13 Nisan 2018

İBNİ TEYMİYYE’NİN ÖZELLİKLERİ VE İSLAMI ÖZÜNE DÖNDÜRME ÇABALARI 4 NCÜ BÖLÜM

İBNİ TEYMİYYE’NİN ÖZELLİKLERİ VE İSLAMI ÖZÜNE DÖNDÜRME ÇABALARI

4 NCÜ BÖLÜM

Hristiyanhkta Akla Aykırı Sözler:

Hristiyanlar, akıl ve mantık yoluyla susturulunca ve üçlü inancın tamamen akıl dışı ve anlaşılmaz bir inanç olduğu, ılışan aklı ve mantığının bunu kabul et­mediği ispat edilince, hemen bahsi geçen o ifadelere sı­ğınıyorlar ve şöyle diyorlar: “Ne yapalım, semavî kitap­larda böyle bildirilmiştir. Bu işler ve inançlar; akıl, mantık ve kıyas’m daha üstünde olan gerçeklerdir. Bunlara iman edip, uymakla hareket edilmelidir. Akıl, ve mantıkla anlayıp kavramaya, anlatmaya çalışılmamalıdır.
“İmam İbn Teymiye öncelikle; bu bilgi ve inanışların semavî kitaplarda bildirildiğini reddetmektedir. Aks i iv Semavî kitaplarda bunun tersine bilgiler verildiğini be­lirtmekte ve şöyle söylemektedir: Bu ikisi birbirinden farklı ve ayrı şeylerdir. Birincisi akıl ve mantık bakı­mından muhal (olması imkânsız)dır ve geçersizdir. Herkes bilir ki, o şeylerin olması mümkün değildir. Bir de aklın eremediği şey vardır ki, akıl onun gerçek varlı­ğını tanıyamaz ve o konuda reddetme veya kabul etme bakımından hiçbir karar veremez. İbn Teymiye diyor ki; peygamberlerin bildirdiklerinde ve sözlerinde sade­ce ikinci tür bulunmaktadır. Bir bakıma onların söyle­diklerinde, bildirdiklerinde akla aykırı şeyler yok, akıl Ötesi şeyler vardır. Akıl dışı ile akıl ötesi arasında bü­yük fark vardır. O şöyle yazar:
“Bu hristiyan âlimleri; aklın muhal dediği, bâtıl ka­bul ettiği ve olmasını kesinlikle kabul etmediği şeyler ile aklın âciz olup ermediği ve gerçek varlığı hakkında birşey bilemediği, red ve kabul kararı veremediği şey­ler arasında hiçbir ayırım yapmamakta, hiçbir fark gö­zetmemektedirler. Halbuki peygamberler sadece ikinci türden haberler getirmişler, bilgiler vermişlerdir. Bi­rinci türden haberler onların sözlerinde görülemez. Bu iddiacılar; muhal olanlarla (olması mümkün olmayan­larla) aklın kendisine hayran olup kendinden geçtiği gerçekler ve meseleler arasında bir ayırım yapama­maktadırlar. O peygamberlerin bu konudaki haberleri, Allah’a oğul ve ortak koşan müşriklere karşı ters düş­mektedir.”
İbn Teymiye büyük bir gayretle; sağlam dinin sağ­lam akla karşı olmadığını ispat etmektedir. Bütün ki­tapları bu konuyu anlatmalarıyla doludur. Bu noktada iki grup insanın tekme yediğini, bazı kimselerin akla
uygun düşen şeylerde makul olmayan aşırılığa gittiği­ni, o aşırılığı makul haline getirdiğini ve onu, duyulara ve peygamberlerin bildirdikleri ifadelere tercih ettikle­rini; bir grup insanın da normal dışı hareket ederek, açık bir şekilde akla uygun olan şeyleri reddettiğini ve kendi hayalî duygularını ve duyularını onlardan üstün tuttuklarını söylemektedir. Unutmamalı ki, bir gerçek diğer gerçeğe aykırı olamaz, onu yalanlayamaz. Aksine onlardan biri diğerini doğrular. Bâtıl ise bunun aksine­dir. O değişik ve çelişkili olur.
Allah Teâlâ, peygamberlere karşı çıkanları anlatır­ken şöyle buyurmaktadır:
“O yıldızlara ait güzel yollara sahip gökyüzü hakkı için, muhakkak ki siz (peygamberler) hakkında (kâhin, şâir demekle) ihtilaflı bir sözde bulunuyorsunuz. Pey­gamber ve Kur’an’dan çevrilen kişi, ezelden beri hak­tan sapan kimsedif.[195]
Gerçek şu ki, sağlam bir akılla var olduğu bilinen şeye aykırı ne doğru bir haber, ne doğru bir duyu olabi­lir. Sağlam bir nakille ortaya konulan şey de ne akla ne de duyuya aykırı olabilir. İşte bu şekilde, sağlam bir duyu ile bilinen şeye aykırı ne haber olabilir, ne de bu akla yatkın olur.”[196]
İşte Hristiyanlıkla İslâmiyet arasındaki fark, akıl ve naklin İslâm’la tamamen uyuşmasıdır. Akıl ötesi olan fakat akıl dışı olmayan, görünmeyen gerçekler İslâm’da elbette vardır. Hristiyanlık ise bunun tersine­dir. Onda pek çok mesele ve inanç akla aykırıdır. Pek çok hristiyan âlimleri de onları akla aykırı kabul et­mektedirler. Fakat; bunlar akıl düzeyinin dışındaki şeylerdir, onlar, gözleri kapatarak inanmak gerekir, demektedirler.[197]

Allah’ın Birliğine, Hz. İsa’nın Kul Olduğuna İnanan Hristiyan Bilginler:


İmam İbn Teymiye bu kitabında çok faydalı bir hiz­met yapmış; Allah’ın birliğine ve Hz. İsa’nın kul oldu­ğuna inanan, fakat çeşitli sebeplerden dolayı Hristiyan dünyasında herkes tarafından kabul görmeyen hristi­yan bilginlerinin ve din önderlerinin sözlerini ve inanç­larını nakletmiştir. Hristiyanlık fırkalarını geniş geniş anlatmış, en yaygın mezhebinden bahsetmiş ve açıkla­mıştır. Verdiği bilgilerden onun derin bilgisi, geniş araştırmaları ve çok hassas görüşü açığa çıkmaktadır.
Bu arada o, yeni müslüman olan âlim Hasan b. Eyyûb’un uzunca yazılmış bir risalesini nakletmekte­dir. Bu risalesinde Hasan b. Eyyûb, İslâmı kabul ediş sebeplerini ve İslâmı tercih edişinin delillerini genişçe nakletmiştir. Bu risale çok değerli bilgileri içine almaktadır.[198]

TEVRAT VE SEMAVÎ KİTAPLARDA PEYGAMBERİMİZİN GELECEĞİNİN MÜJDELENMESİ


Bütün bunları anlattıktan sonra İbn Teymiye Hz. Peygamberin peygamber olarak geleceğini bildiren müjdeleri ve haberleri nakletmiştir. Bu müjdeleri nak­lederken, çok geniş bilgiler vermiş, uzun izahlarda bu­lunarak, alabildiğine örnekler sunmuştur. Hz. Peygam­ber hakkında Eş’iyâ, Habgûk, Danyal ve Hz. İsa (a.s.)’m sözlerinden örnekler vererek neler söylemişler-se hepsini eksiksiz nakletmiştir. Bu konuda onun yaz­dığı kitapta verilen bilgilere, anlatılan gerçeklere, baş­ka kitaplarda rastlamak zordur. O bu müjdeleri ve ha­berleri, hem izah etmiş, hem de onların ancak Hz. Pey­gamberimize uygun düştüğünü ispat etmiştir.
Bunlardan biri, Yuhanna İncili’nin haberidir ki, orada İsa (a.s.)’m şöyle buyurduğu yazılmıştır: “Dünya­nın arkonu yakında kesinlikle gelecek. Ben de hiçbir şey yok.” Arkon demek İbranicede; muhteşem, çok de­ğerli, azametli demektir. Büyüklere, önde gelen kişile­re arkonlar denir. İbn Teymiye, bu haberin Hz. Pey­gambere uygun düştüğünü ispat ederken şöyle yazar:
“Bütün yeryüzü insanları şu hususta ittifak etmiş­lerdir ve bu tamamen açık ve kesindir ki; Hz. İsa’dan sonraki dönemde, sadece Hz. Peygamber (s.a.)’in şahsı­nın, iç âleminin ve dış görünümünün ihtişamı bütün dünyaya yerleşmiştir. Gönüller ve bedenler onun emrine uymuştur. Hayatında iken ve ölümünden sonraki bütün zamanlarda, doğunun ve batının bütün ılıman iklimlerinde ve ülkelerinde gönülden ve şekilden (içten ve dıştan) ona itaat edildi. Sultanlara, krallara sadece dış görünüş açısından itaat edilir; öldükten sonra ise bunlara hiç kimse itaat etmez. Dine inananların kral­lara itaat etmekle hiçbir bilgisi olmaz. Çünkü bunun âhirette onlara bir ecir ve mükâfat ümidi ya da ceza korkusu yoktur. Fakat, Hz. Peygambere itaat etmenin durumu Öyle değildir. Çünkü bunun kesin olarak bir karşılığı vardır.
Hz. Peygamber (s.a.), önceki peygamberlerin dinini açığa çıkarmış ve onları tasdik etmiştir. O peygamber­lerin adım her tarafa duyurmuş, onların değerini yük­seltip tebcil eylemiştir. O mübarek peygamber sayesin­de bütün milletler Hz. Musa, Hz. İsa ve diğer peygam­berlere iman etmişlerdir. Eğer o olmasaydı bu milletler iman etmezlerdi. Ehli kitap olanlar, adlarını bildikleri peygamberler hakkında da ihtilâf halindeydiler. Hz. Dâvud, Hz. Süleyman (a.s.) gibi peygamberlere itiraz edip onları kötülüyorlardı. Onların dışında pek çok peygamberi meselâ Hûd, Salih, Şuayb (a.s.)’ı tanımı­yorlardı bile. “[199]

Mucizeler ve Peygamber Oluşun İşaretleri:


9Δ İbn Teymiye bunu da anlattıktan sonra, Hz. Pey­gamberin mucizeleri hakkında genişçe bilgi vermiştir. Adetine uygun olarak bu konuda da o kadar bilgi topla­mıştır ki, bu kadar geniş bilgiye kolaylıkla başka bir yerde rastlanamaz[200] Bu konuda mucizelerin tarifi, onların ispatlanma tarzı ve pek çok usul ve kelâm ko­nuları anlatılmış, ince manalı ifadeler kullanılmıştır.
Bu mucizeler ve âyetler hakkında İmam İbn Tey-miye genellikle siyer ve kelâm kitaplarında anlatılage-len, bilinen meşhur mucizelerle yetinmemiştir. Pey­gamberliğin alâmet ve deliller dairesini o kadar geniş tutmuştur ki, bu konuda Hz. Peygamberin peygamber­liğine akıl ve vicdan sahipleri nazarında en büyük de­lil, inkâr edilemez işaret olan Hz. Peygamberin bütün şemailini ve hayat yaşayışını o daire içine almıştır. Bir bakıma o şöyle diyen Mevlânâ Celâleddin Rûmî ile itti­fak etmiştir:
“Gönlünde ilim, irfan haysiyeti olan herkes, Peygamberin yüzünün ve sesinin bile mucize oldu­ğuna inanır.”
Bu konuda o, Hz. Peygamberin şemail (şekil ve ruh çizgileri) ve sîretini (hayat biçimini) çok güzel bir şekil­de özetleyerek anlatmıştır. Bu daireyi o, daha da geniş­leterek şöyle demektedir:
“Hz. Peygamber efendimizin yaşayış tarzı, ahlâkı, sözleri ve hareketleri de onun mucizelerin dendir. Onun şeriatı bile apayrı bir mucizedir. Ümmeti, ümmetinin bilgisi, dindarlığı ve hayatı da kendisinin bir mûcize-sidir. Ümmetinin sâlihlerinin kerametleri dahi yüce peygamberin mûcizesidir.”[201]

