İBNİ TEYMİYYE’NİN ÖZELLİKLERİ VE İSLAMI ÖZÜNE DÖNDÜRME ÇABALARI
4 NCÜ BÖLÜM
Hristiyanhkta Akla Aykırı Sözler:
Hristiyanlar, akıl ve mantık yoluyla susturulunca ve üçlü inancın tamamen akıl dışı ve anlaşılmaz bir inanç olduğu, ılışan aklı ve mantığının bunu kabul etmediği ispat edilince, hemen bahsi geçen o ifadelere sığınıyorlar ve şöyle diyorlar: “Ne yapalım, semavî kitaplarda böyle bildirilmiştir. Bu işler ve inançlar; akıl, mantık ve kıyas’m daha üstünde olan gerçeklerdir. Bunlara iman edip, uymakla hareket edilmelidir. Akıl, ve mantıkla anlayıp kavramaya, anlatmaya çalışılmamalıdır.
“İmam İbn Teymiye öncelikle; bu bilgi ve inanışların semavî kitaplarda bildirildiğini reddetmektedir. Aks i iv Semavî kitaplarda bunun tersine bilgiler verildiğini belirtmekte ve şöyle söylemektedir: Bu ikisi birbirinden farklı ve ayrı şeylerdir. Birincisi akıl ve mantık bakımından muhal (olması imkânsız)dır ve geçersizdir. Herkes bilir ki, o şeylerin olması mümkün değildir. Bir de aklın eremediği şey vardır ki, akıl onun gerçek varlığını tanıyamaz ve o konuda reddetme veya kabul etme bakımından hiçbir karar veremez. İbn Teymiye diyor ki; peygamberlerin bildirdiklerinde ve sözlerinde sadece ikinci tür bulunmaktadır. Bir bakıma onların söylediklerinde, bildirdiklerinde akla aykırı şeyler yok, akıl Ötesi şeyler vardır. Akıl dışı ile akıl ötesi arasında büyük fark vardır. O şöyle yazar:
“Bu hristiyan âlimleri; aklın muhal dediği, bâtıl kabul ettiği ve olmasını kesinlikle kabul etmediği şeyler ile aklın âciz olup ermediği ve gerçek varlığı hakkında birşey bilemediği, red ve kabul kararı veremediği şeyler arasında hiçbir ayırım yapmamakta, hiçbir fark gözetmemektedirler. Halbuki peygamberler sadece ikinci türden haberler getirmişler, bilgiler vermişlerdir. Birinci türden haberler onların sözlerinde görülemez. Bu iddiacılar; muhal olanlarla (olması mümkün olmayanlarla) aklın kendisine hayran olup kendinden geçtiği gerçekler ve meseleler arasında bir ayırım yapamamaktadırlar. O peygamberlerin bu konudaki haberleri, Allah’a oğul ve ortak koşan müşriklere karşı ters düşmektedir.”
İbn Teymiye büyük bir gayretle; sağlam dinin sağlam akla karşı olmadığını ispat etmektedir. Bütün kitapları bu konuyu anlatmalarıyla doludur. Bu noktada iki grup insanın tekme yediğini, bazı kimselerin akla
uygun düşen şeylerde makul olmayan aşırılığa gittiğini, o aşırılığı makul haline getirdiğini ve onu, duyulara ve peygamberlerin bildirdikleri ifadelere tercih ettiklerini; bir grup insanın da normal dışı hareket ederek, açık bir şekilde akla uygun olan şeyleri reddettiğini ve kendi hayalî duygularını ve duyularını onlardan üstün tuttuklarını söylemektedir. Unutmamalı ki, bir gerçek diğer gerçeğe aykırı olamaz, onu yalanlayamaz. Aksine onlardan biri diğerini doğrular. Bâtıl ise bunun aksinedir. O değişik ve çelişkili olur.
Allah Teâlâ, peygamberlere karşı çıkanları anlatırken şöyle buyurmaktadır:
“O yıldızlara ait güzel yollara sahip gökyüzü hakkı için, muhakkak ki siz (peygamberler) hakkında (kâhin, şâir demekle) ihtilaflı bir sözde bulunuyorsunuz. Peygamber ve Kur’an’dan çevrilen kişi, ezelden beri haktan sapan kimsedif.[195]
Gerçek şu ki, sağlam bir akılla var olduğu bilinen şeye aykırı ne doğru bir haber, ne doğru bir duyu olabilir. Sağlam bir nakille ortaya konulan şey de ne akla ne de duyuya aykırı olabilir. İşte bu şekilde, sağlam bir duyu ile bilinen şeye aykırı ne haber olabilir, ne de bu akla yatkın olur.”[196]
İşte Hristiyanlıkla İslâmiyet arasındaki fark, akıl ve naklin İslâm’la tamamen uyuşmasıdır. Akıl ötesi olan fakat akıl dışı olmayan, görünmeyen gerçekler İslâm’da elbette vardır. Hristiyanlık ise bunun tersinedir. Onda pek çok mesele ve inanç akla aykırıdır. Pek çok hristiyan âlimleri de onları akla aykırı kabul etmektedirler. Fakat; bunlar akıl düzeyinin dışındaki şeylerdir, onlar, gözleri kapatarak inanmak gerekir, demektedirler.[197]
Allah’ın Birliğine, Hz. İsa’nın Kul Olduğuna İnanan Hristiyan Bilginler:
İmam İbn Teymiye bu kitabında çok faydalı bir hizmet yapmış; Allah’ın birliğine ve Hz. İsa’nın kul olduğuna inanan, fakat çeşitli sebeplerden dolayı Hristiyan dünyasında herkes tarafından kabul görmeyen hristiyan bilginlerinin ve din önderlerinin sözlerini ve inançlarını nakletmiştir. Hristiyanlık fırkalarını geniş geniş anlatmış, en yaygın mezhebinden bahsetmiş ve açıklamıştır. Verdiği bilgilerden onun derin bilgisi, geniş araştırmaları ve çok hassas görüşü açığa çıkmaktadır.
Bu arada o, yeni müslüman olan âlim Hasan b. Eyyûb’un uzunca yazılmış bir risalesini nakletmektedir. Bu risalesinde Hasan b. Eyyûb, İslâmı kabul ediş sebeplerini ve İslâmı tercih edişinin delillerini genişçe nakletmiştir. Bu risale çok değerli bilgileri içine almaktadır.[198]
TEVRAT VE SEMAVÎ KİTAPLARDA PEYGAMBERİMİZİN GELECEĞİNİN MÜJDELENMESİ
Bütün bunları anlattıktan sonra İbn Teymiye Hz. Peygamberin peygamber olarak geleceğini bildiren müjdeleri ve haberleri nakletmiştir. Bu müjdeleri naklederken, çok geniş bilgiler vermiş, uzun izahlarda bulunarak, alabildiğine örnekler sunmuştur. Hz. Peygamber hakkında Eş’iyâ, Habgûk, Danyal ve Hz. İsa (a.s.)’m sözlerinden örnekler vererek neler söylemişler-se hepsini eksiksiz nakletmiştir. Bu konuda onun yazdığı kitapta verilen bilgilere, anlatılan gerçeklere, başka kitaplarda rastlamak zordur. O bu müjdeleri ve haberleri, hem izah etmiş, hem de onların ancak Hz. Peygamberimize uygun düştüğünü ispat etmiştir.
Bunlardan biri, Yuhanna İncili’nin haberidir ki, orada İsa (a.s.)’m şöyle buyurduğu yazılmıştır: “Dünyanın arkonu yakında kesinlikle gelecek. Ben de hiçbir şey yok.” Arkon demek İbranicede; muhteşem, çok değerli, azametli demektir. Büyüklere, önde gelen kişilere arkonlar denir. İbn Teymiye, bu haberin Hz. Peygambere uygun düştüğünü ispat ederken şöyle yazar:
“Bütün yeryüzü insanları şu hususta ittifak etmişlerdir ve bu tamamen açık ve kesindir ki; Hz. İsa’dan sonraki dönemde, sadece Hz. Peygamber (s.a.)’in şahsının, iç âleminin ve dış görünümünün ihtişamı bütün dünyaya yerleşmiştir. Gönüller ve bedenler onun emrine uymuştur. Hayatında iken ve ölümünden sonraki bütün zamanlarda, doğunun ve batının bütün ılıman iklimlerinde ve ülkelerinde gönülden ve şekilden (içten ve dıştan) ona itaat edildi. Sultanlara, krallara sadece dış görünüş açısından itaat edilir; öldükten sonra ise bunlara hiç kimse itaat etmez. Dine inananların krallara itaat etmekle hiçbir bilgisi olmaz. Çünkü bunun âhirette onlara bir ecir ve mükâfat ümidi ya da ceza korkusu yoktur. Fakat, Hz. Peygambere itaat etmenin durumu Öyle değildir. Çünkü bunun kesin olarak bir karşılığı vardır.
Hz. Peygamber (s.a.), önceki peygamberlerin dinini açığa çıkarmış ve onları tasdik etmiştir. O peygamberlerin adım her tarafa duyurmuş, onların değerini yükseltip tebcil eylemiştir. O mübarek peygamber sayesinde bütün milletler Hz. Musa, Hz. İsa ve diğer peygamberlere iman etmişlerdir. Eğer o olmasaydı bu milletler iman etmezlerdi. Ehli kitap olanlar, adlarını bildikleri peygamberler hakkında da ihtilâf halindeydiler. Hz. Dâvud, Hz. Süleyman (a.s.) gibi peygamberlere itiraz edip onları kötülüyorlardı. Onların dışında pek çok peygamberi meselâ Hûd, Salih, Şuayb (a.s.)’ı tanımıyorlardı bile. “[199]
Mucizeler ve Peygamber Oluşun İşaretleri:
9Δ İbn Teymiye bunu da anlattıktan sonra, Hz. Peygamberin mucizeleri hakkında genişçe bilgi vermiştir. Adetine uygun olarak bu konuda da o kadar bilgi toplamıştır ki, bu kadar geniş bilgiye kolaylıkla başka bir yerde rastlanamaz[200] Bu konuda mucizelerin tarifi, onların ispatlanma tarzı ve pek çok usul ve kelâm konuları anlatılmış, ince manalı ifadeler kullanılmıştır.
Bu mucizeler ve âyetler hakkında İmam İbn Tey-miye genellikle siyer ve kelâm kitaplarında anlatılage-len, bilinen meşhur mucizelerle yetinmemiştir. Peygamberliğin alâmet ve deliller dairesini o kadar geniş tutmuştur ki, bu konuda Hz. Peygamberin peygamberliğine akıl ve vicdan sahipleri nazarında en büyük delil, inkâr edilemez işaret olan Hz. Peygamberin bütün şemailini ve hayat yaşayışını o daire içine almıştır. Bir bakıma o şöyle diyen Mevlânâ Celâleddin Rûmî ile ittifak etmiştir:
“Gönlünde ilim, irfan haysiyeti olan herkes, Peygamberin yüzünün ve sesinin bile mucize olduğuna inanır.”
Bu konuda o, Hz. Peygamberin şemail (şekil ve ruh çizgileri) ve sîretini (hayat biçimini) çok güzel bir şekilde özetleyerek anlatmıştır. Bu daireyi o, daha da genişleterek şöyle demektedir:
“Hz. Peygamber efendimizin yaşayış tarzı, ahlâkı, sözleri ve hareketleri de onun mucizelerin dendir. Onun şeriatı bile apayrı bir mucizedir. Ümmeti, ümmetinin bilgisi, dindarlığı ve hayatı da kendisinin bir mûcize-sidir. Ümmetinin sâlihlerinin kerametleri dahi yüce peygamberin mûcizesidir.”[201]
İSLÂM İNKILÂBI VE MUHAMMED ÜMMETİ BİRER MUCİZEDİR
Bundan sonra Hz. Peygamberin hayatımn bir özetini sunarak —ki onu okuyunca insanda Hz. Peygamberin gerçek peygamber olduğu, Allah tarafından gönderilen, desteklenen ve hak üzere olan bir peygamber olduğu kanaati, hükmü pekişiyor— şöyle yazmaktadır:
“islâm daveti bütün Arabistan’a yayıldı. İslâm’dan evvel Arabistan; putlara tapma, kâhinlerin verdikleri bilgiler, yaratanı inkâr, yaratılana saygı, kan dökücü-lük ve insanlar arası düşmanlıkla doluydu. Orada ne kimse âhireti biliyordu, ne de öldükten sonraki hayatı düşünüyordu. Bu cahil ve kaba insanlar, o mübarek Peygamberin eğitim ve öğretimi sayesinde yeryüzünün en büyük âlimi, en büyük dindarı, en çok ibadet edeni ve erdemli kişileri haline geldiler.
Hristiyanlar Suriye’de sahâbîleri gördüklerinde dediler ki: “Hz. İsa’nın havarilerinin bu insanlardan daha üstün olmadıkları bir gerçektir. Bunlar onların dünyada parlayan ilim ve amelinin birer hatırlatıcılarıdır-lar.” Bunlara karşılık diğer milletlerin hatıralarına ve eserlerine bakınız. Aklı olanlar, ikisi arasında yerle gök arası kadar fark olduğunu anlar.”[202]
“Hz. Peygamberin ümmeti, her üstün değerden daha üstün, bütün ümmetlerden daha mükemmel ve değerlidir. Bütün dünya milletlerinin bilgileri onların bilgileriyle karşılaştırılsa, ümmet-i Muhammed’in bilgisinin üstün olduğu görülecektir.
Eğer onların din, ibadet ve Allah’a itaatleri diğer milletlerin din, ibadet ve Allah’a itaatleriyle karşılaştırılsa, onların diğer milletlerden daha dindar oldukları net bir şekilde gözler Önüne serilecektir. Kahramanlıkları, Allah yolunda cihadları; Allah yolunda eziyetlere, zulümlere katlanmaları gözönüne konursa, ümmet-i Muhammed’in kefesinin ağır bastığı anlaşılır. Eğer cömertlikleri, hayır yapmaları, hoşgörüleri ve azimleri bakılırsa en çok cömertlik, ikram ve iyilik ancak onlarda görülecektir.
Bütün bu üstünlükleri, faziletleri ve güzel ahlâkî davranışları, müslümanlar sadece Hz. Peygamberden elde ettiler ve sadece onun şahsından aldılar. Hz. Peygamber onlara sadece bunları emretti.
Hz. Peygamber; peygamber olmadan önce hiçbir kitaba bağlı değildi ki onun eksikliklerini tamamlamakla görevli olsun. Nitekim Hz. İsa Tevrat’ın getirdiği şeriatı tamamlamak için gönderildiğinden Hz. İsa’ya bağlananların bilgi ve faziletleri biraz Tevrat’tan, biraz Zebur’dan, biraz diğer peygamberlerin bildirdiklerinden, birazı da Hz. İsa’dan, havarilerden, sonra da bazı diğer öğretilerden, felsefeciler ve benzerlerinin sözlerinden alınmadır.
Fakat Muhammed ümmetinde Hz. Peygamberden önce ne bir kitap bulunuyordu, ne de bir peygamberin verdiği bilgiler vardı. Aksine onların çoğu, Hz. Musa’yı, Hz. İsa’yı, Hz. Davud’u, Tevrat’ı, Zebur’u, o peygamber sayesinde tanıdılar, onun aracılığıyla onlara iman ettiler. Ancak Hz. Peygamber onlara; bütün peygamberle-
re iman etmeyi, bütün semavî kitapları kabul etmeyi emretti. Peygamberler arasında ayırım yapmaktan onları menetti.”[203]
Hz. Muhammed’in Getirdiği Şeriatın Benzersizliği:
Hz. Muhammed’in getirdiği şeriatın kusursuzluğunu, mükemmelliğini anlatırken şöyle yazar:
“Onun getirdiği şeriat, en kusursuz en üstün şeriattır. Akıl, mantık açısından makul ve güzel olup da şeriatın emretmediği güzel ve mantıklı bir şey yoktur. Akıl ve mantığın çirkin ve uygunsuz görüp de onun yapılmasını şeriatın menetmediği bir şey de yoktur.
Bugün, keşke bunu emretme şeydi denecek hiçbir şeyi Hz. Peygamber emretnıemiş ve bugün keşke Hz. Peygamber bunu yasaklamasaydı denilebilecek hiçbir şeyi de menetmemiştir. O bütün temiz, pırıl pırıl olan şeyleri helâl kılmış ve hiçbirine haram dememiştir. Bunların bazısı diğer şeriatlarda haram kılınmıştı. Pis ve iğrenç olan bütün şeyleri de haram kılmıştır. Bunlardan hiçbirini, bazı şeriatlarda helâl olduğu gibi helâl kılmamıştır.
Dünyanın bütün milletlerinde ne kadar meziyet, güzellikler, iyilikler varsa hepsi bu şeriatta toplanmıştır. Tevrat, İncil ve Zebur’da melekler ve âhiret günü hakkında verilen bilgiler eksiksiz olarak ve daha mükemmel bir şekilde Kur’an-ı Kerim’de ve Hz. Peygamberin şeriatında geçmektedir. Hatta o kitaplarda geçmeyen bir takım şeyler de haber verilmiştir.
O kitaplarda anlatılan adalet zorunluluğu, sağlam karar verme, faziletlere çağrı ve iyiliklere özendirme ve teşvikler Hz. Peygamber’in şeriatında getirilmiş, o kitaplarda bildirilenlere ilâveler yapılmıştır. Eğer aklı başında biri, İslâm’da bildirilen ibadetler üzerinde düşünür ve onlara iyice dikkat eder, diğer milletlerin ibadetlerine de dikkatle bir göz atarsa, İslâm ibadetlerinin üstünlüğünü ve mükemmelliğini görecektir. İşte bu durum bütün emirlerde, hükümlerde, şeriatın bütün kanunları ve meselelerinde aynıdır.”[204]
İbn Teymiye bu konuda, ibadetlerin amacını ve çeşitli zümrelerin bu meseledeki görüşlerini, bakış açılarını anlattıktan sonra; İslâm ibâdetlerinin amaçları, faydaları, izleri ve etkileri üzerinde derin bir hikmetle incelemede bulunmaktadır. Sonra da Hz. Peygamber (s.a.) efendimizin doğruluk ve adaletin en üstün örneği olduğunu ispat etmektedir.
Bundan sonra râşid halifelerin ve sahâbe-i kiramın şahsî hayatlarında, devlet idaresinde, halifelikte, insanlarla olan ilişkilerinde ve siyasette bu doğruluğu ve adaleti nasıl temsil ettiklerini ve onların dünya tarihinde bir benzeri görülmeyen dürüstlüklerini, yanlışlıklardan uzak duruşlarını, hayatlarını nasıl iyilik ve ideallere bağışladıklarını örnekleriyle anlatmış, teker teker gözler önüne sermiştir.[205]
Peygamberliğe İnanan Herkes Hz. Peygambere İnanmak Zorundadır:
İmam İbn Teymiye, çok açık ifadeler ve sağlam delillerle; bir kimse peygamberliğin ne demek olduğunu biliyor, peygamberliğe inanıyor ve herhangi bir peygamberin getirdiği gerçeği kabul ediyorsa, o kimsenin Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr etmesinin imkânsız olduğunu ispat etmektedir. Çünkü diğer peygamberlerin peygamber olduklarını gösteren ne gibi deliller, ispatlar ortaya sürülebilirse, aynı deliller, Hz. Muhammed’in peygamber oluşunu çok daha rahat bir şekilde ispat eder. Biri çıkıp da, bu peygamberlerin peygamber oldukları mucizelerle sabittir derse ona desin ki; diğer bir peygamberin mucizesini gösteren kesin bilgilerden Hz. Peygamberimizin mucizeleri çok daha kuvvetlidir. Aynı şekilde onun getirmiş olduğu kitap, diğer kitaplardan ve sahifelerden daha üstündür. Onun ümmeti de diğer peygamberlerin ümmetinden daha üstün ve daha iyidir. Onun getirdiği dinin emirleri, kanunları daha fevkalâde ve daha muazzamdır. Aslında Hz. Peygamberimizin peygamberliğini yalanlamak bütün peygamberlerin yalanlanmış olması demektir. Çünkü o zaman herhangi bir peygamberin peygamber oluşunu ispat etmek çok zor olacaktır.
İbn Teymiye şöyle diyor: Diğer peygamberlerin peygamber olduklarını anlatmakta ısrar etmek, buna karşılık peygamberimizin peygamberliğini inkâr etmek; aynen bir ilim dalındaki bilginlerin büyüklüğünü, önderliğini kabul edip de o ilim dalının en büyük otoritesini, önderlerinin önderini inkâr etmek gibidir. Bu konuda o, çeşitli gönül okşayan örnekler vermektedir. Şöyle buyurmaktadır:
“Bu aynen birinin kalkıp; Züfer, İbn Kasım, Müzeni ve Esrem büyük fıkıhçılardı; fakat Ebû Hanife, İmam Şafiî ve İmam Mâlik büyük fıkıhçı değillerdi, veya bir başkasının çıkıp Ahfeş b. el-Enbârî ve Müberrid şüphesiz ki dil bilginiydiler; ama Halil, Sîbeveyh ve Ferrâ dılbilgini değillerdi demesi gibidir. Yahut, Mülkî ve Mesîhî gibi tıpta kabiliyetli olanlar şüphesiz hekimdiler ama Hipokrat, Calinos ve benzerleri hekim değillerdi; yahut, Tâşigân ve Halfî astronomi bilirlerdi, fakat Batlamyos ve benzerleri hiç astronomi bilmezlerdi demesine benzer. Veya birinin çıkıp da Dâvud, Süleyman, Yemlihâ ve Danyal kesinlikle peygamberdi, ama Abdullah oğlu Muhammed (s.a.) —hâşâ— peygamber değildi demek gibidir. Böyle diyen bir kişinin çelişkisi, sözünün mantıksızlığı yukarıdaki bütün örneklerden çok daha açık şekilde ortadadır.
Hatta bir adam çıkıp da, Musa ve Isa aleyhisselâm şüphesiz Allah’ın peygamberi, Tevrat ve İncil de kesinlikle semavî kitaplardır, fakat Hz. Muhammed (s.a.) Allah’ın peygamberi değil, Kur’an-ı Kerim de semavî kitap değildir dese; Hz. Peygamber’in getirdiği din ile ondan önceki dinler ve kitaplara dikkatle bakan ve Hz. Muhammed’in peygamberliğinin delilleri ve işaretleri ile daha önceki peygamberlerin peygamberlik delillerini ve işaretlerini, Hz. Muhammed’in şeriatı ile daha önceki şeriatları iyice inceleme fırsatı bulan insanlar, yukarıdaki kişinin sözünün tamamen geçersiz ve değersiz bir söz olduğunu anlayacaktır.”[206]
Hz. Muhammed’in Peygamberliği Geneldir:
Nihayet hristiyanlarm şu iddialarını da anlatmak yerinde olacaktır. Bu iddiayı İbn Teymiye kitabının en başında ele almıştır: Hristiyanlar Hz. Muhammed (s.a.)’m sadece cahil Araplara peygamber olarak gönderildiğini, sadece o kişilerden iman etmelerini istediğini, hristiyanlarm ona iman etmelerinin gerekli olmadığını, iman etmedikleri takdirde hiçbir şekilde bundan dolayı sorumlu olmayacaklarını iddia etmişlerdir.
Bu düşünce; o devrin hristiyan Araplarında ve hris-tiyan âlimlerde de görülmektedir.
