06 Haziran 2014

HANGİ DİN UYAN ARTIK UYKUNDAN UYAN



Uyan artık uykundan uyan 
Uyan esirler dünyası 
Zulme karşı hıncımız volkan 
Bu ölüm kalım kavgası 
Enternasyonal 
 Hangi Din, Alemlerin Rabbinden Gelen Gerçek? Bir ev düşünün, daha doğrusu geniş bir konak, birkaç katlı, cennet gibi geniş bahçeli; ana, baba, dede, nene, çocuklar, gelinler, torunlar herkesin, hep birlikte mutlu mesut yaşadıkları bir ev, sanki cennetten bir köşe; sanki cennet vatanımız misali. Evde yaşayan kardeşlerden kimisi iş adamı, kimisi memur, devlet dairesinde çalışıyor, kimisi özel sektörde, kimisi esnaf, kendi işini kurmuş, sanayide bir tamirhane, kiminin matbaası var, biri bilgisayarcı, biri bakkal, diğeri elektrikçi, öteki müzisyen, beriki işsiz, en genci öğrenci, ama hepsi de aynı evde hep birlikte yaşarken, şeytan boş durmuyor ve eve göz koyuyor birileri; sanki cennet vatanımıza birilerinin göz koyması misali. Bir müteahhit evin arsasına talip oluyor; ancak ev halkı evlerini çok seviyor ve teklifi kabul etmiyor, kibarca reddediyor. Müteahhit durur mu; evin paragöz oğlunu ayartıyor o da, bir plan yapıyorlar birlikte ve kimseye çaktırmadan adım adım uyguluyorlar. 
 Önce evin hayırsız oğlunu takıma alıyorlar. Oğlan evde huzur bırakmıyor, kardeşlerini suçluyor, tekme tokat girişiyor kardeşlerine, “hakkımı isterim” diye tepiniyor, evin altını üstüne getiriyor. Ana, baba, kardeşler, toplanıyor, “ne yapalım” diye kafa kafaya verince, paragöz oğlan bu kez evin mütedeyyin hacı oğlunu öne sürüyor. Hacı oğlan hemen “bana bırakın, ben hallederim” diye devreye giriyor; kardeşler de “bunda Allah korkusu var, bize yamuk yapmaz” diyerek evin yönetimi tam yetkiyle ona teslim ediyorlar. “Yıllardır beni dinlemediniz ama sonunda elime düştünüz, artık güç bende, görürsünüz bakalım” diye düşündüğü, onun da müteahhitin işbirlikçisi olduğu, akıllarına bile gelmiyor. İçinde yıllardır biriktirdiği bir haset, bir hesap sakladığını bilmiyorlar. Hacı oğlan, paragöz oğlan ve hayırsız oğlan, üçü bir arada müteahhitin talep ve isteklerini bir bir yerine getirmeye başlıyorlar. 
Konağın müteahhite satışı için anlaşıyorlar ve hain bir planı adım adım uyguluyorlar: giriş katını müteahhite işyeri olarak veriyorlar, bahçede müteahhit için bir de depo yaptırıyorlar; ayrıca borç karşılığında evi müteahhite ipotek ediyor ve paraları da bir güzel yiyorlar; bir kısım parayla evin ihtiyaçlarını karşılayarak ve sanal bir bolluk yaratarak, tüm kardeşlerin birer birer sözleşmeyi imzalamaya ikna etmek için de havuç, sopa her yolu deniyorlar; kiminin gözünü korkutuyor, kiminin açığını yakalayıp tehdit ediyor, kimine pahalı hediyeler alıyorlar; evin birkaç odasını hayırsız oğlanın çetesine kiralıyor ve kimine de çeteyi musallat ediyorlar; böylece “aman ne yapıyorsunuz” diye karşı çıkan kardeşleri de sudan bahanelerle, çetenin yardımıyla birer birer hallediyorlar; kimini evin bir odasına kapatıyorlar; en güçlü ve en uyanık kardeşlerini de hapse attırıyorlar, hem de zalimce; kendileri suç işleyip, suçu da kardeşinin üzerine atıp ihbar ediyorlar; kimini kumara alıştırıp borçlandırıyor, kimini tehdit, kimine rüşvet, kimine vaat, ama ev halkının itirazlarını birer birer bir şekilde bastırıyor ve nihayet herkesi etkisiz hale getiriyorlar. 