İSLÂM İNKILÂBI VE MUHAMMED ÜMMETİ BİRER MUCİZEDİR


Bundan sonra Hz. Peygamberin hayatımn bir özeti­ni sunarak —ki onu okuyunca insanda Hz. Peygambe­rin gerçek peygamber olduğu, Allah tarafından gönde­rilen, desteklenen ve hak üzere olan bir peygamber ol­duğu kanaati, hükmü pekişiyor— şöyle yazmaktadır:
“islâm daveti bütün Arabistan’a yayıldı. İslâm’dan evvel Arabistan; putlara tapma, kâhinlerin verdikleri bilgiler, yaratanı inkâr, yaratılana saygı, kan dökücü-lük ve insanlar arası düşmanlıkla doluydu. Orada ne kimse âhireti biliyordu, ne de öldükten sonraki hayatı düşünüyordu. Bu cahil ve kaba insanlar, o mübarek Peygamberin eğitim ve öğretimi sayesinde yeryüzünün en büyük âlimi, en büyük dindarı, en çok ibadet edeni ve erdemli kişileri haline geldiler.
Hristiyanlar Suriye’de sahâbîleri gördüklerinde de­diler ki: “Hz. İsa’nın havarilerinin bu insanlardan daha üstün olmadıkları bir gerçektir. Bunlar onların dünya­da parlayan ilim ve amelinin birer hatırlatıcılarıdır-lar.” Bunlara karşılık diğer milletlerin hatıralarına ve eserlerine bakınız. Aklı olanlar, ikisi arasında yerle gök arası kadar fark olduğunu anlar.”[202]
“Hz. Peygamberin ümmeti, her üstün değerden daha üstün, bütün ümmetlerden daha mükemmel ve de­ğerlidir. Bütün dünya milletlerinin bilgileri onların bil­gileriyle karşılaştırılsa, ümmet-i Muhammed’in bilgisi­nin üstün olduğu görülecektir.
Eğer onların din, ibadet ve Allah’a itaatleri diğer milletlerin din, ibadet ve Allah’a itaatleriyle karşılaştı­rılsa, onların diğer milletlerden daha dindar oldukları net bir şekilde gözler Önüne serilecektir. Kahramanlık­ları, Allah yolunda cihadları; Allah yolunda eziyetlere, zulümlere katlanmaları gözönüne konursa, ümmet-i Muhammed’in kefesinin ağır bastığı anlaşılır. Eğer cö­mertlikleri, hayır yapmaları, hoşgörüleri ve azimleri bakılırsa en çok cömertlik, ikram ve iyilik ancak onlar­da görülecektir.
Bütün bu üstünlükleri, faziletleri ve güzel ahlâkî davranışları, müslümanlar sadece Hz. Peygamberden elde ettiler ve sadece onun şahsından aldılar. Hz. Pey­gamber onlara sadece bunları emretti.
Hz. Peygamber; peygamber olmadan önce hiçbir ki­taba bağlı değildi ki onun eksikliklerini tamamlamakla görevli olsun. Nitekim Hz. İsa Tevrat’ın getirdiği şeria­tı tamamlamak için gönderildiğinden Hz. İsa’ya bağla­nanların bilgi ve faziletleri biraz Tevrat’tan, biraz Ze­bur’dan, biraz diğer peygamberlerin bildirdiklerinden, birazı da Hz. İsa’dan, havarilerden, sonra da bazı diğer öğretilerden, felsefeciler ve benzerlerinin sözlerinden alınmadır.
Fakat Muhammed ümmetinde Hz. Peygamberden önce ne bir kitap bulunuyordu, ne de bir peygamberin verdiği bilgiler vardı. Aksine onların çoğu, Hz. Musa’yı, Hz. İsa’yı, Hz. Davud’u, Tevrat’ı, Zebur’u, o peygamber sayesinde tanıdılar, onun aracılığıyla onlara iman etti­ler. Ancak Hz. Peygamber onlara; bütün peygamberle-
re iman etmeyi, bütün semavî kitapları kabul etmeyi emretti. Peygamberler arasında ayırım yapmaktan on­ları menetti.”[203]

Hz. Muhammed’in Getirdiği Şeriatın Benzersizliği:


Hz. Muhammed’in getirdiği şeriatın kusursuzluğu­nu, mükemmelliğini anlatırken şöyle yazar:
“Onun getirdiği şeriat, en kusursuz en üstün şeriat­tır. Akıl, mantık açısından makul ve güzel olup da şeri­atın emretmediği güzel ve mantıklı bir şey yoktur. Akıl ve mantığın çirkin ve uygunsuz görüp de onun yapıl­masını şeriatın menetmediği bir şey de yoktur.
Bugün, keşke bunu emretme şeydi denecek hiçbir şeyi Hz. Peygamber emretnıemiş ve bugün keşke Hz. Peygamber bunu yasaklamasaydı denilebilecek hiçbir şeyi de menetmemiştir. O bütün temiz, pırıl pırıl olan şeyleri helâl kılmış ve hiçbirine haram dememiştir. Bunların bazısı diğer şeriatlarda haram kılınmıştı. Pis ve iğrenç olan bütün şeyleri de haram kılmıştır. Bun­lardan hiçbirini, bazı şeriatlarda helâl olduğu gibi helâl kılmamıştır.
Dünyanın bütün milletlerinde ne kadar meziyet, güzellikler, iyilikler varsa hepsi bu şeriatta toplanmış­tır. Tevrat, İncil ve Zebur’da melekler ve âhiret günü hakkında verilen bilgiler eksiksiz olarak ve daha mü­kemmel bir şekilde Kur’an-ı Kerim’de ve Hz. Peygam­berin şeriatında geçmektedir. Hatta o kitaplarda geç­meyen bir takım şeyler de haber verilmiştir.
O kitaplarda anlatılan adalet zorunluluğu, sağlam karar verme, faziletlere çağrı ve iyiliklere özendirme ve teşvikler Hz. Peygamber’in şeriatında getirilmiş, o ki­taplarda bildirilenlere ilâveler yapılmıştır. Eğer aklı başında biri, İslâm’da bildirilen ibadetler üzerinde dü­şünür ve onlara iyice dikkat eder, diğer milletlerin iba­detlerine de dikkatle bir göz atarsa, İslâm ibadetlerinin üstünlüğünü ve mükemmelliğini görecektir. İşte bu du­rum bütün emirlerde, hükümlerde, şeriatın bütün ka­nunları ve meselelerinde aynıdır.”[204]
İbn Teymiye bu konuda, ibadetlerin amacını ve çe­şitli zümrelerin bu meseledeki görüşlerini, bakış açıla­rını anlattıktan sonra; İslâm ibâdetlerinin amaçları, faydaları, izleri ve etkileri üzerinde derin bir hikmetle incelemede bulunmaktadır. Sonra da Hz. Peygamber (s.a.) efendimizin doğruluk ve adaletin en üstün örneği olduğunu ispat etmektedir.
Bundan sonra râşid halifelerin ve sahâbe-i kiramın şahsî hayatlarında, devlet idaresinde, halifelikte, in­sanlarla olan ilişkilerinde ve siyasette bu doğruluğu ve adaleti nasıl temsil ettiklerini ve onların dünya tari­hinde bir benzeri görülmeyen dürüstlüklerini, yanlış­lıklardan uzak duruşlarını, hayatlarını nasıl iyilik ve ideallere bağışladıklarını örnekleriyle anlatmış, teker teker gözler önüne sermiştir.[205]

Peygamberliğe İnanan Herkes Hz. Peygambere İnanmak Zorundadır:


İmam İbn Teymiye, çok açık ifadeler ve sağlam de­lillerle; bir kimse peygamberliğin ne demek olduğunu biliyor, peygamberliğe inanıyor ve herhangi bir peygamberin getirdiği gerçeği kabul ediyorsa, o kimsenin Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr etmesinin imkânsız olduğunu ispat etmektedir. Çünkü diğer pey­gamberlerin peygamber olduklarını gösteren ne gibi deliller, ispatlar ortaya sürülebilirse, aynı deliller, Hz. Muhammed’in peygamber oluşunu çok daha rahat bir şekilde ispat eder. Biri çıkıp da, bu peygamberlerin peygamber oldukları mucizelerle sabittir derse ona de­sin ki; diğer bir peygamberin mucizesini gösteren kesin bilgilerden Hz. Peygamberimizin mucizeleri çok daha kuvvetlidir. Aynı şekilde onun getirmiş olduğu kitap, diğer kitaplardan ve sahifelerden daha üstündür. Onun ümmeti de diğer peygamberlerin ümmetinden daha üstün ve daha iyidir. Onun getirdiği dinin emirle­ri, kanunları daha fevkalâde ve daha muazzamdır. As­lında Hz. Peygamberimizin peygamberliğini yalanla­mak bütün peygamberlerin yalanlanmış olması demek­tir. Çünkü o zaman herhangi bir peygamberin peygam­ber oluşunu ispat etmek çok zor olacaktır.
İbn Teymiye şöyle diyor: Diğer peygamberlerin pey­gamber olduklarını anlatmakta ısrar etmek, buna kar­şılık peygamberimizin peygamberliğini inkâr etmek; aynen bir ilim dalındaki bilginlerin büyüklüğünü, ön­derliğini kabul edip de o ilim dalının en büyük otorite­sini, önderlerinin önderini inkâr etmek gibidir. Bu ko­nuda o, çeşitli gönül okşayan örnekler vermektedir. Şöyle buyurmaktadır:
“Bu aynen birinin kalkıp; Züfer, İbn Kasım, Müzeni ve Esrem büyük fıkıhçılardı; fakat Ebû Hanife, İmam Şafiî ve İmam Mâlik büyük fıkıhçı değillerdi, veya bir başkasının çıkıp Ahfeş b. el-Enbârî ve Müberrid şüphe­siz ki dil bilginiydiler; ama Halil, Sîbeveyh ve Ferrâ dılbilgini değillerdi demesi gibidir. Yahut, Mülkî ve Mesîhî gibi tıpta kabiliyetli olanlar şüphesiz hekimdi­ler ama Hipokrat, Calinos ve benzerleri hekim değiller­di; yahut, Tâşigân ve Halfî astronomi bilirlerdi, fakat Batlamyos ve benzerleri hiç astronomi bilmezlerdi de­mesine benzer. Veya birinin çıkıp da Dâvud, Süleyman, Yemlihâ ve Danyal kesinlikle peygamberdi, ama Ab­dullah oğlu Muhammed (s.a.) —hâşâ— peygamber de­ğildi demek gibidir. Böyle diyen bir kişinin çelişkisi, sö­zünün mantıksızlığı yukarıdaki bütün örneklerden çok daha açık şekilde ortadadır.
Hatta bir adam çıkıp da, Musa ve Isa aleyhisselâm şüphesiz Allah’ın peygamberi, Tevrat ve İncil de kesin­likle semavî kitaplardır, fakat Hz. Muhammed (s.a.) Allah’ın peygamberi değil, Kur’an-ı Kerim de semavî kitap değildir dese; Hz. Peygamber’in getirdiği din ile ondan önceki dinler ve kitaplara dikkatle bakan ve Hz. Muhammed’in peygamberliğinin delilleri ve işaretleri ile daha önceki peygamberlerin peygamberlik delilleri­ni ve işaretlerini, Hz. Muhammed’in şeriatı ile daha önceki şeriatları iyice inceleme fırsatı bulan insanlar, yukarıdaki kişinin sözünün tamamen geçersiz ve de­ğersiz bir söz olduğunu anlayacaktır.”[206]

Hz. Muhammed’in Peygamberliği Geneldir:


Nihayet hristiyanlarm şu iddialarını da anlatmak yerinde olacaktır. Bu iddiayı İbn Teymiye kitabının en başında ele almıştır: Hristiyanlar Hz. Muhammed (s.a.)’m sadece cahil Araplara peygamber olarak gönde­rildiğini, sadece o kişilerden iman etmelerini istediğini, hristiyanlarm ona iman etmelerinin gerekli olmadığını, iman etmedikleri takdirde hiçbir şekilde bundan dolayı sorumlu olmayacaklarını iddia etmişlerdir.
Bu düşünce; o devrin hristiyan Araplarında ve hris-tiyan âlimlerde de görülmektedir.
Bizzat ülkemiz Hindistan’da bir süredir bazı ortam­larda da; “Eski dinlere tam uymak kurtuluş için yeter­lidir. Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman etmek sağlam bir hristiyana, yahudiye yahut müslüman ol­mayan birine şart değildir” görüşü ileri sürülmektedir. Bu inanç ve görüş İslâm’ın genel davetine ve Hz. Peygamberin herkese peygamber olarak gönderildiği i inancına büyük bir darbedir. Böyle bir görüşle İslama davet ve tebliğ kapısı kapandığından İslâmı yayma ve : İslama çağırma yolunda harcanan bütün gayretlerin, i fedakârlıkların, anlamsız ve yersiz olacağı sonucuna i. varılacaktır. Bu yüzden İbn Teymiye bütün kalem gücüyle bu sakat düşünceyi reddetmeye çalışmış, yanhşlığını anlatmak için bütün ilmî gücünü kullanmıştır.
Bu konu kitabının birinci cildinin 28. sayfasından 230. sayfasına kadar yer kaplamıştır. Konuyla ilgili , ilim ve delil bakımından en mükemmel ve en geniş bir inceleme yapılmış  ve bir kelâmcının, bir âlimin kale­minden çıkan en güzel doyurucu bilgiler verilmiştir.
Konuya bakıldığında o yüce Peygamberin peygam­ber olarak gönderilmesi sadece Araplara mıydı veya onun peygamberliğini kabul etmeden kurtuluş olabilir mi? diye bir an için bile olsun en ufak bir şüpheye yer bırakmayan bütün âyetleri, Kur’an-ı Kerim ve sahih hadis ifadelerini bir araya toplamıştır. Kitabın bir ye­rinde o şöyle yazmaktadır:
Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Önceleri peygamberler kendi milletlerine Özgü ola-
rak gönderilirlerdi. Ben ise bütün insanlara peygam­ber olarak gönderildim.”
Allah Teâlâ da şöyle buyuruyor:
“Ey Muhammed; de ki: Ey insanlar, yerin ve gökle­rin idaresini elinde bulunduran Allah’ın, onların hep­sine gönderdiği bir peygamberiyim.”
Bir de şöyle buyuruluyor:
“Biz seni ancak insanların hepsine müjdeci ve kor­kutucu olarak gönderdik.”
Kur’an-ı Kerim’in; ehli kitabı, yahudi ve hristiyan-ları, müşrikleri, putperestleri, bütün insanları ve cinle­ri, Hz. Peygambere iman etmeye çağıran âyetlerini sa­yıp dökmek uzun zaman alır. Hz. Peygamberin bütün insanlığa gönderildiği açık ve kesin bir meşaledir ve İslâmî bir inançtır. Kendisinin, Araplardan başka bir millete gönderildiğini söylemediği nasıl denilebilir? Bu durum onun bütün davet ve tebliğ olaylarında göze çarpar. Onun diğer milletlere gönderdiği elçiler ve islâm davetçileri bunu ispatlar. Yahudi, hristiyan ve mecusîlerle savaş yapılması, (müşriklerden başka) on­larla da cihad edilmesi emri bunu ispatlar.
O yüce Resulün peygamberliğinin genel olduğunu, hayat ve yaşayışı da ortaya koyar. Sonra da o peygam­berden bize kadar kesin ölçüler içinde ulaşan mukad­des kitap Kur’an-ı Kerimde yer yer ehl-i kitabın Hz. Peygambere iman etmeye çağrıldıkları görülmektedir.”[207]
Bir başka yerinde şöyle yazar:
“Hz. Peygamberin hristiyanlara ve diğer kitap ehli olanlara peygamber olarak gönderildiğini haber verdiğini belirten daha fazla deliller vardır ki bu deliller, yu­karıdaki delillerden daha çoktur. Hz. Peygamberin on­ları imana davet ettiğini, onlarla cihad ettiğini; onları davet etmeyi, onlarla cihad etmeyi emrettiğini bildiren pek çok deliller de bulunmaktadır. Ve bu, Hz. Peygam­berden sonra ümmetinin kendiliğinden uydurup ortaya koyduğu bir şey de değildir.
Hristiyanların, Hz. İsa’dan sonra pek çok yeni şey­ler ortaya çıkardıkları gibi, müslümanlar Hz. Peygam­berden sonra ortaya bir şey çıkarmamışlardır. Çünkü müslümanlar, Hz. Peygamberden sonra hiç bir kimseye onun şeriatında değişiklik yapmaya izin vermezler. Kimsenin haram bir şeyi helâl, helâl bir şeyi de haram yapmasını kabul edemezler. Müslümanlara göre üm­metten hiç kimse, bir farzı veya farz olmayanı değiştir­me hakkına sahip değildir. Onlara göre helâl olan şey ancak Allah’ın ve Resulünün helâl kıldığı, haram da ancak Allah’ın ve Resulünün haram kıldığıdır. Din ise ancak Allah ve Rasûlünün meşru kıldığıdır.”[208]


B) ŞİİLİĞİ RED


İbn Teymiye her ne kadar eserlerinde yer yer Şiîliği reddetmiş, sünnet ve ehl-i sünnet akidelerini, râşid halîfeleri ve sahâbe-i kiramı şiddetle müdafaa etmişse de, Şiîliği red konusunda ayrı bir eser yazmaya ve bu konuda müstakil bir eseri olan Minhâc es-Sünne en-Nebeviyye fi Nakzi Kelâm eş-Şîa v ‘el-Kaderiyye yi telif etmeye iten şöyle bir olay olmuştu:
Çağdaşı şiî bir âlim olan İbn el-Mutahhar el Hulî, velinimeti ve hizmetinde bulunduğu Moğol padişahı Evlice Hudâbende için —ki bu Moğol padişahı, o şiî âlimin teşviki ve anlatmasıyla Şiîliği kabul etmiş­ti— Şiîliği ve İmâmiyye’yi anlatan, Sünnîliği ve halife­liği reddeden büyük bir kitap yazmış, adına da “Min­hâc el-Kerâmet Fî Ma’rifeti’l-İmamet” demişti.
Bu kitap elden ele dolaşarak Şam’a ulaştı, Şeyhül­islâm İbn Teymiye de bu kitabı inceledi. Şiîler bu ki­tapla çok övünüyorlardı. Kitabın büyük bir bölümü Hz. Ali (r.a.) ve ehl-i beytin imamlığım ve masumluğunu is­pat etmeye çalışıyor, üç halifenin halife oluşlarını red­dediyor, onları ve sahâbe-i kiramı kötülüyordu. Efendi­miz Hz. Ali (r.a.)’ın ve on iki imamın fazilet ve üstün­lüklerini, onların imamlığını ve masum oluşlarını âyetlerle, hadislerle ve çeşitli rivayetlerle ispat etmeye çalışıyordu. Aynı şekilde üç halifenin ve sahâbe-i kira­mın kötülenmesi âyetler, hadisler, tarih ve siyerle güya ispat edilmişti.
Yazar zekâsını, ikna kabiliyetini ve geniş bilgisini bütün gücüyle göstermeye çalışmış ve kendine göre ehl-i sünnete karşı en son ve kesin delilleri ortaya dök­müştü. Kitabın yazarı daha sonra gelen şiî âlimleri gibi akide ve temel görüşlerinde, Mutezile mezhebi inancı taşıdığından Allah’ın zâtı, sıfatlan ve Ehl-i sünnetin temel prensipleri ve inançları üzerinde de kelâmcılar ve felsefeciler gibi söz söylemiş, onlardan da bahset­miştir.
Ehl-i sünnet mensupları bu kitaba cevap vermesi için İbn Teymiye’ye şiddetle ısrar ettiler. Bu kitapta kelâm ilmi, akaid, felsefe, tefsir, hadis, tarih ve riva­yetlerden pek çok mesele konu edildiğinden bu kitaba cevap verecek en uygun kişi; bütün bu bigilerde, bu çe­şitli konularda son derece geniş ve derin bilgiye sahip olmalıydı. Bu bilgilerde otorite olup tenkidçi değer taşı­malıydı.
Şiî yazarlar —çok acı bir gerçektir ki— hadis uy­durmada, onları yanlış yerlere nisbet etmede son dere­ce tecrübeli, cür’etli olduklarından; çok geniş bir ilim haline gelen hadis bilgisini ve o sahada biriken eserle­ri, kitapları önüne koyarak bütün hadisleri, rivayetleri incelemesi, eğrisini doğrusunu bulup râvilerinin duru­munu tahkik etmesi gerekiyordu.
Bu ise çok zor bir iş olduğundan, bunu ancak hadis ve hadisle ilgili bütün bilgi malzemelerini tam olarak bilen ve hadis kütüphanesinin her bir sayfası gözünün önünde olan, hiçbir rivayet, râvi ve hadis senedinde oyuna gelmeyen; bununla birlikte o yazarın tarihî ko­nulardaki yanlışlarını yakalayabilecek şekilde İslâm tarihim çok iyi bilen, yanlış bir açıklamayı veya uydu­rulan bir rivayeti yutmayan biri olması gerekiyordu.
Tarihe mal olmuş bir kişiye karşı çıkmak, onda ku-
sur bulmak ve bunlara tarihin çok fazla olan birikimi-minden örnekler ileri sürmek kolaydır. Ama temize çı­karmak ve savunmak zordur. Sahâbe-i kiramı kötüle­mek, şiflerin hoşlarına giden bir konu ve onların hercai karakterlerine özgü bir alandır.
Din ilminin ne büyük bir talihidir ki; o kitap yazıl­dığı sırada kendi döneminin hadis ilminde emirü’l-mü’minîni olan bir ehl-i sünnet âlimi tarafından buna cevap verilmiştir. Bütün hadis ve rical kitapları bu âlimin gözleri önüne seriliydi. Onun hakkında basiret sahibi biri; “İmam İbn Teymiye’nin ‘ben bilmiyorum’ dediği rivayet, hadis değildir” demiştir. O, sahabelerin kötülenmesi konusunda ümmet tarafından üzerine dü­şeni yapmış ve kendi döneminden sonraki âlimlerin yapmasının çok zor olacağı bir görevi yerine getirmiş­tir. Bu konuda ondan sonraki bütün âlimler ona min­nettar kalacaktır.
İbn Teymiye’nin; İbn el-Mutahhar el-Hulî’nin kita­bı Minhâc el-Kerâme’ye cevap olarak yazdığı Minhâc es-Sünne[209] isimli kitap, diğer bütün kitaplar arasın­da seçkin bir yer tutar. Eğer İbn Teymiye’nin geniş bil­gisi, derin bakışı, keskin zekâsı, süratli hatırlaması, sağlam ezberlemesi, beyin gücü, sağlam kavrayışı ve güçlü zihni anlaşılmak isteniyorsa bu kitaba bakılmalı­dır. Minhâc el-Kerâme kitabının yazarının ifadeleri geçtikçe onun ilmî ve dinî hamiyeti coşmakta, bilgi de­nizinde tufanlar kopmakta, tefsir, hadis, tarih ve siyer bilgileri ordusu sökün etmektedir. İşte o zaman insa­nın gönlünden karşısındaki rakibine karşı şöyle söyle­mek geçiyor: Ayet: “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin de Hz. Süleyman ve ordusu sizi çiğnemesin. (Sizin kü­çüklüğünüzden, basitliğinizden dolayı) onlar sizin far­kınıza varmazlar.[210]

Kitabın Yazılmasına Sebep:


İbn Teymiye’yi, bu Minhâc es-Sünne kitabını yaz­maya iten asıl etken ve ruhî sebep; Minhâc el-Kerâme yazarının, râşid halifeleri ve ehl-i sünnet inancında peygamberlerden sonra insanların en üstünü ve yara­tıkların en temizleri olan ilk müslümanlara sokak ağzı ile saldırması ve amiyane tarzda kötülemesi, onları in­sanların en âdisi, en şerlisi göstermesidir. Ve bu hare­ket onun nazarında; İslâm’ın temellerine tırpan salla­mak ve Hz. Peygamberin peygamberliğine karşı çık­mak; kötüleme, zındıklık, dinsizlik kapılarım açmak demekti. Kitabın bir yerinde şöyle yazar:
“Eğer bu zalim ve haddini bilmez adam; o Allah’ın velî kullarının başları olan, yeryüzü insanlarının lideri-ve rehberi olan ve Hz. Peygamberden sonra Allah’ın kulları arasında en üstün olan o ilk müslümanlara (sahâbe-i kirama), dinde yıkıntı meydana getirecek, kâfirler ve münafıklara delil ve tutanak hazırlayacak ve pek çok iman ehlinin kalplerinde şüphe ve zaaf mey­dana getirecek şekilde dil uzatmasaydı, biz o şahsı tenkid edip reddetme ve onun iç yüzünü açığa çıkarma zo­runda kalmazdık. Allah Teâlâ o şahsa ve onun gibi ina­nanlara acısın da onlara insaf ve vicdan versin.[211]

