenmiş; kimliksizleştirme politikaları daha şimdiden milletimizin tarihini, hafızasını çalmaya başlamış, Anadolunun beşeri kültürünü yok etmekte; bununla kalmayıp doğal kültürünü, doğal varlıklarını da yok etmekte. Anadolunun endemik bitki örtüsü, binlerce yıldır Anadolu insanını besleyen envai çeşit bitkilerin tohumları birer birer kayıplara karışıyor. 
Sanayi ve madencilik şirketleri kasalarını doldururlarken, soluduğumuz hava, içtiğimiz su kirleniyor, tarım arazilerinden doğal bitki örtüsüne dek toprağımız, akarsularımız, yeraltı sularımız zehirleniyor, toprak ana ölüyor. Küresel firavunun siyonist-haçlı asker ve sivil ordularının saldırısı, hem milletimizi, hem vatanımızı, kültürümüzü, habitatımızı, geleceğimizi hedef alıyor. Uyan artık uykundan uyan; uyan, kula kulluk dünyası! Anadolu’ya ve Türk kimliğine yönelik, daha şimdiden felaket boyutlarına varmış olan, topyekün bir saldırı söz konusudur. Saldırının hedefi biz, ama ne acıklı bir durum ki, bu saldırının faturasını ödeyen, içimizde ve çevremizde adım adım yürütülen bölücü ve yıkıcı operasyonların maddi ve manevi her türlü bedelini üstlenen, canımızla, malımızla destekleyen gene biz. Bu nasıl bir tuzaktır? Önce iğneyi kendimize batıralım ve soralım: Kuzey Irak’taki yapılanmayı kim kurdu? Yıllarca kim korudu, kim destekledi ve ayakta tuttu? Elektriğine varasıya bedelini kim ödedi? Kimsenin tanımadığı dönemlerde bile pasaport veren, güvenliğini sağlayan kimdi? 
 Ve, yıllar önce bölücü örgütü kim kurdu; evet, hangi devletin hangi kurumu tarafından kuruldu? Sınırları değiştirip, dört parçayı kaynaştırıp, küresel firavunun emrine ve hizmetine amade, Akdenize de kıyısı olan bir ülke yaratmak için kimler bunca çabalıyor, bedelini kim ödüyor? Kuzey Irak’ta çekiç güç ile yapılanın bir benzeri şimdi Suriye’de “siyonizmin mücahitleri” ile yapılırken para, silah ve her türlü desteği kimler veriyor? Bu düşmanlar kim? Nerede bunlar? Uzaklarda mı, yakınlarda mı, yoksa içimizde mi? Yaşamakta olduğumuz süreç, bir felaket değil de nedir? Ya, sürecin devamında, başımıza daha ne felaketler gelecek; bir tahminde bulunabilir misiniz? Ve tüm bunların sorumluları kimlerdir? Evet, sorumluları kimlerdir? Böyle giderse çok geçmez; muhtelemen çok acılı bir sürecin ardından, belki de yarım yüzyıl sonra, belki daha yakın bir tarihte biz de Hititler gibi silinip gideceğiz; kültürü başka, dini başka, hatta dili başka, kimliği başka, birileri gelip cennet yurdumuza çöreklenecek ve yaşam bir şekilde devam edecek. Sahip çıkılmayan vatanın batması haktır, Sen sahip çıkmazsan bu vatan elbette batacaktır! Sanki, yazının başındaki öyküde olduğu gibi, bizi yok edip evimizi ele geçirmek isteyen birileri, evimize girmiş, tüm ailemizi hipnotize etmiş; senin adın şu, senin kimliğin bu diyerek, her birimizin kimliğimizi yeniden tanımlıyor, beynimizi yıkıyor; ve hemen ardından, bize kardeşimizi gösteriyor ve “bak, işte bu senin düşmanın, vur onu” diyerek, kardeşleri birbirlerine kırdırıyor. 
 Görmek zorunda olduğumuz gerçek budur: bize düşman birileri, vaktiyle bir hipnoz operasyonuyla bizi bizden çalmış, şimdi de bizi bize kırdırıyor! Bunu kim yapar, nasıl yapar, neden yapar? Hemen tereddütsüz söyleyelim: bu bir düşman operasyonudur! Sakın onu müttefik falan diye görmeyelim, ayan beyan ortada, o “apaçık bir düşman”. Ama mertçe karşımıza geçmiş bir düşman değil bu; bizim dost sandığımız bir düşman. Amacına ulaşmak için çok sinsi, şeytanca bir plan uyguluyor. Sanki, şeytanın ta kendisi! Peki bunu nasıl yapıyor? Hemen tereddütsüz söyleyelim: en etkin silahı olan din ile! “Bizim” sandığımız ama “bizim olmayan” bir din ile! M. Akif’in deyimiyle “din-i mübin”i yıkıp, onun yerine kurulan “başka” bir din ile. “Allah’ın dini” sandığımız, ama hakikatte firavunun ve şeytanın dini olan bir din ile. Elbette bu küresel ejderhanın çok sayıda ve her tür silahla donanmış olduğunu biliyoruz; ancak en etkin silahının da din olduğunu açık seçik görüyoruz.  Birileri vaktiyle bize, kardeşlerimize bir din benimsetmiş ve şimdi de o dinin uyuşturucu etkisiyle adeta aklımızı almış! Kabullenmesi zor da olsa gerçeği görüp dile getirmek zorundayız. Aklımızı kullanamaz halde, çaresiz, bizi hipnotize etmiş olan düşmanın her dediğini yapar halde, düşmanın planladığı sona doğru adım adım sürükleniyoruz. Manzara budur. 
 Nasıl kurtulacağız felaketten? Evet, uyanmak zorundayız, ama nasıl uyanacağız? Tek çaresi, öncelikle hipnozdan kurtulmak, düşmanın başlıca hipnoz aletini elinden almak. Bunun için sorulması gereken ilk soruyu sorarak işe başlıyoruz. Atilla İlhan’ı sevgiyle, saygıyla anıyor ve onun üslubuyla, “hangi” sorusuyla başlıyoruz. Ve soruyoruz: Din, din.. diyoruz da, hangi din? Ve daha da önemlisi: O din, kimin dini? Akıl ve ilim dini mi, yoksa hurafelerimizin, hurafelerinizin dini mi? Alemlerin Rabbinin dini mi, yoksa firavunun ve şeytanın dini mi? Bir an önce hipnozdan kurtulup aklımızı kullanabilmek için, Kendimize dönüp kim olduğumuzu keşfedebilmek için, Hem kendimizi, hem de düşmanımızı iyi tanıyabilmek için, Yanılıp da kardeşimize değil, asıl düşmanımıza vurabilmek için, Onurlu, özgür ve mutlu bir yaşam için, Yıllar önce sormamız gereken soruyu, belki artık çok geç ama, daha da fazla gecikmeden hemen şimdi soralım: Hangi din?

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...