 Sonunda tefeci-müteahhitin istediği oluyor, sözleşme tamamlanıyor ve ertesi gün ne ev kalıyor, ne de aile; karşı çıkanların kimi suçsuz yere hapiste, kimi borçlanmış çaresiz, kimi şaşkın, inşaat başlamış ve ev halkı sokakta kalmış, ne yapsınlar? “Bunlar neden başımıza geldi” diye, “Biz bunu hak etmek için ne yaptık” diye dövünsünler, düşünüp dursunlar şimdi. Ama artık çok geç. Ya müteahhitin inşaatında işçi olacaklar ya da bu diyardan gidecekler. Hikayenin sonunda müteahhitin işbirlikçileri olan, paragöz oğlan, hacı oğlan ve hayırsız oğlana ne mi oluyor? Ne olacak; ola ola, paragöz oğlan inşaatın kahyası, hacı oğlan müteahhitin muhasabecisi, hayırsız oğlan da patronun koruması, tetikçisi oluyor. 
İnşaata ortak olacak değiller ya! Öyküdeki ev halkını “millet” evi de “vatan” diye okuyun. Nasıl, hikaye tanıdık geldi mi?  Hikayenin çağrıştırdığı duygu ve düşünceler henüz tazeyken bir de kendi evimize, köyümüze bakalım: Bir süredir köyümüzün üzerine kapkara bir felaket bulutu çökmüş. Bir gulyabani dolaşıyor ortalıkta; kimileri peşine takılmış, kimileri sağa sola kaçışıyor, kimileri sinmiş bir yerlerde saklanıyor… Civarın mafyasıyla, tefecisiyle sarmaş dolaş, bir yanında üçkağıtçı paragöz takımını bir yanında köyün hayırsız evlatlarını toplamış birileri gürlüyor: “milli irade, güç bizde, görürsünüz siz…” İyi de, kim bu dindar görünüp de kendi köyüne kendi halkına düşman olanlar? 
 Dindarlar mı, dinciler mi, “siyasal İslamcı”lar mı? İyi de İslam böyle bir din mi; bunlar da kim? Yoksa başkalarının, dış güçlerin ajanları veya askerleri mi? Bunların dini, Hangi Din? Bu sayfalarda işte bu soruna yanıt ve çözüm aradık; “din” diye diye gelip bizi bizden çalanlar, evimizi çalanlar kimlermiş, amaçları neymiş? Ve onların karşısında ev halkı olarak bizler ne yapmalıyız? İslam’ın kitabını açıp bakıyoruz. “Hak” gibi birtakım ilkelerden söz ediyor. İndirildiği toplumun coğrafyasından ve tarihinden bazı örnekler de veriyor. Yeryüzünde gezip dolaşın ve eskilerin akibetini görün, diyor. Geçmişten, tarihten dersler çıkarın, diyor. Kuran’ın verdiği örnekler bize biraz uzak, ancak kendi coğrafyamızdan ve kendi tarihimizden de nice örnekler var; nice medeniyetlerin kurulduğu kentler, ören yerleri, tarihi yapılardan izler, kalıntılar, bazı izlerin sergilendiği müzeler var. Medeniyetlerin oluşum, gelişim ve çöküş süreçlerini inceleyen nice tarih kitabı var. Bunları incelemek de Kuranın açık emri değil mi? 
 Kendi coğrafyamızdan başlayalım, emri yerine getirmeye. Anadolu’nun geçmişine göz attığımızda bir tarih ve kültür hazinesi görürüz. Bu hazineyi görmezden gelerek günlük yaşam gailesi içinde boğulmak ve bu eşsiz hazineden yararlanmamak, müslümanlara yakışır mı? Bu hazine sandığının içindeki en değerli mücevherlerden bir tanesi de Hitit medeniyetidir. Yurdumuzun çok eski sakinlerinden olan Hititler, Anadolu’ya kuzeyden, Kafkaslar yoluyla geldiler, bin yılı aşkın bir süre hüküm süren büyük bir medeniyet kurdular. Anadolu insanı onlar sayesinde ticaret ile, yazı ile tanıştı, onlarla tarihsel çağlara adım attı. Onlarla demir çağına girdi. Tarihteki ilk uluslararası barış anlaşmasını yapan da onlardı. Ve daha neler neler. 