Bizzat ülkemiz Hindistan’da bir süredir bazı ortamlarda da; “Eski dinlere tam uymak kurtuluş için yeterlidir. Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman etmek sağlam bir hristiyana, yahudiye yahut müslüman olmayan birine şart değildir” görüşü ileri sürülmektedir. Bu inanç ve görüş İslâm’ın genel davetine ve Hz. Peygamberin herkese peygamber olarak gönderildiği i inancına büyük bir darbedir. Böyle bir görüşle İslama davet ve tebliğ kapısı kapandığından İslâmı yayma ve : İslama çağırma yolunda harcanan bütün gayretlerin, i fedakârlıkların, anlamsız ve yersiz olacağı sonucuna i. varılacaktır. Bu yüzden İbn Teymiye bütün kalem gücüyle bu sakat düşünceyi reddetmeye çalışmış, yanhşlığını anlatmak için bütün ilmî gücünü kullanmıştır.
Bu konu kitabının birinci cildinin 28. sayfasından 230. sayfasına kadar yer kaplamıştır. Konuyla ilgili , ilim ve delil bakımından en mükemmel ve en geniş bir inceleme yapılmış ve bir kelâmcının, bir âlimin kaleminden çıkan en güzel doyurucu bilgiler verilmiştir.
Konuya bakıldığında o yüce Peygamberin peygamber olarak gönderilmesi sadece Araplara mıydı veya onun peygamberliğini kabul etmeden kurtuluş olabilir mi? diye bir an için bile olsun en ufak bir şüpheye yer bırakmayan bütün âyetleri, Kur’an-ı Kerim ve sahih hadis ifadelerini bir araya toplamıştır. Kitabın bir yerinde o şöyle yazmaktadır:
Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Önceleri peygamberler kendi milletlerine Özgü ola-
rak gönderilirlerdi. Ben ise bütün insanlara peygamber olarak gönderildim.”
Allah Teâlâ da şöyle buyuruyor:
“Ey Muhammed; de ki: Ey insanlar, yerin ve göklerin idaresini elinde bulunduran Allah’ın, onların hepsine gönderdiği bir peygamberiyim.”
Bir de şöyle buyuruluyor:
“Biz seni ancak insanların hepsine müjdeci ve korkutucu olarak gönderdik.”
Kur’an-ı Kerim’in; ehli kitabı, yahudi ve hristiyan-ları, müşrikleri, putperestleri, bütün insanları ve cinleri, Hz. Peygambere iman etmeye çağıran âyetlerini sayıp dökmek uzun zaman alır. Hz. Peygamberin bütün insanlığa gönderildiği açık ve kesin bir meşaledir ve İslâmî bir inançtır. Kendisinin, Araplardan başka bir millete gönderildiğini söylemediği nasıl denilebilir? Bu durum onun bütün davet ve tebliğ olaylarında göze çarpar. Onun diğer milletlere gönderdiği elçiler ve islâm davetçileri bunu ispatlar. Yahudi, hristiyan ve mecusîlerle savaş yapılması, (müşriklerden başka) onlarla da cihad edilmesi emri bunu ispatlar.
O yüce Resulün peygamberliğinin genel olduğunu, hayat ve yaşayışı da ortaya koyar. Sonra da o peygamberden bize kadar kesin ölçüler içinde ulaşan mukaddes kitap Kur’an-ı Kerimde yer yer ehl-i kitabın Hz. Peygambere iman etmeye çağrıldıkları görülmektedir.”[207]
Bir başka yerinde şöyle yazar:
“Hz. Peygamberin hristiyanlara ve diğer kitap ehli olanlara peygamber olarak gönderildiğini haber verdiğini belirten daha fazla deliller vardır ki bu deliller, yukarıdaki delillerden daha çoktur. Hz. Peygamberin onları imana davet ettiğini, onlarla cihad ettiğini; onları davet etmeyi, onlarla cihad etmeyi emrettiğini bildiren pek çok deliller de bulunmaktadır. Ve bu, Hz. Peygamberden sonra ümmetinin kendiliğinden uydurup ortaya koyduğu bir şey de değildir.
Hristiyanların, Hz. İsa’dan sonra pek çok yeni şeyler ortaya çıkardıkları gibi, müslümanlar Hz. Peygamberden sonra ortaya bir şey çıkarmamışlardır. Çünkü müslümanlar, Hz. Peygamberden sonra hiç bir kimseye onun şeriatında değişiklik yapmaya izin vermezler. Kimsenin haram bir şeyi helâl, helâl bir şeyi de haram yapmasını kabul edemezler. Müslümanlara göre ümmetten hiç kimse, bir farzı veya farz olmayanı değiştirme hakkına sahip değildir. Onlara göre helâl olan şey ancak Allah’ın ve Resulünün helâl kıldığı, haram da ancak Allah’ın ve Resulünün haram kıldığıdır. Din ise ancak Allah ve Rasûlünün meşru kıldığıdır.”[208]
B) ŞİİLİĞİ RED
İbn Teymiye her ne kadar eserlerinde yer yer Şiîliği reddetmiş, sünnet ve ehl-i sünnet akidelerini, râşid halîfeleri ve sahâbe-i kiramı şiddetle müdafaa etmişse de, Şiîliği red konusunda ayrı bir eser yazmaya ve bu konuda müstakil bir eseri olan Minhâc es-Sünne en-Nebeviyye fi Nakzi Kelâm eş-Şîa v ‘el-Kaderiyye yi telif etmeye iten şöyle bir olay olmuştu:
Çağdaşı şiî bir âlim olan İbn el-Mutahhar el Hulî, velinimeti ve hizmetinde bulunduğu Moğol padişahı Evlice Hudâbende için —ki bu Moğol padişahı, o şiî âlimin teşviki ve anlatmasıyla Şiîliği kabul etmişti— Şiîliği ve İmâmiyye’yi anlatan, Sünnîliği ve halifeliği reddeden büyük bir kitap yazmış, adına da “Minhâc el-Kerâmet Fî Ma’rifeti’l-İmamet” demişti.
Bu kitap elden ele dolaşarak Şam’a ulaştı, Şeyhülislâm İbn Teymiye de bu kitabı inceledi. Şiîler bu kitapla çok övünüyorlardı. Kitabın büyük bir bölümü Hz. Ali (r.a.) ve ehl-i beytin imamlığım ve masumluğunu ispat etmeye çalışıyor, üç halifenin halife oluşlarını reddediyor, onları ve sahâbe-i kiramı kötülüyordu. Efendimiz Hz. Ali (r.a.)’ın ve on iki imamın fazilet ve üstünlüklerini, onların imamlığını ve masum oluşlarını âyetlerle, hadislerle ve çeşitli rivayetlerle ispat etmeye çalışıyordu. Aynı şekilde üç halifenin ve sahâbe-i kiramın kötülenmesi âyetler, hadisler, tarih ve siyerle güya ispat edilmişti.
Yazar zekâsını, ikna kabiliyetini ve geniş bilgisini bütün gücüyle göstermeye çalışmış ve kendine göre ehl-i sünnete karşı en son ve kesin delilleri ortaya dökmüştü. Kitabın yazarı daha sonra gelen şiî âlimleri gibi akide ve temel görüşlerinde, Mutezile mezhebi inancı taşıdığından Allah’ın zâtı, sıfatlan ve Ehl-i sünnetin temel prensipleri ve inançları üzerinde de kelâmcılar ve felsefeciler gibi söz söylemiş, onlardan da bahsetmiştir.
Ehl-i sünnet mensupları bu kitaba cevap vermesi için İbn Teymiye’ye şiddetle ısrar ettiler. Bu kitapta kelâm ilmi, akaid, felsefe, tefsir, hadis, tarih ve rivayetlerden pek çok mesele konu edildiğinden bu kitaba cevap verecek en uygun kişi; bütün bu bigilerde, bu çeşitli konularda son derece geniş ve derin bilgiye sahip olmalıydı. Bu bilgilerde otorite olup tenkidçi değer taşımalıydı.
Şiî yazarlar —çok acı bir gerçektir ki— hadis uydurmada, onları yanlış yerlere nisbet etmede son derece tecrübeli, cür’etli olduklarından; çok geniş bir ilim haline gelen hadis bilgisini ve o sahada biriken eserleri, kitapları önüne koyarak bütün hadisleri, rivayetleri incelemesi, eğrisini doğrusunu bulup râvilerinin durumunu tahkik etmesi gerekiyordu.
Bu ise çok zor bir iş olduğundan, bunu ancak hadis ve hadisle ilgili bütün bilgi malzemelerini tam olarak bilen ve hadis kütüphanesinin her bir sayfası gözünün önünde olan, hiçbir rivayet, râvi ve hadis senedinde oyuna gelmeyen; bununla birlikte o yazarın tarihî konulardaki yanlışlarını yakalayabilecek şekilde İslâm tarihim çok iyi bilen, yanlış bir açıklamayı veya uydurulan bir rivayeti yutmayan biri olması gerekiyordu.
Tarihe mal olmuş bir kişiye karşı çıkmak, onda ku-
sur bulmak ve bunlara tarihin çok fazla olan birikimi-minden örnekler ileri sürmek kolaydır. Ama temize çıkarmak ve savunmak zordur. Sahâbe-i kiramı kötülemek, şiflerin hoşlarına giden bir konu ve onların hercai karakterlerine özgü bir alandır.
Din ilminin ne büyük bir talihidir ki; o kitap yazıldığı sırada kendi döneminin hadis ilminde emirü’l-mü’minîni olan bir ehl-i sünnet âlimi tarafından buna cevap verilmiştir. Bütün hadis ve rical kitapları bu âlimin gözleri önüne seriliydi. Onun hakkında basiret sahibi biri; “İmam İbn Teymiye’nin ‘ben bilmiyorum’ dediği rivayet, hadis değildir” demiştir. O, sahabelerin kötülenmesi konusunda ümmet tarafından üzerine düşeni yapmış ve kendi döneminden sonraki âlimlerin yapmasının çok zor olacağı bir görevi yerine getirmiştir. Bu konuda ondan sonraki bütün âlimler ona minnettar kalacaktır.
İbn Teymiye’nin; İbn el-Mutahhar el-Hulî’nin kitabı Minhâc el-Kerâme’ye cevap olarak yazdığı Minhâc es-Sünne[209] isimli kitap, diğer bütün kitaplar arasında seçkin bir yer tutar. Eğer İbn Teymiye’nin geniş bilgisi, derin bakışı, keskin zekâsı, süratli hatırlaması, sağlam ezberlemesi, beyin gücü, sağlam kavrayışı ve güçlü zihni anlaşılmak isteniyorsa bu kitaba bakılmalıdır. Minhâc el-Kerâme kitabının yazarının ifadeleri geçtikçe onun ilmî ve dinî hamiyeti coşmakta, bilgi denizinde tufanlar kopmakta, tefsir, hadis, tarih ve siyer bilgileri ordusu sökün etmektedir. İşte o zaman insanın gönlünden karşısındaki rakibine karşı şöyle söylemek geçiyor: Ayet: “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin de Hz. Süleyman ve ordusu sizi çiğnemesin. (Sizin küçüklüğünüzden, basitliğinizden dolayı) onlar sizin farkınıza varmazlar.[210]
Kitabın Yazılmasına Sebep:
İbn Teymiye’yi, bu Minhâc es-Sünne kitabını yazmaya iten asıl etken ve ruhî sebep; Minhâc el-Kerâme yazarının, râşid halifeleri ve ehl-i sünnet inancında peygamberlerden sonra insanların en üstünü ve yaratıkların en temizleri olan ilk müslümanlara sokak ağzı ile saldırması ve amiyane tarzda kötülemesi, onları insanların en âdisi, en şerlisi göstermesidir. Ve bu hareket onun nazarında; İslâm’ın temellerine tırpan sallamak ve Hz. Peygamberin peygamberliğine karşı çıkmak; kötüleme, zındıklık, dinsizlik kapılarım açmak demekti. Kitabın bir yerinde şöyle yazar:
“Eğer bu zalim ve haddini bilmez adam; o Allah’ın velî kullarının başları olan, yeryüzü insanlarının lideri-ve rehberi olan ve Hz. Peygamberden sonra Allah’ın kulları arasında en üstün olan o ilk müslümanlara (sahâbe-i kirama), dinde yıkıntı meydana getirecek, kâfirler ve münafıklara delil ve tutanak hazırlayacak ve pek çok iman ehlinin kalplerinde şüphe ve zaaf meydana getirecek şekilde dil uzatmasaydı, biz o şahsı tenkid edip reddetme ve onun iç yüzünü açığa çıkarma zorunda kalmazdık. Allah Teâlâ o şahsa ve onun gibi inananlara acısın da onlara insaf ve vicdan versin.[211]
ŞİİLERİN SAHABEYE KARŞI TUTUMU
Kitabın bir başka yerinde şiîlerin sahabeyi kötülemelerini, onlara hakaret etmelerini anlatırken şöyle yazar:
“Muhammed (s.a.) ümmeti, ümmetlerin en hayırlı-sıdır. Muhammed ümmeti içinde ise en iyileri, birinci yüzyılın insanlarıydı. Birinci yüzyılın insanları faydalı bilgide ve güzel amelde en üstün ve en mükemmel insanlardı. Fakat bu iftiracılar onları tamamen tersine tasvir ettiler. Bunların (şiîlerin) anlattıklarından öyle anlaşılıyor ki sanki sahâbîler ne hakkı biliyorlardı, ne de hakkın peşinden gidiyorlardı.Hatta onların çoğu bilerek hakka karşı dahi geliyorlardı.
Nitekim bu şiîlerin üç halife ve tüm ileri derecedeki sahâbe-i kiram hakkında anlattıkları şöyledir: Onlara göre sahabeden çoğu hakkı (gerçeği) tanımıyordu. Hatta onlar zalimlere uydular.Çünkü onlar düşünebilme ve kavrama yeteneğine sahip değillerdi. Bilemeyen, dü-şünemeyen insan ise nefsanî istekleriyle veya dünya hırsıyla hareket etmiş olmalıdır. Yahutta kendi hataları ve anlama eksiklikleri yüzünden olmalıdır.
Şiîler; sahâbe-i kiramdan bazılarının kendilerini halifeliğe hak sahibi gördükleri için halife olmak istediklerini iddia ediyorlardı.
Bütün bu iddialardan; Hz. Peygamberden sonra ümmetin tamamının dalâlete düştüğü, hak yoldan çıktığı, onlardan hiç birinin hak ve hidâyet üzerinde olma-
dığı manası çıkar. Böyle bir durumda, yahudi ve hristi-yanların (yahudilik ve hristiyanlığın değiştirilip bozulmasından sonra bile) o müslümanlardan daha üstün olduğu sonucu ortaya çıkar. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:
“Musa’nın kavminden doğru yolu gösteren bir grup insan vardır. Hak yolu gösterirler ve ona uygun olarak adaletli hareket ederler. “[212]
Hz. Peygamber (s.a.) de; yahudi ve hristiyanlar arasında 70’den fazla fırka olacağını, onlardan bir tanesinin kurtulacağım buyurmuştur.
Fakat eğer bu şiîlerin sözlerine inanılırsa o zaman o (sahabe) müslümanlar içinde Hz. Peygamberin vefatından sonra hak üzere olan bir tek zümre dahi yoktur. İnsaf ve adalete sahip bir tek fırka bile yoktur.
Ümmetin en temiz, en güzel döneminde bile böyle olursa onlardan sonra ortalık böyle bir iyi insanlar grubundan tamamen uzak olacaktır. O zaman bundan hristiyan ve yahudilerin, hak dini bozup değiştirmelerine rağmen, Allah Teâlâ’nm Kur’an-ı Kerim’de; “Siz insanlar için en hayırlı bir ümmet olarak ortaya çıkarıldınız” diye nitelediği bu ümmetten daha iyi oldukları sonucu ortaya çıkar.[213]
Şiîler Ümmetin En İyilerini En kötüleri Gösterdiler:
Kitabın bir başka yerinde İbn Teymiye şöyle yazmaktadır:
“Bu şiîler, ümmetin en başından en son dönemine kadar, Hz. Peygamberden sonra en üstünü ve en değerlisi olan ve haklarında; “Siz insanlar için en hayırlı bir ümmet olarak ortaya çıkarıldınız” buyurulan ümmet-i Muhammed’in en hayırlı kişilerini, insanların en şerlileri, en kötüleri olarak göstermişler ve onlara çok büyük suçlar isnad etmişler, çirkin iftiralarda bulunmuşlar, onların iyiliklerini dahi kötülük olarak göstermişlerdir.
Buna karşılık kendini müslüman olarak bildiren nice havâi ve düzenbaz insanları, hatta ondan da öte cahil, yalancı, zalim olup küfür, fisk ve fücura daha yakın, iman gerçeklerinden uzak biri olmaktan başka hiçbir şey olmayan insanları, insanların en seçkini, en üstünü göstermişler, bu şekilde bütün ümmeti küfürle suçlamışlar veya dalâlete düştüğünü ileri sürmüşlerdir.
Kendi inançlarına göre hak üzere olan küçük bir grupdan başka ümmetin hepsini İslâm dışına çıkarmışlardır. Bu aynen; büyük bir koyun sürüsü içine giren bir adama; bu sürüden en iyi koyunu seç de onu kurban edelim, denildiğinde o kişinin sürüden topal, zayıf, cılız, hastalıklı, hiç eti yağı kalmamış bir koyunu seçerek; bu en iyi koyundur, bunun kurban edilmesi caizdir, geri kalan ne kadar koyun varsa onlar koyun değil, birer domuzdur; hepsinin öldürülmeleri gerekir, kurban edilmeleri caiz değildir demesine benzer.”[214]
İmam Şa’bî’nin Sözü:
İbn Teymiye, İmam Şa’bî’nin şöyle söylediğim nakleder: “Yahudi ve hristiyanlar, râfızîlere nazaran kendi peygamberlerine daha çok değer verirler, saygı duyarlar. Yahudilere; sizin milletiniz içinde en iyiler kimlerdir? diye sorulduğunda; Hz. Musa’nın ashabı ve onunla birlikte olanlardır diye cevap verdiler. Hristiyanlara; sizin milletiniz içinde en iyiler kimlerdir? diye sorulduğunda, Hz. İsa’nın havarileridir dediler. Râfızîlere ise; sizin milletiniz içinde en kötüler kimlerdir? diye sorulduğunda onlar; Hz. Muhammed (s.a.)’in ashabıdır dediler. İyi insanlara, Allah’ın talihli kullarına; sahabe için mağfiret duası yapmaları, onları hayır ve saygı ile yâdetmeleri emredildiği halde râfızîler onlara sövdüler, onlara çirkin sözler söylediler.”[215]
Sahâbîlere Düşmanlık, Kâfirlere Sevgi:
“Müslüman toplumunu bir tarafa bırakarak daima yahudi, hristiyan ve müşriklerle beraber olmak râfi-zîlerin sürekli alışkanlıkları olmuş, değişmez âdetleri haline gelmiş, her zaman onların dostluklarının hasretini çekmişlerdir. Muhacir ve Ensar’dan oluşan bu ilk müslümanlara düşmalık taşıyan, kâfirlere ve münafıklara sevgi besleyen bu insanlardan daha çok hak yoldan çıkmış, yolunu şaşırmış, dalâlete düşmüş kim olabilir![216]
İbn Teymiye daha sonra, şiîlerin kâfirlerle bir olmasını, onlara yardım ettikleri olayları anlatırken şöyle der:
“Onların çoğu, kalplerinin tâ derinliklerinde kâfirlere sevgi beslerler. Müslümanlara nazaran çok çok fazla onları severler. Nitekim Moğollar doğudan gelip müslümanları katliam yaptıklarında, Horasan, Irak, Suriye ve Arap yarımadasında müslümanlarm oluk oluk kanlarını akıttıklarında işte bu râfızîler müslü-manlar karşısında onlara yardımcı olup onların tarafını tutmuşlardır.
Aynı şekilde Şam, Halep vs.deki şiîler de müslü-manlar karşısında İslâm düşmanlarına pek fazla yardımcı olmaktaydılar. Yine hristiyanlar Suriye’de müs-lümanlarla savaştıklarında bu râfızîler onlara yardım etmekte idiler. Aynı şekilde eğer yahudiler Irak’ta veya bir başka yerde bir devlet kursalar bu râfızîler onların en büyük yardımcıları olacaklarını göstereceklerdir.
İşte bu bakımdan onlar daima kâfirlere, müşriklere, yahudi ve hristiyanlara yardım için, müslümanlara karşı onlarla birlikte olmak için hazırdırlar.”[217]
Katılık ve Vicdansızlık:
İbn el-Mutahhar el-Hulî kitabının bir yerinde Hâce Nâsıruddîn Tûsî’yi anlatırken, onun adını büyük bir saygı ve kutsallık verircesine anmış ve; “en büyük imam olan üstadımız; milletin, hakkın, dinin yardımcısı Hasan Tûsî oğlu Muhammed —Allah onun ruhunu mukaddes kılsın—”[218]ifadesini yazmıştır. Bunun üzerine İbn Teymiye’nin iman hamiyeti coşmuş; Hâce Nâsıruddîn Tûsî’nin adiliklerini, Abbasî halifesinin ve Bağdat halkının katliam edilmesinde onun rolünü, sapık inanç ve düşüncelerini anlatırken büyük bir hayret ve şaşkınlıkla şöyle yazmaktadır:
“Şaşılacak şey ki; bu yazar Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman (r.a.) ve ilk dönem müslümanları (sahabeler) ve onlardan sonraki müslümanların Önderleri, imamları olan ilim ve din ehli kişiler hakkında küstahlık yapmakta, onlara çok çirkin suçlamalarda bulunmaktadır. Doğrudan onların hakkında edepli kelimeler kullanmamakta, onlara çirkin davranışlar yakıştırmaktadır. Buna karşılık Islama, müslümanlara düşmanlığı herkes tarafından apaçık bilinen bir kimse için; en büyük imam olan üstadımız ve Allah onun ruhunu mukaddes kılsın, diye yazmaktadır. Halbuki bu adam; Nâsıruddîn Tûsî’nin ve ona bağlı olanların inandıkları akidelere küfür fetvası vermiş, böyle inananların kâfir olduğunu söylemiştir. Gerçekte bu insafsız adam şu Kur’an-ı Kerîm âyetinin tarifine uygun düşmektedir:
“Şu, kendilerine Kitap’tan biraz nasip verilmiş olanların, puta ve şeytana kanıp, inkâr edenler için: ‘Bunlar iman edenlerden daha doğru yoldadırlar’ dediklerini görmedin mi? İşte onlar, Allah’ın kendilerine lanet ettiği kimselerdir. Kime de Allah lanet ederse artık ona asla bir yardımcı bulamazsın.[219]
Şiilerin Tuhaflıkları:
İmam İbn Teymiye şöyle yazıyor: ”
Hz. Peygamber ile soy ilişkileri olanlara (aynı soydan gelenlere) yani Hz. Peygamberin ana babalarına, onların çocuklarına büyük saygı göstermek şiîlerin sürekli âdetidir. Fakat; onun hayat ortağı ve hayat arkadaşı olan ailelerine gelince, bunlar hakkında saygısızlık yapmakta, ileri geri konuşmaktadırlar. Bütün bunlar taassubun ve nefsanî hareket etmenin bir yansımasıdır. Nitekim Hz. Fâtıma’ya ve Hz. Hasan’la Hz. Hüseyin’e saygı göstermekteler. Mü’minlerin annesi Hz. Âişe’yi ise kötülümekte ve ona karşı çıkmaktalar. Bir başka tuhaflıkları da şudur: Ebu Bekir oğlu Muham-med’e saygı göstermekte son derece aşırı davrandıkları halde onun babası Hz. Ebu Bekir hakkında saygısızlık göstermekteler. Bu konuda İbn Teymiye şöyle yazar:
“Rânzîler Hz. Ebu Bekir’in oğlu Muhammed’e saygıda çok aşın davranırlar. Hz. Osman’a karşı ayaklanmaya katılanları övmek onların çok eski bir âdetidir. Aynı şekilde Hz. AH ile birlikte savaşanları da çok Överler. O derecede ki, Hz. Ebu Bekir’in oğlu Muham-med’i babasından üstün görürler. Ne tuhaf manzara ki, bü ümmet içinde Peygamberden sonra en üstün olan kimseye bunlar lanet etmekteler. Hz. Peygamberin sohbetinde dahi bulunmamış, İslâm’da büyük bir hizmet görme üstünlüğü taşımayan kimseyi de övmektedirler. Soylara saygı duymak ve onları yüceltme konusunda bu kimseler çok tuhaf çelişkiye düşmekte ve tezatlar göstermektedirler.”[220]
Sahabeye Kin Duymak, Kalbin Pisliğine İşarettir:
Bu konuda da şöyle yazar:
“İnsanın gönlünde, mü’minlerin en hayırlıları ve Peygamberden sonra Allah’ın velilerinin baş tacı olan Mmselere kin beslenmesi kalplerin en tehlikeli hastalığı ve en kötü pisliğidir. Bu bakımdan Muhacirlere, En-sara ve ilk müslüman olanlara kalplerinde kin duymayanlara, onlar için dua ve istiğfar edenlere ganimet malları içinde bir pay ayırılmıştır:
“Onlardan (Muhacirler ile Ensardan) sonra gelenler şöyle derler: Ey Rabbimiz, bizi ve iman ile bizden evvel geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla. İman etmiş olanlar için kalplerimizde bir kin bırakma. Ey Rabbimiz; muhakkak ki Sen çok şefkatli, çok merhametlisın.[221]
Halifeleri Kötüleyenlerin Hali:
“Hz. Ebu Bekir ve Ömer (r.a.) gibi mübarek kişileri iki tür insan ancak kötüleyebilir: Birincisi, münafıklar ve zındıklardır ki, onlar bu ikisini kötülemek ve karşı çıkmakla, aslında Hz. Peygamberin şahsına ve onun getirdiği din İslama karşı çıkmaya, onu kötülemeyi hedef alan İslâm düşmanı kişilerdir. Râfızîlerin o büyük üstadları (Tûsî) da böyle bir kişiydi. Bâtmîlerin önderleri de aynı durumdaydı. İkincisi de; nefsine uymakta ve cehalette çok ileri gitmiş olan cahil kişilerdir. Her ne kadar içlerinden müslüman olsalar da, şiîlerin avam tabakasının durumu böyledir.”[222]
Peygamberliğe iftira:
Hz. Ebu Bekir’e, Ömer’e, Osman’a (r.a.); Hz. Peygamberin özel ilgisi olduğu, onun üçünün de Hz. Peygambere yakınlık ve özellik taşıdıkları herkes tarafından kesinlikle bilinen bir gerçektir. Üçünün de Hz. Peygamberle aile bağlan vardır. İkisinin kızı Hz. Peygamberin nikâhı altında idi. Biri de Hz. Peygamberin iki kızı ile evlenmişti. Hiçbir yerde, hiçbir şekilde Hz. Peygamberin onları kötülediği, onlara lanet ettiği görülmemiş ve duyulmamıştır. Aksine onları sevdiği, onları övdüğü herkes tarafından bilinir. O halde iki durum ortaya çıkmaktadır:
1) Ya bu üç kişinin Hz. Peygamberin sağlığında ve ölümünden sonra iç bakımdan ve dış görünüş bakımından temiz duygulu, vefalı, sağlam ve doğru inançlı, düzgün karakterli kimseler olduklarına inanılacaktır; ya da bu kimselerin Hz, Peygamberin hayatında ve onun vefatından sonra dürüst ve doğru olmadıklarına, (Allah korusun) dinden saptıklarına inanılacaktır.