ŞİİLERİN SAHABEYE KARŞI TUTUMU


Kitabın bir başka yerinde şiîlerin sahabeyi kötüle­melerini, onlara hakaret etmelerini anlatırken şöyle yazar:
“Muhammed (s.a.) ümmeti, ümmetlerin en hayırlı-sıdır. Muhammed ümmeti içinde ise en iyileri, birinci yüzyılın insanlarıydı. Birinci yüzyılın insanları faydalı bilgide ve güzel amelde en üstün ve en mükemmel in­sanlardı. Fakat bu iftiracılar onları tamamen tersine tasvir ettiler. Bunların (şiîlerin) anlattıklarından öyle anlaşılıyor ki sanki sahâbîler ne hakkı biliyorlardı, ne de hakkın peşinden gidiyorlardı.Hatta onların çoğu bi­lerek hakka karşı dahi geliyorlardı.
Nitekim bu şiîlerin üç halife ve tüm ileri derecedeki sahâbe-i kiram hakkında anlattıkları şöyledir: Onlara göre sahabeden çoğu hakkı (gerçeği) tanımıyordu. Hat­ta onlar zalimlere uydular.Çünkü onlar düşünebilme ve kavrama yeteneğine sahip değillerdi. Bilemeyen, dü-şünemeyen insan ise nefsanî istekleriyle veya dünya hırsıyla hareket etmiş olmalıdır. Yahutta kendi hatala­rı ve anlama eksiklikleri yüzünden olmalıdır.
Şiîler; sahâbe-i kiramdan bazılarının kendilerini halifeliğe hak sahibi gördükleri için halife olmak iste­diklerini iddia ediyorlardı.
Bütün bu iddialardan; Hz. Peygamberden sonra ümmetin tamamının dalâlete düştüğü, hak yoldan çık­tığı, onlardan hiç birinin hak ve hidâyet üzerinde olma-
dığı manası çıkar. Böyle bir durumda, yahudi ve hristi-yanların (yahudilik ve hristiyanlığın değiştirilip bozul­masından sonra bile) o müslümanlardan daha üstün olduğu sonucu ortaya çıkar. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:
“Musa’nın kavminden doğru yolu gösteren bir grup insan vardır. Hak yolu gösterirler ve ona uygun olarak adaletli hareket ederler. “[212]
Hz. Peygamber (s.a.) de; yahudi ve hristiyanlar ara­sında 70’den fazla fırka olacağını, onlardan bir tanesi­nin kurtulacağım buyurmuştur.
Fakat eğer bu şiîlerin sözlerine inanılırsa o zaman o (sahabe) müslümanlar içinde Hz. Peygamberin vefa­tından sonra hak üzere olan bir tek zümre dahi yoktur. İnsaf ve adalete sahip bir tek fırka bile yoktur.
Ümmetin en temiz, en güzel döneminde bile böyle olursa onlardan sonra ortalık böyle bir iyi insanlar gru­bundan tamamen uzak olacaktır. O zaman bundan hristiyan ve yahudilerin, hak dini bozup değiştirmele­rine rağmen, Allah Teâlâ’nm Kur’an-ı Kerim’de; “Siz insanlar için en hayırlı bir ümmet olarak ortaya çıka­rıldınız” diye nitelediği bu ümmetten daha iyi oldukla­rı sonucu ortaya çıkar.[213]

Şiîler Ümmetin En İyilerini En kötüleri Gösterdiler:


Kitabın bir başka yerinde İbn Teymiye şöyle yaz­maktadır:
“Bu şiîler, ümmetin en başından en son dönemine kadar, Hz. Peygamberden sonra en üstünü ve en değer­lisi olan ve haklarında; “Siz insanlar için en hayırlı bir ümmet olarak ortaya çıkarıldınız” buyurulan ümmet-i Muhammed’in en hayırlı kişilerini, insanların en şerli­leri, en kötüleri olarak göstermişler ve onlara çok bü­yük suçlar isnad etmişler, çirkin iftiralarda bulunmuş­lar, onların iyiliklerini dahi kötülük olarak göstermiş­lerdir.
Buna karşılık kendini müslüman olarak bildiren nice havâi ve düzenbaz insanları, hatta ondan da öte cahil, yalancı, zalim olup küfür, fisk ve fücura daha ya­kın, iman gerçeklerinden uzak biri olmaktan başka hiç­bir şey olmayan insanları, insanların en seçkini, en üs­tünü göstermişler, bu şekilde bütün ümmeti küfürle suçlamışlar veya dalâlete düştüğünü ileri sürmüşler­dir.
Kendi inançlarına göre hak üzere olan küçük bir grupdan başka ümmetin hepsini İslâm dışına çıkarmış­lardır. Bu aynen; büyük bir koyun sürüsü içine giren bir adama; bu sürüden en iyi koyunu seç de onu kur­ban edelim, denildiğinde o kişinin sürüden topal, zayıf, cılız, hastalıklı, hiç eti yağı kalmamış bir koyunu seçe­rek; bu en iyi koyundur, bunun kurban edilmesi caiz­dir, geri kalan ne kadar koyun varsa onlar koyun değil, birer domuzdur; hepsinin öldürülmeleri gerekir, kur­ban edilmeleri caiz değildir demesine benzer.”[214]

İmam Şa’bî’nin Sözü:


İbn Teymiye, İmam Şa’bî’nin şöyle söylediğim nak­leder: “Yahudi ve hristiyanlar, râfızîlere nazaran kendi peygamberlerine daha çok değer verirler, saygı duyar­lar. Yahudilere; sizin milletiniz içinde en iyiler kimler­dir? diye sorulduğunda; Hz. Musa’nın ashabı ve onunla birlikte olanlardır diye cevap verdiler. Hristiyanlara; sizin milletiniz içinde en iyiler kimlerdir? diye soruldu­ğunda, Hz. İsa’nın havarileridir dediler. Râfızîlere ise; sizin milletiniz içinde en kötüler kimlerdir? diye sorul­duğunda onlar; Hz. Muhammed (s.a.)’in ashabıdır dedi­ler. İyi insanlara, Allah’ın talihli kullarına; sahabe için mağfiret duası yapmaları, onları hayır ve saygı ile yâdetmeleri emredildiği halde râfızîler onlara sövdüler, onlara çirkin sözler söylediler.”[215]

Sahâbîlere Düşmanlık, Kâfirlere Sevgi:


“Müslüman toplumunu bir tarafa bırakarak daima yahudi, hristiyan ve müşriklerle beraber olmak râfi-zîlerin sürekli alışkanlıkları olmuş, değişmez âdetleri haline gelmiş, her zaman onların dostluklarının hasre­tini çekmişlerdir. Muhacir ve Ensar’dan oluşan bu ilk müslümanlara düşmalık taşıyan, kâfirlere ve münafık­lara sevgi besleyen bu insanlardan daha çok hak yol­dan çıkmış, yolunu şaşırmış, dalâlete düşmüş kim ola­bilir![216]
İbn Teymiye daha sonra, şiîlerin kâfirlerle bir ol­masını, onlara yardım ettikleri olayları anlatırken şöy­le der:
“Onların çoğu, kalplerinin tâ derinliklerinde kâfir­lere sevgi beslerler. Müslümanlara nazaran çok çok fazla onları severler. Nitekim Moğollar doğudan gelip müslümanları katliam yaptıklarında, Horasan, Irak, Suriye ve Arap yarımadasında müslümanlarm oluk oluk kanlarını akıttıklarında işte bu râfızîler müslü-manlar karşısında onlara yardımcı olup onların tarafı­nı tutmuşlardır.
Aynı şekilde Şam, Halep vs.deki şiîler de müslü-manlar karşısında İslâm düşmanlarına pek fazla yar­dımcı olmaktaydılar. Yine hristiyanlar Suriye’de müs-lümanlarla savaştıklarında bu râfızîler onlara yardım etmekte idiler. Aynı şekilde eğer yahudiler Irak’ta veya bir başka yerde bir devlet kursalar bu râfızîler onların en büyük yardımcıları olacaklarını göstereceklerdir.
İşte bu bakımdan onlar daima kâfirlere, müşrikle­re, yahudi ve hristiyanlara yardım için, müslümanlara karşı onlarla birlikte olmak için hazırdırlar.”[217]

Katılık ve Vicdansızlık:


İbn el-Mutahhar el-Hulî kitabının bir yerinde Hâce Nâsıruddîn Tûsî’yi anlatırken, onun adını büyük bir saygı ve kutsallık verircesine anmış ve; “en büyük imam olan üstadımız; milletin, hakkın, dinin yardımcı­sı Hasan Tûsî oğlu Muhammed —Allah onun ruhunu mukaddes kılsın—”[218]ifadesini yazmıştır. Bunun üzerine İbn Teymiye’nin iman hamiyeti coşmuş; Hâce Nâsıruddîn Tûsî’nin adiliklerini, Abbasî halifesinin ve Bağdat halkının katliam edilmesinde onun rolünü, sa­pık inanç ve düşüncelerini anlatırken büyük bir hayret ve şaşkınlıkla şöyle yazmaktadır:
“Şaşılacak şey ki; bu yazar Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman (r.a.) ve ilk dönem müslümanları (sahabeler) ve onlardan sonraki müslümanların Önderleri, imamları olan ilim ve din ehli kişiler hakkında küstahlık yap­makta, onlara çok çirkin suçlamalarda bulunmaktadır. Doğrudan onların hakkında edepli kelimeler kullanma­makta, onlara çirkin davranışlar yakıştırmaktadır. Bu­na karşılık Islama, müslümanlara düşmanlığı herkes tarafından apaçık bilinen bir kimse için; en büyük imam olan üstadımız ve Allah onun ruhunu mukaddes kılsın, diye yazmaktadır. Halbuki bu adam; Nâsıruddîn Tûsî’nin ve ona bağlı olanların inandıkları akidelere küfür fetvası vermiş, böyle inananların kâfir olduğunu söylemiştir. Gerçekte bu insafsız adam şu Kur’an-ı Kerîm âyetinin tarifine uygun düşmektedir:
“Şu, kendilerine Kitap’tan biraz nasip verilmiş olanların, puta ve şeytana kanıp, inkâr edenler için: ‘Bunlar iman edenlerden daha doğru yoldadırlar’ de­diklerini görmedin mi? İşte onlar, Allah’ın kendilerine lanet ettiği kimselerdir. Kime de Allah lanet ederse ar­tık ona asla bir yardımcı bulamazsın.[219]

Şiilerin Tuhaflıkları:


İmam İbn Teymiye şöyle yazıyor: ”
Hz. Peygamber ile soy ilişkileri olanlara (aynı soy­dan gelenlere) yani Hz. Peygamberin ana babalarına, onların çocuklarına büyük saygı göstermek şiîlerin sü­rekli âdetidir. Fakat; onun hayat ortağı ve hayat arka­daşı olan ailelerine gelince, bunlar hakkında saygısızlık yapmakta, ileri geri konuşmaktadırlar. Bütün bun­lar taassubun ve nefsanî hareket etmenin bir yansıma­sıdır. Nitekim Hz. Fâtıma’ya ve Hz. Hasan’la Hz. Hü­seyin’e saygı göstermekteler. Mü’minlerin annesi Hz. Âişe’yi ise kötülümekte ve ona karşı çıkmaktalar. Bir başka tuhaflıkları da şudur: Ebu Bekir oğlu Muham-med’e saygı göstermekte son derece aşırı davrandıkları halde onun babası Hz. Ebu Bekir hakkında saygısızlık göstermekteler. Bu konuda İbn Teymiye şöyle yazar:
“Rânzîler Hz. Ebu Bekir’in oğlu Muhammed’e say­gıda çok aşın davranırlar. Hz. Osman’a karşı ayaklan­maya katılanları övmek onların çok eski bir âdetidir. Aynı şekilde Hz. AH ile birlikte savaşanları da çok Överler. O derecede ki, Hz. Ebu Bekir’in oğlu Muham-med’i babasından üstün görürler. Ne tuhaf manzara ki, bü ümmet içinde Peygamberden sonra en üstün olan kimseye bunlar lanet etmekteler. Hz. Peygamberin sohbetinde dahi bulunmamış, İslâm’da büyük bir hiz­met görme üstünlüğü taşımayan kimseyi de övmekte­dirler. Soylara saygı duymak ve onları yüceltme konu­sunda bu kimseler çok tuhaf çelişkiye düşmekte ve tezatlar göstermektedirler.”[220]