 Ve Hititler çok dindar insanlardı. Tanrılarından korkar, dini ritüellerinde en küçük ayrıntıya dahi öylesine önem verirlerdi ki, bugünün kuşakları halt etmiş. Ve aradan binlerce yıl geçti, ne adları kaldı, ne de dinleri. Hukuk ve yasalar deyince, gene ilk onları hatırlıyoruz. Hititlerin “Eğer bir adam…” ifadesiyle başlayan yasalarını bir okursanız, ülkemizin üzerine çöken kara bulutu, emin olun çok daha iyi tanıyacaksınız. Hititlerin kökeni neydi? Askeri bakımdan daha güçlü olan ve kuzeyden Anadolu’ya giren Hint-Avrupa ırkından bir kavim, Anadolu’da yerleşik ve daha medeni ve eski bir başka kavmi yenerek egemenlikleri altına aldılar; ancak onlarla kaynaştıkça, yerli kavmin göreceli olarak daha üstün kültürünün ağırlığı ve etkisi altında kalarak, yendikleri kavim tarafından zamanla özümsendiler; tüm bunları arkeolojik verilerden öğreniyoruz. 
Ve sonunda, yenenler ile yenilenler birbirlerine karıştılar, etle tırnak gibi oldular. Hitit uygarlığı böyle oluştu. Bu aslında Anadolu’da sadece bir kez olup bitmiş bir olayın öyküsü değildir, farklı farklı desenlerle, defalarca tekrarlanan bir “yeniden karışım” olgusudur. 
Çünkü Anadolu bir “köprü” ülkedir. Günümüzün “savaş bilimi” uzmanları ve politikacılar, buna “jeopolitik önem” veya “stratejik önem” diyorlar. Sadece Hititler değil; çok sayıda başka başka Anadolu medeniyetleri de böylesi etnokültürel karışımların sonucunda doğmuştur. Haritayı açın ve Akdeniz’i çevreleyen coğrafyaya bir bakın. Üç kıtayı ayıran ama gene de aşılmaz biçimde ayıramadığı için, ister istemez birleştiren Akdeniz. Avrupanın güneyinde, Akdenize doğru kuzey-güney yönünde uzanan üç yarımada görürsünüz. Üç tarafı denizlerle çevrili, kendilerini anakaraya bağlayan bir tarafları ise dağlarla çevrili olan bu üç yarımada, adeta Akdeniz’in koynunda üç korunaklı niş görünümündedir. Bu coğrafi yapının sonucu olarak, tarihin nispeten sakin dönemleri boyunca bir takım özgün medeniyetler, özgün karakteristikleri olan kültürler, bu yarımada nişlerinde serpilip gelişme fırsatı bulmuşlardır. Örneğin, Helen ve Roma uygarlıkları, birtakım yerel kültürel özelliklerin nispeten uzunca bir zamanı kapsayan tarihsel birikim süreci boyunca gelişmesini sürdürerek, bu “niş ülke”lerde, özgün birer medeniyet haline gelmelerinin sonucudur. 
 Bir de bizim yarımadaya bakalım: hani o, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan. Doğu-batı yönünde uzanır, doğuda sıradağlar vardır ama sağından solundan geçit verdiği için pek de niş özelliği yaratmaz. Sadece doğu batı yönünde değil, Ortadoğu platosunun hem Asya’ya hem de Afrika’ya bağlanması nedeniyle kuzey-güney yününde de trafiğe izin verir. Anadolu yarımadası, bu coğrafi özellikleriyle bir “köprü ülke”dir. Tarih de, antropoloji de bunun kanıtlarıyla doludur. Sefere çıkan nice ordular, büyük göçlere kalkışan nice kavimler, nice ticaret kervanları bu köprüyü kullanmışlardır. Tarih boyunca binlerce ve binlerce politik, etnik, kültürel özne ve nesne, bu köprünün üzerinden gelip geçmiştir. Bir kısmı gelip geçmiştir ama bir kısmı da kalmıştır. Bir kısmı köprünün üzerinde savaşa tutuşmuştur. Kimisi öldürmüş kimisi de ölmüştür. 
