06 Haziran 2014

ÖZGÜR İNSAN






ÖZGÜR İNSAN

Akıl ve Özgürlük 
 Dini, felsefeyi, bilimi, siyaseti, demokrasiyi, insan haklarını, medeniyeti vs. batıdan öğrenmeye pek hevesli olmamızın kökeninde, sizce hangi etmenler rol oynamaktadır? Örneğin, gördüğümüz her yabancıya ülkemiz hakkında ne düşündüğünü sormak, nasıl bir bakış açısının ürünüdür? Türkiye hakkındaki, yabancı basında yer alan neredeyse her makaleyi yerel basında manşet yapmak, nasıl bir ezikliğin, güvensizliğin veya korkunun ürünüdür? 
 Cumhuriyetimizi kurarken kovaladığımız adamları, 15-20 yıl sonra eski mandacı hastalıklar depreşince tekrar çağırıp, eğitimimizi, ekonomimizi, milli güvenliğimizi, siyaset sistemimizi vs. onların fikrine göre yapılandırmamızın sonuçları ortada. Osmanlıdan miras kalan, bu hastalığımızı tek bir etmene bağlamak kuşkusuz gerçekçi olmaz; bir dizi toplumsal, tarihsel, kültürel, sosyolojik, psikolojik hatta ekonomik, politik, askeri nedenler sıralanabilir. Ama işin özüne, temeline inmeye çalıştığımızda görürüz ki, bizi insan yapan temel niteliğimiz ve en büyük nimet olan aklımıza nankörlük yatar. Hurafe dininden kaynaklanan bu nankörlüğün doğal sonucu da, kula kulluktur! 
Cumhuriyet, yedi düveli üzerimize salan küresel firavuna karşı bağımsızlık ve özgürlük getirmekle kalmamış, aynı zamanda eğitim başta olmak üzere bir dizi toplumsal dönüşüm sayesinde başkasının değil kendi aklına değer veren ve özgürce aklını kullanan, sorgulayan ve düşünen bireyler yaratma yolunda adımlar atmış, içinde köy enstitülerinin de olduğu tarihi önemde bir eğitim atılımı gerçekleştirmiştir. Küresel firavun, hiç bunu ister mi? 
 Egemenler, tarihin başından beri, düşünmeyen, aklını kullanmayan bireyler ister. Robotlar gibi veya itler gibi, itiraz etmeden, zulme isyanı aklına bile getirmeyen, her emre “itaat” eden köleler ister. Firavunların bu konudaki en etkili aygıtı da dindir. Kula kulluk dininin en temel özelliği, akıl düşmanlığıdır. Allah eğer Ali’nin, kendi aklına değil de Veli’nin aklına uymasını istemiş olsaydı, Ali’yi insan olarak değil de başka bir varlık olarak, örneğin Veli’nin köpeği olarak yaratamaz mıydı? Veli ona “otur” derse oturur “koş” derse koşardı. Oysa Allah madem ki Ali’yi de Veli’yi de insan olarak yaratmış, her ikisine de akıl gibi insana özgü yetiler sunmuş, demek ki her ikisinin de kendi aklını kullanan varlıklar olmasını istemiş olmalı. 
Eğer Ali aklını kullanmaz da Veli’nin aklına uymayı, yani Veli’ye kul olmayı tercih ederse, Allah’ın onu insan olarak yaratma amaç ve niyetine karşı nankörlük sergilemiş olmaz mı? Kula kulluk dinlerinin yaptığı işte böyle bir zulümdür. İnsanlara düşünmemelerini, dayatılan tabuları sorgulamamalarını, sadece inanmalarını, kendi akıllarını kullanmayıp başkalarının aklına uymalarını, yani başkalarının iradesine tabi olup, onlara kul olmalarını öneren, yani insanı insanlıktan çıkaran, adeta köpekleştiren bir zulümdür. Kuran’da geçtiği şekliyle, “Aklını kullanmayanların üzerine pislik yağar”. Ancak pislik bile onu akıllandırmaya yetmemişse, insanlıktan çıkmak da dahil, örneğin maymunlara veya domuzlara dönüşmek veya yukarıdaki örnekteki gibi köpekleşmek de dahil, herşeyi hak eder. 
