06 Haziran 2014

ŞEYTANI TANI "O SENİN APAÇIK DÜŞMANINDIR"







ŞEYTANI TANI "O SENİN APAÇIK DÜŞMANINDIR"

 Varlık üzerinde diyalektik yasalar egemen, deney ve gözlemlerden bunu biliyoruz, ancak evrende bir de tevhid (birlik) yasası var. Herşeyi yaratan iradenin, gücün, enerjinin, “Bir” olduğu gerçeği. Tanrı iyidir, iyi işler yapar ve bizi de her zaman iyiliğe sevkeder. Buna karşın şeytan kötüdür, kötü işler yapar ve insanları kötülüğe sevkeder. İyi de, Tevhid bunun neresinde? Bu sorunun yanıtı, “zıtların birliğinde” olabilir mi? Tanrı, varlığın oluşumuna gene varlığı vesile eder. Bizim dar görüş açımızdan görebildiğimiz kadarıyla evrenin 15 milyar yıllık tarihi buna tanıklık eder. Doğadaki temel parçacıkları ve temel kuvvetleri, devasa galaksilerin oluşumuna vesile kılmadı mı? Gezegenimizdeki doğal yaşama, güneşi ve dünyayı vesile kılmadı mı? Canlı varlıkların, tek hücreli yaşam ile başlayan evrimini, insanı yaratmaya vesile kılmadı mı? Milyonlarca örnek düşünebilirsiniz. Yarattığı varlıkların, “Sünnetullah” dediğimiz, “doğanın varlık ve hareket yasaları” içindeki serüvenleri, daha gelişmiş yaşam formlarına beşik olmadı mı? Yaptığı hiç bir şey boşuna, oyun olsun diye değil, yarattığı hiçbir varlığı boşuna yaratmamış. İnsanı da özel bir amaçla yarattığını ve özel görevler belirlediğini Kuran’da açıkça bildiriyor. İnsanın gelişimi için bir de sınav sistemi belirlemiş. Sınırları çizilmiş bir yaşam ortamı içinde, iyiyi ve kötüyü seçme özgürlüğü vermiş. Sınavın sonucuna göre ödül ve ceza da belirlenmiş. Hem yaratıyor hem de sınıyor ve cezalandırıyor! Tanrı bizimle oyun mu oynuyor? Hayır, hiçbir şeyi oyun olsun diye yaratmadığını Kuran’da söylüyor. Peki, bunu neden yapıyor? Çünkü, yaşamın içerdiği eğitim ve sınav süreci aslında oluşumun ve yaratımın, yani kesintisiz oluşum sürecinin, yani sürekli yaratmakta olan Tanrı’nın, varlığın oluşumuna gene varlığı vesile ettiği yaratma eyleminin ta kendisi ! İsteseydi bizi iradesiz bir varlık olarak yaratabilecekken, iyi veya kötüyü seçme iradesi vermiş. Gerçi bizi iyiye teşvik ediyor ama bunu, iyiye programlanmış bir robot misali zorunluluk sonucu değil, bilinçli ve gönüllü olarak seçmemizi istiyor. Allah’ın istediği gibi bir kul olmak bunu gerektiriyor. Ancak böyle, O’nun istediği gibi bir gelişme yoluna girebiliriz; ve ancak böyle O’nun tasarladığı gibi, daha gelişmiş bir varlık ve yaşam formunun yaratılması sürecine hizmet edebiliriz. Allah’ın yasası böyle işliyor. Varlığı, varlığa vesile kılıyor. Bize düşen öncelikle bu gerçeği anlamak, kendi irademizle, gönüllü ve bilinçli olarak Yaradanın belirlediği görevi yerine getirmek; doğamıza, varlığımıza uygun davranmak, varlığımızın gereğini yapmak. İslam dini de zaten Allah’ın yasalarına ve iradesine teslim olmaktan ibaret değil mi? Allah bizi iyiye sevk ediyor. Ancak dünya yaşamındaki eğitim ve sınav sürecinde, diyalektik varlık yasaları ve zıtlık ilkesi gereği, “iyi”nin antitezi ve zıddı olarak “kötü” ve Tanrı’nın adeta antitezi olarak bir olumsuz kutup, “kötü”yü temsil eden bir karakter gerekli. Tasarım böyle. Kuran’da birçok ayeti kapsayan mecazi kıssalarla bu konu açıklanıyor. Tanrı’ya isyan eden ve ilelebet kaydıyla, insanı dosdoğru yolundan saptırma görevi verilmiş bu karakterin neredeyse tüm dinlerde ve bildik dillerdeki ortak