2) ikinci durum da, eğer bu sapmalarına, bu yanlış durumda bulunmalarına rağmen bu üç kişi Hz. Peygambere yakınlık elde etmişlerse o zaman şu iki şeyden birini kabul etmek gerekecektir: Ya Peygamberimiz onların gerçek durumlarını bilmiyordu veya biliyordu da —hâşâ— onlara yağcılık yapıyordu. Bu iki durumdan her biri Hz. Peygamberin şanına büyük bir leke, büyük bir iftiradır. Onun peygamberliğine karşı geliştir. O zaman iş şairin şu sözüne dönecektir:
“Eğer sen bilmiyor idiysen o zaman bu bir felâkettir.
Eğer biliyor idiysen, o zaman felâket çok daha büyüktür.”
Ve eğer; Peygamberimizin hayatı boyunca onlar doğru yol üzerinde idiler denilirse, o zaman bu; Hz. Peygamberin kendinden sonraki durumlar hakkında
haberler vermesinde ve kendinden sonra bu kişilerin başına gelecekleri bildirmesinde yanıldığına işaret olur. Gerçek şu ki, bu tür sözleriyle râfizîler Hz. Peygamberin mübarek kişiliğine çok büyük iftira etmektedirler.
İmam Mâlik hazretleri şu sözüyle ne kadar doğru söylemiştir: Aslında râfizîler, insanlar; “Hz. Peygamber kötü adamdı da o bakımdan kötü arkadaşları, kötü dostları vardı. Eğer iyi adam olsaydı iyi arkadaşları olurdu” desinler diye Hz. Peygamberin mübarek kişiliğini kötülemek istemişlerdir. Bu bakımdan ilim ve basiret sahipleri; râfizîlik, zındıkların, dinsizlerin bir oyunudur demişlerdir.[223]
Sahâbîlerin Üstünlükleri Kesin Delillere Dayanır:
İbn Teymiye sahâbe-i kiramın adaletli ve doğru oluşlarını İslâm’ın çok önemli temel meselesi olarak kabul eder ve onların doğruluğuna, güvenirliğine, şaşmaz dürüstlüklerine kesinlikle inanır. Onların İslâm öğretiminin en güzel örnekleri olduklarını, Hz. Peygamberin eğitiminin ve anlattıkları talimatın yaşayan birer timsâli bulunduklarını kabul eder. Ona göre sahâbe-i kiramın üstünlükleri o derece şüphe götürmez ve kesindir ki, Kur’an-ı Kerim’in açık ifadeleri ve sahih hadisler şüphe götürmez şekilde bunu ortaya koymuştur. O bu konuda şöyle yazar:
“Kitap, sünnet ve şüphe götürmez rivayetlerle sahâbe-i kiramın üstünlükleri, güzellikleri ispat edildiğine göre bazısı kesik, bazısı değiştirilmiş ve saptırılmış olan rivayetlerle bu gerçeklerin reddedilmesi geçerli değildir.
Bu rivayetler içinde öyleleri var ki, bu gerçeklere onların hiçbir yalanlayıcı etkisi de olmamaktadır. Çünkü kesin kanaat, şüpheyle ortadan kaldırılamaz. Biz; Kitap ve sünnetle, imamlarımızın aynı görüşte birleşmeleri ile, onları destekleyen sağlam rivayetler ve akıl mantık delilleriyle kesinkes inandık ki, sahâbe-i kiram Peygamberden sonra insanların en üstünüdürler. Bu kesin ve sağlam bilgi ve inanca şüpheli, tereddütlü şeyler etki yapamaz. Nerde kaldı ki bâtıl olduğu açığa çıkan şeyler etkibili”[224]
Sahâbe-i Kiram Masum Değillerdi:
İbn Teymiye sahâbe-i kiramın, peygamberler gibi ve Hz. Peygamber gibi masum (günah işlemez) olduklarına, onlardan hiç bir hata ve kusur çıkamayacağına inanmamaktadır. Ama o şuna kesinlikle inanmaktadır ki; ümmetin bütün fertleri içinde onlar en adaletli, Allah’tan en çok korkan, sözlerine en çok güvenilen, en doğru konuşan ve en dürüst kimselerdi. Eğer onlardan hatalar veya günahlar olmuşsa bile buna karşılık Öyle güzel ameller ve Allah’ı, Resulünü memnun eden Öyle güzel işler yapmışlardır ki, hatalarının keffareti olmuştur. Herşeye rağmen onların iyilik ve sevap kefesi hata ve kusur kefelerinden daha ağırdır. Bu konuda da şöyle yazmaktadır:
“Hz. Peygamberden sonra hiçbir kimsenin günahsız olduğuna inanmadığımızı biz daha önce yazdık. Nerde kaldı ki içtihadda hata olacağına inanmayalım. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Doğruyu (Kur’anı) getiren Hz. Peygamber ve onu tasdik eden müminler ise, işte onlar takva sahibi kimselerdir. Onlara, Rableri katında ne dilerlerse vardır. İşte bu, güzel ve iyi iş görenlerin mükâfatıdır. Çünkü Allah onların daha önce işledikleri amelin en kötüsünü bile örtüp bağışlayacak ve yapmakta oldukları güzel amellerin en güzeliyle mükâfatlarını kendilerine vere-çektir.[225]
“İşte bu sözü söyleyenler, cennetliklerle beraber o seçkinlerdir ki, kendilerinden işledikleri güzel ameli kabul edeceğiz, günahlarını da bağışlayacağız. Bu, onlara vaad edilmiş bulunan gerçek bir vaaddir. “[226]
SAHÂBE-İ KİRAMIN ÖRNEĞİ TARİHTE YOKTUR
İbn Teymiye diyor ki: İnsan olmanın gereği olan beşerî hatalarına ve insanî kusurlarına rağmen, bütün olarak peygamberlerden başka insan türünün hiçbir kitlesi ve insanlık neslinin hiçbir toplumu sahâbe-i kiramdan daha güzel bir hayat ve hareket tarzı göstermemiştir. Onların hayatlarında yer yer hafiften bir miktar leke göze çarpsa da bu, beyaz bir elbisenin bir yerinde küçük bir leke gözükmesine benzer. Başka milletlerin bütün amel defterleri, hayat sayfaları baştan başa lekelerle simsiyah kesilmiş olup, ancak yer yer birkaç beyaz nokta göze çarparken; bembeyaz, kocaman bir elbisede küçücük bir lekeyi görüp buna karşılık baştan sona elbisenin beyazlığını hiç görmemek ancak kusur arayanların hatasıdır.. İbn Teymiye böyle diyerek şunları yazmaktadır:
“Sahâbe-i kiram, ümmetin en hayırlılarıdır. Üm-met-i Muhammed içinde onlardan daha çok hidâyet ve hak din üzerinde birleşen, ayrıcalıktan ve tefrikadan uzak kalan hiçbir grup ve zümre yoktur. Onların hayatında eksik bir hareket ve davranış görülse de bu durum başka bir ümmetin durumuyla karşılaştırıldığında, bunun hiçbir önemi olmadığı görülür. Yanlışlık; bembeyaz elbisede küçücük bir lekeyi görüp de küçücük bir beyazlığı kalmış, kapkara kesilmiş bir elbiseyi görmeyen kimsededir. Bu büyük bir ahmaklık ve çok büyük haksızlıktır.
Eğer o büyük insanlar kendi seviyesindeki insanlarla karşılaştırıhrsa onların üstünlükleri ortaya çıkar ve kendi kafasına göre hayalî bir benzetme yapan, kendi görüşüne göre bir ölçü koyan o kişinin, Allah Teâlâ’nın yaratmadığı böyle bir hayalî kurgusuna değer verilemez.
Bu hayalcilerden (şiîlerden) biri kendi kafasında masum bir imam canlandırmaktadır. Öbürü de kafasında öyle bir başka imam canlandırmaktadır ki o canlandırdığı imamla masum olan imam arasında, her ne kadar açık açık masumdur demese de, bir fark bulunmamaktadır. Bu kişi; âlimin, şeyhin veya emirin ya da sultanın Öyle olmasını .öngörüyor. O ne kadar fazla bilgili, ne kadar dindar, ne kadar iyi meziyetli olursa olsun, Allah ona ne kadar güzel işler yaptırmış olursa olsun; o kişinin kafasında canlandırdığı imamın hiçbir şeyi kendisine örtülü kalmayacak şekilde bilmesi gerektiğini, hiçbir şeyde hata yapmaması, insanlık gereği Özelliklerden uzak kalması ve onun hiçbir zaman öfkelenmemesi gerektiğini ileri sürmektedir ki buna imkân yoktur. Hatta onlardan pek çok kişi bu tür imamlar hakkında peygamberlerde bile olmasını istemedikleri şeyleri bu imamlar hakkında gerekli görmektedirler,”[227]
İbn Teymiye; bütün tarihi inceleyen insanın, çeşitli milletlerin, ırkların, ümmetlerin durumlarını araştıran ve çeşitli insan toplumlarını inceleyen bir kişinin; sahâbe-i kiramdan daha çok birlik içinde, hakka bağlı, fitne ve bölünmeden nefret eden, nefsaniyet ve dünya menfaatçılığından uzak hiçbir toplumun geçmediğine
kesinlikle inanacağım ısrarla yazmaktadır. Bu noktada o şöyle yazar:
“Kim dünyanın bütün fırkalarını, durumlarını, olaylarını iyice okumuş, incelemişse açıkça görecektir ki; hidâyet ve olgunlukta sahâbe-i kiramdan daha üstün daha çok birlik içinde olan, tefrika ve ayrıcalıktan, onlardan daha çok uzak duran hiçbir nesil geçmemiştir. Allah’ın yaratıkları içinde sahâbe-i kiramın en iyi olduklarına Kur’an tanıklık etmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz; siz iyiliği emreder, kötülükten menedersi-niz ve Allah’a iman edersiniz. [228]
Sahabenin Müslümanlara Bıraktıkları:
s İbn Teymiye çok doğru ve yerinde olarak şöyle demektedir: Bugün müslümanların elinde bulunan bilgi ve din sermayesinde ne varsa, hayır ve bereket birikimi varsa, islâmî değerlerin yüceliği, İslâm’ın yayılması, hayırlı bir işe ne gibi teşvikler ve hayırlı yolda ne gibi muvaffakiyetler varsa, hatta aslını sorarsanız yeryüzünde bugün iyilik güzellik adına ne göze çarpıyorsa hepsi, sahâbe-i kiramın fedâkârlıklarının, samimiyet, âlicenaplık ve vefakârlıklarının sonucudur. Ve onların mübarek varlıklarının bereketi ve feyzidir. İbn Teymiye büyük bir coşkuyla şöyle yazar:
“O günden başlayarak kıyamete kadar müslüman-larda bulunan bütün iyilik ve hayırlar, meselâ; iman, İslâm, Kur’an, bilgi ve kültür, ibadetler, cennete girme, cehennemden kurtuluş, kâfirlere üstünlük, Allah’ın adının yüceliği, bütün bunların hepsi sahâbe-i kiramın gayretlerinin sonucudur. Onlar dini insanlara ulaştırdılar ve Allah yolunda cihad ettiler. Allah’a iman eden her mü’min kıyamete kadar sahâbe-i kiramın iyiliğine minnettar kalacaktır. Şiîlerde ve daha başkalarında bulunan iyilik ve hayırlar da sahâbe-i kiram sayesindedir; sahâbe-i kiramın iyiliğiyle râşid halifelerin iyiliklerine bağlıdır. Çünkü onlar din ve dünyanın her hayrının sorumlusu ve kaynağıdırlar.[229]
Hz. Ebu Bekir’in Halife Oluşu Hz. Peygamberin Peygamberlik Delilidir:
İbn Teymiye, çok isabetli bir görüşle şöyle demektedir: Hz. Ebu Bekir’in Peygamberimizden sonra halife olarak devlet idaresinin başına geçmesi; Hz. Peygamberin peygamberliğinin mükemmelliğinin bir delili ve onun hak peygamber oluşunun ispatıdır. Hz. Peygamberin ruh yapısı, peygamberlik ruh yapısmdaydı. İdarî, siyasî bir yapıda değildi. Daima kendi çocuklarını veya kendi aile fertlerini kendi yerlerine aday gösteren, veliaht yapan padişahlarla, dünya krallarıyla onun hiçbir ilgisi, benzerliği yoktu. Allah korusun, eğer onda bir sülâlecilik düşüncesi olsaydı; Hz. Ali’den, Hz. Ab-bas’dan (r.a.) başka Hâşimoğullarmdan kendi yerine geçirerek, aday göstererek bir sülâle saltanatının temelini atabileceği daha pek çok kimseler vardı. Bunu yapabilme gücü ve Allah tarafından kendisine verilmiş insanları etkileme yeteneği de vardı. Bu yetki ve hakimiyetini kendi sülâlesiyle sürdürebilirdi. İbn Teymiye bu konuda şöyle yazıyor:
“Şu mesele üzerinde çok iyi düşünülmesi gerekir ki, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in halifelikleri; Hz. Peygamberin peygamberliğinin mükemmelliğinin ve kusursuzluğunun delilidir. Bununla onun hak peygamber olduğu açıkça anlaşılmaktadır. O bir padişah değildi, kral hiç değildi. Çünkü kralların eskiden beri prensipleri, oğullarını herkese üstün görerek devleti onlara teslim etmeleridir. Bununla onlar, kendi kafalarına göre devleti idare ederler ve mevkilerini korurlar.
Günümüzde çevre ve bölgelerimizdeki genel valilere, yüksek mevkilerdeki devlet idarecilerine baktığımızda aynı prensiple hareket ettiklerini görürüz. Bü-veyhoğulları, Selçuklular, doğu ile batı, Suriye ile Yemen’in bütün sultan ve melikleri kendi çocuklarına ve kendi ailelerinin ferdlerine devleti teslim etmektedirler.
Aynı şekilde hristiyan ve müşrik krallar da böyle yapmaktadırlar. Frenk kralları ve Cengiz Han ailesinin hanları, daima devlet idaresinin kral ailelerinin elinde kalmasına çalışmışlardır. Onlar; şu kral ailesin-dendir, şu kral ailesinden değildir; şu kral ailesinin öz adamıdır, şu kral ailesinin öz adamı değildir derlerdi.
Bu bakımdan Hz. Ebu Bekir’in ve Hz. Ömer’in (r.a.) halife seçilip de İslâm devletinin başına geçmeleri ve Hz. Peygamberin amcası Hz. Abbas (r.a.), amcasının oğlu Hz. Ali, Ukayl, Abdülmuttalib oğlu Haris oğlu Rebîa, Abdülmuttalib oğlu Haris oğlu Ebu Süfyan ve benzerlerinin halife olmaması, Hz. Peygamberin (s.a.) o krallık sistemine bağlı olmadığını gösterir.
Bundan başka Abdimenâfoğulları arasında Hz. Osman, Hz. Hâlid, Hz. İbban vb. vardı. Abdimenâfoğulları ise Kureyş içinde en saygı değer, haşmetli ve Peygamberimize soyda en yakın olanlardı.
İşte bunlara rağmen Hz. Ebu Bekir’in arkasından Hz. Ömer’in halife olması; Hz, Muhammed’in (s.a.) Allah’ın kulu ve O’nun elçisi olduğuna en büyük delildir.
Halifelik konusunda, sadece soy yakınlığından veya hanedan üstünlüğünden dolayı kendi soyunu tercih edip öncelik vermediği için o bir sultan, kral, padişah da değildir. Aksine iman ve takva bakımından bu davranıştan ortaya çıkan sonuç şudur: Hz. Muhammed (s.a.)’in ümmeti, Hz. Peygamberden sonra da sadece Allah’a ibadet edecek, Allah’ın emri üzerine yürüyecektir. Soy veya sülâle, yahut şahsî ikbal ve yeryüzünde kişisel şan şöhret amacı gütmeyecektir.
O derecede ki; bazı peygamberler için izin verilen saltanat kadarını bile kabul etmediği açığa çıkmaktadır. Çünkü Allah Teâlâ Hz. Peygambere; “Kul peygamber kalmayı mı istersin, yoksa padişah peygamber olmayı mı istersin1?” diye teklif ettiğinde o, kul peygamber kalmayı tercih etmiştir.
Gerçekte Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in İslâm devletinin başına geçmeleri, işte bu kul peygamber olmanın sonucudur. Eğer kendi ailesinden birini kendi yerine vekil tayin etseydi o zaman insanların; “o, servetini kendi mirasçıları için biriktirmiş” deme fırsatı ellerine geçerdi.[230]
Cahiliyet Irkçılığı:
Aslında Hz. Ali’nin halifeliğe hak sahibi olduğunu, Hz. Peygamberden sonra devletin başına onun geçmesinin tavsiye edildiğini ileri süren ve hakiki amca oğlu ve damadı olan biri dururken başka bir kimsenin halife olabileceğini kafalarına bir türlü sığdıramayan bütün bu fırkalarda; cahiliyet kokusu ve cahiliyet dönemi insanlarının ırkçılığı ve soyculuğunun kokusu ve gururu bulunmaktadır. Onlar; makam ve mevkilerin sadece aile yakınlığına ve aynı soydan olmaya göre verilmediğini, bilâkis yetenek, beceriklilik ve meziyetlere göre verildiğini hiçbir zaman anlayamamışlardır. Arabistan, Iran, Hindistan ve İslâm öncesi bütün ülkelerin düşüncesi, anlayışı işte böyleydi.
“Mutlaka Hz. Ali halife olmalıydı” kararını verenler ve kesin olarak bu görüşü ortaya koyanlar; aslında kendi millî ananelerine, ülke ve bölgelerindeki uygulamalara, kendi karakterlerine kıyas yapmışlardır. İslâm’ın ruhuna göre değil, kendi alışkanlıklarına bakarak karar vermişlerdir. Onlar peygamberlerin mücadelelerini, arzu ve isteklerini, onların geniş duygu dünyalarını, himmet ve çabalarını hiç anlamamışlardır.
“Herkesin düşünme seviyesi kendi ruh yapısı Ölçü-sündedir.”
İmam İbn Teymiye bu konuda da şöyle yazar:
“Râfızîlerin sözleri, hemen hemen cahiliyet dönemi müşriklerinin sözlerine benzer. Onlar; soyları ve ataları hakkında dehşetli katılık gösterirler ve büyük bağlılık duyarlardı. Sülâle temeline dayalı şeyleri korurlar, severlerdi. îman ve takvada insana bir zarar vermeyen şeyleri, kabul edilemez diye değerlendirirlerdi. Bunların hepsi de cahiliyet işleridir.[231]
ŞİÎLER VE HZ. HÜSEYİN
İbn Teymiye’ye göre şiîler, ehl-i beytin cahil dostları, ahmak sevenleridirler. Onlar; haddi aşan övgüleri, aşırılıkları, mübalağacılıkları ve yalan yanlış rivayetleri, uydurma olayları ile ehl-i beyti kötü duruma düşürmektedirler. O şöyle yazar:
“Şiilerin Hz. Hüseyin oğullarına kendilerini bağlı göstermeleri, onlara saygı duyup Övmeleri de aslında Hz. Hüseyin oğulları için bir musibet ve imtihandır. Çünkü onları şiîler, övgü sayılamayacak şeylerle övmektedirler. Onlar hakkında hiçbir ispat ve delili olmayan iddialarda bulunmaktadırlar. Onlar hakkında öyle bir takım şeyler söylemektedirler ki; eğer Hz. Hüseyin evlâtlarının üstünlükleri sünnîlerin sözlerinden ve kitaplarından öğrenilmeseydi,şiîlerin onlar hakkında anlattıkları, övgüden çok yergi olurdu.”[232]
Bir başka yerde şöyle yazar:
“Bu şiîlerin; menkıbelerin ve hâdiselerin gerçek yönünden haberleri yoktur. Onlar bu menkıbe ve hâdiselerin iç yüzünün anlatıldığı, gerçekliğinin ispat edildiği ilim yollarını da bilmemektedirler.[233]
Taassub Belirtileri:
Minhâc el-Kerâ?ne adlı kitabın yazarı İbn Mutah-har el-Hulî, Hz. Ali’nin ve ehl-i beyt imamlarının imam oluşlarım açığa koyma yolunda ve onlarla ilgili menkıbe ve olaylar hakkında pek çok âyet, hadis ve rivayet toplamıştır[234]Bu âyetleri, hadisleri ve rivayetleri görünce, taassubun insanı nereye kadar götürebileceği tahmin ediliyor. Bu âyetlerin çoğunun veya hemen hemen hepsinin, ya ehl-i beytle hiçbir ilgisi yoktur ya da bütün müslümanlarla ilgilidir. Onun naklettiği hadis ve rivayetlerin çoğu da ya uydurma veya zayıftır. İbn Teymiye’nin deyimiyle; başı sonu belli olmayan uydurma rivayetler, yani başı ayağı belli olmayan hadisler demektir.