 Özü kula kulluk olan “beşeri” din kurumunun insana ve insanlığa en büyük kötülüğü olan akıl düşmanlığının izini sürmek için biraz eskiye gidelim. Tarih deyince, ilk akla gelen yazının bulunuşudur ve yazıyı bulan Sümerlerdir. Bazı araştırmacılar “Tanrı Sümerle başlar” gibi iddialı ifadeler kullansa da biliyoruz ki, din ve inanç aslında insan doğasının bir özelliğidir. Ancak “kula kulluk dini”nin başlangıcı gerçekten de, tarihin ilk dönemlerine dayanır. Tarih denince ilk akla gelen “yazı”dır; ve tarihteki ilk yazı türü, ideogram veya hiyeroglif olarak bilinen resim-yazı olup, daha sonraları basitleştirilerek zamanla çivi yazısı, hece alfabeleri ve nihayet günümüz alfabeleri geliştirildi. 
 Tarihsel metinlere başvurup binlerce yıl eskiye gitmeye gerek yok, çünkü halen günümüzde kullanılan bir resim yazı mevcut: Çin’de ve Japonya’da kullanılan meşhur Çin alfabesi. Görünce “bu ne yahu!” diyeceğiniz, insanın başını döndüren kargacık burgacık karmaşık yazıları okumak, aslında o kadar da zor değildir. “Radikal” denilen, çoğu stilize edilmiş yüz küsür temel resmi bilirseniz, Çin alfabesini çözersiniz. Çünkü tüm harfler aslında, radikallerden oluşan “bileşik” resimlerdir. 
Tıpkı kimya dersindeki periyodik tablodaki elementlerin atomlarının biraraya gelip, bileşikler halinde molekülleri oluşturması misali, radikallerin de aynen böyle bileşikler halinde harfleri oluşturduğunu düşünebilirsiniz. Örneğin, kadın ve dalga radikallerinden oluşan harfin anlamı, “cildi dalgalı -ya da buruşuk- kadın” yani “yaşlı kadın” olur. Her harf, bu örnekte olduğu gibi, içerdiği radikallerin anlamlarının bir tür bileşkesidir. Tapınmayı belirten harf ise, ilginçtir ki, insan ve köpek radikallerinin bileşimidir. Bu yabana atılacak bir rastlantı değildir. Kültüre ve folklore ilişkin, tarihin ilk dönemlerindeki insanların tapınmaya nasıl bir anlam yüklediklerine ilişkin çok önemli bir veridir. İnsan ve yanında köpek! Bunu nasıl okumalı, nasıl yorumlamalı? Köpek açısından bakıldığında, insan efendidir, o ne derse köpek yerine getirir, tüm varlığını insanın iradesine tabi kılar, yani onun kuludur, kölesidir, öldür dese gider öldürür, öl dese ölür. İnsanın önünde köpeğin yere yüzükoyun yatışını göz önüne getirin: bir efendinin önünde secdeye kapanan, köleliğini dışavuran birini andırır. 
Tarihsel dönemde, insanlar genellikle hükümdarların ve güçlü birilerinin önünde, veya tapınaklardaki tanrı putlarının önünde secdeye kapanarak, onların emrinde ve hizmetinde olduklarını, onların iradelerine tabi olduklarını, beden diliyle ifade ederlerdi. Secde etmenin anlamı budur. Tevhid dini İslam bunu yasakladı ve tüm ibadetleri Allah’a özgüledi; sadece Allah’a secde edilebilir, başkasına değil! İnsanın varlığını ve iradesini, kendisini var eden, Alemlerin Rabbi olan evrensel iradeye tabi kılmasında yadırganacak hiç bir şey yoktur. O’na kulluk etmesi, O’nun huzurunda secde etmesi, insanın doğasına, varlığına asla aykırı bir şey olmayıp, hatta bir gerekliliktir. Alemlerin Rabbi’ne kulluk demek, bir diğer deyişle yaratılıştan gelen doğasına uygun bir yaşam sürmesi demektir. Ancak burada yadırganacak olan, aslında kendisi de yaratılmış olan bir başka varlığa secde etmesidir; yani kula kulluk etmesidir. 