adı, şeytan. Kuran’da mecazi ifadelerle, ömür süremiz içindeki sınavımız şeytan, ödülümüz bahçe, cezamız da ateş olarak belirlenmiş. Öyle anlaşılıyor ki, şeytan denilen bu karakter aslında insan doğasının bir özelliği, ya da insanın yaratılışının bir unsuru olarak beliriyor. Güncel kültürümüzde olsun, tarihte ve diğer kültürlerde olsun, şeytanın ne olduğu konusunun araştırılması, hem kendimizi hem de bu “apaçık düşman”ımızı tanımamız açısından son derece önemlidir. Y.Nuri Hoca, tevhidi layıkıyla tanımak için mutlaka şirki iyi tanımak gerektiğini belirtiyor. Aynı şekilde, kendimizi, yaşamı ve sınavı tanımak, Tanrı’nın bizden ne istediğini doğru anlamak için de, şeytanı tanımak çok önemlidir. Ayetlerde ifade edildiği şekliyle şeytanın görevi, “kıyamete kadar Allah’ın dosdoğru yolunun üzerinde durup insanları saptırmak” olarak tanımlanmış. Peki bunu her zaman başarabilir mi? Gücü kimlere yeter? Yanıtı Kuran’da veriliyor: müminler hariç -yani “sadece” Allah’a iman etmiş olanlar hariç- herkese! Yani, evrenin ve insanın yaratılış kodlarının kaçınılmaz bir gerçeği olarak, müminler dışında herkes şeytanın etkisine girecek ve sapacak; görülüyor ki bundan kurtuluş yok ve gerçekten de durum vahim. Hele, cennetin biletini cebinde sanan o kula kulluk dininin müritlerinin hiç şansı yok. Kuran’daki net ifadelerin açıkça gösterdiği kadarıyla, cümbür cemaat topluca gitmekte oldukları adres belli. Peki insanın durumu o kadar umutsuz mu? Hiç umutsuz olur mu; aslında kurtuluşun yolu ve formülü Kuran’da net olarak verilmiş; Aklını kullan ve Allah’ın dosdoğru yoluna gir, kurtulursun. Yaşadığın sürece, her zaman için yanlıştan dönmek ve dosdoğru yola girmek seçeneği elinde; yani umut var. Peki dosdoğru yol nedir? Yine aynı kaynağa başvuruyoruz ve Kuran’daki net mesaj çerçevesinde görüyoruz ki, dosdoğru yol, akıl ve ilim yolundan başka bir şey değil. İnsan-şeytan ilişkisindeki sınavın ve tüm sınav sorularının kopyası da, şifresi de işte bu kadar basit ve öz. Şimdi, kültürel tarih içinde kısa bir gezintiye çıkalım ve şeytanın “ayak izleri”ni sürelim. Güncel kültürümüzde, şeytan ile son derece içli dışlıyız; kötü olarak nitelediğimiz, başa çıkamadığımız, gücümüzün yetmediği, aklımızın çözemediği neredeyse her konuyu şeytana atfederiz. Kolay kandırılamayan ama kendisini kandırmak isteyenleri faka bastıran, akıllı, uyanık ve kurnaz birisi için, “şeytana pabucu ters giydirir” ifadesi yaygın olarak kullanılır. Bilmediğimiz şeylere ilişkin olarak örneğin, “Allah bilir” deriz. Anlamadığımız konuları, eğer olumlu iseler Allah’a, yok eğer olumsuzluk içeriyorlarsa da şeytana mal ederiz, örneğin “bu işin içinde bir şeytanlık var” gibi; şeytanı, adeta Allah’ın düşmanı, olumsuz karşıtı gibi düşünürüz. Şeytanın gerçekte ne olduğu başka, bizim onu nasıl kabul ettiğimiz konusu ise başka şeydir. Şeytan deyince aklınıza ne gelir, diye sorulduğunda vereceğiniz yanıt, aslında güncel kültürümüz çerçevesinde şeytanı nasıl tanıdığımızı tanımlar. İçimize yönelen bakış ile sezdiklerimiz kadar, içinde yaşadığımız kültürün etkisiyle benimsediklerimiz de bunda rol oynar. Şeytanı hiç görmesek bile var olduğunu, derdi günü bizi kandırmak, işi gücü bizi kötülüğe sevketmek olduğunu kabul ederiz. Yobaz çevrelerce şeytan, bazan kadın ile bazan da akıl ve ilim ilişkilendirilir; aslında