Bu konuda şiî yazar büyük bir cür’etle ve korkusuzca davranarak pek çok hadisi Buhârî ve Müslim’e ve diğer pek çok hadisi de Ahmed b. Hanbel’in Müsned’ine dayandırmıştır. İbn Teymiye; bunların Buhârî, Müslim ve Müsned’de izine rastlanmamaktadır demekte, bazı hadisler hakkında da; hiçbir hadis kitabında ve islâmî eserlerin hiçbir yerinde bunlar gösterilemez, diye yazmaktadır. Şiîler, Kur1 an ve hadisten hiç anlamadıklarından dolayı basit tabirleri bile anlayamazlar. Bazı kereler de hiç çekinmeden yanlış açıklamalarda bulunurlar.
Ayetleri yazarken şiî yazar çok enteresan tuhaflıklar göstermiştir. Onun, âyetleri açıklamasını görünce insanın aklına şu tuhaf latîfe geliyor: Aç bir adama; iki iki daha kaç eder? diye sorulmuş o da; dört ekmek eder demiş. Şiî yazar kırk âyet yazmış. Bu âyetler ona göre, Hz. Ali hakkında nazil olmuşlardır. Örnek olarak birkaç tanesini buraya alalım:
“Bugün ben sizin dininizi kemale erdirdim ve size olan nimetimi de tamamladım,. Size din olarak İslâm’ı seçtim.”
Bu âyet hakkında şiî yazar, Ebu Naîm’in rivayet ettiği bir hadisi naklederek, bu âyetin Gadîr-i Hum hutbesinden sonra nazil olduğunu ve Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu söylemektedir: “Allah en büyüktür. O dinini kemâle erdirmiş, nimetlerini tamamlamış, benim peygamberliğime ve benden sonra da umarım ki Ali’nin yerime geçeceğine Rab razı olmuştur.”
İbn Teymiye, öncelikle hadisçi bir üslûbla şöyle yazmaktadır:
“Bu hadis, hadis ilmi erbabının görüş birliğiyle uydurmadır. Hadis kitaplarından, güvenilir hiç bir kitapta bulunmamaktadır.” Sonra da tefsirci ve tarihçi bir üslûpla ispat ederek şöyle demektedir:
“Sahih hadis kitaplarından, müsnedlerden ve tefsirden Öğrenilmektedir ki; bu âyet arefe günü Arafat’ta vakfe sırasında nazil olmuştur. Bir yahudi Hz. Ömer’e; sizin kitabınız Kur’an’da öyle bir âyet var ki, eğer o biz yahudilere nazil olsaydı, nazil olduğu günü bayram yapardık, dedi. Hz. Ömer de; hangisi? deyince, yahudi; “Bugün ben sizin dininizi tamamladım….” âyetini okudu. Hz. Ömer: Bu âyetin hangi gün ve nerede nazil olduğunu çok iyi biliyorum. Bu, arefe günü Arafat’ta Hz. Peygamber vakfede iken nazil olmuştu, dedi. (İbn Teymiye diyor ki:)
Başka kaynaklarda da bu mesele şöhret bulmuş ve tevatür derecesine ulaşmıştır ve müslümanların bütün kitaplarında vardır. Bu, cuma günü Zilhicce’nin dokuzunda meydana gelen ve Gadîr-i Hum hutbesinin söylendiği günden dokuz gün önce olmuş bir olaydır. O halde bu âyetin Gadîr-i Hum esnasında nazil olduğunu söylemek nasıl doğru olabilir?:
Bu rivayet içinde nakledilen diğer başka sözler ise şöyledir: “Ya Rabbi, onu (Ali’yi) koruyanı koru, ona düşman olana düşman ol, ona yardım edene yardım et, onu perişan edeni perişan et.” Hz. Peygamberden daha çok duaları kabul olan kim olabilir? Eğer bu hadis doğru olsaydı bu dua gerçekleşirdi. Fakat tarihte bunun tersi gerçekleşmiştir.”
Şiî yazar:
“Suları acı ve tatlı olan iki denizi salıvermiş, birbirlerine kavuşuyorlar. Fakat aralarında birbirlerine karışmaya engel olan (Allah tarafından) bir perde vardır. ” âyetindeki “iki denizden” maksat Hz. Ali ve Fatı-ma’dır ve “ikisinin birbirine karışmasına engel olan bir perde vardır”dan maksad Hz. Peygamberdir. “O ikisinden inci ve mercan çıkar”dan maksat ise Hasan ve Hüseyin’dir, diye yazmaktadır. İbn Teymiye buna şöyle cevap vermektedir:
“Bu tür sözleri, bilip anlamadan konuşmaya alışanlar söyler. Bu, Kur’an-ı Kerim’i açıklama yerine; mül-hidlerin, Karmatîlerin, Bâtınîlerin Kur’an-ı Kerim’i tefsir etmelerine benzer. Hatta bu uydurma tefsir ediş, onların çoğundan daha kötüdür. Bunu ancak sarası tutmuş insanlar hezeyan halinde söyler.”
İbn Teymiye daha sonra bu izah ve tefsirin yanlış olduğuna altı delil göstermektedir:
“Birinci delil: Bu âyet Rahman sûresinin bir âyetidir. Onun Mekke’de nazil olduğu da tartışmasız, ihtilafsız kesindir. Hz. Hasan ve Hüseyin ise bunun nazil oluşundan birkaç sene sonra Medine’de doğmuşlardır.
İkinci delil: Bu âyetin açıklamasını Furkân sûresinin 53. âyeti yapmaktadır: “O Allah’dır ki iki denizi salıverdi. Şu birisi tatlı, susuzluğu giderir; bu beriki tuzlu ve acıdır.”
Eğer bundan kastedilen Hz. Ali ve Fatıma olsaydı, onlardan birini tuzlu ve acı kabul etmemiz gerekecekti.
Üçüncü delil: Eğer “engel”den kastedilen Hz. Peygamber olsaydı onun bir set, engel ve perde olduğu kabul edilecekti ki, bu bir övgü değil tam tersine kötülemedir.”[235]
İşte bu şekilde bu bölüm tuhaflıklar ve acayipliklerle doludur. İbn Teymiye bir tefsirci, hadisçi, fıkıhçı, tarihçi ve tenkidçi üslubuyla cevaplar vermiştir ki bu, onun güçlü zekâsına, geniş bilgisine ve tartışma gücüne açık bir delildir. O, bütün bu deliller üzerinde incelemesini yaparken şöyle yazar:
“Hz. Ali’nin üstünlüğü, velayeti ve yüksek değeri öyle sağlam ve kabul görmüş yollarla ortadadır ki, bunlarla kesin ve kat’î bir kanaate varılabilir. Bu deliller ortada dururken yalan uydurmaya, yanlış ifadeler kullanmaya, şüpheli rivayetler ve açıklamalarda bulunmaya gerek yoktur.”[236]
Kitabın, fikirlerin çarpıştığı diğer bir bölümü de; Minhâc el-Kerâme adlı kitabında şiî yazarın genel olarak sahâbe-i kirama, özel olarak da Hz. Ebu Bekir’e ve Hz. Ömer’e; bilhassa Hz. Ebu Bekir’e saldırdığı ve itirazlarını topladığı yerlerde anlattıklarıdır. Yazarın iddiasına göre bu itirazlar Kur’an-ı Kerim’den, hadislerden, siyerden ve tarihî gerçeklerden alınmıştır. Bu saldırılar ve karşı çıkışlar; düşmanlığın, okuma yazma bilen kültürlü bir insanı bile nereye götürebileceğini ispat eder. Burada, buna sadece iki örnek sunuyoruz:
Kur’an-ı Kerim’in; Hz. Ebu Bekr’in özelliğine en büyük delil olan, ümmetin hiçbir ferdinin ortak olmadığı üstünlüğünü anlatan meşhur âyeti işte şu âyettir:
“Eğer siz peygambere yardım etmezseniz Allah ona kesinlikle yardım edecektir. Hani Mekke kâfirleri onu Mekke’den çıkardıklarında ikinin ikincisi (Peygamberin arkadaşı Hz. Ebu Bekir ile, Sevr dağındaki) mağaradaydılar. O zaman Peygamber arkadaşına şöyle diyordu: Mahzun olma ve üzülme. Zira Allah’ın yardımı bizimle beraberdir.”
Minhâc el-Kerâme kitabının yazarı bu âyet hakkında şu iddialarını ileri sürmektedir:
“Birincisi: Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Ebu Bekir’i, kendisi Mekke’den ayrıldıktan sonra belki ihbar edebilir diye yanma aldığından dolayı bu âyette anlatılanla ona bir değer ve üstünlük verilemez. Çünkü bu ihbar işinde Hz. Peygamber Ebu Bekir’e güvenmiyordu.
İkincisi: Bu âyetin içinde bizzat Hz. Ebu Bekir’in hicvedilişi vardır. Şöyle ki; Hz. Peygamber’in ona “üzülme” demesinden —hâşâ— onun çok korkak olduğu ve sabırsız olduğu, Allah’a kesin inancı olmadığı ve O’nun hükmüne güvenmediği anlaşılmaktadır.
Üçüncüsü ise şudur: Kur’an-ı Kerim’in genel prensibi olarak, neresinde sekîne indirildiği bildirilmişse orada mutlaka müminleri onun içine katmaktadır. Fakat burada sadece Hz. Peygamber anılmış, Hz. Ebu Bekir anılmamıştır. Bundan da anlaşılıyor ki, sekîne onun üzerine inmemiştir.”
İbn Teymiye; öncelikle bu âyette Hz. Ebu Bekir’e ne gibi üstünlükler ve meziyetler bahsedildiğini ortaya koymakta, Hz. Peygamber ile birlikte olmanın ne gibi bir Özellik ve üstünlük taşıdığım ispat etmektedir. Şiî yazarın; Hz. Peygamber, Hz. Ebu Bekir’i düşmanlara haber vermesin diye yanma aldığını, bundan da Ebu Bekir’in güvenilemez biri olduğunu, Hz. Peygamberin ona güvenmediğini söylemesine gelince; bu o kadar mânâsız, değersiz ve saçma bir sözdür ki, cevap vermeye bile değmez. Çünkü dünyanın en aklı kıt adamından daha kıt akıllı biri, böyle nazik ve tehlikeli bir yolculukta öyle güvenilemez bir adamı yanına almaz, der.
İbn Teymiye bu noktada şöyle yazmaktadır:
“Akıl, bilgi, ilim ve tecrübede en üstün bir insan olan Hz. Peygambere böyle bir ahmaklığı ve cahilliği yakıştıran adama Allah akıl fikir versin![237]
İbn Teymiye şöyle yazmaktadır:
“İşittim ki, bu kitabın kendisi adına yazıldığı padişah Harbende’ye[238] Hz. Ebu Bekir, Hz. Peygambere kin duyardı ve ona düşmandı. Buna rağmen o en tehlikeli yolculuğu olan hicret sırasında onu yanına aldı, denildiğinde bunu duyan padişah şöyle demiştir: Böyle yerlerde başka nasıl denilebilir! (Bu yaptığı aklı başında bir kimsenin hareketi olamaz.) Hz. Peygamber’in mübarek şahsiyeti bundan münezzehtir.”
İbn Teymiye daha sonra her bir iddiaya teker teker cevap vermiştir. Kur’an-ı Kerim’in nerelerinde üzüntü, endişe ve korkudan bahsedildiğini; büyük peygamberler, sâlih mü’minler ve ehl-i beytten hangilerine korku ve üzüntü bildirildiğini göstermiştir.
Şiî yazarın; Kur’an-ı Kerim’de sekîne indirilmesinin bildirildiği her yerde daima mü’minler de zikredilmektedir, demesine gelince; bu sözden, Kur’an-ı Kerim’de çok yerde böyle olduğu yanlış kanaati ortaya çıkmaktadır. Halbuki sadece bir tek âyette[239] sekîne indirildiği yerde Peygamberle birlikte mü’minler de zikredilmiştir. O âyette şudur:
“Andolsun ki Allah size birçok yerlerde ve Huneyn savaşı sırasında Allah size yardım etti. O gün sizin çokluğunuz size güven vermişti de bir faydası olmamıştı. Yeryüzü onca genişliğine rağmen başınıza dar gelmiş, bozularak arkanızı dönmüştünüz. Sonra Allah; Rasûlünün ve mü’minlerin üzerine rahmetini indirdi ve sizin görmediğiniz (meleklerden) ordular indirdi.[240]
İbn Teymiye diyor ki: Burada müminlerin zikredi-lişi özel bir durum gösterir. Çünkü, “Sonra da bozularak arkanızı dönmüştünüz” buyurulmuştur. Bunun aksine Kur’an-ı Kerim’de sadece mü’minlerin zikredil-diği sekinenin indirilişi anlatıldığı bir tek yer vardır. Bundan sonra da İbn Teymiye bunun sebeplerini ve güzel yönlerini uzun uzun yazmaktadır[241]
Bu adamın bu kör taassubuna bir başka örnek şudur: Rivayetlerde bildirildiğine ve siyerde anlatıldığına göre Hz. Peygamber Bedir Savaşı sırasında Bedir alanında çardağın altında idi[242]Hz. Ebu Bekir de yanında bulunuyordu. O malum yazar; Hz. Peygamber (s.a.) eğer Hz. Ebu Bekir’e savaşmasını emretseyci, işin bozulacağım bildiğinden dolayı Ebu Bekir’i yanında tutuyordu. Çünkü Hz.Peygamberin sasvaşlarında birkaç defa Ebu Bekir kaçmıştı demektedir. İşte bu söz üzerine İbn Teymiye’nin ilim ve imanı coşmakta ve şöyle yazmaktadır:
“O malum yazar, Hz. Ebu Bekir’in, Hz. Peygam-ber’in savaşlarında birkaç kere kaçmaya yeltendiğini yazmaktadır. Bu sözünden anlaşılıyor ki o, Hz. Peygamberin savaşları konusunda tamamen bilgisiz ve cahildir. Bu da şaşılacak bir şey değildir. Çünkü onun bağlı olduğu zümre ne Hz. Peygamberin ahvalini, hayatını bilir; ne mücadelelerinden, hayat düzeninden haberdardır; ne de bunlara ilgi duyar.
Bir kere onun; Bedir savaşının savaş yapılan ilk muharebe olduğundan haberi yoktur. Bu savaştan Önce, Hz. Peygamberin ve Hz. Ebu Bekir’in katıldığı hiçbir savaş olmamıştır. Bedir harbinin; Hz. Peygamberin savaştığı ilk harb olduğunda siyerciler, hadis ve megâzî bilginleri, fıkıhçı ve tarihçilerin hepsi ittifak etmiştir. Hz. Ebu Bekir’in katılmadığı İbn el-Hadramî olayından başka Bedir savaşından Önce savaşma durumu ortaya çıkan hiçbir sefer veya gaza olmamıştır. O halde, Hz. Ebu Bekir, Bedir savaşından önce birkaç kere harp meydanından kaçmayı istemişti demek nasıl doğru olur?
Bir başka şey de şu ki; Hz. Ebu Bekir’in herhangi bir savaştan kaçtığı görülüp duyulmamıştır. Bunu ispatlama sorumluluğu, iddiacının üzerine düşer. Hangi savaştan kaçmayı istediğini onun ispat etmesi gerekir.
Üçüncüsü de; —hâşâ— eğer Hz. Ebu Bekir öyle korkak idiyse o zaman Hz. Peygamberin onu çardakta kendi yanında tutması doğru değildi. Hatta öyle adamı harp sahasına getirmek bile uygun düşmezdi. Kaldı ki Hz. Peygamber, bütün sahabe içinden kendi yanında bulunmak, kendine refakat etmek için özellikle onu seçmişti.[243]
Hz. Ali Hakkında Çelişki:
İmam İbn Teymiye diyor ki: Hristiyanlar Hz. İsa’yı, bir taraftan Allah’ın oğlu ve ilâh yapmışlar; diğer taraftan da çarmıh olayı ile onu güçsüz, biçâre bir insan görünümünde canlandırmışlardır. Hristiyanların anlattıklarıyla o, “ıer’çeşit zillet, aşağılanma, alay ve eğlence hedefi ve deneme tahtası haline getirilmiştir. Aynı şekilde şiîler de Hz. Ali için öyle bir takım yetenekler, güçler ve nitelikler ortaya sürmüşlerdir ki bunlardan, onun derecesinin Hz. Peygamberden daha üstün olduğu zannedilmektedir. Ve eğer o olmasaydı İslâm’ın gelişmeyeceği, ancak onun Hayber’i yerle bir eden pençesi ve pırıl pırıl parlayan Zülfikâr isimli kılıcıyla islâm fetihlerinin gerçekleştiği, küfrün yerle bir edildiği kabul edilmektedir. Diğer taraftan ise üç halifenin halifeliği sırasında onun güçsüz, mahkûm, çaresiz olduğu gösterilmekte; onun yapılan herşeyi kendi vicdanına ve inancına ters gördüğü anlatılmakta, kendisine ve ehl-i beyte her çeşit hakaret ve aşağılamaya uğratıldığı halde onun hiçbir şey yapamadığı anlatılmaktadır. Bu açık bir çelişki ve asla yakışık almayan bir tezattır. İbn Teymiye şöyle yazıyor:
“Bu şiîler, iki tezatı birleştirmektedirler: Bir taraftan onlar güç, kuvvet ve cesarette Hz. Ali’yi herkesten
daha üstün ve ileride göstermekteler. Hatta o kadar ki, Hz. Peygamberin dinini onun kurduğu ve Hz. Peygamberin kendisinin de ona muhtaç olduğu zannedilecek-tir. Dini kurmakta onu Allah’a ortak gostermekteler; sonra da İslâm’ın üstün gelip güçlenmesinden ve insanların İslama girmesinden sonra ona öyle bir acizlik, güçsüzlük, üzüntü ve takiyye yakıştırmaktadırlar ki, sözlerine bakılırsa ondan daha zayıf, güçsüz, biçare bir insan yoktu.
Halbuki, îslâmı kabul ettikten sonra daha önceki dönemlerine nisbetle o insanların daha çok hak ve hakikate bağlandıkları kesinlikle bilinmektedir. O halde kâfirleri yenerek onları İslama sokan Hz. Muham-med’in getirdiği dini ayakta tutmakta Allah’a ortak olan öyle bir kişi neden bu gücünü, kudretini kendisine haksızlık yapıp zulmeden bu insanları mağlup ve perişan etmekte kullanmadı? Halbuki onlar sayı bakımından da kâfirlerden azdı. Güç, kuvvet bakımından da zayıftı. Ve bu muhalifler herşeye rağmen hakka daha yakındılar. “[244]
İmamet Konusu:
İbn Teymiye, imamet konusunda da çok geniş bilgi vermekte ve şiîlerin belirlediği imameti ve onu dinin bir bölümü kabul etmelerini şiddetle reddetmektedir. Bunu ispat yolunda şiîlerin ileri sürdükleri bütün aklî ve naklî delilleri de reddetmektedir. İleri sürdükleri kaybolan imam inancı ile alay etmekte; bu inançla bozgunculuk, ayrıcalık, amelsizlik ve tahrifattan başka hiçbir fayda elde edilemeyeceğini ispat etmektedir[245]
Şiîlerin Kur’an ve Hadis Karşısındaki Tutumları:
İbn Teymiye şiîlerin, Kur’an-ı Kerim’i ezberlemeye, onun mânalarını ve açıklamalarını öğrenmeye, delillerini araştırıp bulmaya hiç ilgi duymadıklarını yazmaktadır. Aynı şekilde onların, sağlam ve zayıf hadisleri tanımaya, hadislerin mânalarım, maksatlarını, sahabe ve tabiîlerin anlattıklarını anlamaya hiç önem vermediklerini bildirmektedir. Onların sermayelerinin ve bilgi kaynaklarının, sadece bazı ehl-i beytten nakledilege-len ve içlerinde doğru, yalan herşey olan bir takım sözlerden ibaret olduğunu açıklamaktadır[246]
Cami, Cuma ve Cemaate İlgisizlikleri:
İbn Teymiye bu konuda da şöyle yazıyor:
“Şiîler, peygamberler hatta imamlar hakkında o derece aşırılığa gitmişlerdir ki, onları Allah’tan başka rabler (ilâhlar) haline getirmişlerdir. Peygamberlerin emrettiği, ortağı olmayan bir tek Allah’a ibadet etmeye önem vermemişlerdir. İhtişamlı, bakımlı tutulmalarına ve içlerinde Allah’ın adı anılmasına emir verilen mes-cidleri perişan bıraktıklarını, içlerinde cuma namazı ve cemaatle namaz kılmadıklarını görürsün.
Onlara göre mescidlerin büyük değeri yoktur. Eğer arasıra mescidlerde namaz kılsalar bile teker teker namaz kılarlar. Mezarlara, üzerlerine yapılmış türbelere çok değer verirler. Müşrikler gibi oralara koşarlar, uzaklardan seyahat yaparak, hacıların Kabe’yi ziyaret için geldikleri gibi oraları ziyarete gelirler. “[247]
Sonraki Şiîler Mutezile’ye Bağlıdırlar:
Sonraki şiîler; akıl bilgileri konusunda genellikle Mutezile’nin peşinden giderler. Bir kısmı da Yunan felsefecilerinin peşinden gitmiştir. Bunların üzerinde fel-sefeciliğin hâkimiyeti vardır. Bunların âlimlerinden biri olup felsefe, itizal ve râfızîliği kendinde toplayan, Minhâc el-Kerâme’nin yazarının bu konuda yazdığı kitabın akaid, ilm-i kelâm bahislerini açtığı yerlerde itizal ve felsefe kokusu açıkça hissedilmektedir.
İbn Teymiye bunlara genişçe cevap vermiştir. Bu bölüm derin felsefe ve kelâm üslûbu ve konularıyla doludur. İbn Teymiye akıl ve nakil bilgilerinin iki denizinin de yüzücüsü olduğundan o her zaman yaptığı gibi coşarak konuya girmekte ve o kitabın teker teker her harfini reddetmektedir. Sonunda o; bu fırkanın akıl bilgilerini çok yüzeysel bildikleri ve amiyane oldukları, âlimlerin de bu bilgide mektep çocuğu görünümünde oldukları sonucuna varmaktadır[248]
Şiilerin Geçmişteki Tutumları:
İbn Teymiye yer yer şöyle yazmaktadır: Tarihin her devrinde şiîler; kâfirlerin ve müşriklerin tarafım tutmuşlar, İslama ihanet etmişler ve İslâm devletine zarar vermişlerdir. En sonunda İbn Teymiye’nin kalemi şunu yazmak zorunda kalmıştır: “Onların İslâm içindeki günlerinin hepsi kapkaranlıktır. Yani onların İslâm’la ilgili tarihleri simsiyahtır.”[249]
Ehl-i Sünnet Yolu Ilımlı Yoldur:
İbn Teymiye şöyle yazıyor: İslâm fırkaları içinde sadece ve sadece ehl-i sünnet olanlar orta ve ılımlı yol üzerindedirler ve aşırılıktan, ifrat ve tefritten korunmuşturlar. Onlara göre ehl-i beyt sevgisi ile sahâbe-i kirama hürmet arasında hiçbir çelişki yoktur. Onlar bu iki nimeti kendilerinde toplamışlardır. İşte bu da gerçek İslâm’dır. Kitabının bir yerinde diyor ki:
“Ehl-i sünnet, bütün mü’minlere sevgi havasım teneffüs eder, ilim ve doğrulukla konuşur. Onlar ne cehalet ehlindendir ne de nefsaniyete uyan kimselerdendir. Onlar gerek râfızîlerin, gerek haricîlerin, ikisinin de tutumundan bizardır. Bütün sahabeye saygı duyar, onların değerini, kıymetini bilir ve kabul eder. Onların üstünlüklerine inanır. Bütün bunlarla birlikte yüce ehl-i beyt mensuplarının şeriatta geçen haklarının verilmesini gerekli görür.”[250]
ŞERİAT İLİMLERİNİN YENİLENMESİ VE CANLANDIRILMASI
İbn Teymiye Dönemi:
İbn Teymiye’nin doğduğu dönemde şer’î ve dinî bilgiler çok genişlik kazanmıştı. Özellikle, hadis, tefsir, fıkıh ve fıkıh usûlünden her bir konu üzerinde o kadar büyük çapta kitaplar yazılmıştı ki bu konulardan biri üzerinde dahi otorite olmak ve o güne dek gelen ilmî birikimleri özet olarak bilmek bile normal bir insan için çok büyük bir ilmî başarıydı. Fakat yine de onun döneminde bu ilmî eserlerin tümünü gözden geçiren pek çok bilgin ve eğitimci bulunuyordu.