Sahabeye Kin Duymak, Kalbin Pisliğine İşarettir:


Bu konuda da şöyle yazar:
“İnsanın gönlünde, mü’minlerin en hayırlıları ve Peygamberden sonra Allah’ın velilerinin baş tacı olan Mmselere kin beslenmesi kalplerin en tehlikeli hastalığı ve en kötü pisliğidir. Bu bakımdan Muhacirlere, En-sara ve ilk müslüman olanlara kalplerinde kin duyma­yanlara, onlar için dua ve istiğfar edenlere ganimet malları içinde bir pay ayırılmıştır:
“Onlardan (Muhacirler ile Ensardan) sonra gelen­ler şöyle derler: Ey Rabbimiz, bizi ve iman ile bizden evvel geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla. İman etmiş olanlar için kalplerimizde bir kin bırakma. Ey Rabbi­miz; muhakkak ki Sen çok şefkatli, çok merhametlisın.[221]

Halifeleri Kötüleyenlerin Hali:


“Hz. Ebu Bekir ve Ömer (r.a.) gibi mübarek kişileri iki tür insan ancak kötüleyebilir: Birincisi, münafıklar ve zındıklardır ki, onlar bu ikisini kötülemek ve karşı çıkmakla, aslında Hz. Peygamberin şahsına ve onun getirdiği din İslama karşı çıkmaya, onu kötülemeyi he­def alan İslâm düşmanı kişilerdir. Râfızîlerin o büyük üstadları (Tûsî) da böyle bir kişiydi. Bâtmîlerin önder­leri de aynı durumdaydı. İkincisi de; nefsine uymakta ve cehalette çok ileri gitmiş olan cahil kişilerdir. Her ne kadar içlerinden müslüman olsalar da, şiîlerin avam tabakasının durumu böyledir.”[222]

Peygamberliğe iftira:


Hz. Ebu Bekir’e, Ömer’e, Osman’a (r.a.); Hz. Pey­gamberin özel ilgisi olduğu, onun üçünün de Hz. Pey­gambere yakınlık ve özellik taşıdıkları herkes tarafından kesinlikle bilinen bir gerçektir. Üçünün de Hz. Peygamberle aile bağlan vardır. İkisinin kızı Hz. Pey­gamberin nikâhı altında idi. Biri de Hz. Peygamberin iki kızı ile evlenmişti. Hiçbir yerde, hiçbir şekilde Hz. Peygamberin onları kötülediği, onlara lanet ettiği gö­rülmemiş ve duyulmamıştır. Aksine onları sevdiği, on­ları övdüğü herkes tarafından bilinir. O halde iki du­rum ortaya çıkmaktadır:
1) Ya bu üç kişinin Hz. Peygamberin sağlığında ve ölümünden sonra iç bakımdan ve dış görünüş bakımın­dan temiz duygulu, vefalı, sağlam ve doğru inançlı, düzgün karakterli kimseler olduklarına inanılacaktır; ya da bu kimselerin Hz, Peygamberin hayatında ve onun vefatından sonra dürüst ve doğru olmadıklarına, (Allah korusun) dinden saptıklarına inanılacaktır.
2) ikinci durum da, eğer bu sapmalarına, bu yanlış durumda bulunmalarına rağmen bu üç kişi Hz. Pey­gambere yakınlık elde etmişlerse o zaman şu iki şey­den birini kabul etmek gerekecektir: Ya Peygamberi­miz onların gerçek durumlarını bilmiyordu veya bili­yordu da —hâşâ— onlara yağcılık yapıyordu. Bu iki durumdan her biri Hz. Peygamberin şanına büyük bir leke, büyük bir iftiradır. Onun peygamberliğine karşı geliştir. O zaman iş şairin şu sözüne dönecektir:
“Eğer sen bilmiyor idiysen o zaman bu bir felâket­tir.
Eğer biliyor idiysen, o zaman felâket çok daha bü­yüktür.”
Ve eğer; Peygamberimizin hayatı boyunca onlar doğru yol üzerinde idiler denilirse, o zaman bu; Hz. Peygamberin kendinden sonraki durumlar hakkında
haberler vermesinde ve kendinden sonra bu kişilerin başına gelecekleri bildirmesinde yanıldığına işaret olur. Gerçek şu ki, bu tür sözleriyle râfizîler Hz. Pey­gamberin mübarek kişiliğine çok büyük iftira etmekte­dirler.
İmam Mâlik hazretleri şu sözüyle ne kadar doğru söylemiştir: Aslında râfizîler, insanlar; “Hz. Peygamber kötü adamdı da o bakımdan kötü arkadaşları, kötü dostları vardı. Eğer iyi adam olsaydı iyi arkadaşları olurdu” desinler diye Hz. Peygamberin mübarek kişili­ğini kötülemek istemişlerdir. Bu bakımdan ilim ve ba­siret sahipleri; râfizîlik, zındıkların, dinsizlerin bir oyu­nudur demişlerdir.[223]

Sahâbîlerin Üstünlükleri Kesin Delillere Dayanır:


İbn Teymiye sahâbe-i kiramın adaletli ve doğru oluşlarını İslâm’ın çok önemli temel meselesi olarak kabul eder ve onların doğruluğuna, güvenirliğine, şaş­maz dürüstlüklerine kesinlikle inanır. Onların İslâm öğretiminin en güzel örnekleri olduklarını, Hz. Pey­gamberin eğitiminin ve anlattıkları talimatın yaşayan birer timsâli bulunduklarını kabul eder. Ona göre sahâbe-i kiramın üstünlükleri o derece şüphe götürmez ve kesindir ki, Kur’an-ı Kerim’in açık ifadeleri ve sahih hadisler şüphe götürmez şekilde bunu ortaya koymuş­tur. O bu konuda şöyle yazar:
“Kitap, sünnet ve şüphe götürmez rivayetlerle sahâbe-i kiramın üstünlükleri, güzellikleri ispat edildiğine göre bazısı kesik, bazısı değiştirilmiş ve saptırıl­mış olan rivayetlerle bu gerçeklerin reddedilmesi ge­çerli değildir.
Bu rivayetler içinde öyleleri var ki, bu gerçeklere onların hiçbir yalanlayıcı etkisi de olmamaktadır. Çün­kü kesin kanaat, şüpheyle ortadan kaldırılamaz. Biz; Kitap ve sünnetle, imamlarımızın aynı görüşte birleş­meleri ile, onları destekleyen sağlam rivayetler ve akıl mantık delilleriyle kesinkes inandık ki, sahâbe-i kiram Peygamberden sonra insanların en üstünüdürler. Bu kesin ve sağlam bilgi ve inanca şüpheli, tereddütlü şey­ler etki yapamaz. Nerde kaldı ki bâtıl olduğu açığa çı­kan şeyler etkibili”[224]

Sahâbe-i Kiram Masum Değillerdi:


İbn Teymiye sahâbe-i kiramın, peygamberler gibi ve Hz. Peygamber gibi masum (günah işlemez) olduk­larına, onlardan hiç bir hata ve kusur çıkamayacağına inanmamaktadır. Ama o şuna kesinlikle inanmaktadır ki; ümmetin bütün fertleri içinde onlar en adaletli, Al­lah’tan en çok korkan, sözlerine en çok güvenilen, en doğru konuşan ve en dürüst kimselerdi. Eğer onlardan hatalar veya günahlar olmuşsa bile buna karşılık Öyle güzel ameller ve Allah’ı, Resulünü memnun eden Öyle güzel işler yapmışlardır ki, hatalarının keffareti olmuş­tur. Herşeye rağmen onların iyilik ve sevap kefesi hata ve kusur kefelerinden daha ağırdır. Bu konuda da şöy­le yazmaktadır:
“Hz. Peygamberden sonra hiçbir kimsenin günahsız olduğuna inanmadığımızı biz daha önce yazdık. Nerde kaldı ki içtihadda hata olacağına inanmayalım. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Doğruyu (Kur’anı) getiren Hz. Peygamber ve onu tasdik eden müminler ise, işte onlar takva sahibi kim­selerdir. Onlara, Rableri katında ne dilerlerse vardır. İşte bu, güzel ve iyi iş görenlerin mükâfatıdır. Çünkü Allah onların daha önce işledikleri amelin en kötüsünü bile örtüp bağışlayacak ve yapmakta oldukları güzel amellerin en güzeliyle mükâfatlarını kendilerine vere-çektir.[225]
“İşte bu sözü söyleyenler, cennetliklerle beraber o seçkinlerdir ki, kendilerinden işledikleri güzel ameli kabul edeceğiz, günahlarını da bağışlayacağız. Bu, on­lara vaad edilmiş bulunan gerçek bir vaaddir. “[226]

 SAHÂBE-İ KİRAMIN ÖRNEĞİ  TARİHTE YOKTUR


İbn Teymiye diyor ki: İnsan olmanın gereği olan beşerî hatalarına ve insanî kusurlarına rağmen, bütün olarak peygamberlerden başka insan türünün hiçbir kitlesi ve insanlık neslinin hiçbir toplumu sahâbe-i ki­ramdan daha güzel bir hayat ve hareket tarzı göster­memiştir. Onların hayatlarında yer yer hafiften bir miktar leke göze çarpsa da bu, beyaz bir elbisenin bir yerinde küçük bir leke gözükmesine benzer. Başka mil­letlerin bütün amel defterleri, hayat sayfaları baştan başa lekelerle simsiyah kesilmiş olup, ancak yer yer birkaç beyaz nokta göze çarparken; bembeyaz, koca­man bir elbisede küçücük bir lekeyi görüp buna karşı­lık baştan sona elbisenin beyazlığını hiç görmemek an­cak kusur arayanların hatasıdır.. İbn Teymiye böyle di­yerek şunları yazmaktadır:
“Sahâbe-i kiram, ümmetin en hayırlılarıdır. Üm-met-i Muhammed içinde onlardan daha çok hidâyet ve hak din üzerinde birleşen, ayrıcalıktan ve tefrikadan uzak kalan hiçbir grup ve zümre yoktur. Onların haya­tında eksik bir hareket ve davranış görülse de bu du­rum başka bir ümmetin durumuyla karşılaştırıldığın­da, bunun hiçbir önemi olmadığı görülür. Yanlışlık; bembeyaz elbisede küçücük bir lekeyi görüp de küçü­cük bir beyazlığı kalmış, kapkara kesilmiş bir elbiseyi görmeyen kimsededir. Bu büyük bir ahmaklık ve çok büyük haksızlıktır.
Eğer o büyük insanlar kendi seviyesindeki insan­larla karşılaştırıhrsa onların üstünlükleri ortaya çıkar ve kendi kafasına göre hayalî bir benzetme yapan, ken­di görüşüne göre bir ölçü koyan o kişinin, Allah Teâlâ’nın yaratmadığı böyle bir hayalî kurgusuna de­ğer verilemez.
Bu hayalcilerden (şiîlerden) biri kendi kafasında masum bir imam canlandırmaktadır. Öbürü de kafa­sında öyle bir başka imam canlandırmaktadır ki o can­landırdığı imamla masum olan imam arasında, her ne kadar açık açık masumdur demese de, bir fark bulun­mamaktadır. Bu kişi; âlimin, şeyhin veya emirin ya da sultanın Öyle olmasını .öngörüyor. O ne kadar fazla bil­gili, ne kadar dindar, ne kadar iyi meziyetli olursa ol­sun, Allah ona ne kadar güzel işler yaptırmış olursa ol­sun; o kişinin kafasında canlandırdığı imamın hiçbir şeyi kendisine örtülü kalmayacak şekilde bilmesi ge­rektiğini, hiçbir şeyde hata yapmaması, insanlık gereği Özelliklerden uzak kalması ve onun hiçbir zaman öfke­lenmemesi gerektiğini ileri sürmektedir ki buna imkân yoktur. Hatta onlardan pek çok kişi bu tür imamlar hakkında peygamberlerde bile olmasını istemedikleri şeyleri bu imamlar hakkında gerekli görmektedirler,”[227]
İbn Teymiye; bütün tarihi inceleyen insanın, çeşitli milletlerin, ırkların, ümmetlerin durumlarını araştıran ve çeşitli insan toplumlarını inceleyen bir kişinin; sahâbe-i kiramdan daha çok birlik içinde, hakka bağlı, fitne ve bölünmeden nefret eden, nefsaniyet ve dünya menfaatçılığından uzak hiçbir toplumun geçmediğine
kesinlikle inanacağım ısrarla yazmaktadır. Bu noktada o şöyle yazar:
“Kim dünyanın bütün fırkalarını, durumlarını, olaylarını iyice okumuş, incelemişse açıkça görecektir ki; hidâyet ve olgunlukta sahâbe-i kiramdan daha üs­tün daha çok birlik içinde olan, tefrika ve ayrıcalıktan, onlardan daha çok uzak duran hiçbir nesil geçmemiş­tir. Allah’ın yaratıkları içinde sahâbe-i kiramın en iyi olduklarına Kur’an tanıklık etmekte ve şöyle buyur­maktadır: “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz; siz iyiliği emreder, kötülükten menedersi-niz ve Allah’a iman edersiniz. [228]