Kula kulluk demek, insan olarak sahip olduğu doğasına, fıtratına aykırı davranması demektir. Örneğin, özgür ve onurlu bir varlık olan insanın bir başka varlık önünde, resim yazıda olduğu gibi kendisini “köpek”leştirmesidir. Veya, insanlık onurunun yerine kibirini koyarak egosunu ilah edinmesi ve böylece, varlığını ve iradesini başkasının önünde olmasa da, kendi egosunun önünde köpekleştirmesi de kula kulluk konusunda verebileceğimiz bir başka örnektir. Bu bağlamda, “özgür insan kimseye kulluk etmez, asla secde etmez” yaklaşımı ilk bakışta son derece soylu, övgüye değer bir duruş olarak görünür. 
Hele ki, binlerce yıldır tepeden tırnağa kula kulluk kültürüne bulanmış Ortadoğu topraklarında, kula kulluk etmek, kula secde etmek gibi olağan, sıradan, kimsenin pek de yadırgamadığı bir rezilliğe karşı durmak, onurlu insana yakışır ve övgüye değer bir karakteri, hanif bir duruşu ortaya koymaktadır. Ancak, Yaradana secde farklıdır; insanı yaratan İlahi İradenin amaçlarına, ilke ve değerlerine sadakat beyanıdır; insanı yaratırken, tasarlayıp yapılandırmış olduğu doğasına ve yaşamını yönlendirmesini istediği etik ilkelere, iyilik, doğruluk, adalet, merhamet, sevgi, saygı gibi manevi değerlere, kendisi için belirlenmiş olan yaşam ortamına, yani İlahi iradeye uygun, fıtratına uygun bir yaşam sürdüreceğine dair bir irade beyanıdır. 
Yaradana kulluk konusu, böyle köşeli bir çerçevede tanımlandığı halde, bile bile kula kulluk ile karıştırmak, aynı bağlamda değerlendirmek son derece yanlış ve haksız bir yaklaşım olur. “Ben özgürüm” diye diye gidip kendi egosonu ve kibirini ilahlaştırmak ve egosuna kulluk etmek de kula kulluğun bir türü, yani insanın kendi doğasıyla çatışması ve Yaradana isyanı demektir. Sözde kula kulluk da dahil her türlü kulluğu reddeden bir yaklaşım ile “ben özgür bir insanım, kimseye kul olmam” diyerek Allah’a kulluk konusunu da tersinden anlayan kibir ehli, bu açıdan bakıldığında egosuna, keyfine, takıntılarına kul oldukları halde, durumu bir türlü kabul etmemekte ve çoğu kez bunun farkına dahi varamamaktadırlar. 
 Allah insanın “sadece kendisine” kulluk etmesini isterken, o ise gitti, kula kulluk etti; yani ilah olarak Yaratıcısını “tanımadı”, başkasını ilah edindi. Sadece kendine ve Allah’a güvenmek yerine, inanmadı, güvenmedi, gitti ve sığınacak başka kapılar aradı; başka ilahlara secde etti. Örnek mi; Allah ona vatan verdi, nimetler verdi, ama o değerini bilmedi, “mevzubahis vatansa gerisi teferruattır” demedi, Yaradana şükredip vatanına sahip çıkmadı, ya ne yaptı? 
Amerikan mandası olmazsa biz adam olmayız, dedi; Amerika olmazsa, Nato olmazsa, güvenliğimizi sağlayamayız, dedi; 70 cente muhtacız, dövizimiz olmazsa, para olmazsa yaşayamayız, dedi; IMF olmazsa borçlarımızı ödeyemeyiz, dedi; AB ve ABD bizi desteklemezse, IMF stand-by yapmaz, dedi; Memleketi kurtamak için parti kurmak lazım, dedi; Parti kurmak için şu kadar para olmadan olmaz, dedi; Parti kurdu ama Amerikanın icazeti olmadan, onayı ve desteği olmadan iktidara gelemeyiz, dedi; 
 Kendi silahlarımızla kendimizi korumak için önce Amerika’dan izin almamız lazım, dedi; Bilmem hangi konuda fikir beyan etmek için bilmem kimden onay almamız gerek, dedi; Hayat memat meselesi dahi olsa, bilmem hangi sorunun çözümü için, insan olarak kendi gücüne, aklına, vicdanına, yüreğine güvenmek yerine, yani sadece Allah’a güvenmek ve bağımsız ve özgür iradesini ortaya koymak yerine kalktı, ilahlık taslayan bir takım güçlere, örneğin paraya, Amerikaya, Nato’ya, IMF’ye, siyaset kurumlarına, cemaat örgütlerine, yani bir biçimde ilahlaştırdığı kullara boyun eğdi; iradesini onlara tabi kıldı, yani kula kulluk etti. Bu nedir? 