bu tam da onlara göre, yani şeytanın yapabileceği türden bir yakıştırmadır! İnsanın yaratılışına ilişkin ilahi bir rahmet olan akılın, şeytan ile ilişkilendirmesi kabul edilir gibi değil. Allah’a isyan eden bir varlığın akıllı olduğunu düşünmek bile abes; o nedenle akıllı sıfatı yerine, kendi akıllı sanan manasında, kurnaz sıfatını kullanmak şeytana daha iyi oturuyor. Yobazların şeytanı kadın ile ilişkilendirmeleri, öncekinden daha da beter bir başka yakıştırmadır; böylece kendi ailelerindeki kadınları bile nasıl nitelediklerini ortaya koyuyorlar, içlerindeki “cevheri” dışa vuruyorlar. Gene de bu tezin, mitolojideki ilginç ve anlamlı kökenlerine bir göz atmakta yarar var. Baküs çok önemli bir Anadolu karakteridir. Baküs Anadolu kültürünün deyim yerindeyse “endemik” varlıklarından bir tanesidir. Üzüm ve şarap nasıl öz be öz Anadolu’lu ise “şarap tanrısı olarak bilinen Baküs de, öz be öz Anadolu’lu bir tanrıdır. Helenler, İyon göçleri sonrasında Baküs ile tanıştılar, ancak özgün niteliklerini büyük ölçüde değişime uğratarak ve adını da Diyonisos olarak değiştirerek kendilerine mal ettiler. Bu arada, pek çok Anadolu’lu kültürel unsuru sahiplendikleri gibi, günümüzde efelerin zeybek oyunu olarak bilinen bağbozumu dansını da sahiplendiler. Anadolu’da şarabın ve -çakırkeyf olunca açığa çıkan- duyguların tanrısı olan Baküs, Helenlerin elinde, tiyatronun da tanrısı olan Diyonisos’a dönüşünce, adeta yarı-deli, çatlak bir tanrı olup çıktı. Anadolu’lu Baküs aynı zamanda kadınların da Tanrısıydı, bu da muhtemelen kadınların daha duygusal bir yapıda olmalarıyla ilişkiliydi. Baküs’ün ayrıca bazı arkadaşları vardı, biri Satir’di, uzunca kulaklarıyla bilinirdi. Geri ve barbar Helen sömürgecilerin üstün Frig medeniyeti karşısındaki komplekslerini dışa vuran” Midas’ın eşek kulakları” öyküsünün oluşumunda, Satir karakteri ne kadar ilham kaynağı oldu bilinmez, ama mitolojide böylesi öykünmeler, geçişler hiç de az değildir. Bir de Pan vardı, daha ufak tefek, yarı keçi yarı insan, bu nedenle de keçi sakalları ve boynuzları olan Pan, biraz ürkütücü bir karakterdi. Kadınlar ormanda Pan ile karşılaşınca ürküp kaçışırlardı ve günümüzde yaygın olarak kullanılan “panik” terimi de buradan kaynaklanır. Diyonisos ne kadar duygu ağırlıklı bir Tanrı ise, güneş Tanrısı Apollon da o kadar akıl ve mantık ağırlıklı bir Tanrı idi. Pagan panteonlarda hangi tanrının ne kadar rağbet gördüğü, iklim, ekonomi gibi birtakım doğal ve toplumsal parametrelerle yakından ilişkilidir. Anadolu’da olsun, tarımın ana geçim kaynağı olduğu diğer bazı coğrafyalarda olsun, tarımla en çok bağlantılı tanrı olan Fırtına Tanrısı ve onun kutsal hayvanı “sığır” kültü yaygın ve egemen olduğu halde, Ortadoğunun çöllerindeki baş tanrı, tahmin edileceği gibi Güneş Tanrısıydı. Her sabah doğan her akşam batan güneşin tanrısı da akıl ve mantık ölçülerinden sapmaz, işlerinde sürpriz pek olmazdı. Acaba o yüzden midir nedendir, iklim ve ekonomi üzerinde yağmurun değil de güneşin egemenliğinin tartışılmaz olduğu bazı Ortadoğu ülkelerinde filizlenen dinsel geleneğin Tanrı’sı, aklı öne alan, aklı temsil eden Güneş Tanrısının özelliklerini barındıran bir tanrı olurken, ona karşıt konumda, yani Tanrı’nın iyi işlerinin karşısında duran kötü işlerin sorumlusu olan şeytanda ise, duyguların tanrısı olan