Bunlar arasından Öyle zeki, hafızası güçlü ve ilmî çalışmaları, sürekli okuması, devamlı öğretim ve öğrenimle uğraşmasından dolayı bu kitap yığınlarının önemli bir bölümünü kafasına yerleştiren, Öğretim ve tartışma sırasında bundan zorlanmadan faydalanan ve onu hemen aktarabilen sayılı kimseler de mevcuttu.
Allâme Kemâleddîn b. Zemelkânî, Takıyyüddîn Ali b. Sübkî, Şemseddin Zehebî, Ebu’l-Haccâc el-Mizzî buna birer örnektirler.
Tabakât eş-Şâfiiyyetü’l-Kübrâ’jı incelediğimiz zaman o dönemdeki ilmî gücün, birikimin, kafalarda ne kadar çok bilgi biriktirildiğini ve ilmî branşlaşmanın ne dereceye ulaştığını tahmin edebiliriz. Öyle bazı kimseler vardı ki bunlara, şer’î ilimlerin ansiklopedisi denilmesi doğru olacaktır.
Fakat bilgi ve kültürde genişlik olduğu kadar düşüncede derinlik yoktu. Bir süreden beri; bütün bu ilmî birikime, kitaplara tenkidçi ve maharetli bir bakışla bakan, daha önceki dönemlerin ilim otoritelerinin görüş ve düşüncelerini farkeden ve onların karşısına çıkma gücü taşıyan, meseleler ve görüşler üzerinde kendisinin de şahsî bir görüşü olan kimselerin azlığı sürüp geliyordu.
Önceki dönemlerin büyük bilginleri değerli ilmî eserler bırakmıştı. Daha sonra gelen bilginlerin işi ise; sadece bu eserleri iyice okumak, onların şerh ve izahını yapmak, özet ve kısaltmasını yapmaktan ibaretti. Bir süreden beri bu eserlere önemli sayıda ve değer verilebilecek ölçüde bir katkı olmuyordu. Şahsî yeteneğin ortaya koyduğu veya müctehidçe görüşler belirten denebilecek herhangi bir kitap ender bulunuyordu.
O devrin en iyi ve iftihar edilecek eserleri kabul edilebilen kitaplarının cevheri, özü de sadece; yazarının kendinden önceye âit dağınık bilgileri bir araya toplamak ve düzenli bir şekilde sıraya koymaktan ibaretti. Veya bu eser, daha önce yazılmış olan fıkıhla ilgili bir metnin (yazı dizisinin) güzel bir açıklaması idi.[251]
İbn Teymiye’nin Bilgi ve Eser Yazma Özellikleri:
İbn Teymiye Allah vergisi keskin hafizasıyla bütün bu ilmî birikimi elde etmiş, onu fikir bakımından hazmetmiş ve ondan kendi eserlerinde hakkıyla faydalanmıştı. Ama onun kabına sığmayan, dalgalı karakteri, onun meseleleri çok güzel açıklayan, incelikleri hemen çözen beyni ve onun akıcı, işlek kalemi buna doyamı-
yor; sadece nakil, rivayet, açıklama, özetleme veya alıntı ile yetinmiyordu.
Kur’an-ı Kerîm’i derinden kavraması, şeriatın amacını derinden bilmesi, fıkıh usûlü ve teşri’ usûlündeki güçlü yeteneği her eserinde onunla beraberdir. O, hangi konuda eline kalemi alırsa, kendinden kattığı yeni bilgiyle o konuya can vermektedir. Onun hiçbir eseri yoktur ki onda bir miktar yeni ilmî gerçekler, ilmî incelikler, tenkidçi araştırmalar ve yeni temel konularla ilgili meseleler bulunmasın. Kur’an-ı Kerim’i anlamak için yeni bir yol, şeriatın amacını kavramak için yeni bir kapı açılmamış olsun.
Onun iki büyük eseri el-Cevâb es-Sahih ve Minhâc es-Sünne üzerinde geniş bir bakış yapılmış ve içindekilerin özeti yukarıda anlatılmıştır.
Bu iki eserinden başka onun müctehidçe bakış ve görüşünü, kavrama gücünü ve tenkid yeteneğini ispat eden ve her dönemin kafalarına yeni ve sağlam ilmî ve fikrî gıda sunan, o devrin ilim sahiplerinin, içinde yeni bilgi malzemeleri, yeni deliller ve yeni buluşlar gördükleri çeşitli eserleri vardır. Örnek olarak; Kitâb en-Nübüvvât, er-Red Ale’l-Mantıkıyyîn, İktizâ es-Sırât el-Müstaklm sayılabilir. Bunlar sadece çok üstün ilmî eserler ve kendi konularında başarılı kitaplar değil, hatta insan zihnini düşünmeye sevk eden ve insanların önüne yeni ilmî saha, düşünme ve inceleme için yeni meseleler ve konular getiren, düşünce oluşturan ve düşünceyi geliştiren türden kitaplardır.[252]
Tefsir:
İbn Teymiye, tefsir dalını kendi düşünce ve eserlerine özel konu yapmıştır. Onu bu tutku o kadar sarmıştı ki, içinde Kur’an-ı Kerim’in tefsirine ait bir bölüm bulunmayan, âyetlerle ispatlamaların, âyetlerin izah ve tefsirlerinin bulunmadığı bir eserini görmek zordur. Onun önüne bir âyet geldiğinde o âyeti tefsir etmeden ileri geçmez. Öğrencilerinin anlattığına göre onun tefsire ait yazdıkları kitap yığını 30 ciltten fazladır. Eğer bu tefsir birikimi ele geçirilseydi, tefsir ilminin çok değerli ve güvenilir kaynağı olacağında hiç şüphe yoktu.
Bakış ve görüş derinliği, rivayetlere tam bir bilgi hâkimiyeti ve onlara dayanma, âyetleri hayata uygulama, çevresini ve toplumunu tanıma, davetçi ruh ve iyiliği emredip kötülükten menetme heyecanı taşıma ve Allah’ın kendisine lütfettiği din gayreti gibi özelliklerinden dolayı onun kaleminden çıkan tefsir; —her ne kadar bu düzenli geniş tefsir bugün ele geçmemişse de— belki de en güzel ve en derli toplu tefsir olurdu.
Fakat, Kur’an-ı Kerim’in çeşitli sûrelerinin tefsiri üzerinde yazdıkları basılmıştır. Ve bunlardan; onun tefsirci özellikleri ve tefsirdeki üstünlükleri anlaşılmaktadır. Bunlardan İhlâs sûresinin tefsiri, Felâk ve Nâs sûrelerinin tefsiri ve Nûr sûresinin tefsiri bir süre önce Mısır’da basılmıştır. Ayrıca bugünlerde onun değişik kitaplarında tefsirle ilgili bölümler bir araya toplanarak basılmıştır[253]
Onun tefsirle alâkası, bu konuyla meşguliyeti ve kendini ne derece ona verdiği daha hayattayken herkesçe biliniyordu. Bu onun öyle bir ayrıcalıklı özelliği kabul ediliyordu ki, cenaze namazı ilân edilirken dahi, “Kur’an’m tercümanının namazını kılmaya gelin” diye ilân edilmişti.
Tefsir usûlü üzerinde de onun küçük bir risalesi vardır. Bildiğimiz kadarıyla İbn Teymiye’nin bu risalesi tefsir usûlünün ilk müstakil kitabıdır.[254]
Hadis:
Hadis ve hadis açıklamaları üzerinde her ne kadar İbn Teymiye’nin ayrı bir eseri yoksa da, hadis ilmi yedinci ve sekizinci asırlarda öyle bir genişliğe ve yüksekliğe ulaşmıştı ki artık ondan sonra bu işe bir ihtiyaç kalmamıştı. Ama yine de onun eserlerinde usûlü hadis, esma er-ricâl, cerh ve ta’dîl, hadis tenkidi, hadis fıkhı ile ilgili ele geçen maddeler eğer bir araya toplansa büyük bir eser meydana gelmiş ve önemli bir birikim elde edilmiş olur. Özellikle onun eserlerinde görülen konular üzerindeki cesur ve araştırıcı görüşleri başka bir yerde bulmak zordur. Bu konuda Minhâc es-Sünne kitabında ele geçen bilgiler ve ağızdan ağıza dolaşan pek çok meşhur hadisler üzerindeki sözleri onun çok faydalı ve ender rastlanan ilmî yadigârıdır.[255]
Fıkıh Usûlü:
Fıkıh usûlü onun hoşlandığı ve zevk aldığı bir konuydu. Bu sahada o, güçlü bir yetenek elde etmişti ve müctehid değeri taşıyordu. Onun yazdığı hiçbir eser, bu temel konulardan uzak değildi. İktizâ es-Sırât el-Müstakîm isimli kitabında ve yazdığı fetvalarında bu konuda pek çok bilgi birikimi vardır. Ve yine bazı müstakil risaleler, meselâ; Risale el-Kıyâs, Minhâc el-Vüsûl ilâ İlmi’I-Usûl ve benzeri eserler de bırakmıştır. [256]
Kelâm İlmi
İbn Teymiye’nin eserleri eğer konularına göre bira-raya toplansa görülecektir ki, ilm-i kelâm ve akaid onun yazılarının en az yarısını kaplayacak veya üçte ikisini tutacaktır. Çeşitli yer ve şehirlerin[257] adıyla anılan bu konudaki eserleri; Isbahâniyye Şerhi, Hamevî Risalesi, Tedmûriyye, Vâsıtıyye, Keylâniyye, Bağdâdiyye, Ezheriyye risaleleri ve benzerleridir. Bu eserlerde onun bu konudaki temel görüşleri, ispat gücü, dinî hamiyet ve gayreti, bilgi ve zekâsı göze çarpmaktadır. [258]
Fıkıh:
Onun döneminde her mezhebin fıkhı; üzerine yeni bir şey ilâve edilmesi zor olacak kadar yazılıp çizilmiş, düzene konulmuştu. Yine de o, pek çok konularda ve hükümlerde müctehidçe bir bakış ve incelemelerde bulundu. Kitap, sünnet, icma, kıyas ve fikıh usûlü ışığında hükümler çıkardı ve ictihad etti. Fıkıhla hadis arasında uyum yapmaya çalıştı. Fıkhî görüşleri ve detayları sağlam hadislere bağlamaya çalıştı.
Yeni ortaya çıkan meseleler, durumlar ve yeni ihtiyaçlar için hüküm çıkarma, ictihad yapma yönüne gitti. Her mezhebin müctehidleri, fıkıhçıları nasıl her asırda yeni meseleler üzerinde ictihad yapmışlar ve hüküm koyma görevi yaparak gelmişlerse, aynı şekilde İbn Teymiye de (bazı basiret erbabı kişiler onun ictihad yapma şartlarına sahip olduğu görüşündeler) bu yeni meseleler üzerinde içtihad yapma yönüne gitmiş ve kendi kanaat ve tercihlerine, kendi fetvalarına ait büyük bir birikim bırakmıştır. Bu birikim İbn Teymi-ye’nin Fetvaları olarak dört büyük cild halinde bulunmaktadır. Bu eser sadece fıkıh meseleleri ve hükümlerini değil, hatta pek çok ilmî meseleleri ve usûl konularını içine alan çok kıymetli ve nadir bir hazinedir. [259]
İbn Teymiye’nin Kendinden Sonraki Dönemlere Etkisi:
Büyük bir genişlik ve derinliğe sahip olan bu muazzam ilmî çalışma sonucu ortaya konan eserlerde akıl ve nakil yanyanadır. İbn Teymiye; şeriat ilimlerinin yenilenmesine, canlanmasına çalışmış, bunu da başarmıştır. İslâm düşüncesini kuşatan donukluk ve çöküntüyü uz akla ş tır mı ş, yeni ilmî yollar, yeni düşünce kapıları açmıştır.
Öyle araştırmalar ve eserler hazinesi bırakmıştır ki, onları incelemekle düşüncede genişlik, karakterde faaliyet, tefekkürde hareket ve canlılık meydana gelmektedir. Bu eserlerin etkisiyle her devirde ortaya büyük yazarlar, üstün düşünceli düşünürler, coşkulu ıslahatçılar ve samimi davetçiler çıkagelmişlerdir.
- 8. asırdan sonra görülen bu düşünce ve ıslâh hareketinde, İbn Teymiye’nin payı şüphesiz çok daha fazla göze çarpar. O; islâmî düşüncelerin, İslâm ilimlerinin büyük yenileyicileri arasında sayılmaya lâyıktır. Özellikle 12. Hicri yüzyıldan itibaren İslâm dünyasının çeşitli köşelerinde ortaya çıkan yenileme, düşünce ve ilmî canlanışların hepsinin temelindeki en büyük itici güç ve kaynak, İbn Teymiye’nin eserleridir. [260]
İSLÂM TEFEKKÜRÜNÜN DİRİLTİLİŞİ
İnançların Kaynağı Kitap ve Sünnet:
İbn Teymiye’nin müstakil bir yenileme başarısı, belki de onun hayatının en büyük başarısı ve onun ayrıcalığını gösteren hizmeti: Onun İslâm tefekkürünü canlandırması dır.
İslâm tefekkürünün diğer tefekkür sistemleri karşısındaki üstünlüğü, ayrıcalığı; onun temelinin vahye ve Hz. Muhammed’in (s.a.) peygamberliğine dayanma-sındadır. İslâm’ın inançları ve gerçekleri; kıyaslara, tecrübeye, zan ve tahmine, benzetmelere (kıyaslara) ve insan zekâsına, dayanmamakta, aksine Allah’ın bildirdiklerine ve Hz. Peygamberin insanlığa ilettikleri üzerine dayanmaktadır.
Hz. Peygamberin; Allah’ın varlığı hakkında, sıfatları, fiilleri hakkında, kâinatın ve dünyanın başlangıcı ve . sonu hakkında, âhiret ve amellerin özellikleri, sonuçları hakkında ve dinle doğrudan ilgili diğer tabiat ötesi . meseleler hakkında söylediklerinin hepsi akaid (inanç sistemleri)dir. Ve işte onlar gerçeklerdir. Vahiy ve peygamberlikten başka aslında onları öğrenmenin sonra da onlara kesin inanmanın hiçbir başka yolu yoktur.
Çünkü bütün bilgileri ve gerçekleri öğrenme aracı ancak ilk ve Öncelikli ilkelerdir. Bu dinî ve görünmeyen gerçeklerin ilk ve Öncelikli ilkelerine de hiçbir kimse sahip değildir. Herhangi yeni bir şeyi öğrenme vasıtası
ise bilgilerin, bilinmeyene ulaşacak şekilde düzenlenmesidir. Fakat maddî ve tabiî öncelikli bilgileri elde ettiğimiz gibi, o görünmeyen ve dinî gerçeklerin öncelikli bilgilerini ve gereklerini bilmemekteyiz. Allah’ın zâtı ve sıfatları; aklın ve duyu ile algılamanın ötesindedir ve O’nun hakkında insan hiçbir deneyime, müşahadeye (gözü ile görmeye) sahip değildir. Ne de insan bu noktada kıyaslama yapabilecek bir temele sahiptir. “O’nun (Allah’ın) hiç bir benzeri yoktur.” Dolayısıyla bu konuda, Allah’ın kendi zâtı ve sıfatlarını bilmeye kesin iman nimetini bizzat bahşettiği, hidâyet ve ışık lütfettiği insanlar topluluğuna güvenmekten başka bir çıkar yol yoktur. Bizim onun karşısında hiçbir inkâr ve tartışma hakkımız yoktur.Bu gerçek Kur’an-ı Kerim’de bir peygamber ağzıyla şöyle anlatılmıştır: “Siz Allah konusunda benimle tartışıyor musunuz? Halbuki Allah beni bu noktada doğru yol üzerinde kılmıştır.” [261]
Felsefenin Boş Çabası:
Allah’ın zâtı ve sıfatları öyle açık ve net bir gerçektir ki, bu gerçek ortada dururken felsefenin, Allah’ın zâtı ve sıfatları hakkında başka bir şeye ihtiyacı yoktu. Fakat, nice bin seneden beri felsefenin bu boş çabasını sürdürmesi, insanlık ilim tarihinin çok enteresan bir olayıdır.
Felsefe, en üstün zekâlarını ve en yetenekli beyinlerini; ilkelerini ve önermelerini dahi bilmediğini itiraf ettiği bir konuda sarfetmiş ve kendisi hakkında hiçbir kesin bilgi elde etme ve kafi görüş ortaya koyma aracı olmayan bir konuda harcamıştır. Sonra da felsefeciler o konuda öyle incelemeler ve izahlar ortaya koymuş, hiç çekinmeden öyle kararlar vermişlerdir ki, bu yaptıkları dilbilgisi âlimlerinin bazen bir kelime hakkındaki di-dişlemelerine benzer hareketlerden başka birşey olmamıştır. Hatta kimya ilmi erbabının ilaçlar ve bitkiler hakkında yaptıkları gibi hareket etmişlerdir. Onlar, tartışmalar ve açıklamalarda öyle ileri gitmişler ve öyle kılı kırk yarmışlardır ki, bütün bu anlattıklarıyla sanki onlar tamamen bildikleri, gördükleri ve kendi istekleriyle hareket ettirdikleri, görülen, duyu organlarıyla algılanan bir varlıktan bahsetmektedirler, [262]
Kelâmcıların Felsefecilikleri:
Bundan daha enteresanı; felsefeyi red ve İslâmı savunmak için ortaya atılan İslâm kelâmcılarmm durumudur. Felsefeyi reddedelim derken onlar, felsefenin tabirlerini, deyimlerini, varsayımlarını benimsediler ve Allah’ın zâtı, sıfatları hakkında öyle kesin, kararlı ve geniş incelemeli konuşmaya başladılar ki, sanki onlar da gözle görülen, duyularla algılanan bir varlıktan veya herhangi bir tabiî meseleden sözeder gibi konuşmaya başladılar.
Halbuki onlar felsefeyi reddetmek için ortaya çıkmışlardı. Kendileri de felsefenin varsayımlar, tahminler ve deyimler ormanında kayboldular. Soru sorma, cevap isteme ve tartışma cezbesine kapıldıklarından felsefenin kendi ilkeleri ve önermeleriyle tartışma ve araştırma yapmaya hakkı olmadığı bir konuya girmesini tenkid etmeyi unuttular.
Kelâmcılar felsefecilere şöyle demeliydi: Sizin inceleme ve araştırma sahanız sadece riyazi ve tabiî konulardır. Siz kendi inceleme ve araştırmanızı bu saha içinde sınırlı tutmalısınız. İlahiyat konusuna müdahale etmeniz çizginizi aşmak ve akıl bilgilerine dalmaktır.
Yine onlar, Kur’an-ı Kerim’in hikmetli ve belagatli ifadesiyle felsefecilere hitap ederek şöyle demeliydiler:
“işte siz o kimselersiniz ki; haydi, hakkında biraz bilgi sahibi olduğunuz şeyde münakaşa ettiniz. Ya hiçbir bilginiz olmayan şeyde niçin münakaşa edersiniz? Oysa Allah gerçeği bilir, siz bilmezsiniz.”[263]
Daha Sonraki Asırlarda Islâmî Tefekkür:
Daha sonraki yüzyıllarda İslâm tefekkürünün (düşüncesinin) çöküşü öyle bir noktaya gelmişti ki; Allah’ın varlığı, kâinatın yoktan var oluşu, Allah’ın bir oluşu ve âhiret gibi bütün temel inanç prensiplerini ispat için, temeli felsefe üzerine kurulmuş olan kelâm-cılarm düzenledikleri deliller, ispatlar ve önerme sıralamaları; temel prensip ve asıl kabul edilmişti. Çok küçük çaptaki hadisçiler ve fıkıhçılar grubunu bir tarafa bırakırsak, genellikle onlar da, kelâmcıları ve akıl teo-risyenlerini ölçü kabul etmişlerdi.
Kitap ve sünneti, hükümlerin ve akaidin (inançların) kaynağı kabul etme yerine kelâmcıların yazdıkları kitapları akaidin kaynağı haline getirmişlerdi. Felsefenin karşı çıkışından kurtulmak için veya felsefenin ortaya koyduğu bazı prensipleri ayakta tutmak için, dini de ona uygun gösterebilmek için, onlar âyet ve hadisleri te’vil (bilinen mânanın dışında farklı mânaya çekme) yoluna gidiyorlardı.
Felsefeyi reddetmelerine rağmen, onlar üzerinde felsefenin öyle etkisi vardı, onlar felsefeden o kadar yıl-mışlardı ki, onlar felsefeyi reddederek kendi kelâm ilimlerinde değişiklik yapma yerine âyet ve hadislerin tefsir ve izahlarını başka yönlere çekmeye ve te’vile gidiyorlardı. İbn Teymiye bu zihniyeti anlatırken şöyle yazmaktadır:
“Durum şudur: Her zümre, peygamberlerin getirdiği bilgiler ve Öğretiler hakkında bir kanun ortaya koymuştur. Neyi ve hangi şeyi onların aklı kabul edebiliyorsa onlar onu asıl kabul etmişlerdir. Ona inanıyorlar ve sadece ona güveniyorlar. Peygamberlerin getirdiğini de kabul ediyorlar. Ama, peygamberlerin getirdiklerinin ne kadarı onların kanununa uyuyorsa onları kabul ediyorlar, uymayanı da kabul etmiyorlar”[264]
Kelâmcıların bu inanışlarını, anlattıklarını asıl ve Ölçü kabul ettikten sonra ve bu görüşleri çok yüce, derin bilgiler ve çok üstün kararlar ve tanımalar kabul ettikten sonra ortaya şöyle bir karmaşa çıkmaktadır: Eğer bu asıl bilgi ve temel tanıma yolu ise o zaman Hz. Peygamberin ve sahâbe-i kiramın sözlerinde neden bu yoktur? Onların ifadelerinde bu açıklamalar ve incelemeler neden bulunmamaktadır?
Felsefe ve ilm-i kelâma kendini tamamen kaptırıp onlara iman etmiş olup, kafaları onlarla tamamen büyülenmiş ve yılmış olanlar bazen açık açık bazen de dillerinin altından şöyle diyorlardı: O devir başlangıç devriydi. O devrin insanları sade, basit kişilerdi. Onlar bu gerçekleri ve bu derin bilgileri tanımıyorlardı.