Sahabenin Müslümanlara Bıraktıkları:


s İbn Teymiye çok doğru ve yerinde olarak şöyle de­mektedir: Bugün müslümanların elinde bulunan bilgi ve din sermayesinde ne varsa, hayır ve bereket biriki­mi varsa, islâmî değerlerin yüceliği, İslâm’ın yayılması, hayırlı bir işe ne gibi teşvikler ve hayırlı yolda ne gibi muvaffakiyetler varsa, hatta aslını sorarsanız yeryü­zünde bugün iyilik güzellik adına ne göze çarpıyorsa hepsi, sahâbe-i kiramın fedâkârlıklarının, samimiyet, âlicenaplık ve vefakârlıklarının sonucudur. Ve onların mübarek varlıklarının bereketi ve feyzidir. İbn Teymi­ye büyük bir coşkuyla şöyle yazar:
“O günden başlayarak kıyamete kadar müslüman-larda bulunan bütün iyilik ve hayırlar, meselâ; iman, İslâm, Kur’an, bilgi ve kültür, ibadetler, cennete girme, cehennemden kurtuluş, kâfirlere üstünlük, Allah’ın adının yüceliği, bütün bunların hepsi sahâbe-i kiramın gayretlerinin sonucudur. Onlar dini insanlara ulaştır­dılar ve Allah yolunda cihad ettiler. Allah’a iman eden her mü’min kıyamete kadar sahâbe-i kiramın iyiliğine minnettar kalacaktır. Şiîlerde ve daha başkalarında bulunan iyilik ve hayırlar da sahâbe-i kiram sayesinde­dir; sahâbe-i kiramın iyiliğiyle râşid halifelerin iyilik­lerine bağlıdır. Çünkü onlar din ve dünyanın her hayrı­nın sorumlusu ve kaynağıdırlar.[229]

Hz. Ebu Bekir’in Halife Oluşu Hz. Peygamberin Peygamberlik Delilidir:


İbn Teymiye, çok isabetli bir görüşle şöyle demekte­dir: Hz. Ebu Bekir’in Peygamberimizden sonra halife olarak devlet idaresinin başına geçmesi; Hz. Peygam­berin peygamberliğinin mükemmelliğinin bir delili ve onun hak peygamber oluşunun ispatıdır. Hz. Peygam­berin ruh yapısı, peygamberlik ruh yapısmdaydı. İdarî, siyasî bir yapıda değildi. Daima kendi çocuklarını veya kendi aile fertlerini kendi yerlerine aday gösteren, veli­aht yapan padişahlarla, dünya krallarıyla onun hiçbir ilgisi, benzerliği yoktu. Allah korusun, eğer onda bir sülâlecilik düşüncesi olsaydı; Hz. Ali’den, Hz. Ab-bas’dan (r.a.) başka Hâşimoğullarmdan kendi yerine geçirerek, aday göstererek bir sülâle saltanatının teme­lini atabileceği daha pek çok kimseler vardı. Bunu ya­pabilme gücü ve Allah tarafından kendisine verilmiş insanları etkileme yeteneği de vardı. Bu yetki ve haki­miyetini kendi sülâlesiyle sürdürebilirdi. İbn Teymiye bu konuda şöyle yazıyor:
“Şu mesele üzerinde çok iyi düşünülmesi gerekir ki, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in halifelikleri; Hz. Pey­gamberin peygamberliğinin mükemmelliğinin ve ku­sursuzluğunun delilidir. Bununla onun hak peygamber olduğu açıkça anlaşılmaktadır. O bir padişah değildi, kral hiç değildi. Çünkü kralların eskiden beri prensip­leri, oğullarını herkese üstün görerek devleti onlara teslim etmeleridir. Bununla onlar, kendi kafalarına gö­re devleti idare ederler ve mevkilerini korurlar.
Günümüzde çevre ve bölgelerimizdeki genel valile­re, yüksek mevkilerdeki devlet idarecilerine baktığı­mızda aynı prensiple hareket ettiklerini görürüz. Bü-veyhoğulları, Selçuklular, doğu ile batı, Suriye ile Yemen’in bütün sultan ve melikleri kendi çocuklarına ve kendi ailelerinin ferdlerine devleti teslim etmekte­dirler.
Aynı şekilde hristiyan ve müşrik krallar da böyle yapmaktadırlar. Frenk kralları ve Cengiz Han ailesi­nin hanları, daima devlet idaresinin kral ailelerinin elinde kalmasına çalışmışlardır. Onlar; şu kral ailesin-dendir, şu kral ailesinden değildir; şu kral ailesinin öz adamıdır, şu kral ailesinin öz adamı değildir derlerdi.
Bu bakımdan Hz. Ebu Bekir’in ve Hz. Ömer’in (r.a.) halife seçilip de İslâm devletinin başına geçmeleri ve Hz. Peygamberin amcası Hz. Abbas (r.a.), amcasının oğlu Hz. Ali, Ukayl, Abdülmuttalib oğlu Haris oğlu Rebîa, Abdülmuttalib oğlu Haris oğlu Ebu Süfyan ve benzerlerinin halife olmaması, Hz. Peygamberin (s.a.) o krallık sistemine bağlı olmadığını gösterir.
Bundan başka Abdimenâfoğulları arasında Hz. Os­man, Hz. Hâlid, Hz. İbban vb. vardı. Abdimenâfoğul­ları ise Kureyş içinde en saygı değer, haşmetli ve Peygamberimize soyda en yakın olanlardı.
İşte bunlara rağmen Hz. Ebu Bekir’in arkasından Hz. Ömer’in halife olması; Hz, Muhammed’in (s.a.) Al­lah’ın kulu ve O’nun elçisi olduğuna en büyük delildir.
Halifelik konusunda, sadece soy yakınlığından veya hanedan üstünlüğünden dolayı kendi soyunu tercih edip öncelik vermediği için o bir sultan, kral, padişah da değildir. Aksine iman ve takva bakımından bu dav­ranıştan ortaya çıkan sonuç şudur: Hz. Muhammed (s.a.)’in ümmeti, Hz. Peygamberden sonra da sadece Allah’a ibadet edecek, Allah’ın emri üzerine yürüyecek­tir. Soy veya sülâle, yahut şahsî ikbal ve yeryüzünde kişisel şan şöhret amacı gütmeyecektir.
O derecede ki; bazı peygamberler için izin verilen saltanat kadarını bile kabul etmediği açığa çıkmakta­dır. Çünkü Allah Teâlâ Hz. Peygambere; “Kul peygam­ber kalmayı mı istersin, yoksa padişah peygamber ol­mayı mı istersin1?” diye teklif ettiğinde o, kul peygam­ber kalmayı tercih etmiştir.
Gerçekte Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in İslâm dev­letinin başına geçmeleri, işte bu kul peygamber olma­nın sonucudur. Eğer kendi ailesinden birini kendi yeri­ne vekil tayin etseydi o zaman insanların; “o, servetini kendi mirasçıları için biriktirmiş” deme fırsatı ellerine geçerdi.[230]

Cahiliyet Irkçılığı:


Aslında Hz. Ali’nin halifeliğe hak sahibi olduğunu, Hz. Peygamberden sonra devletin başına onun geçme­sinin tavsiye edildiğini ileri süren ve hakiki amca oğlu ve damadı olan biri dururken başka bir kimsenin halife olabileceğini kafalarına bir türlü sığdıramayan bütün bu fırkalarda; cahiliyet kokusu ve cahiliyet dönemi in­sanlarının ırkçılığı ve soyculuğunun kokusu ve gururu bulunmaktadır. Onlar; makam ve mevkilerin sadece ai­le yakınlığına ve aynı soydan olmaya göre verilmediği­ni, bilâkis yetenek, beceriklilik ve meziyetlere göre ve­rildiğini hiçbir zaman anlayamamışlardır. Arabistan, Iran, Hindistan ve İslâm öncesi bütün ülkelerin düşün­cesi, anlayışı işte böyleydi.
“Mutlaka Hz. Ali halife olmalıydı” kararını verenler ve kesin olarak bu görüşü ortaya koyanlar; aslında kendi millî ananelerine, ülke ve bölgelerindeki uygula­malara, kendi karakterlerine kıyas yapmışlardır. İslâm’ın ruhuna göre değil, kendi alışkanlıklarına ba­karak karar vermişlerdir. Onlar peygamberlerin müca­delelerini, arzu ve isteklerini, onların geniş duygu dün­yalarını, himmet ve çabalarını hiç anlamamışlardır.
“Herkesin düşünme seviyesi kendi ruh yapısı Ölçü-sündedir.”
İmam İbn Teymiye bu konuda da şöyle yazar:
“Râfızîlerin sözleri, hemen hemen cahiliyet dönemi müşriklerinin sözlerine benzer. Onlar; soyları ve atala­rı hakkında dehşetli katılık gösterirler ve büyük bağlı­lık duyarlardı. Sülâle temeline dayalı şeyleri korurlar, severlerdi. îman ve takvada insana bir zarar vermeyen şeyleri, kabul edilemez diye değerlendirirlerdi. Bunla­rın hepsi de cahiliyet işleridir.[231]

ŞİÎLER VE HZ. HÜSEYİN


İbn Teymiye’ye göre şiîler, ehl-i beytin cahil dostla­rı, ahmak sevenleridirler. Onlar; haddi aşan övgüleri, aşırılıkları, mübalağacılıkları ve yalan yanlış rivayet­leri, uydurma olayları ile ehl-i beyti kötü duruma dü­şürmektedirler. O şöyle yazar:
“Şiilerin Hz. Hüseyin oğullarına kendilerini bağlı göstermeleri, onlara saygı duyup Övmeleri de aslında Hz. Hüseyin oğulları için bir musibet ve imtihandır. Çünkü onları şiîler, övgü sayılamayacak şeylerle öv­mektedirler. Onlar hakkında hiçbir ispat ve delili ol­mayan iddialarda bulunmaktadırlar. Onlar hakkında öyle bir takım şeyler söylemektedirler ki; eğer Hz. Hü­seyin evlâtlarının üstünlükleri sünnîlerin sözlerinden ve kitaplarından öğrenilmeseydi,şiîlerin onlar hakkın­da anlattıkları, övgüden çok yergi olurdu.”[232]
Bir başka yerde şöyle yazar:
“Bu şiîlerin; menkıbelerin ve hâdiselerin gerçek yö­nünden haberleri yoktur. Onlar bu menkıbe ve hâdise­lerin iç yüzünün anlatıldığı, gerçekliğinin ispat edildiği ilim yollarını da bilmemektedirler.[233]

Taassub Belirtileri:


Minhâc el-Kerâ?ne adlı kitabın yazarı İbn Mutah-har el-Hulî, Hz. Ali’nin ve ehl-i beyt imamlarının imam oluşlarım açığa koyma yolunda ve onlarla ilgili menkı­be ve olaylar hakkında pek çok âyet, hadis ve rivayet toplamıştır[234]Bu âyetleri, hadisleri ve rivayetleri gö­rünce, taassubun insanı nereye kadar götürebileceği tahmin ediliyor. Bu âyetlerin çoğunun veya hemen he­men hepsinin, ya ehl-i beytle hiçbir ilgisi yoktur ya da bütün müslümanlarla ilgilidir. Onun naklettiği hadis ve rivayetlerin çoğu da ya uydurma veya zayıftır. İbn Teymiye’nin deyimiyle; başı sonu belli olmayan uydur­ma rivayetler, yani başı ayağı belli olmayan hadisler demektir.
Bu konuda şiî yazar büyük bir cür’etle ve korkusuz­ca davranarak pek çok hadisi Buhârî ve Müslim’e ve diğer pek çok hadisi de Ahmed b. Hanbel’in Müsned’ine dayandırmıştır. İbn Teymiye; bunların Buhârî, Müslim ve Müsned’de izine rastlanmamaktadır demekte, bazı hadisler hakkında da; hiçbir hadis kitabında ve islâmî eserlerin hiçbir yerinde bunlar gösterilemez, diye yaz­maktadır. Şiîler, Kur1 an ve hadisten hiç anlamadıkla­rından dolayı basit tabirleri bile anlayamazlar. Bazı kereler de hiç çekinmeden yanlış açıklamalarda bulu­nurlar.
Ayetleri yazarken şiî yazar çok enteresan tuhaflık­lar göstermiştir. Onun, âyetleri açıklamasını görünce insanın aklına şu tuhaf latîfe geliyor: Aç bir adama; iki iki daha kaç eder? diye sorulmuş o da; dört ekmek eder demiş. Şiî yazar kırk âyet yazmış. Bu âyetler ona göre, Hz. Ali hakkında nazil olmuşlardır. Örnek olarak bir­kaç tanesini buraya alalım:
“Bugün ben sizin dininizi kemale erdirdim ve size olan nimetimi de tamamladım,. Size din olarak İslâm’ı seçtim.”
Bu âyet hakkında şiî yazar, Ebu Naîm’in rivayet et­tiği bir hadisi naklederek, bu âyetin Gadîr-i Hum hutbesinden sonra nazil olduğunu ve Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu söylemektedir: “Allah en büyüktür. O dinini kemâle erdirmiş, nimetlerini tamamlamış, be­nim peygamberliğime ve benden sonra da umarım ki Ali’nin yerime geçeceğine Rab razı olmuştur.”
İbn Teymiye, öncelikle hadisçi bir üslûbla şöyle yazmaktadır:
“Bu hadis, hadis ilmi erbabının görüş birliğiyle uy­durmadır. Hadis kitaplarından, güvenilir hiç bir kitap­ta bulunmamaktadır.” Sonra da tefsirci ve tarihçi bir üslûpla ispat ederek şöyle demektedir:
“Sahih hadis kitaplarından, müsnedlerden ve tef­sirden Öğrenilmektedir ki; bu âyet arefe günü Arafat’ta vakfe sırasında nazil olmuştur. Bir yahudi Hz. Ömer’e; sizin kitabınız Kur’an’da öyle bir âyet var ki, eğer o biz yahudilere nazil olsaydı, nazil olduğu günü bayram ya­pardık, dedi. Hz. Ömer de; hangisi? deyince, yahudi; “Bugün ben sizin dininizi tamamladım….” âyetini oku­du. Hz. Ömer: Bu âyetin hangi gün ve nerede nazil ol­duğunu çok iyi biliyorum. Bu, arefe günü Arafat’ta Hz. Peygamber vakfede iken nazil olmuştu, dedi. (İbn Tey­miye diyor ki:)
Başka kaynaklarda da bu mesele şöhret bulmuş ve tevatür derecesine ulaşmıştır ve müslümanların bütün kitaplarında vardır. Bu, cuma günü Zilhicce’nin dokuzunda meydana gelen ve Gadîr-i Hum hutbesinin söy­lendiği günden dokuz gün önce olmuş bir olaydır. O halde bu âyetin Gadîr-i Hum esnasında nazil olduğunu söylemek nasıl doğru olabilir?:
Bu rivayet içinde nakledilen diğer başka sözler ise şöyledir: “Ya Rabbi, onu (Ali’yi) koruyanı koru, ona düşman olana düşman ol, ona yardım edene yardım et, onu perişan edeni perişan et.” Hz. Peygamberden daha çok duaları kabul olan kim olabilir? Eğer bu hadis doğ­ru olsaydı bu dua gerçekleşirdi. Fakat tarihte bunun tersi gerçekleşmiştir.”
Şiî yazar:
“Suları acı ve tatlı olan iki denizi salıvermiş, bir­birlerine kavuşuyorlar. Fakat aralarında birbirlerine karışmaya engel olan (Allah tarafından) bir perde var­dır. ” âyetindeki “iki denizden” maksat Hz. Ali ve Fatı-ma’dır ve “ikisinin birbirine karışmasına engel olan bir perde vardır”dan maksad Hz. Peygamberdir. “O ikisin­den inci ve mercan çıkar”dan maksat ise Hasan ve Hü­seyin’dir, diye yazmaktadır. İbn Teymiye buna şöyle ce­vap vermektedir:
“Bu tür sözleri, bilip anlamadan konuşmaya alışan­lar söyler. Bu, Kur’an-ı Kerim’i açıklama yerine; mül-hidlerin, Karmatîlerin, Bâtınîlerin Kur’an-ı Kerim’i tef­sir etmelerine benzer. Hatta bu uydurma tefsir ediş, onların çoğundan daha kötüdür. Bunu ancak sarası tutmuş insanlar hezeyan halinde söyler.”
İbn Teymiye daha sonra bu izah ve tefsirin yanlış olduğuna altı delil göstermektedir:
“Birinci delil: Bu âyet Rahman sûresinin bir âye­tidir. Onun Mekke’de nazil olduğu da tartışmasız, ihti­lafsız kesindir. Hz. Hasan ve Hüseyin ise bunun nazil oluşundan birkaç sene sonra Medine’de doğmuşlardır.
İkinci delil: Bu âyetin açıklamasını Furkân sûresi­nin 53. âyeti yapmaktadır: “O Allah’dır ki iki denizi salıverdi. Şu birisi tatlı, susuzluğu giderir; bu beriki tuzlu ve acıdır.”
Eğer bundan kastedilen Hz. Ali ve Fatıma olsaydı, onlardan birini tuzlu ve acı kabul etmemiz gerekecekti.
Üçüncü delil: Eğer “engel”den kastedilen Hz. Pey­gamber olsaydı onun bir set, engel ve perde olduğu ka­bul edilecekti ki, bu bir övgü değil tam tersine kötüle­medir.”[235]
İşte bu şekilde bu bölüm tuhaflıklar ve acayiplik­lerle doludur. İbn Teymiye bir tefsirci, hadisçi, fıkıhçı, tarihçi ve tenkidçi üslubuyla cevaplar vermiştir ki bu, onun güçlü zekâsına, geniş bilgisine ve tartışma gücü­ne açık bir delildir. O, bütün bu deliller üzerinde ince­lemesini yaparken şöyle yazar:
“Hz. Ali’nin üstünlüğü, velayeti ve yüksek değeri öyle sağlam ve kabul görmüş yollarla ortadadır ki, bun­larla kesin ve kat’î bir kanaate varılabilir. Bu deliller ortada dururken yalan uydurmaya, yanlış ifadeler kul­lanmaya, şüpheli rivayetler ve açıklamalarda bulun­maya gerek yoktur.”[236]
Kitabın, fikirlerin çarpıştığı diğer bir bölümü de; Minhâc el-Kerâme adlı kitabında şiî yazarın genel ola­rak sahâbe-i kirama, özel olarak da Hz. Ebu Bekir’e ve Hz. Ömer’e; bilhassa Hz. Ebu Bekir’e saldırdığı ve iti­razlarını topladığı yerlerde anlattıklarıdır. Yazarın id­diasına göre bu itirazlar Kur’an-ı Kerim’den, hadisler­den, siyerden ve tarihî gerçeklerden alınmıştır. Bu sal­dırılar ve karşı çıkışlar; düşmanlığın, okuma yazma bilen kültürlü bir insanı bile nereye götürebileceğini is­pat eder. Burada, buna sadece iki örnek sunuyoruz:
Kur’an-ı Kerim’in; Hz. Ebu Bekr’in özelliğine en büyük delil olan, ümmetin hiçbir ferdinin ortak olmadı­ğı üstünlüğünü anlatan meşhur âyeti işte şu âyettir:
“Eğer siz peygambere yardım etmezseniz Allah ona kesinlikle yardım edecektir. Hani Mekke kâfirleri onu Mekke’den çıkardıklarında ikinin ikincisi (Peygambe­rin arkadaşı Hz. Ebu Bekir ile, Sevr dağındaki) mağa­radaydılar. O zaman Peygamber arkadaşına şöyle di­yordu: Mahzun olma ve üzülme. Zira Allah’ın yardımı bizimle beraberdir.”
Minhâc el-Kerâme kitabının yazarı bu âyet hakkın­da şu iddialarını ileri sürmektedir:
“Birincisi: Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Ebu Bekir’i, kendisi Mekke’den ayrıldıktan sonra belki ihbar edebi­lir diye yanma aldığından dolayı bu âyette anlatılanla ona bir değer ve üstünlük verilemez. Çünkü bu ihbar işinde Hz. Peygamber Ebu Bekir’e güvenmiyordu.
İkincisi: Bu âyetin içinde bizzat Hz. Ebu Bekir’in hicvedilişi vardır. Şöyle ki; Hz. Peygamber’in ona “üzülme” demesinden —hâşâ— onun çok korkak oldu­ğu ve sabırsız olduğu, Allah’a kesin inancı olmadığı ve O’nun hükmüne güvenmediği anlaşılmaktadır.
Üçüncüsü ise şudur: Kur’an-ı Kerim’in genel pren­sibi olarak, neresinde sekîne indirildiği bildirilmişse orada mutlaka müminleri onun içine katmaktadır. Fa­kat burada sadece Hz. Peygamber anılmış, Hz. Ebu Be­kir anılmamıştır. Bundan da anlaşılıyor ki, sekîne onun üzerine inmemiştir.”
İbn Teymiye; öncelikle bu âyette Hz. Ebu Bekir’e ne gibi üstünlükler ve meziyetler bahsedildiğini ortaya koymakta, Hz. Peygamber ile birlikte olmanın ne gibi bir Özellik ve üstünlük taşıdığım ispat etmektedir. Şiî yazarın; Hz. Peygamber, Hz. Ebu Bekir’i düşmanlara haber vermesin diye yanma aldığını, bundan da Ebu Bekir’in güvenilemez biri olduğunu, Hz. Peygamberin ona güvenmediğini söylemesine gelince; bu o kadar mânâsız, değersiz ve saçma bir sözdür ki, cevap verme­ye bile değmez. Çünkü dünyanın en aklı kıt adamından daha kıt akıllı biri, böyle nazik ve tehlikeli bir yolcu­lukta öyle güvenilemez bir adamı yanına almaz, der.
İbn Teymiye bu noktada şöyle yazmaktadır:
“Akıl, bilgi, ilim ve tecrübede en üstün bir insan olan Hz. Peygambere böyle bir ahmaklığı ve cahilliği yakıştıran adama Allah akıl fikir versin![237]
İbn Teymiye şöyle yazmaktadır:
“İşittim ki, bu kitabın kendisi adına yazıldığı padi­şah Harbende’ye[238] Hz. Ebu Bekir, Hz. Peygambere kin duyardı ve ona düşmandı. Buna rağmen o en tehli­keli yolculuğu olan hicret sırasında onu yanına aldı, denildiğinde bunu duyan padişah şöyle demiştir: Böyle yerlerde başka nasıl denilebilir! (Bu yaptığı aklı başın­da bir kimsenin hareketi olamaz.) Hz. Peygamber’in mübarek şahsiyeti bundan münezzehtir.”
İbn Teymiye daha sonra her bir iddiaya teker teker cevap vermiştir. Kur’an-ı Kerim’in nerelerinde üzüntü, endişe ve korkudan bahsedildiğini; büyük peygamber­ler, sâlih mü’minler ve ehl-i beytten hangilerine korku ve üzüntü bildirildiğini göstermiştir.
Şiî yazarın; Kur’an-ı Kerim’de sekîne indirilmesi­nin bildirildiği her yerde daima mü’minler de zikredilmektedir, demesine gelince; bu sözden, Kur’an-ı Kerim’de çok yerde böyle olduğu yanlış kanaati ortaya çıkmaktadır. Halbuki sadece bir tek âyette[239] sekîne indirildiği yerde Peygamberle birlikte mü’minler de zikredilmiştir. O âyette şudur:
“Andolsun ki Allah size birçok yerlerde ve Huneyn savaşı sırasında Allah size yardım etti. O gün sizin çokluğunuz size güven vermişti de bir faydası olmamış­tı. Yeryüzü onca genişliğine rağmen başınıza dar gel­miş, bozularak arkanızı dönmüştünüz. Sonra Allah; Rasûlünün ve mü’minlerin üzerine rahmetini indirdi ve sizin görmediğiniz (meleklerden) ordular indirdi.[240]
İbn Teymiye diyor ki: Burada müminlerin zikredi-lişi özel bir durum gösterir. Çünkü, “Sonra da bozula­rak arkanızı dönmüştünüz” buyurulmuştur. Bunun aksine Kur’an-ı Kerim’de sadece mü’minlerin zikredil-diği sekinenin indirilişi anlatıldığı bir tek yer vardır. Bundan sonra da İbn Teymiye bunun sebeplerini ve güzel yönlerini uzun uzun yazmaktadır[241]
Bu adamın bu kör taassubuna bir başka örnek şu­dur: Rivayetlerde bildirildiğine ve siyerde anlatıldığına göre Hz. Peygamber Bedir Savaşı sırasında Bedir ala­nında çardağın altında idi[242]Hz. Ebu Bekir de yanın­da bulunuyordu. O malum yazar; Hz. Peygamber (s.a.) eğer Hz. Ebu Bekir’e savaşmasını emretseyci, işin bo­zulacağım bildiğinden dolayı Ebu Bekir’i yanında tutu­yordu. Çünkü Hz.Peygamberin sasvaşlarında birkaç defa Ebu Bekir kaçmıştı demektedir. İşte bu söz üzeri­ne İbn Teymiye’nin ilim ve imanı coşmakta ve şöyle yazmaktadır:
“O malum yazar, Hz. Ebu Bekir’in, Hz. Peygam-ber’in savaşlarında birkaç kere kaçmaya yeltendiğini yazmaktadır. Bu sözünden anlaşılıyor ki o, Hz. Pey­gamberin savaşları konusunda tamamen bilgisiz ve ca­hildir. Bu da şaşılacak bir şey değildir. Çünkü onun bağlı olduğu zümre ne Hz. Peygamberin ahvalini, ha­yatını bilir; ne mücadelelerinden, hayat düzeninden haberdardır; ne de bunlara ilgi duyar.
Bir kere onun; Bedir savaşının savaş yapılan ilk muharebe olduğundan haberi yoktur. Bu savaştan Ön­ce, Hz. Peygamberin ve Hz. Ebu Bekir’in katıldığı hiç­bir savaş olmamıştır. Bedir harbinin; Hz. Peygamberin savaştığı ilk harb olduğunda siyerciler, hadis ve megâzî bilginleri, fıkıhçı ve tarihçilerin hepsi ittifak et­miştir. Hz. Ebu Bekir’in katılmadığı İbn el-Hadramî olayından başka Bedir savaşından Önce savaşma duru­mu ortaya çıkan hiçbir sefer veya gaza olmamıştır. O halde, Hz. Ebu Bekir, Bedir savaşından önce birkaç ke­re harp meydanından kaçmayı istemişti demek nasıl doğru olur?
Bir başka şey de şu ki; Hz. Ebu Bekir’in herhangi bir savaştan kaçtığı görülüp duyulmamıştır. Bunu is­patlama sorumluluğu, iddiacının üzerine düşer. Hangi savaştan kaçmayı istediğini onun ispat etmesi gerekir.
Üçüncüsü de; —hâşâ— eğer Hz. Ebu Bekir öyle korkak idiyse o zaman Hz. Peygamberin onu çardakta kendi yanında tutması doğru değildi. Hatta öyle adamı harp sahasına getirmek bile uygun düşmezdi. Kaldı ki Hz. Peygamber, bütün sahabe içinden kendi yanında bulunmak, kendine refakat etmek için özellikle onu seçmişti.[243]