Diyonisos’un özelliklerinden bazı motifler görmek şaşırtıcı olmuyor. Şeytanın betimlendiği antik dönem sanat eserlerinde şeytanın, mitolojideki Pan’ı andırır tarzda, genellikle boynuzlu, keçi sakallı, kuyruklu kara kuru korkunç bir yaratık olarak canlandırıldığını dikkate alalım; bir de çatallı mızrağı, gene mitolojideki Poseidon’un çatallı yabasından ödünç alıp almadığı sorusunu da sanat tarihçilerine ve antropologlara bırakalım. Yakınlardan bir örnek olarak, mozaikleriyle ve freskleriyle ünlü Kariye müzesinde boynuzlu ve keçi sakallı bir figür sayesinde, Ortodoks mitolojisi çerçevesinde şeytanın nasıl betimlendiğini görebilirsiniz. Bin yıllar sonra, ta Anadolu Selçuklu döneminde bile, “Bakalar…” adında bir kadın dayanışma örgütünün isminde Baküs kültünün izlerine rastlanması, Baküs’ün Anadolu için ve Anadolu’lu kadınlar için tarih boyunca ne kadar güçlü bir kültürel unsur olduğunu göstermiyor mu ? Mitolojiden bu kadar iz sürmekle yetinerek, konuya biraz daha bilimsel bir noktadan girelim. Şeytan deyince bizim ne anladığımız başka bir şeydir, şeytanın gerçekte ne olup ne olmadığı ise başka bir şeydir demiştik. Şeytanın ne olup ne olmadığı, hatta insanın bilgisinden iradesinden bağımsız bir nesnel gerçek olarak, ontolojik bir varlık olarak gerçekte var olup olmadığı da sorgulanmalı ve incelenmelidir. Bunun yanıtı, söylenceler ve mitolojik öyküler ile yetinmeden, bilimsel çalışmalar ile doğada, özellikle insanın doğasında, insanın varlığında aranmalıdır. Kuran metninde şeytan konusunda anlatılan kıssalarda da çok önemli ipuçları olduğu unutulmamalıdır. Gerçeğin sahibinden indirilen bilgi paketi olarak Kuran, bizatihi ilim olarak 1400 yıldan bu yana dünya insanlığının yararlanmasına sunulmuştur; buna teşekkür etmenin yolu, Allah’ın sözü olduğuna kuşku olmayan Kuran’ın kıssalarını mitolojik öykülerle karıştırmadan, nimete nankörlük etmeden anlamaya çalışmak, bilimsel çalışmalarda olduğu gibi bu kıssalarda da gerçeğin izini sürmektir. Kuran’da şeytan hakkında geçen ayetlerden çıkardığımız sonuca göre: Allah şeytana belirli bir görevi yerine getirmesi için kıyamete kadar süre verdi; yani insan var oldukça şeytan da var olacak ve herşeyin sonunun geldiği ana kadar bu görevine devam edecek. Kıyamet’in ne olduğunu, bir başka konu olarak şimdilik kenara bırakırsak, buradan şeytanın ya insanın varlığına paralel ama adeta ikizi gibi insanı sürekli izleyen, yanıbaşından ayrılmayan bir ontolojik varlık olduğu, ya da insanın varlığının doğal bir parçası veya bir özelliği olduğu sonucuna varabiliriz. Şeytan nefsin, egonun arkadaşıdır. Egoya sürekli fısıldayarak insanı Allah’ın dosdoğru yolundan alıkoyar. Sanki, insanın içinde dinmeyen bir ses habire insanın tek ve en yakın dostu olduğunu ona bildirip durur, ama insanın sadece kendi varlığını ve ihtiyaçlarını düşünmesini telkin ederken, aslında ona en büyük düşmanlığı ve kötülükleri yapar. Koskoca evrenin içinde sadece bir zerre olan, ve ancak bütünün parçası olarak sağlıklı ve mutlu bir yaşam sürdürebilecek olan insan, şeytanın telkinleriyle kendisini bütünden kopartır ve umutsuzca ve her şeye inat tek başına var olma savaşına girişir. Bir parçası oduğu koskoca evrende, tüm varlığa karşı kendi bağımsızlık bayrağını açar. Böylece insanın, doğası ve çevresi ile aradaki maddi ve manevi bağlantıları