Bu Allah’a isyandır, yaratılışta üstün bir varlık olan insanın, kendi yanlış tercihlerinin sonucu olarak, aşağı bir konuma düşmesidir. Görüyoruz ki, “sadece Allah’a kulluk” son tahlilde, insanın iradesini kendisini yaratan Evrensel Enerji’nin iradesine tabi kılması ve böylece kendi varlığına ve doğasına uygun bir yaşam sürmesidir; dolayısıyla insanın yaşamında ürettiği hizmet ve değerlerin, evren, insanlık, doğa, toplum için üretilmesinden, ait olduğu ve bir parçası olduğu bütüne sunulmasından başka bir şey değildir.
 İnsanın gerçek özgürlüğü de işte bu parça-bütün ilişkisinin, olması gerektiği gibi doğru ve sağlıklı bir zeminde yaşanmasından geçer. Allah’ı bırakıp başkalarına tapınmak (putperestlik) ile Allah’ın yanısıra başkalarına tapınmak (şirk) arasında, hem özü hem de sonuçları bakımından hiçbir fark yoktur. Her ikisi de kula kulluk dini olarak tanımlanabilir. Günümüzde her köşe başında rastladığımız o din, hani o, lafta Allah’ı dilden düşürmediği halde gerçekte bir sürü başka başka kul önünde eğilen şirk dini, yani “Allah’a eş koşma” dini, zaten bu değil midir? Şirki tarif edersek, “Allah’a kulluk bana yetmedi, ben de ne yapayım, Allah’ın yanısıra başka kulları da tanrı edindim”; veya bir başka deyişle “hem gerçek İlaha kulluk ediyor, hem de sahte ilahlara yani kendi ilahlaştırdıklarıma kulluk ediyorum” durumudur.
 Örneğin, paraya, firavuna, güce, bir ideolojiye, egosuna, vs. kulluk etmek gibi sayısız örnekler verilebilir. Hepsinin de ortak özelliği, insanın özgürlüğünü, dolayısıyla onurunu, onu insan yapan başlıca manevi niteliklerini elinden almasıdır. Sonuçta geriye kalan, sadece biyolojik özellikleriyle insana benzeyen, iki ayaklı bir canlıdır. Hayrını gör; tepe tepe kullan! İşte İslam’ın diğer dinler karşısındaki ayıredici niteliği budur: Onurlu bir varlık olarak insanın, varlık ve iradesini sadece Alemlerin Rabbine, O’nun iradesine tabi kılarak, özgür ve mutlu bir yaşam sürebilmesi! Müslümanlık budur; Asla kula kulluk etmemek; Asla bir kulun önünde secde etmemek; Asla bir başkasının önünde eğilmemek; Asla başkasından yardım dilenmemek; İnsan olduğunu unutmamak, onurlu bir varlık olarak özgürlüğünden asla ödün vermemek. 
 “Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir” demek! Kendi aklına güvenen insan, hata yapsa da yaşam mücadelesi içinde Allah’ın yardımıyla illa ki doğruyu bulur. Başkasının aklına uyanların, yani Allah’ın verdiği en büyük nimete nankörlük edenin sonu ise, köleliktir, zillettir. Verdiği nimetlerin değerini bilmeyen nankörlere, aklını kullanmayıp başkasının ipiyle kuyuya inen akılsızlara, Allah yardım eder mi? Allah’ın özgür ve onurlu kulları olarak, aklımızı kullanalım ve Yaratıcımızı iyi tanıyalım ki, yaşamımızı da, dinimizi de, kendimizi de, düşmanımızı da bilelim.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...