Felsefenin büyüklüğüne inanan, aynı zamanda sahâbe-i kiramın büyüklüğünü de kabul eden kişiler ise, bir şaşkınlık ve bir çıkmaz içindeydiler. Bu konuda hiçbir kavrama varamıyorlar di. İbn Teymiye bu çeşitli zümrelerin kafa yapısını, düşünce tarzını anlatırken şöyle yazmaktadır:
“Kelâm ilminin bu konularının içinde dinin temelini oluşturduğuna inananlardan ve onlar içinde küllî bilgiler (her çeşit bilgiyi içine alan bilgiler), Allah’ı tanıtan bilgiler, hikmetin gerçeği ve felsefenin temeli olduğunu kabul edenlerden pek çoğu; Hz. Peygamber (s.a.), dinin temel prensiplerini bilmiyordu diyorlar. Saygz duyanlar ise; bilmesine biliyordu ama onları açıklamamıştı diyorlar.
içinden peygambere saygı duyup ona hürmet gösterenler; sahabe ve tabiinden olanlar bu temel bilgileri bilmiyorlardı diyorlar. Kalplerinde sahabe ve tabiîlere hürmet olan, o kelâmcı ve felsefecilerin sözlerine de saygı duyanlar ise; bir şaşkınlık ve keşmekeş içinde bulunmaktadırlar. Onlar; bu büyük zâtların, ilimlerin en üstünü olan bu konulardan neden hiç bahsetmediklerine cevap bulamamaktadırlar.
Hz. Peygambere iman eden, kalpleri ona saygı ve hürmetle dolu olan kişiler de, Hz. Peygamber; dinin bu temel meselelerini neden açıklamadı, neden izah etmedi, halbuki diğer konulara nazaran insanların bunlara ihtiyacı çok daha fazladır diyerek bunu anlamakta zorluk çekiyorlar.”[265]
İmam İbn Teymiye; bu ilm-i kelâm ve felsefe hayranlarının, onlardan başka kaynak kabul etmeyip onlara tapanların, Allah’ın ve Resulünün buyruklarının mücmel (kapalı) olup bunlarla hiçbir kesin bilgiye ve doğru yola ulaşmaya imkân olmayacağım kabul ettiklerini yazmaktadır. Ve anlaşılması imkânsız kendi sözlerini sağlam ve kesin kabul ettiklerini, Allah ve Resulünün sağlam ve kesin buyruklarını da anlaşılması imkânsız sözler kabul ettiklerini, söylemektedir. [266]
AKLA AŞIRI DEĞER VERMELERİ
Felsefecilerle kelâmcılar birleşerek yüzlerce akıl halinde hep bir ağızdan öyle çığlık attılar ve Allah’ın zâtı ve sıfatları meselelerinde aklı öyle bir ölçü ve karar aracı kabul ettiler ki, sanki onlar; bu konularda, bizim beş duyu organlarımızın duyularda, tecrübe ve istikra (tümevarım)nın, fiiliyatta olduğu gibi karar vermeye yetkilidir, dediler. Böyle bir durumun sonucu olarak; ister şer’î konularda olsun ister fikhî konularda olsun akıl; şeriatı ispat etmek için, şeriatın geçerliliğini kabul ettirebilmek için temel ölçü haline geldi.
İslâm’ın bu 6. asrında hiçbir düşünür ve âlim aklın bu sınırsız hâkimiyetine, egemenliğine karşı İslâm bayrağını kaldırma cesareti gösteremedi.
İslâm’ın hücceti büyük âlim İmam Gazâlî (rah.a.), felsefenin ilahiyat bölümüne karşı kalemini kullandı ve bunu şiddetle eleştirerek hücumlarına ve basit görüp alaya almasına hedef yaptı. Ama aklın bu başıboş hâkimiyetine ve onun mâkulata müdahale etmesine karşı hiçbir etkili ses yükseltmemiştir.
İbn Teymiye (bildiğimiz kadarıyla) bu duruma karşı yüksek sesle protesto feryadı basan ve bütün cesaretiyle inançların ve gerçeklerin asıl kaynağının vahiy ve peygamberlik ile Kitap ve sünnet olduğunu; aklın onu destekleyici ve kabul edici olduğunu, ama bunu ispat etmeye temel yeteneği olmadığını ortaya koyan ilk kişidir. Bir yerde o açık bir şekilde şöyle yazmaktadır:
“Akıl kendi varlığı içinde şeriatı ispat etme yetkisi taşımamaktadır. Onun yaratılışında bu yetki yoktur. Ona öyle bir nitelik verilmemiştir. Bu niteliğe ne daha önce sahipti ne de ona mükemmel olma niteliği verilmiştir. “[267]
Aklın Ölçüsü ve Yeri:
İbn Teymiye’nin sözü şöyledir: akıl sadece tanıtan ve yol gösterendir. Onun görevi, insanoğlunu; peygamberlerin doğruluğunu ve kusursuzluğunu kabul edip itiraf etmeye ulaştırmak, sonra bir kenara çekilmektir. Akıl; peygamberin haber verdiği şeyleri tasdik etmenin ve verdiği hükümlerde ona i aat etmenin şart olduğunu ortaya koymaktadır. O, peygamberin doğruluğuna genel ve mutlak olarak dalâlet etmektedir.
İbn Teymiye’ye göre aklın durumu tamamen şu misâle benzer: Halktan bir adamın, müftüyü tanımayan birini alarak onun yanına götürmesi, işte bu müftü ve âlim kişidir diye tanıtmasıdır. Sonra eğer bu yol gösteren adamla müftü arasında bir meselede görüş ayrılığı olursa o zaman fetva almak için gelen o kişinin müftünün sözünü tercih edip, yol gösteren adamın sözüne uymaması gereklidir. Böyle bir durumda o yol gösteren adamın; seni buraya getiren benim, eğer ben sana yol gösterme şeydim seni bu müftüye kim getirebilirdi deme hakkı yoktur[268]
îbn Teymiye; peygamberliği bilip tanıdıktan sonra aklın görevi; peygambere güvenmesi ve ona itaat etmesidir. Nasıl her ilim dalında o ilim dalının kurucusuna uyulmakta, nedensiz ve niçinsiz onun tavsiyelerine göre hareket edilmekte, onun belirlediği şekilde davranıl-makta, onun söz ve görüşü kesin kabul edilmekte ise, aynı şekilde görülmeyen meselelerde, emir ve hükümlerde ve tabiat ötesi meselelerde peygamber bir senet özelliği taşımaktadır. Onların söz ve görüşü kesin ve kafidir demektedir. O, şöyle yazar:
“Bir kimse akıl yoluyla, falan kişinin peygamber olduğunu öğrenir de onun haber verdiği bir şeyi anlamakta zorlukla karşılaşırsa, aklı ona bu şeyi, bilgisi kendinden daha fazla olan kişiye başvurmasını, ondan ı bunu sorup öğrenmesi yolunu gösterir.
Kendi görüşünü onun görüşünden üstün tutmaması ve peygamberliğine inandığı kişinin karşısında aklının yetersiz ve zayıf olduğunu kabul etmesi gerekir. O Peygamber; Allah Teâlâ’yı, O’nun isimlerini, sıfatlarım ve âhiret gününü daha iyi bilmektedir. Bu avamdan kişi ile bir peygamber arasında olan fark, avam tabakası ile tıp bilginleri arasında olan farktan çok çok daha fazla büyüktür.
İş böyle olunca, o kişi kendi aklının gereği bir yahu-r di tabibe dahi uyuyor, onun tavsiyelerine göre hareket Gederek yiyecek, içecek, hazım ve müshil gibi ilâçların oranını, miktarını belirlemesine ve onların verdiği sıkıntılara, eziyetlere, bu kişi doktordur, sahasında benden çok daha iyi bilgi sahibidir, ona güvenir de tavsiyelerine uyarsam sıhhat bulurum, iyileşirim diyerek katlanıyor. Halbuki o, doktorların yanıldığını da bilmektedir. Pek çok kişi tabiplerin reçeteleri ve tedavileri ile sağlığına kavuşmamaktadır. Hatta bazan bu ilaçlar ölüme bile sebep olmaktadır. Kendi tahmin ve kanaati, tabibin teşhisine aykırı olsa da o kişi tabibin sözünü kabul eder ve onu uygular.
İşte bu örnekten peygamberler karşısında diğer insanların durumunun ne olduğunu anlamak gerekir.
Sonra şunu da unutmamalı ki, Allah’ın peygamberleri sözlerinde doğrudurlar ve kendilerine doğru bilgiler verilmektedir. Onların verdikleri bilgilerin gerçeğe aykırı olması imkânsızdır. Sadece kendi akıllarına dayanarak onların söylediklerine karşı çıkanların cehaletlerinin ve dalâletlerinin hiçbir dayanağı yoktur, “[269]
Peygambere Şartsız İman Gereklidir:
Akılcılık ve felsefeden etkilenen kişilerin zihin yapısı o hale gelmişti ki; şeriatın bir meselesi akıl ve felsefe prensiplerine uygun düşüyorsa kafaları bunu kabul ediyor, akıl ve felsefe prensip ve kaidelerine uymayan şeriat meselelerini ise kabul etmekten âciz kalıyor ve kafalarım binlerce şüphe ve tereddüt kaplıyordu.
İçlerinden korkusuz ve cür’etli olanlar, açıkça inkâr ediyorlar ve şeriatın akla uygun olması şarttır, bu mesele akla aykırı olduğundan dolayı kabul edilemez diyorlardı. Bu derece cür’etli olmıyanlar ise o meseleyi başka yöne çekiyor, çok uzak ve ilgisiz başka mânalara götürmekten çekinmiyorlardı.
İbn Teymiye yer yer, peygambere şartsız iman etmenin gerekli olduğunu ve peygamberin gerçek yerinin ve durumunun ona şartsız bir şekilde iman edilmesi gerektiğini ortaya koymakta ve gerçekte ancak bunun adına iman dendiğini şartlı kabul etmenin adının şeriat tabirinde iman olmadığını ispat etmekte ve şöyle yazmaktadır:
“Kısaca söylemek gerekirse, herhangi bir şart olmadan peygambere kesin bir şekilde iman etmediği sürece insan, mü’min (iman etmiş) olamaz. Eğer; ben peygamberin sözüne ancak o söze aykırı olan bir karşı görüş çıkmadığı sürece inanırım derse o kişi, o peygambere iman etmiş sayılmaz. İşte bu bilinmesi gerekli ana bir prensiptir. “[270]
Kitabın bir başka yerinde de şöyle yazar: “İslâm dininde şu mesele kesin ve açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır ki, insanların peygamberleri tasdik etmeleri, onlara iman etmeleri; genel ve kesin şekilde hiçbir şart ve kayıt olmaksızın, onun verdiği haberleri, getirdiği bilgileri, kesinlikle kabul ederek inanmaları, onun verdiği her emre itaat etmeleri ile mümkündür. Buna ters düşen herşey geçersizdir.
Bir kimse peygamberlerin sözlerinden kendi aklının kabul ettiklerine inanır, onları kabul eder de buna uymayan sözlerini reddederek kendi aklını peygamberlerin verdiği bilgilerden üstün tutarsa, arkasından da; ben peygamberi doğru kabul ediyorum derse, bu kişi çelişkili söz söylüyor demektir ve aklı bozuk bir zındıktır. Ve kim ki; ben kendi aklımla anlamadığım (aklım yatmadığı) sürece peygamberin verdiği bilgileri kabul etmem derse, onun kâfirliği de apaçık ortadadır.[271]
Aklın İçi Boş Kalesi:
İbn Teymiye bundan sonra da; akıl ve nakil arasında çok kere zıtlık ve çelişki bulunmaktadır, iddiasında bulunan ve; “Peygamberlerin akâid ve hakâik (inançlar ve gerçekler) olarak ileri sürdükleri şeyler, bazı kereler kesin akla ve açık gerçeğe aykırıdır ve binlerce seneden beri elde edilen düşüncelerin, buluşların sonucu olan ve felsefenin dayanak noktası olan gerçeklerle ve prensiplerle çatışmaktadır” diyen akılcıların bu görüşünü tenkid etmekte ve şunu ispat etmektedir ki; peygamberlerin verdikleri bilgiler ve Kitap ile sünnetin yazılı ifadelerine aykırı gösterilen bütün akıl prensiplerinin çoğu sadece hayâllemelerden, vehimlerden ibarettir. İyice üzerinde durulup incelendiğinde onların, aklın uydurdukları, aklın içi boş kaleleri oldukları görülür. Eğer onlar ilmî bir tenkide ve sorgulamaya çekilir de onlara yakından şöyle bir bakılırsa sadece lâf ebeliği ve şişirme olduğu anlaşılacaktır. Bunlar hiçbir ilmî temele dayanmamaktadır. O, bu konuda da şöyle yazar:
“Akılcıların; pek çok akıl verileri ile Kitap ve sünnetin yazılı ifadelerinin ters düştüğünü iddia ettikleri kaideleri iyice inceleyip süzgeçten geçirdiğimiz ve sağlam bir tenkidini yaptığımız zaman görülecektir ki, onlarda hiçbir gerçeklik yönü yoktur. Bu aynen bir çocuğun veya çocuk kadar aklı gelişmemiş bir adamın; korkuluğun kollarını sallayarak veya birbiriyle çırpıştırılarak korkutulmasına benzer. Bu akıl verileri üzerinde iyice düşünülür de onlar üzerinde derin bir inceleme yapılırsa, onların bizzat peygamberlerin verdiği bilgilerin doğruluğunu ispat eden açık deliller olduğu anlaşılır ve peygamberin verdiği bilgilerin gerektirdiği şeylerin hepsinin doğru olduğu görülür.
Sadece gerçeği bilmemekten dolayı ve içten ve dıştan yılgınlığa uğramasından Ötürü peygamberin verdiği bilgilerin doğruluğunu kabul etmeyen kişi; tamamen bâtıl ilâhlardan korkan ve onların kendisine bir zarar verebileceğini düşünen ya da imanının zayıflığından
dolayı kendisi bizatihi zayıf olan, İslâm düşmanından korkarak panik içinde kalan bir kişiye benzer.[272]Kitabın bir diğer yerinde de şöyle yazar: “Felsefenin heybetli ve şatafatlı sözlerinden, onların aslını astarını bilmeden, gerçek yüzlerini anlamadan korkan insanlar; iç yüzünü ve gerçek durumunu öğrenme imkânı bulamadığı için sadece kıyafetini ve ihtişamlı manzarasını görmesinden dolayı pısırık bir düşman karşısında titreyen kimseye benzer. Ama onların iç yüzünü öğrenen insan; onların son derece zayıf ve güçsüz olduklarını görecektir. Nitekim Allah Teâlâ; “Kâfirlerin kalplerine yakında korku düşüreceğiz. Şundan ötürü ki onlar, ibadet edilmeleri konusunda Allah’ın hiç bir delil ve hüccet indirmediği put gibi varlıkları Allah’a ortak koşmuşlardı.”[273] buyurmak-tadır.[274]
İlim Erbabının İlimsizliği:
İbn Teymiye diyor ki: Bu akılcıların çok övündükleri, adına da ilahiyat dedikleri görüşleri iyice tetkik edilir de üzerinde düşünülür ve bu görüşün peşinde gidenlerin, peygamberlerin sözlerine karşı ileri sürdükleri bu iddialar insaflı bir ölçü içinde gözden geçirilirse; delilerin ipe sapa gelmez sözleriyle o sözler arasında hiçbir fark olmadığı anlaşılır.
“Akıl sahibi bir kimse bu kişilerin sözlerini dikkatle inceler de, kendi akılları ve bilgilerine güvenerek peygamberlerin sözlerini reddeden ve büyük bir yeteneğe, derin bir araştırmaya sahip olduklarım iddia eden bu insanların ileri sürdükleri görüşleri derin bir araştırmaya tabi tutulursa görülecektir ki; felsefenin zirvesine ulaştıkları halde akıl ve hikmetin en yüksek seviyesinden dem vurarak konuşan bu insanların sözleriyle, delilerin sözleri arasında hiçbir fark yoktur. Onlar doğru ve hak olduğu açık bir şekilde belli olan sözleri reddediyorlar, bâtıl ve asılsız olduğu apaçık meydanda olan sözleri de kendi hileli ifadeleri, tumturaklı sözleriyle geçerli kılıyorlar.”[275]
Sağlam Akılla Doğru Nakil Arasında H Çelişki Yoktur:
Fakat İmam İbn Teymiye akla değer vermekte, ona saygı göstermektedir. Ona göre; Kur’an-ı Kerim’de akılla hareket edilmesi, ondan faydalanılması telkin edilmiştir. Sağlam akıl ve doğru nakil arasında hiçbir zaman çelişki olamaz. O diyor ki: Ben geniş araştırmalarım ve uzun incelemelerim sonunda hiçbir zaman akılla naklin çatıştığını, çeliştiğini görmedim. Bir şartla ki, akıl sağlam olmalı, nakil de doğru ve değiştirilmemiş olmalıdır.
İşte bu konu üzerinde o kendisinin büyük bir kitabı olan Beyân-ı muvafakati Sarîh el-Ma’kûl Li-Sahîh el-Menkûl isimli eserim yazmıştır.[276] Bu kitapta o; genişçe, delilli ve ispatlı olarak; makul ve menkul arasında tam bir uyum olduğunu ortaya koymuş, vahiy ve peygamberlikle, Kitap ve sünnetle sabit olmuş sözlerin hepsini sağlam ve mükemmel aklın tasdik ettiğini, aklın daima bu nasslan ve nakledilegelen o söz dizilerini tasdik edip destekleyegeldiğini ispat etmiştir. Kavrayışlı bir bakışla ve dikkatli bir incelemeyle hareket edilecek olursa, aklın bu nakledilegelen metinleri kabul edip desteklediği görülecektir, demekte ve şöyle yazmaktadır:
“Kendilerinde hiç şüphe olmayan sağlam ve açık akıl önermeleri (aklî deliller), hatta kesinlik belirten fıtrî (yaratılıştan gelen tabiî) bilgilerin hemen hepsi peygamberlerin verdiği haberlere aykırı değil, tam olarak uygundur. Sağlam aklî delillerin hepsi nakil ve rivayetlere uygundur. Allah’a şükür, ben çeşitli fırkaların sözlerini ve meselelerini incelediğimde, kesinlikle bunun doğru olduğunu gördüm.”[277]
Kitabın bir başka yerinde de şöyle yazmaktadır:
“Sağlam bir nakil, hiçbir zaman kesin akıl prensipleri ile çatı sınamaktadır. Ben ihtilaflı konularda bile bu prensibi keşfettim. Ve gördüm ki; açık ve kesin nasslara karşı öne sürülen herşey sadece fasid şüphelerden ibarettir. Bunların geçersiz olduğu akılla sabit olmakta; hatta akılla bu şüphelerin tamamen ters düştüğü, şeriatın da tamamen uygunluk gösterdiği ortaya çıkmaktadır.
Ben çok önemli ana meseleler olan Allah’ın birliği ve sıfatları konularına, kader, peygamberlik ve benzeri meselelere bu bakışla baktım da gördüm ki, peygamberlerden nakledilenler, duyulanlar hiçbir zaman akılla isbat edilen şeylere aykırı düşmemektedirler. Hatta kesin akla aykırıdır denen nakil ve rivayetler incelendiğinde; ya uydurma hadis oldukları ortaya çıkıyor ya da rivayet şekli zayıf olduğu görülüyor. Bu bakımdan onlar delil diye gösterilemezler.
Biz biliyoruz ki, akla uymayan, akıl açısından muhal olan (olması imkânsız olan) şeyleri peygamberler haber vermemiştir. Aksine aklın hayran olduğu şeyleri haber vermiştir. Peygamber; hiçbir zaman aklın reddettiği şeyi haber vermez. Aksine iç yüzünü, gerçek yönünü anlamaktan aklın âciz kaldığı şeyleri haber ve-
İbn Teymiye iddia ederek (onun iddiası büyük bir değer ve önem taşır) şöyle demektedir: “Bir hadis veya Hz. Peygamberden nakledilen bir haber de asla akla aykırı değildir. Böyle akla aykırı görülen bir hadis varsa bu; hadis ilmi erbabı nazarında ya zayıf bir hadis veya uydurma bir hadistir.”[279]
Kur’an’da En Üstün Aklî Deliller Vardır:
İbn Teymiye, kelâmcıların ve felsefecilerin; (Kur1-an-ı Kerim, temeli sadece nakle ve işitmeye dayanan bir kitaptır) iddialarını kabul etmeyi kesinlikle reddeder. O, kitabında yer yer, Kur’an-ı Kerim’de en üstün ve en güzel aklî delillerin bulunduğunu ispat etmiştir. O deliller öyle sağlam, ispatlı ve sağlamlığı öyle açıktır ki; iyice incelendiğinde, örümcek ağı kadar zayıf olduğu görülen filozof ve kelâmcıların delilleri onlara ulaşamaz. İbn Teymiye bu konuda da şöyle der:
“Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’de öyle aklî deliller ortaya koymuştur ki, onların bu akıl bilgileri içinde bulunmaları gereklidir. Felsefeciler ve kelâmcılar ise onlan tam olarak tahmin bile edemezler. Bunların ileri sürdükleri delillerin ve sonuçların özünü, Kur’an-ı Kerim en iyi şekilde ortaya koymuştur.”[280] Kitabın diğer bir yerinde de şöyle yazar: “Hz. Peygamberin; yaratıcının isbatı ve O’nun sıfat-; lan ve fiillerinin bilinmesi konusunda, dünyaya sundu-‘ ğu deliller ve sözler sağlam akla uygundur. Ve akıllıla-nn en üstün akıl yeteneklerinden, akli görüş ve buluşlarından üstündür. Önceki ve sonraki filozoflar ile kelâmcıların Öğündükleri ispat delilleri, Kur’an-ı Ke-rim’de arasıra zımnen (dolaylı olarak) zikredilmektedir. Fakat bu filozoflar hak ve bâtılı değişik kılıklarda gösterdiklerinden bunu dosdoğru bir şekilde anlatmamaktadırlar.”[281]
Peygamberlerin Öğrettiklerinde Yanlışlık Yoktur:
Felsefeciler, kelâmcılar ve onlarla aynı türküyü söyleyenler grubu içinde pek çok insan; Hz. Peygamberin Allah’ın zâtı ve sıfatları hakkında tam bir açıklık ve genişlikle hareket etmediğine inanıyorlardı. Hatta bunların gizli, örtülü bir biçimde açıklandığına, Kur’an-ı Kerim’in büyük bir bölümünün açıklanmaya muhtaç olduğuna ve Allah Teâlâ’nın daha önceki dönemlerde kelâmcılara bunu açıklama ve izah yeteneği verdiğine, akaidi ve dinî gerçekleri geniş ve ispatlı bir şekilde ümmetin önüne koymaları gerektiğine inanıyorlardı.
Onlar şöyle diyorlardı: Peygambere, açıkça insanlara Allah’ın emrini iletmesi emrolunmuştu. O da din açısından açıklanması ve izahı gerekli olan şeyleri açıklamış, izah etmişti. Akâid (inançlar), dinin temelini ilgilendiren meseleler, insanın saadetinin, kurtuluşunun ve gerçek bilginin mümkün olmadığı Allah’ın zâtının ve sıfatlarının bilinmesi nasıl kapalı ve müphem bırakılabilirdi? Anlaşılması ve anlayarak okunması ve üzerinde düşünülerek tedbir alınması yer yer bildirilen, içinde böyle davranmaya davet edilen bir Kitap nasıl böyle bir kapalılık ve müphem durumda bırakılabilirdi. İbn Teymiye bu meselede şöyle yazar:
“Hz. Peygamber, tebliğ görevini yerine getirdi. Tam ve açık bir şekilde Allah’ın sözünü insanlara iletti. O sözdeki maksat ve mânayı da onlara açıkladı. Kur’an ve hadiste eğer dıştan görünen mânası anlaşılmayacak bir kelime varsa Hz. Peygamber mutlaka başka kelimelerle onun mânasını açıklamış ve ne demek istediğini belirlemiştir. Onun; dış mâna ve maksadı geçersiz olan bir kelime söylemesi ve o kelimenin ne demek olduğunu açıkça belirlememesi imkânsızdır.