Ölenler de kalanlar da bizim evlatlarımız ve bizim atalarımız olmuşlardır. Ölmüş olanlar bile içimize karışmışlardır. Bedenleri toprağa karışmıştır, ama silahlarındaki veya giysilerindeki süsler ve desenler Anadolunun motifleri arasına, kültürüne karışmıştır. Ölürken haykırmışlar, nidaları karışmıştır. Anadolu insanıyla kucaklaşmışlar ve genleri karışmıştır. İnançları, korkuları ve ahlaki değerleri karışmıştır. Hani mozaik falan derler ya; mozaik olsaydı, bakar bakmaz her bir parçayı diğerinden ayırdedebilirdiniz, renkleri ve dokuları farklı olurdu. Oysa bugün doğudan, batıdan, kuzeyden, güneyden, dilediğiniz yerinden Anadolu insanlarına bir bakın; tek bir ailenin çocukları arasında görülebilen genetik veya fiziksel farklardan daha büyük bir fark göremezsiniz; etle tırnak gibi olmuşlardır. Mozaik değil ama, nasıl desek, hani belki çorba misali, çorbaya attığınız havuç ile patates pişerken nasıl birbirine karışırsa, renkleri, tadları, dokuları ile ayırdedilemez hale gelirse, Anadolu insanının etnik ve kültürel özellikleri de tarihsel kaynaşma süreci boyunca, öylesine karışmış, kaynaşmış. 
 Böyle bir milleti, böylesine kaynaşmış bir kitleyi ayrıştırmak, yaşamlarını ve yurtlarını bölmek, hiç mümkün mü? Önce “biz”i bizden çalmaları gerek, eşi benzeri görülmemiş ihanetler ve zulümler gerek. Anadolu insanı hiç böyle bir zulme izin verir mi; kendine, kardeşine böyle ihanet eder mi? Anadolu denen bu köprüden gelip geçerken yerleşmeye karar veren veya geçip gitmek yerine bir nedenle gitmeyen, gidemeyen ve bu topraklarda kalan, böylece bu toprakları yurt edinen düzinelerce topluluktan biri, yaklaşık dört bin yıl önce, yukarıda söz edildiği gibi Hitit medeniyetini kurmuştur. “Köprü”yü yurt edinmiş olan –hepsi de “biz” olan- tüm bu Anadolu kavimlerinin sonuncusu ise Türklerdir. “Türk” adı, Türkler Anadoluya ilk girdiklerinde, Orta Asya’dan gelen bir kavmin adıydı. Anadolu’nun o tarihte yerleşik olan sakinleri de, “Türkler geldi” demişlerdi. Malazgirt savaşı ile kapılar açılmıştı ama yüzyıllar boyu göçler sürmüştü. Bu süre zarfında Türkler, başkalarına benzemediler; “zalim işgalci” olmayıp, çökmekte olan Bizans İmparatorluğunun yapısı ve yetersizlikleri nedeniyle oluşan asayiş ve adalet ihtiyacına merhem oldular. Askerlerin de, akıncıların da, gezgin dervişlerin de Anadolu’nun Türk’leşmesine önemli katkıları olmuştur. Derebeylerin zulmünden Türklere sığınan yerli halk, onlar sayesinde İslam ile tanıştı. Bir kısmı İslam’ı seçti, bir kısmı seçmedi. 