kopartarak, yaratılıştan gelen özelliklerine, doğal yapısına, Allah’ın sunduğu yaşam ortamına kendi kendisini yabancılaştırır. Kendi tercihleri ve eylemleriyle, onu insan olarak var eden varoluş ortamıyla barışık, sağlıklı ve mutlu bir şekilde yaşamını sürdürebilmesine olanak sağlayan en temel unsurlarla bile uyuşmaz ve uzlaşmaz bir konuma sürükler. Evren ile uyumlu birliktelik ilkesini terk eder, kendi iradesini evrene dayatma gibi olumsuz bir konuma iter. Sanki insanın içinde ona “düşman bir merkez” vardır ve buradan sürekli olarak, insanın sağlığına, doğasına, yaratılıştan gelen özelliklerine, Allah’ın sunduğu yaşam ortamına aykırı, içinde yaşadığı toplumun düzenini bozmaya teşvik eden fikirler fısıldanır durur. Ontolojik konulara gelip, biraz fikir yürütürsek; Kuran’daki ifadeler ışığında, Allah insanı topraktan veya çamurdan, şeytanı ise ateşten, dumansız ateşten yarattı. Buna göre, şeytan bizim gibi organik bir canlı olmayıp, yaşam enerjisini topraktan elde edilen besinlerle değil, başka yollarla sağlayan, enerji bedene sahip bir varlık olabilir mi? Ya da varlığı, insanın fiziksel bedenini kuşatan aura’ya veya enerji bedene eklemlenmiş, enerji bedenden beslenerek yaşamını sürdüren bir tür varlık olabilir mi? Ya da, inleri cinleri çağrıştıracak böylesi olasılıklara prim vermeyen, daha rasyonel ve yaygın bir yoruma göre, dumansız ateş terimi ile kastedilen acaba elektrik olabilir mi? Dolayısıyla, dumansız ateşten yaratılan şeytan, acaba sinir sistemine bağlı organlarımız ve sinir lifleri boyunca akan elektrik akımı olarak düşünülebilir mi? Bu organların en önemlisi olan beyin, akıl ile ilişkili olduğuna göre, “şeytanı” temsil eden olumsuz merkez hangisidir? Tanrının yasalarını hiçe sayan, “ego merkezli” elektrik sinyalleri hangi organdan kaynaklanıyor ve yayılıyor? Beynin ücra bir köşesinden mi, yoksa omurilik veya omurilik soğanı gibi sistemi oluşturan diğer organlardan birinden mi? Bu bağlamda, doğru yolu bulmak, iyiyi seçmek diye tanımladığımız işler, aklını kullanarak “egocu” olumsuz sinyalleri bastırmak, etkisiz kılmaktan mı ibaret? Bu kadar basit mi? Ya da, “fazla rasyonel” diyerek bu olasılığı da dışlarsak, dünyevi bedenimize eşlik eden, ve bazılarınca “doğa ötesi” olarak nitelenen, üst boyutlarla ilintili, başka tür bir enerji beden mi söz konusu? Bu sayılanlardan hangisinin gerçeği temsil ettiğine dair dilediğimizce geyik yapabiliriz; ancak gerçeği ortaya çıkaracak olan ancak ve ancak bilimsel çalışmalardır. Hiç bir bilimsel donanıma sahip olmayan birisinin, mecaz ağırlıklı kıssalardan gerçeğin bilgisine ulaşması elbette pek olası değildir. Unutmamamız gereken şudur: İçimizde bir ses, “ben” diye ortaya çıkıyor ancak hem “bana” hem de bir parçası olduğum “evrene”, aynı anda, düşmanca tuzaklar kuruyor. İnsan, ya bu sese karşı duracak, aklını kullanarak “Evren” ile bağlantısını asla yitirmeyecek, ya da “üzerine pislik yağacak”. Şeytanı tanımamak, insanın apaçık düşmanını tanımamaktır; yaşamın ve sınavın farkında olmamaktır. Şeytana ilişkin mitolojideki, kültürümüzdeki verileri, hatta doğamıza ilişkin bilgileri, konuyla ilgili Kuran’da yer alan mecazi ayetler ışığında yeniden değerlendirmek, yaşamı ve sınavı daha iyi tanımamıza değerli katkılar sunacaktır.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...