Açıklamasını yapmadığı ve sadece, insanlar onu kendi akıllarıyla düşünüp anlayabilirler diye açıklama getirmediği sözün, ne mânaya geldiğini anlamalarını insanlardan istemesi ise hiçbir zaman aklın kabul etmeyeceği bir şeydir. Gerçekte bu; Allah’ın buyruklanm eksiksiz, kusursuz insanlara ulaştıran bir peygambere karşı çok büyük bir iftiradır. “[282]
Kitabın bir başka yerinde de şöyle yazıyor:
“Allah Teâlâ, Peygamberine, “belâğun mübîn=açık ve net bir şekilde Allah’ın buyruklarım insanlara ulaştırma”^ emretti. Ondan daha fazla Rabbinin emrine uyan ve O’nun enirine göre hareket eden kimse de yoktur. Bu durumda şurası kesindir ki, o peygamber bu açık ve net tebliği yerine getirmiştir. Bu açık tebliğle birlikte onun anlatışında, sözlerinde gizleme, örtme ve müphem bırakma olamaz.
Kur’an-ı Kerim’de kendilerine müteşâbih âyetler denilenlere gelince; Allah’tan başka hiçbir kimse onların te’vilini (ne mânaya geldiğini) bilemez. O halde burada te’vilden maksat tefsir (açıklama) değildir. Aksine onların gerçek mânası, onların oluş şekli ve onların mealidir.[283]
İbn Teymiye’nin Başarısı:
İbn Teymiye’nin bu başarısından biz onun, akaidin (inancı ilgilendiren herşeyin) kaynağının Kur’an-ı Kerim ile Hz. Peygamberin sünnetlerinin, kısaca vahyin kaynak yapılmasına ve âyetle hadis nasslarının Ölçü kabul edilmesine güç kazandırmıştır. Hayatı boyunca bunu savunmuştur. Hiçbir eserinde bu davet ve savunmanın olmadığını göremeyiz. Böylece o; felsefe, ilm-i kelâm ve yabancı düşüncelerden hayli yara alan, zayıflayan İslâm düşüncesine güç ve tazelik bahşetti.[284]
TAKLİD DÖNEMİNDEN ÖNCE MESELELERİNİN KAYNAĞI KİTAP VE SÜNNETTİR
hicrî asırdan önce, herhangi bir müctehide veya herhangi bir (amelî) mezhebe uymanın yaygmlaşmadı-ğı, böyle bir âdetin ortaya çıkmadığı, tarihten anlaşılmaktadır. İnsanlar herhangi bir âlime uymadan veya herhangi bir mezhep belirlemeden ve ona bağlanmadan dinî hayatlarını yaşıyorlar, ona göre amel ediyorlardı. Ve onlar şeriata göre amel ettiklerini, doğrudan doğruya Hz. Peygamber efendimizin peşinden gittiklerine inanıyorlardı. Aynı şekilde gerektiği zaman herkesçe bilinen, değer verilen bir âlimden bilmediklerini öğreniyorlar, sonra da onunla amel ediyorlardı. 4. yüzyılda bile herhangi bir mezhebe katıksız uyma ve onun yolunda, onun prensiplerine göre fıkıh elde etme ve fetva verme diye genel bir alışkanlık da yoktu. Şeyhülislâm Şah Veliyullah Hazretleri, Hüccetullâhi’l-Bâliğa isimli eserinde şöyle yazmaktadır:
“4. asırda bile ümmetin iki tabakasının davranışı ayrı ayrıydı. Genel halk; icma olan meselelerde ve müs-lümanlar arasında veya genel müctehidler arasında hiçbir ihtilâf olmayan meselelerde, şeriatın sahibi (getiricisi) olan Hz. Peygambere uyuyorlardı. Abdest, gusül, namaz ve zekâtın nasıl yapıldığım ana-babalarm-dan ya da şehirlerindeki hocalardan ve eğitimcilerden öğrenerek uygulamayı sürdürüyorlardı. Ortaya basit bir durum çıkarsa onu, kolayca ulaşabildikleri bir müftüden sorup Öğreniyorlardı. Bu noktada hiçbir mezhep şartı da yoktu.
Hz. Peygamberin hadisleriyle uğraşan özel kesim ise; ortada sahih hadisler ve sahabenin haberleri varken başka bir şeye ihtiyaç duymuyordu. Bazı fikıhçıla-rm üzerinde amel ettikleri, amel etmemek için ise hiç kimsenin elinde makul bir mazereti bulunmadığı herhangi bir meşhur sahih hadis veya sahabe ve tabiînden olanların topluca söyledikleri birbirini destekleyen sözler, onlar için yeterliydi.
Eğer ortaya çıkan sorunda, rivayetlerin çelişkili olmasından veya tercih sebebinin açık olmamasından yahut o şekildeki başka bir problem ortaya çıktığında önceki fıkıhçılardan herhangi birinin sözüne başvurduklarından dolayı kalbi tatmin edecek bir çıkış yolu (çözüm) bulunamazsa, bu konuda ortaya çıkan iki görüşten hangisi daha güvenilir ise, ister Medinelilerin görüşü olsun isterse Kûfelilerin görüşü olsun onu tercih ederlerdi.
Onlardan tahric ehli (hüküm çıkarma yeteneği) olanlar ise; açıklık olmayan bu tür konularda hüküm çıkarma ve mezhep içtihadına gitme yoluna başvuruyorlardı. O içtihad ehlinin yaptıkları içtihadlar mezheplerine bağlanıyor, birine Hanefî, birine Şâfİî deniyordu.
Hadisçilerden kimin bir mezhebe temayülü olduğu görülse veya pek çok konuda bir mezheple aynı görüşte olduğu ortaya çıksa o mezhepten olduğu ileri sürülüyordu. İşte böyle Nesaî ve Beyhakî’ye, Şafiî denilir. O devirde fetva ve adalet (kaza) makamlarına müctehid olan kişiler tayin edilir ve içtihad yeteneği olana da
Mezheplere Uymanın Başlangıcı ve Sebepleri:
- yüzyıldan sonra ise, birazı âlimlerin ihtilâfları, tartışmaları ve farklı anlayışlara gitmeleri yüzünden; birazı, onların din ve ahlâk ölçülerinin basitleşmesinden; birazı, ilmî çöküş, cesaretsizlik ve tembellikten dolayı bir mezhebe uyma zorunluluğu ortaya çıktı. Önceki devirlerde yaşamış olan müctehid imamlara ve sis-temleşmiş mezheplere uymanın tercih edilmesinde ve çağdaşlarının yerine daha öncekilerin fetvalarına göre amel edilmesinde; sağlamlık ve emniyet olacağı düşünüldü.
Fakat bir süre daha, sonraki asırlarda göze çarpan kesin belirleme, sıkı sıkıya yapışıp ondan ayrılmama ve bir kişiye uymanın o aşırılığı henüz ortaya çıkmadı. Gitgide kesin bir belirleme, sıkı sıkıya yapışıp ondan ayrılmama ve bir kişiye uymada aşırı davranma benimsendi. Bunun da durumu teşriî değil, intizamî idi. Dağınıklıktan ve keyfî davranışa göre hareket etmekten kurtulmak için, bir de uygulama kolaylığından dolayı bir mezhepe uymak fiilen yaygınlaştı. Zaten böyle olması da tabiî bir şeydi ve gerçeklere de uygundu.
Özellikle Moğol akınlarından sonra, İslâm dünyasını fikri bir gerileme ve ilmî bir çöküş kaplamıştı. İçtihad yapma kabiliyeti taşıyan yüksek kişiler tükenmişti. Fırkalar, fitneler kol geziyordu.
İşte böyle bir durumda, Kitap ve sünnete uygun olduğu kesinleşen, araştırma, inceleme ve münakaşa merhalelerini aşmış olan, sistemleri tamamlanmış ve düzenli bir şekil almış olan mezhepler üzerine amel edilmesinde bir sağlamlık ve emniyet olacağı düşünüldü.
Yukarıda saydığımız özellikler dört mezhepte tam olarak bulunduğundan dolayı genel olarak sadece onlar tercih edilip benimsendi.[286]
Bir Mezhebe Uymanın Değeri:
Fakat bu bir mezhebe uymanın değeri; sadece o mezhebe uyan kişinin, uyduğu mezhebin kurucusuna (imamına), gerçekten Kitap ve sünnete göre amel ettiğine, şeriat sahibi Hz. Peygamberin izinden gittiğine inandığı için uymuştur. İmam kendisiyle peygamber arasında bir vasıtadır. Nasıl ki herhangi bir çağdaşı âlim vasıta ise o da öyledir. O mezhep imamının durumu; sadece meseleleri dile getiren veya açıklayan biri olmaktır, kendisine kesinlikle uyulan veya şeriat koyan biri değil. Şah Veliyyullah’m bu konudaki sözleri şöyledir:
“Bir mezhebe uyan o kişi; sadece Hz. Peygamberin sözlerine bağlıdır. O; Allah ve Resulünün helâl dediğini helâl kabul eder, Allah ve Resulünün haram dediğinin haram olduğuna inanır. Fakat o, Hz. Peygamberin buyruğunu doğrudan doğruya anlayamadığından ve ondan rivayet edilen çeşitli hadislerin hangisine göre uygulama (amel) yapacağını belirleme gücü olmadığından ve de Peygamberin buyruklarından bir meseleyi ispat et-“(J, me kabiliyeti taşımadığından dolayı büyük değer taşı-; yan bir âlime, göründüğü kadarı ile o, doğru fetva veri-?, yor ve Hz. Peygamberin sünnetine uygun hareket edi-v yor diye uymaktadır. Eğer onun bu tahmininin tersi çı- a karsa o, hemen hiçbir inceleme yapmadan, ısrarla ora-
ya bağlı kalmaya devam etmeden o fetvadan, o mezhebi takip etmekten vazgeçecek (ve hadise göre amel ede-cek)tir.”[287]
Bu tür taklide ve (sadece sünnete göre hareket etmenin fiilî bir şekli olan) bir mezhebe uymaya hiç kimsenin karşı çıkmayacağı açıktır. Böyle avamdan insanları; içtihadla veya meseleleri çözmekle sorumlu tutmak, gücünün üstünde olan şeyle sorumlu tutmak demektir ve açık bir hükmü inkârdır. Bu şekilde bir mezhebe uyma (taklid etme) veya belirli olan ya da olmayan bir fıkıh ya da bir müctehide başvurma prensibi her devirde âdet olagelmiştir. İster arasıra yapılsın, ister sürekli yapılsın bu başvurmaya karşı çıkılamaz. Şah Veliyullah hazretleri bu konuda şöyle diyor:
“Fetva sorma ve fetva verme âdeti müslümanlarda Hz. Peygamberden beri sürüp gelmektedir. Bir kişinin herhangi bir kişiden daima fetva istemesi ile, bazan birinden bazan da diğer birinden istemesinde hiçbir fark ortaya çıkmaz. Çünkü onun kafasında bizim yukarıda anlattığımız konu vardır. Yani onun asıl uyduğu kimse Allah’ın Rasûlü Hz. Peygamber efendimizdir.
Böyle bir fıkıh mezhebinin kurucusuna, Allah’ın vahiy ile fıkıh ilmini indirdiğine inanmadığımız ve ona bizim itaat etmemizin farz olduğunu, onun masum olduğunu kabul etmediğimiz sürece bunda ne gibi bir sakınca olabilir?
Biz eğer o mezhep imamlarına veya müctehidler-den birine uyarsak; onun, Allah’ın Kitabını ve Peygamberinin sünnetini çok iyi bildiğine inandığımız için uyarız. Onun görüşünün ya Kitap ve sünnetin açık bir ifadesine dayandığını, ya da bu ikisinden hüküm çıkardığını bildiğimiz için uyarız. Yahut bir takım yakın işaretlerden dolayı; filan şekildeki şer’î hükmün sebebi hakkında onun kalbi tatmin olmuştur ve o nassla belirlenmeyeni, nassla belirlenene kıyas etmiştir diye kabul ettiğimiz için uyarız.
Bir mezhebe uyan kişi bir bakıma şöyle demektedir: “İnancıma göre Hz. Peygamber (s.a.), bu sebebin bulunduğu yerde hüküm ve karar böyle olmalıdır demiştir ve müctehidin kıyas yaparak ortaya koyduğu mesele ise bu genel hükmün içine girmektedir” Böyle bir durumda da bütün bu içtihadlar aslında Hz. Peygambere bağlıdır. Fakat herşeye rağmen bu metodda bir ölçüde tahmin ve zanna dayanan şeyler vardır. Öyle olmasaydı da mesele apaçık ve nassa dayalı olsaydı hiçbir iman sahibi kişi asla bir müctehide uymazdı.
Artık kendisine itaat etmemizi Allah’ın bize farz kıldığı masum peygamberden, sağlam senetlerle bize bir hadis ulaşırsa ve bu hadis o müctehidin görüşünün aksini gösteriyorsa, biz de bu hadisi bırakıp o kıyasa dayanan içtihadın peşine gidiyorsak —ki o içtihad, sa- dece tahmine ve bir kanaate dayanmaktadır— o zaman bizden daha zalim kim olabilir ve yarın kıyamet günü Allah’a nasıl cevap verebiliriz?”[288]
Daha Sonraki Asırlarda Ortaya Çıkan Aşırılık ve Sapmalar:
Fakat gitgide halk arasında cehalet etkisini göster-diş ve yer yer müctehidlerin durumu; araç ve vasıta olma yerine amaç ve bir tür şeriat koyucu ve kendisine mutlak itaat edilen kimse şekline dönüştü. İnsanların bu mezheplerle ilgisi o derece derinleşti ve öyle bir ta-assub meydana geldi ki, artık hiçbir şekilde o mezheplerin bir kırıntısından veya bir noktasından vazgeçmez hale geldiler.
Bu konuda halk, bu mezhepleri sünnete uyma kabul ederek benimsediklerinden dolayı fazlaca suçlanamaz. Onların bir mezhebi tercih etme sebeplerini bilmeleri ve ona göre bir mezhebi terketmeleri veya bir mezhepten diğer mezhebe geçmeleri hem zordu, hem de tehlikeliydi.
Ama pek çok âlimin durumu da şu merkezdeydi: Eğer kendi imamlarının veya mezheplerinin herhangi bir meselesinin hadis ve sünnete aykırı olması kesinleşirse ve o meselede imamlarının görüşü zayıf, diğer müctehidlerin veya mezheplerin görüşü daha sağlam olup hadis ve sünnete uygunluğu ortaya çıkarsa, kendi mezheplerinin görüşüne aykırı sağlam ve kesin hadisler bulunsa bile onlar bu içtihadı terketmeye ve hadislere göre amel etmeye yanaşmıyorlardı, buna uymaya razı olmuyorlardı. Bu tür insanlar hakkında 7. asrın ünlü Şafiî mezhebi âlimi Şeyhülislâm İzzeddin b. Ab-düsselâm şöyle yazmaktadır:
“Ne kadar tuhaftır ki, bazı mezheplere uyan fıkıh âlimleri, kendi imamlarının delilinin savunulamayacak kadar zayıf olduğunu öğrenseler bile o meselede imamı taklide devam etmektedirler. Kitap ile sünnetin ve sağlam kıyasların desteklediği mezhebi terketmektedirler. Bunu sadece imamlarını taklit etmekten vazgeçmeye tahammül edemedikleri için yapmaktadırlar. Hatta Kitap ve sünnetin açık mâna ve maksadını ortadan kaldırmak için binlerce tedbire başvurmaktadırlar. Kendi
imamlarını savunma uğruna, her tür uzak ve dayanıksız te’villerden kaçınmamaktadırlar.”[289]
İşte bu türden kendi imamlarının hatasız ve kusursuz olduğuna inanan bir halk topluluğu meydana geldi. Bunların kalbinde imamlarının peşinden gitmeyi hiçbir şekilde terketmeme duygusu kökleşti. Şah Veliyyullah Dehlevî hazretleri bu tür halkı anlatırken şöyle yazmaktadır:
“îbn Hazm; taklîdin haram olduğunu söylüyor. Onun bu sözü; belirli bir müctehidi taklid eden, onun hata yapmasının imkânsız olduğuna inanan, o ne demişse kesinlikle doğrudur diyen ve deliller onun görüşünün aksine de olsa imamına veya bağlandığı âlime uymaktan vazgeçmeyeceğine kesinlikle karar veren kişi hakkında doğrudur. Bu tür taklid hakkında, Adiy b. Hatim hazretlerinin rivayet ettiği şu hadis zikredilmiştir: Ben Hz. Peygamberin şu âyeti okuduğunu işittim: “Onlar (yahudiler ve hristiyanlar) Allah’ı bırakarak âlimlerini ve papazlarını kendilerine rabler edindiler.” Peygamberimiz buyurdu ki: “Onlar, onlara ibadet etmiyorlardı, onların yaptıkları; sadece bu papazlarının ve âlimlerinin helâl dedikleri şeyleri helâl, haram dedikleri şeyi de haram kabul etmekti. “[290]
İbn Teymiye’nin Taklid ve İçtihad Hakkındaki Görüşü:
Peygamberin peşinden gidiyormuş ve ona uyuyor-muşcasma, ona denk ve paralel bir şekilde şartsız ve kayıtsız bir kimseye uymaya her devrin güçlü âlimleri ve araştırmacı bilginleri karşı çıkmışlar, bunu reddetmişlerdir. Onlar ne İbn Hazm ve diğer bazı aşırı âlimler gibi taklid etmenin haram olduğuna inanmışlardır, ne de peygambere tabi olup ona itaat etmekten hiçbir farkı olmayan böyle bir şartsız, sınırsız taklide izin vermektedirler. Bu âlimlerden, görüşleri ve bu mesele üzerinde yazıları çok ölçülü ve ılımlı olanlar; önceki âlimler arasında Şeyhülislâm İbn Teymiye, daha sonra gelenler arasında da Şeyhülislâm Şah Veliyullah Dehlevî hazretleri vardır. Hafız İbn Teymiye, bir taraftan da halkın ve müetehid olmayan âlimlerin; fakihlere ve müctehidlere başvurmaktan ve onları taklid etmekten başka çareleri olmadığını açıklar ve bunu kabul eder. Müctehidlerin durumu aracı ve vasıta olmaktır. Mezheplere uymak fiilî bir mecburiyet ve tabiî bir olaydır der. Buna uygun olarak bir yerde şöyle der:
“Allah ve Resulüne itaat etmek, Allah ve Resulünün helâl kıldığını helâl, Allah ve Resulünün haram kıldığım haram kabul etmek, Allah ve Resulünün vacip kıldığını vacip olarak uygulamak, bütün insanlara, cinlere vaciptir (gereklidir), her şahsa gizli ve açık olarak her durumda farzdır. Fakat öyle bir takım hükümler var ki, onları pek çok insan bilmediğinden dolayı, onları kendilerine öğreten kişilere başvurmuşlardır.
Çünkü onlar peygamberin talimatım, öğrettiklerini daha çok bilmektedirler. Onların ne demek olduğunu ve amacını daha iyi tanımaktadırlar. Böyle olunca müslümanların kendilerine uydukları İslâm müetehid-lerinin durumu, araçlara ve yollara benzer; insanları peygambere kadar ulaştıran yol göstericilere benzer. O müctehidler Peygamberin sözünü insanlara ulaştırmaktadırlar. Kendi ictihadları ve yeteneklerine göre Peygamberin, o sözüyle neyi kasdettiğini anlatmaktadırlar. Allah Teâlâ bir âlime; diğer bir âlimin sahip olmadığı ilim ve idrâki lütfetmiştir. Bir âlimin herhangi bir mesele üzerinde öyle bir bilgisi olabilir ki, onu öteki âlim bilemeyebilir.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Davud’u ve Süleyman’ı da hatırla. Hani onlar, geceleyin bir kavmin davarlarının zarar verdiği tarlası hakkında hüküm veriyorlardı. Biz de onların verdiği hükme şahitler idik. Biz o meselenin hükmünü Süleyman’a bildirmiştik. Onların herbirine hüküm ve ilim vermiştik.[291]
Bakınız Dâvud ve Süleyman (a.s.) ikisi de Allah’ın üstün değerde peygamberidirler. İkisi tek bir konu üzerindeki davada karar verdiler. Allah Teâlâ onlardan birine (Hz. Süleyman’a) bu davada özel bir anlama yeteneği lütfetti. Ama ikisini de övdü. Âlimler de peygamberlerin miras ççısıdırlar, âlimlerin hükümler konusundaki ictihadları, (karanlıkta veya bilinmeyen bir yerde bir takım tahminî işaretlerle) çeşitli kimselerin Kabe yönünü tahminen belirlemelerine benzer. Bunlar dört adam olsa da, onlardan her biri kendine uyan kimselerle ayrı ayrı yönlere doğru namaz kılsalar ve onların her biri doğru yönün kendi namaz kıldıkları yön olduğuna inansalar, dördünün de namazı geçerlidir. Her ne kadar bu dört ayrı yöne namaz kılanlardan ancak biri doğru olarak Kabe yönüne namaz kılmış olsa ve kendisine iki misli ecir ve mükâfat verilecek olan müctehid de olsa farketmez. Nitekim sahih bir hadiste; “Hükmeden, karar veren biri; içtihad ettiği zaman doğruyu bulursa (isabetli ictihad ederse) ona iki mükâfat vardır, îctihad eder de yanılırsa onun için bir mükâfat vardır.” buyurulmaktadır.[292]
Biraz daha ileride İbn Teymiye şöyle diyor: Özel bir mezhep üzerinde bir kişinin yetişmesi ve Özel bir tarza uygun olarak ibadetlerini ve şeriatın emirlerini yerine getirmesi gayet tabiî bir durumdur. Eskiden beri bu böyle sürüp gelir. Fakat müslümana yakışan şudur ki; o kendini temelde Allah ve Resulünün emrine uyan ve sadece onlara itaat eden biri kabul etmeli, Kitap ve sünnetle sabit olan şeyi kabul etmeye, hiç tereddüt etmeden onun peşinden gitmeye hazır olmalıdır:
“insanlar genellikle ana-babalarının veya büyüklerinin veya hemşehrilerinin din ve mezhebi üzerine yetişir ve ona göre gelişir. Bu; din konusunda çocuğun kendi anne-b ab asının, koruyucularının ve hemşehrilerinin peşinden gitmesine benzer. Fakat insan erginleşip de aklını başına alınca -hangi konuda olursa olsun- Allah ve Resulüne itaat etmeye bağlı kalmayı tercih etmek zorundadır.