Türkler gene de onları ayırmadı, adaleti herkese sağladı. Anadolu’nun o dönem sakinlerinden, eski dinlerine bağlı kalan Hristiyan ahali, İslamı seçen komşuları için “onlar Türk oldu” dediler. Türklerin adil yönetimi altında yüzyıllarca birlikte yaşadılar. Böylece, etnik bir kimlik olarak Anadoluya giren Türkler, bu köprü ülkeye daha önce giren diğer medeniyetlerle aynı kaderi paylaştırlar: karıştılar! Anadolu coğrafyasının bugünkü sahipleri olan Türk milletinin oluşumunun tohumları bin yıl önce böyle atıldı. Etnik ayrımcılık yaparak “ben Orta Asya’dan geldim, bunlar sonradan olma Müslüman” demediler; herkesi bir gördüler, çünkü yetmişiki milleti bir gören kültürleri böyleydi. “Bu müslüman, o Hristiyan” bile demediler, dinsel ayrımcılık da yapmadılar, çünkü dinleri de, kültürleri de bunu emrediyordu. Yönetimleri altındaki herkesi kucaklayan bir anlayışla yönettiler, ayrımcılık yapmaksızın tüm ahaliyi kendilerinden gördüler. Haçlılara karşı elbirliğiyle direndiler ve onları defalarca yendiler. 
Hristiyan cemaatlerin Bizans’a karşı Türklerle birlik olmalarının, destek vermelerinin örnekleri tarih sayfalarında az değildir. Tarihte böyleydi, bugün bile, yakın tarihteki onca ihanete rağmen aynı yaklaşımın sürdüğünü görebiliriz. Günümüzde “Türk” terimi dar etnik anlamıyla kısıtlı değildir; sadece “etnik Türk” anlamına gelmez. Tüm Anadolu mirasını kapsayan ve kucaklayan bir terimdir. 
90 yıllık Cumhuriyetimizin temelinde de, çatısında da, bu kucaklayıcı anlam yüklüdür. Bu yüce anlamı reddedenler, inkar edenler, ya kimliksizleştirilenlerdir ve kimliklerinden gafil olanlardır, ya da bu gafilleri kimliksizleştirme operasyonunda görev alanlardır, yani Türk kimliğine düşman olanlardır. Köprü ülkeye, en son kavim olarak, yaklaşık bin yıl önce asayiş ve adalet ile girmesi ve yönetici olarak kabul görmesi sonucunda Türk unsuru, Anadolu halkının belirleyici unsuru olmuştur. Artık “Türk” demek “Anadolu insanı” demektir. Anadolu topraklarında Türk unsuru bin yıldır defalarca saldırıya uğramış. Haçlıların, Bizansın, Orta Asya’dan gelen Moğolların, Timur’un ve diğerlerinin saldırıları, sabırla, dirençle ve cesaretle atlatılmış. Yüzyıllar önce bizzat kurduğu devleti, evet kendi devleti bile, etnik kökenine, 
Türkmen-Alevi köklerine saldırmış, devlet ile milletin arası açılmış; kendi kurduğu devleti tarafından ötekileştirilmiş. Ondokuzuncu yüzyıldan başlamak üzere, hristiyan cemaatlerin kandırılması ve kendi yurttaşlarına, komşularına düşman edilmesi süreci, savaşlar, kardeş kavgaları, ayrıştırmalar, tersine göçler ile sonuçlanmış; Anadolu halkının kanı dökülmüş, yurdu yağmalanmış, bir kısmı yurtlarını terketmek zorunda kalmış. Kimileri öyle bir ihanetin tuzağına düşmüşler ki, Türk komşularının karşısına çıkacak yüzleri kalmamış. Anadolu insanı, Kurtuluş Savaşı vererek yurdunu kurtarmış, Cumhuriyeti kurmuş, milli birliğini yenilemiş, güçlendirmiş ama saldırılar son bulmamış; emperyalist düşman, içerdeki feodal ve yobaz unsurları örgütlemiş, kışkırtmış, genç cumhuriyeti bir türlü rahat bırakmamış. Bugün de Anadolu’yu ve insanını hedef alan bir haçlı saldırısıyla karşı karşıyayız. 
 Saldırı sadece Türk kimliğine ve Türk varlığına yönelik değildir. Bu saldırının hedefi, Anadolu’ya tarih boyu çeşitli dönemlerde girmiş olan ve tarihsel süreç içinde yerlileşen ve hep birlikte etle tırnak gibi olan tüm etnik unsurların ortak tarihsel kimliği, ortak genetik mirası, ortak kültürel mirası, ortak vatanıdır. Bu nokta çok önemlidir. Yaklaşık son 75 yıldır, küresel firavunun saldırı ve işgal planı adım adım uygulanıyor; kimliksizleştirme, çatıştırma, zayıflatma operasyonlarıyla başlayan, ancak özellikle Sovyetlerin çökmesinin ardından hızlandırılan ve bugünlerde son aşamasına gelmiş olan saldırının amacı ve hedefi, farklı etnik ve dini unsurların aralarına nifak sokup, ayrıştırılıp ülkenin parçalanmasından ibaret değildir. 