Bu bağlılık Allah Teâlâ’mn şu buyruğunda belirttiği kişilere olmamalıdır:
“Allah’ın size indirdiklerine tabi olun diye onlara söylendiğinde, onlar: Biz ancak babalarımızı, atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol üzerinde yürürüz, dediler. ”
İmdi, Allah ve Resulüne itaat edip onların emirlerine uyma yerine, kendinin ve ebeveyninin alışkanlıklarına, kendi milletinin örf, âdet ve ananelerine bağlı kalan kişi; Allah’ın tehdidine lâyık olan cahiliyet insanlarından olacaktır. Aynı şekilde kendisine bir konuda doğru yol ve şeriat hükmü açıkça belirdiği, kendisine Allah’ın peygamberi eriyle birlikte gönderdiği talimat ulaştığı halde yine de bunu kabul etmeyen ve kendi âdet ve alışkanlıklarına yönelen kişi kötülenmeye lâyık ve azaba müstehaktır.”[293]
Ibn teymiye; böyle araştırıp bulma ve delillerle ispat etme yeteneği taşıyan ve bu konuda en sağlam görüşün kime ait olduğunu, hangi içtihadın daha isabetli olduğunu bilen âlimler hakkında daha geniş bilgi vererek şöyle yazar:
“Delillerini bulup bir meselenin iç yüzünü kavramakta yeteneği olan bir âlimin başka birine uyması kesinlikle ona haramdır denilmiştir. Başka bir görüş de, kesinlikle caiz olduğu hakkındadır. Daha başka bir görüş ise; mecburiyet halinde caiz olacağı şeklindedir. Meselâ; kendisinin doğrudan araştırıp bulmasına zaman bakımından imkân olmadığı hallerde durumu böyledir, denmiştir. İşte bu son görüş doğruya daha yakındır.[294]
Şüphesiz ki tam ictihad yapmaya yetkisi olan biri hakkında İbn Teymiye’nin karar ve kanaati şöyledir: Eğer bir yerde, bu tam içtihad yapma yetkisine sahip olan kişinin gözüne nasslar (kaynakların yazılış şekli) ilişse de bu nasslara karşı koyacak ve onları bertaraf edecek, bir başka sebep de ortada yoksa o zaman onun bu nasslara uyması şarttır. Bu noktada şöyle der:
“Uyduğu mezhebin içtihadlarındaki bir meselede nassı bertaraf edecek bir delil olmadığını kesinlikle anlayan, tam içtihad yapmaya gücü yeten birinin, nassa uyması şarttır. Eğer uymazsa (ve nassa aykırı olan kıyas veya içtihad üzerinde devam ederse) o zaman o kişi; “Onlar ancak zan ve tahmine ve nefislerinin isteklerine uyarlar” âyetindeki ilâhî tehdide lâyık olur. Allah’a ve Rasûlüne en çok isyan edenlerden olur.”[295]
İbn Teymiye’nin Fıkıh Değeri:
İbn Teymiye’nin amelî durumu konu edilirse bunu şöyle özetliyebiliriz: O, çeşitli konularda daha çok İmam Ahmed b. Hanbel’in mezhebine göre fetva vermiştir. Pek çok meselede İbn Teymiye’nin kanaat ve fetvaları; dört mezhebe veya doğru yolda olan imamlardan herhangi birinin içtihad ve fetvasına uygun düşer. Bazı konularda kendisi içtihad etmiş, Kitap, sünnet, ic-ma ve kıyas ışığında fetva vermiştir. Bunların hepsini gözönünde tutarak onun hakkında doğru bir sonuca varmak istersek bir cümleyle deriz ki: O, Hanbelî mezhebine bağlı[296] bir müctehiddi[297]
İbn Teymiye’nin Daveti ve Etkisi:
İbn Teymiye’nin ıslahat ve yenileme çalışmalarındaki başarısı şudur: O nasıl Kitap ve sünneti, akaidin (inançların) kaynağı yapmaya bütün gücüyle davet etmiş, kendisi de başarılı bir şekilde bunun üzerinde amel etmişse, aynı şekilde Kitap ve sünneti fıkıhla ilgili meselelerin ve hükümlerin kaynağı yapmaya, onları hak ve doğruluğun Ölçüsü kabul etmeye şiddetle davet etmiştir. Kendi devrinde de bu davetine uygun davranarak, yaşayarak bunu göstermiştir. “Bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah’ın ve Peygamberinin buyruklarına başvurarak çözünüz” âyetine göre hareket etmede örnek olmuştur.
Onun bu daveti; bir süredir yeni düşünce ve incelemeleri, hükümler ve meseleleri Kitap ve sünnetle karşılaştırma işinin tükendiği, içtihad ve hüküm çıkarma akışının bir süredir durgun olduğu fıkıh ortamlarında, ümmetin ilmî toplumlarında, yeni ilmî ve fikrî canlılık meydana getirdi; doğrudan doğruya Kitap ve sünnete başvurma hareketini doğurdu.
Böylece o, İslâm’ın ilk asırlarında bulunan ve müs-lümanların hayatının temeli olan sağlam ve gerçek islâmî düşünceyi canlandırdı. O; bütün bu ilmî ve amelî başarılarından dolayı Allah Teâlâ’nın, bu dini yenileme ve canlandırma görevini yaptırdığı İslâm tarihinin seçkin kişilerinden biridir.
Âyet:
“İşte bu Allah’ın en büyük bir lütfudur ki onu dilediklerine verir. Allah, büyük lütuf sahibidir.”[298]
[1] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/161-163.
[2] er-Reddu’1-Vâfır, s.31.
[4] Zadu’1-Meâd, c.l, s.336.
[5] el-Kevâkibü’d-Dürriye, s.
[6] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/163-167.
[8] er-Reddü’1-Vâfır, s.71.
[9] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/167-172.
[10] el-Kevâkibü’d-Dürriye, s. 156-157.
[14] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/172-175.
[15] Örnek olarak Bk. İktîda es-Sırât el-Müstâkîm, Muhalefetti Ashâbi’1-Cehîm.
[16] Bk. Nûr Sûresinin tefsiri, İhlâs sûresinin tefsiri vs.
[17] Örnek olarak bk. Minhâc es-Sünne ve Hristiyanlığı değiştirenlere en sağlam kitabi cevap.
[18] el-Kevâkibü’d-Dürriye, s. 155.
[20] Nüzhetul-Havâtır, c.2, s. 140.
[21] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/175-180.
[22] Karşı çıkma ile değişik görüş ileri sürme arasında fark olduğu unutulmamalıdır. Farklı görüş sahibi olma, her ilim sahibi ve araştırıcının hakkıdır ve bu hak hiç bir devirde âlimlerden çekilip alınamaz. Burada farklı görüş değil; karşı çıkıştan, dalâlet ve küfürle itham etmenin sebeplerinden bahsedilmektedir.
[23] Sonradan gelen âlimlerin en büyüklerinden olan, Şâh Ve-liyyullah Dehlevî, eserlerinde yer yer buna işaret etmektedir. İzâletü’1-Hafâ isimli eserinin bir yerinde bu konuyu izah eder: c.2, s.84.
[24] el-Bidâye ve’n-Nihâye, c.14, s.144.
[25] Allâme Numan Alûsî bu şahsî görüşleri Cilâü’l-Ayneyn isimli eserinde (s. 43) bir araya toplamıştır.
[26] İbn Batûta, Seyahatnamesinde bu olayı gözüyle gördüğü; bir olay olarak anlatmıştır. Biz bunu ünlü Suriyeli âlimj Behçet al Beytâr’a söylediğimizde demiştir ki: Tarihî açıdan bu rivayet tamamen geçersizdir. İbn Batûta’mn kendisi 726 yılının Ramazan ayında Şam’a geldiğini söylemektedir. Halbuki, İbn Teymiye’nin ondan en az bir ay önce hapsedildiği kesindir. Hem de İbn Teymiye hiçbir zaman Emevî camiinde hatiplik görevi yapmamıştır. O zaman hatip Celâleddin Kazvînî idi. Bundan da anlaşılıyor ki; ya İbn Batûta benzetti veya yanlış ifade kullandı.
[27] Mektubât, c.l, 260 No.lu mektup.
[28] Mektubât, c.l, 260 No.lu mektup.
[29] Cilâlü’l-Ayneyn, s. 43-44.
[30] Nass; âyet ve hadislerin söz dizilerine denir.
[31] Fass; Muhiddin Arabi’nin Füsûs el-Hikem adlı eseri kastedilmiştir.
[32] Kitap ve sünnetin hükümleri ve talimatı demektir.
[33] Muhiddin Arabi’nin meşhur kitabının adıdır.” (Y. Karaca)
[34] Mektubât, el., Mektup No: 100.
[36] Bu kitap 1329 H. de Mısır’da basılmış ve İbn Teymiye hakkında çok değerli bilgiler veren önemli bir eserdir.
[37] . Doğumu H. 909 Mısır, vefatı H. 973 Mekke. Eserleri arasında dört ciltlik Tuhfetu’l-muhtâc, ez-Zevâcir, es-Savâik ve el-Fetâvâ özellikle meşhur olanlarıdır. Bu İbn Hacer el- Mekkî, İbn Hacer el-Askalân’dan ayrı ve ondan daha sonra u” gelen biridir. İbn Hacer el-Askalânî, meşhur hadis imamı “son derece araştırmacı ve keskin görüşlü bir âlimdir. Sonraki bilginler arasında onun gibisini bulmak zordur. İbn Hakem el-Mekkî, ilim, keskin görüş, geniş anlayış ve incelemede ünlü adaşına erişemez.
[38] Bu kitap Mısır baskısı ile 362 sayfa tutmaktadır. 1928 H.de Mısır’da Bulak Matbaasında basılmıştır.
[39] Herat (Afganistan)’lı idi. Devrinin büyük âlimlerinden sayılirdi. Mekke’ye göç etti ve oraya yerleşti. Hac menâsikinin, fıkıh ve hadisin en seçkin âlimi er in dendi. Eserleri arasında Mirkât, Fikıh-ı Ekber Şerhi, Şifâ Şerhi, Şemâil-i Tirmizî Şerhi, Nuhbe Şerhi, Şâtibiyye Şerhi, Cezeriyye Şerhi, Hulâsa-i Kâmûs vs. meşhurdur. Tasavvuf lezzetine de aşina idi. 1014 H. yılında vefat etti. Ezher Camii’nde büyük, kalabalık bir cemaatla gıyabında cenaze namazı kılındı.
[40] . Bu arapça mektubun bir bölümüdür. Şah Veliyyullah Dehlevî Hazretleri, çağdaşı büyük bilginlerden Thathlı Muhiddîn’e cevap olarak yazmıştı. Bu zât, Şah Veliyyullah Dehlevî’den; İmam İbn Teymiye’nin görüşlerinde tek başına kaldığı için bazı meselelere ve ona karşı çıkanların ihtilâf ettikleri konulara değinerek bunlar hakkındaki görüşünü sormuştu. Bu mektuplar mecmuası Şah Veliyyul-lah’m ünlü talebesi Hacı Muhammed emin Keşmîrî tarafından derlenmiştir. Bu mektup Cilâu’l-Ayneyn isimli kitapta da aynen nakledilmiştir.
[41] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/181-200.
[42] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/201-204.
[43] el-Ukûdü’d-Dürriye, s.6.
[44] el-Kevâkibü’d-Dürriye, s. 145.
[45] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/204-206.
[47] er-Reddü’1-Vâfır, s. 36.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/206-207.
[50] el-Kevâkibü’d-Dürriye, s. 166.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/207-209.
[54] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/209-212.
[55] Medancu s-Salıkîn, el, s. 96.
[56] el-Kevâkibü’d-Dürriye, s. 164.
[57] Medâricü’s-Sâlikîn, el, s. 496.
[58] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/212-213.
[59] er-Reddül-Vâfır, s. 36.
[60] el-Vâbil es-Sayyib, s. 66.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/213-214.
[62] el-Kevâkibü’d-Dürriye, s. 149.
[63] Cilâü’l-Ayneyn, s. 8.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/214-215.
[64] el-Kevakibü’d-Dürriye, s. 161.
[65] Cilâü’l-Ayneyn s. 6.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/215-217.
[66] er-Reddül-Vâfir, s. 89.
[67] Medâricu’s-Sâlikîn, c.2, s. 250.
[68] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/217-218.
[69] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/221.
[70] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/222-224.
[71] er-Red Ale’l-Bekrî, s. 295.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/224-225.
[72] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/225-226.
[73] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/226-227.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/227.
[76] er-Red Ale’l-Ahnaî, s. 82.
[77] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/228-229.
[78] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/229-231.
[79] er-Red Ale’l-Bekrî, s. 295.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/231.
[80] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/231-232.
[81] Bu iki eser 1346 yılında Mısır’da Selefiye matbaasında bir kitap halinde, biri diğerine derkenar olarak basılmıştır. (Yusuf Karaca)
[82] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/232-234.
[83] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/234-235.
[84] er-RedAle’l-Bekrî,s. 377.
[86] er-Red Ale’l-Bekrî, s. 134.
[87] et-Tevessül ve’1-Vesîle, s. 15.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/235-238.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/238-239.
[92] Ziyaretü’l-Kubûr risalesi, s. 106-112, özet olarak.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/239-242.
[93] . A.g.e., s. 104-105.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/242-244.
[95] el-Vâsıta Beyne’l-Halkı ve’l-Hakk, s. 45-46.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/244-247.
[98] er-Red ale’l-Bekrî, s. 234.
[100] er-Red Ale’l-Ahnaî, s. 102
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/247-249.
[106] er-Red Ale’l-Anhaî, s. 49.
[107] er-Red Ale’l-Bekrî, 313. İbn Teymiye’nin bu yazdıklarının gerçek olduğu, tarihî araştırmalarda görülmüştür. Mısır’da Hz. Hüseyin’in başının gömülü olduğu, Hz. Zeyneb’in, Hz. Sekîne’nin cesedlerinin gömülü olduğu, Necef de Hz. Ali’nin, Şam’da Hz. Peygamber’in eşlerinin ve Hindistan’da bazı , meşhur mezarların, tarihî olarak gerçek olduğu şüphelidir.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/249-251.
[108] er-Red Ale’l-Bekrî, s. 311.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/251-253.
[109] Tefsîru Sûreti’l-îhlâs, s. 118.
[110] Kitâbu’n-Nübüvvât, s. 274.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/253-255.
[111] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/255-257.
[112] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/258.
[113] Tabakâtu’1-Ümem, s. 47
[114] Geniş bilgi için İbn Nedim’in Fihrist’ine, Tabakâtü’l-Etıbbâ ve Ahbâru’l-Hukemâ vs. kitaplara bakabilirsiniz.
[115] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/258-260.
[116] eljCem’u Beyne Re’yi’l-Hakîmeyn.
[117] Müridin, şeyhine hayranlık duyarak kendini yok edip herşeyiyle ona bağlanması demektir. (Y.K.)
[118] Lütfî Cuma, Tarih-i Felâsife-i İslâm, s. 155.
[119] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/260-263.
[120] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/264-265.
[121] er-Red Ale’l-Bekrî, s. 143.
[122] Tefsiru Sûreti’l-îhlâs, s. 57.
[123] er-Red Ale’l-Mantıkıyyîn, s. 134.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/265-266.
[124] Meâric el-Usûl, (Mecmua er-Resâilu’1-Kübrâ’dan), s. 186.
[125] Tefsiru Sûreti’l-îhlâs, s. 57.
[126] Nakz eî-Mantık, s. 178.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/266-268.
[127] er-Red Ale’l-Mantıkıyyîn, s. 395.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/268-269.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/270-271.
[129] Tefsîru Sûreti’I-îhlâs, s. 57.
[130] Nakz el-Mantık, s. 177.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/271-272.
[131] Tefsîru Sûreti’l-İhlâs, s. 67.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/273.
[132] Nakz el-Mantik, s. 113.
[133] er-Red Ale’l-Bekrî, s. 206.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/273-274.
[134] Tefsîru Sureti’1-İhlâs, s. 37.
[135] er-Red Ale’l-Mantıkıyyîn, s. 221.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/275.
[136] er-Red Ale’l-Bekrî, s. 115
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/275-276.
[137] en-Nübüvvât, s. 22.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/276-279.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/279-282.
[142] Nakz el-Mantık, s. 162.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/282.
[143] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/282-283.
[144] er-Red Ale’l-Manükıyyîn, s. 255.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/283-284.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/284-285.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/285-286.
[148] en-Nübüvvât, s. 153.
[149] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/286-288.
[150] Nakz el-Mantık, s. 114.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/288.
[151] Makâsidu’l-Felâsife, s. 3.
[152] Lütfı Cuma, Tarih-i Felâsife-i İslâm, s. 120-121.
[153] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/289-290.
[154] er-Red Ale’l-Manükıyyîn, s. 27-28
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/290-292.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/292-293.
[156] Nakz el-Mantık, s.155.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/293-294.
[157] er-Red Ale’I-Mantıkıyyîn, s. 194.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/294-295.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/295-296.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/296.
[163] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/297-298.
[164] Nakz el-Mantık, s. 164.
[165] İbn Haldun, Mukaddime, s. 473.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/298-300.
[166] er-Red Ale’l-Mantıkıyyîn mukaddimesi.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/300-302.
[167] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/302-303.
[168] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/303-305.
[169] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/306-307.
[170] Geniş bilgi için bkz. c.l, s. 381.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/308-309.
[171] Bu kitap 1395 sayfadır 1322 H. (1905 M.) yılında Mısır’da basılmıştır.
[172] ibn Teymiye, s. 519.
[173] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/309-311.
[174] el-Cevâb es-Sahîh, c.l, s. 119-120.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/311312.
[177] . A.g.e., c.3, s. 134.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/313-314.
[178] A.g.e., c.2, s. 10.
[179] A.g.e., c.l, s. 368-369.
[182] A.g.e., c.2, s. 12-13.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/315-318.
[183] A.g.e., c.l,s. 376.
[184] A.g.e., c.l,s. 380.
[185] A.g.e., c.l,s. 373.
[186] A.g.e., c.l,s. 373.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/318-320.
[189] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/321-322.
[190] A.g.e., c.3, s. 181-182.
[191] A.g.e., c.3, s. 155.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/322-323.
[192] A.g.e., c.3, s. 185-186.
[193] A.g.e., c.3, s. 189-190.
[194] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/323-326.
[196] A.g.e., c.3, s. 126.
[197] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/326-329.
[198] A.g.e., c.2, s. 312$len 3. cildin 3. sayfasına kadar.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/329.
[199] A.g.e., c.4, s.16, 78-95.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/330-331.
[200] A.g.e., c.4, s. 66-224.
[201] A.g.e., c.4, s. 178.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/331-332.
[202] A.g.e, c.4, s. 181.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/333-335.
[204] A.g.e., c.4, s. 81-82
[205] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/335-336.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/336-338.
[207] A.g.e., c.l, s. 115-116.
[208] A.g.e., c.l, s. 117-118.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/338341.
[209] Bu kitap büyük boy olarak 4 cilt halindedir. Kitabın toplam sayfası 1214’dür. H. 1322’de Mustafa el-Bâbî Halebî’-nin gayretiyle Mısır’da Emeviye matbaasında basılmıştır. Büyük âlim Zehebî bunun özetini el-Müntekâ ismiyle yapmıştır. Şu anda bu eser Muhammed Nasîf in ilgisi ve üstün himmetiyle ve Prof. Muhibbuddîn el-Hatîb’in gayretiyle Mısır’da yayınlanmıştır.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/342-345.
[211] Minhâc es-Sünne, c.4, s. 81.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/345-346.
[213] Minhâc es-Sünne, c.l, s. 152.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/347-348.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/348-349.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/349-350.
[217] A.g.e., c.2., s. 84.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/350-351.
[218] A.g.e., c.2, s. 99.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/351-352.
[220] A.g.e., c.2, s. 200-201.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/352-353.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/353-354.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/354.
[223] . A.g.e., c.4, s. 123.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/354-356.
[224] .A.g.e., c.3.,s. 209.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/356-357.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/357-358.
[227] Minhâc es-Sünne, c.3, s. 242.
[228] A.g.e., c.3, s. 241.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/359-361.
[229] A.g.e., c.3, s. 245.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/361-362.
[230] A.g.e., c.4, s. 126.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/362-364
[231] A.g.e., c.4, s. 287.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/364-365.
[232] A.g.e, c. 2, s. 125.
[233] A.g.e., c. 2, s. 126.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/366.
[234] A.g.e., c.4, s. 2-79, 80-129- 209-213.
[235] A.g.e., c.4, s. 67-68.
[236] A.g.e., c.4, s. 186.
[237] A.g.e., c.4, s. 255.
[238] Minhac es-Sünne ve bazı tarih kitaplarında bu Moğol hakanı bu isimle de anılmaktadır.
[239] Bir başka âyet ise şudur: “Hani o kâfirler kalplerindeki ca-hiliyet çağının asabiyet ateşini ateşlendirdiklerinde, Allah, Peygamberine ve inananlara huzur indirdi…” (Fetih, 48/26)
[241] Minhâc es-Sünne, c.4, s. 274-277.
[242] Bedir meydanında bir çardak kurulmuştu, altında Hz. Peygamber secdeye kapanmış bir vaziyette dua halinde bulunuyordu. Bu sırada Peygamberimizin yanında sadece Hz. Ebu Bekir vardı. Bkz. Siyer ve Hadis kitapları.
[243] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/367-375.
[244] MinMc es-Sünne, c.4, s. 56.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/375-376.
[245] A.g.e., c.3, s. 249-250.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/376-377.
[246] A.g.e., c.3, s. 40.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/377.
[247] A.g.e., c.l, s. 131.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/377-378.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/378.
[249] A.g,e., c.4, s. lll.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/378-379.
[250] A.g.e., el, s. 165,
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/379.
[251] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/380-381.
[252] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/381382.
[253] Testini İbn Teymiye adıyla Kayyime matbaasında Bombay’da basılmıştır.
[254] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/382-384.
[255] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/384.
[256] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/384.
[257] Genellikle fetva isteği hangi şehirden gelirse verilen cevap risalesine o şehrin adı verilirdi.
[258] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/385.
[259] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/385-386.
[260] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/386.
[261] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/387-388.
[262] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/388-389.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/389-390.
[264] Beyân-ı Muvâfakat-ı Sarîh el-Ma’kûl li-Sahîh el-Menkûl c.l, s. 3.
[266] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/390-393.
[267] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/394-395.
[268] A.g.e., c.l, s. 46.
[269] A.g.e., c.l, s. 80.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/395-397.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/397-398.
[272] A.g.e., c.4, s. 153.
[274] Sarîh el-Ma’kul, c.4, s. 154.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/398-400.
[275] A.g.e., c.3, s. 272.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/400-401.
[276] Bu kitap Minhâc el-Sünne’nin kenarında dört cild olarak yayınlanmıştır.
[277] Sarîh el-Ma’kûl, el, s. 74.
[279] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/401-403.
[280] A.g.e., c.l, s. 14.
[281] A.g.e., c.3, s. 68.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/403-404.
[282] A.g.e., c.3, s. 10.
[283] A.g.e., c.l, s. 167. İbn Teymiye çeşitli kitaplarında uzun uzun açıklayarak, te’vil’in üç mânaya geldiğini anlatmıştır. Biri, Kur’an’m kullandığı terim olarak, gerçek yüzü ve meali kastedilmiştir. Diğeri öncekilerin kullandığı terim olarak, kelimenin tefsiri kastedilmiştir. Üçüncü şekilde de daha sonraki âlimlerin ve kelâmcıların kullandıklarıdır. Bu da, kelimenin dış mânâsı çıkmadığı için başka mânaya kullanılmasıdır.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/404-406.
[284] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/406.
[285] Huccetullâhi’l-Bâliğa, c.l, s. 122
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/409-411.
[286] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/411-412.
[287] A.g.e., el, s. 124.
[288] A.g.e., c.l, s. 125.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/412-414.
[289] A.g.e., el, s. 124.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/414-416.
[291] . Enbiyâ, 21/78-79.
[292] Şeyhülislâm İbn Teymiye Fetvaları, c.2, s. 201-202.
[293] A.g.e.,c.2, s. 202.
[294] A.g.e., c.2, s. 384.
[295] A.g.e., c.2, s. 385.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/416-421.
[296] Bağlı müctehid demek; temelde ve teferruatlarda müctehid olduğu halde ictihad ve ispat tarzlarında bir mezhep imamına uyan ve genellikle onun çizgisinden ayrılmayan kimse demektir.
[297] İbn Teymiye’nin fıkıh değerini, onun müctehid olarak derecesini daha iyi anlamak için bakınız: Muhammed ebu Zehra, İbn Teymiye, s. 350-352.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/421.
[298] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/421-422.