 Nihai hedef, Anadolu’nun tümüyle ve dolaysız olarak emperyalist siyonist sistemin denetimine geçmesi, buna direnenlerin de bir etnik temizlik süreci ile bir şekilde bertaraf edilmesidir! Gerçeği açıkça görmeli ve cesaretle dile getirmeliyiz, ki gereğini yapabilelim. Canavara cici diyerek kurtulacağımızı düşünmeyelim. Bizim tek dostumuz Hak ve hakikattir. Nato’ya üyelik ile girdiğimiz çıkmaz yolun sonunda, bir etnik temizlik operasyonu ile kendi yurdumuz olan Anadolu’nun, Nato plan ve projeleri çerçevesinde Nato’nun hizmetkarları tarafından, Türk kimliğinden arındırılması hedefi yatmaktadır. Irak işgal edildiğinde ilk yağmalanan yerleri müzelerdi, tarih ve kültürdü. Yurdumuzda da düşman aynı hedefe kilitlenmiş; kimliksizleştirme politikaları daha şimdiden milletimizin tarihini, hafızasını çalmaya başlamış, Anadolunun beşeri kültürünü yok etmekte; bununla kalmayıp doğal kültürünü, doğal varlıklarını da yok etmekte. Anadolunun endemik bitki örtüsü, binlerce yıldır Anadolu insanını besleyen envai çeşit bitkilerin tohumları birer birer kayıplara karışıyor. 
Sanayi ve madencilik şirketleri kasalarını doldururlarken, soluduğumuz hava, içtiğimiz su kirleniyor, tarım arazilerinden doğal bitki örtüsüne dek toprağımız, akarsularımız, yeraltı sularımız zehirleniyor, toprak ana ölüyor. Küresel firavunun siyonist-haçlı asker ve sivil ordularının saldırısı, hem milletimizi, hem vatanımızı, kültürümüzü, habitatımızı, geleceğimizi hedef alıyor. Uyan artık uykundan uyan; uyan, kula kulluk dünyası! Anadolu’ya ve Türk kimliğine yönelik, daha şimdiden felaket boyutlarına varmış olan, topyekün bir saldırı söz konusudur. Saldırının hedefi biz, ama ne acıklı bir durum ki, bu saldırının faturasını ödeyen, içimizde ve çevremizde adım adım yürütülen bölücü ve yıkıcı operasyonların maddi ve manevi her türlü bedelini üstlenen, canımızla, malımızla destekleyen gene biz. Bu nasıl bir tuzaktır? Önce iğneyi kendimize batıralım ve soralım: Kuzey Irak’taki yapılanmayı kim kurdu? Yıllarca kim korudu, kim destekledi ve ayakta tuttu? Elektriğine varasıya bedelini kim ödedi? Kimsenin tanımadığı dönemlerde bile pasaport veren, güvenliğini sağlayan kimdi? 
 Ve, yıllar önce bölücü örgütü kim kurdu; evet, hangi devletin hangi kurumu tarafından kuruldu? Sınırları değiştirip, dört parçayı kaynaştırıp, küresel firavunun emrine ve hizmetine amade, Akdenize de kıyısı olan bir ülke yaratmak için kimler bunca çabalıyor, bedelini kim ödüyor? Kuzey Irak’ta çekiç güç ile yapılanın bir benzeri şimdi Suriye’de “siyonizmin mücahitleri” ile yapılırken para, silah ve her türlü desteği kimler veriyor? Bu düşmanlar kim? Nerede bunlar? Uzaklarda mı, yakınlarda mı, yoksa içimizde mi? Yaşamakta olduğumuz süreç, bir felaket değil de nedir? Ya, sürecin devamında, başımıza daha ne felaketler gelecek; bir tahminde bulunabilir misiniz? Ve tüm bunların sorumluları kimlerdir? Evet, sorumluları kimlerdir? Böyle giderse çok geçmez; muhtelemen çok acılı bir sürecin ardından, belki de yarım yüzyıl sonra, belki daha yakın bir tarihte biz de Hititler gibi silinip gideceğiz; kültürü başka, dini başka, hatta dili başka, kimliği başka, birileri gelip cennet yurdumuza çöreklenecek ve yaşam bir şekilde devam edecek. Sahip çıkılmayan vatanın batması haktır, Sen sahip çıkmazsan bu vatan elbette batacaktır! Sanki, yazının başındaki öyküde olduğu gibi, bizi yok edip evimizi ele geçirmek isteyen birileri, evimize girmiş, tüm ailemizi hipnotize etmiş; senin adın şu, senin kimliğin bu diyerek, her birimizin kimliğimizi yeniden tanımlıyor, beynimizi yıkıyor; ve hemen ardından, bize kardeşimizi gösteriyor ve “bak, işte bu senin düşmanın, vur onu” diyerek, kardeşleri birbirlerine kırdırıyor. 
 Görmek zorunda olduğumuz gerçek budur: bize düşman birileri, vaktiyle bir hipnoz operasyonuyla bizi bizden çalmış, şimdi de bizi bize kırdırıyor! Bunu kim yapar, nasıl yapar, neden yapar? Hemen tereddütsüz söyleyelim: bu bir düşman operasyonudur! Sakın onu müttefik falan diye görmeyelim, ayan beyan ortada, o “apaçık bir düşman”. Ama mertçe karşımıza geçmiş bir düşman değil bu; bizim dost sandığımız bir düşman. Amacına ulaşmak için çok sinsi, şeytanca bir plan uyguluyor. Sanki, şeytanın ta kendisi! Peki bunu nasıl yapıyor? Hemen tereddütsüz söyleyelim: en etkin silahı olan din ile! “Bizim” sandığımız ama “bizim olmayan” bir din ile! M. Akif’in deyimiyle “din-i mübin”i yıkıp, onun yerine kurulan “başka” bir din ile. “Allah’ın dini” sandığımız, ama hakikatte firavunun ve şeytanın dini olan bir din ile. Elbette bu küresel ejderhanın çok sayıda ve her tür silahla donanmış olduğunu biliyoruz; ancak en etkin silahının da din olduğunu açık seçik görüyoruz.  Birileri vaktiyle bize, kardeşlerimize bir din benimsetmiş ve şimdi de o dinin uyuşturucu etkisiyle adeta aklımızı almış! Kabullenmesi zor da olsa gerçeği görüp dile getirmek zorundayız. Aklımızı kullanamaz halde, çaresiz, bizi hipnotize etmiş olan düşmanın her dediğini yapar halde, düşmanın planladığı sona doğru adım adım sürükleniyoruz. Manzara budur. 
 Nasıl kurtulacağız felaketten? Evet, uyanmak zorundayız, ama nasıl uyanacağız? Tek çaresi, öncelikle hipnozdan kurtulmak, düşmanın başlıca hipnoz aletini elinden almak. Bunun için sorulması gereken ilk soruyu sorarak işe başlıyoruz. Atilla İlhan’ı sevgiyle, saygıyla anıyor ve onun üslubuyla, “hangi” sorusuyla başlıyoruz. Ve soruyoruz: Din, din.. diyoruz da, hangi din? Ve daha da önemlisi: O din, kimin dini? Akıl ve ilim dini mi, yoksa hurafelerimizin, hurafelerinizin dini mi? Alemlerin Rabbinin dini mi, yoksa firavunun ve şeytanın dini mi? Bir an önce hipnozdan kurtulup aklımızı kullanabilmek için, Kendimize dönüp kim olduğumuzu keşfedebilmek için, Hem kendimizi, hem de düşmanımızı iyi tanıyabilmek için, Yanılıp da kardeşimize değil, asıl düşmanımıza vurabilmek için, Onurlu, özgür ve mutlu bir yaşam için, Yıllar önce sormamız gereken soruyu, belki artık çok geç ama, daha da fazla gecikmeden hemen şimdi soralım: Hangi din?

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...