Hz. Ali Hakkında Çelişki:

İmam İbn Teymiye diyor ki: Hristiyanlar Hz. İsa’yı, bir taraftan Allah’ın oğlu ve ilâh yapmışlar; diğer taraf­tan da çarmıh olayı ile onu güçsüz, biçâre bir insan gö­rünümünde canlandırmışlardır. Hristiyanların anlat­tıklarıyla o, “ıer’çeşit zillet, aşağılanma, alay ve eğlence hedefi ve deneme tahtası haline getirilmiştir. Aynı şe­kilde şiîler de Hz. Ali için öyle bir takım yetenekler, güçler ve nitelikler ortaya sürmüşlerdir ki bunlardan, onun derecesinin Hz. Peygamberden daha üstün oldu­ğu zannedilmektedir. Ve eğer o olmasaydı İslâm’ın ge­lişmeyeceği, ancak onun Hayber’i yerle bir eden pençe­si ve pırıl pırıl parlayan Zülfikâr isimli kılıcıyla islâm fetihlerinin gerçekleştiği, küfrün yerle bir edildiği ka­bul edilmektedir. Diğer taraftan ise üç halifenin halife­liği sırasında onun güçsüz, mahkûm, çaresiz olduğu gösterilmekte; onun yapılan herşeyi kendi vicdanına ve inancına ters gördüğü anlatılmakta, kendisine ve ehl-i beyte her çeşit hakaret ve aşağılamaya uğratıldığı hal­de onun hiçbir şey yapamadığı anlatılmaktadır. Bu açık bir çelişki ve asla yakışık almayan bir tezattır. İbn Teymiye şöyle yazıyor:
“Bu şiîler, iki tezatı birleştirmektedirler: Bir taraf­tan onlar güç, kuvvet ve cesarette Hz. Ali’yi herkesten
daha üstün ve ileride göstermekteler. Hatta o kadar ki, Hz. Peygamberin dinini onun kurduğu ve Hz. Peygam­berin kendisinin de ona muhtaç olduğu zannedilecek-tir. Dini kurmakta onu Allah’a ortak gostermekteler; sonra da İslâm’ın üstün gelip güçlenmesinden ve in­sanların İslama girmesinden sonra ona öyle bir acizlik, güçsüzlük, üzüntü ve takiyye yakıştırmaktadırlar ki, sözlerine bakılırsa ondan daha zayıf, güçsüz, biçare bir insan yoktu.
Halbuki, îslâmı kabul ettikten sonra daha önceki dönemlerine nisbetle o insanların daha çok hak ve ha­kikate bağlandıkları kesinlikle bilinmektedir. O halde kâfirleri yenerek onları İslama sokan Hz. Muham-med’in getirdiği dini ayakta tutmakta Allah’a ortak olan öyle bir kişi neden bu gücünü, kudretini kendisine haksızlık yapıp zulmeden bu insanları mağlup ve peri­şan etmekte kullanmadı? Halbuki onlar sayı bakımın­dan da kâfirlerden azdı. Güç, kuvvet bakımından da zayıftı. Ve bu muhalifler herşeye rağmen hakka daha yakındılar. “[244]

İmamet Konusu:

İbn Teymiye, imamet konusunda da çok geniş bilgi vermekte ve şiîlerin belirlediği imameti ve onu dinin bir bölümü kabul etmelerini şiddetle reddetmektedir. Bunu ispat yolunda şiîlerin ileri sürdükleri bütün aklî ve naklî delilleri de reddetmektedir. İleri sürdükleri kaybolan imam inancı ile alay etmekte; bu inançla boz­gunculuk, ayrıcalık, amelsizlik ve tahrifattan başka hiçbir fayda elde edilemeyeceğini ispat etmektedir[245]

Şiîlerin Kur’an ve Hadis Karşısındaki Tutumları:

İbn Teymiye şiîlerin, Kur’an-ı Kerim’i ezberlemeye, onun mânalarını ve açıklamalarını öğrenmeye, delille­rini araştırıp bulmaya hiç ilgi duymadıklarını yazmak­tadır. Aynı şekilde onların, sağlam ve zayıf hadisleri tanımaya, hadislerin mânalarım, maksatlarını, sahabe ve tabiîlerin anlattıklarını anlamaya hiç önem verme­diklerini bildirmektedir. Onların sermayelerinin ve bil­gi kaynaklarının, sadece bazı ehl-i beytten nakledilege-len ve içlerinde doğru, yalan herşey olan bir takım söz­lerden ibaret olduğunu açıklamaktadır[246]

Cami, Cuma ve Cemaate İlgisizlikleri:

İbn Teymiye bu konuda da şöyle yazıyor:
“Şiîler, peygamberler hatta imamlar hakkında o de­rece aşırılığa gitmişlerdir ki, onları Allah’tan başka rabler (ilâhlar) haline getirmişlerdir. Peygamberlerin emrettiği, ortağı olmayan bir tek Allah’a ibadet etmeye önem vermemişlerdir. İhtişamlı, bakımlı tutulmalarına ve içlerinde Allah’ın adı anılmasına emir verilen mes-cidleri perişan bıraktıklarını, içlerinde cuma namazı ve cemaatle namaz kılmadıklarını görürsün.
Onlara göre mescidlerin büyük değeri yoktur. Eğer arasıra mescidlerde namaz kılsalar bile teker teker namaz kılarlar. Mezarlara, üzerlerine yapılmış türbelere çok değer verirler. Müşrikler gibi oralara koşarlar, uzaklardan seyahat yaparak, hacıların Kabe’yi ziyaret için geldikleri gibi oraları ziyarete gelirler. “[247]

Sonraki Şiîler Mutezile’ye Bağlıdırlar: 

Sonraki şiîler; akıl bilgileri konusunda genellikle Mutezile’nin peşinden giderler. Bir kısmı da Yunan fel­sefecilerinin peşinden gitmiştir. Bunların üzerinde fel-sefeciliğin hâkimiyeti vardır. Bunların âlimlerinden bi­ri olup felsefe, itizal ve râfızîliği kendinde toplayan, Minhâc el-Kerâme’nin yazarının bu konuda yazdığı ki­tabın akaid, ilm-i kelâm bahislerini açtığı yerlerde iti­zal ve felsefe kokusu açıkça hissedilmektedir.
İbn Teymiye bunlara genişçe cevap vermiştir. Bu bölüm derin felsefe ve kelâm üslûbu ve konularıyla do­ludur. İbn Teymiye akıl ve nakil bilgilerinin iki denizi­nin de yüzücüsü olduğundan o her zaman yaptığı gibi coşarak konuya girmekte ve o kitabın teker teker her harfini reddetmektedir. Sonunda o; bu fırkanın akıl bil­gilerini çok yüzeysel bildikleri ve amiyane oldukları, âlimlerin de bu bilgide mektep çocuğu görünümünde oldukları sonucuna varmaktadır[248]

Şiilerin Geçmişteki Tutumları:

İbn Teymiye yer yer şöyle yazmaktadır: Tarihin her devrinde şiîler; kâfirlerin ve müşriklerin tarafım tut­muşlar, İslama ihanet etmişler ve İslâm devletine zarar vermişlerdir. En sonunda İbn Teymiye’nin kalemi şunu yazmak zorunda kalmıştır: “Onların İslâm içinde­ki günlerinin hepsi kapkaranlıktır. Yani onların İslâm’la ilgili tarihleri simsiyahtır.”[249]

Ehl-i Sünnet Yolu Ilımlı Yoldur:

İbn Teymiye şöyle yazıyor: İslâm fırkaları içinde sadece ve sadece ehl-i sünnet olanlar orta ve ılımlı yol üzerindedirler ve aşırılıktan, ifrat ve tefritten korun­muşturlar. Onlara göre ehl-i beyt sevgisi ile sahâbe-i kirama hürmet arasında hiçbir çelişki yoktur. Onlar bu iki nimeti kendilerinde toplamışlardır. İşte bu da ger­çek İslâm’dır. Kitabının bir yerinde diyor ki:
“Ehl-i sünnet, bütün mü’minlere sevgi havasım te­neffüs eder, ilim ve doğrulukla konuşur. Onlar ne ceha­let ehlindendir ne de nefsaniyete uyan kimselerdendir. Onlar gerek râfızîlerin, gerek haricîlerin, ikisinin de tutumundan bizardır. Bütün sahabeye saygı duyar, on­ların değerini, kıymetini bilir ve kabul eder. Onların üstünlüklerine inanır. Bütün bunlarla birlikte yüce ehl-i beyt mensuplarının şeriatta geçen haklarının ve­rilmesini gerekli görür.”[250]

ŞERİAT İLİMLERİNİN YENİLENMESİ VE CANLANDIRILMASI

İbn Teymiye Dönemi:

İbn Teymiye’nin doğduğu dönemde şer’î ve dinî bil­giler çok genişlik kazanmıştı. Özellikle, hadis, tefsir, fı­kıh ve fıkıh usûlünden her bir konu üzerinde o kadar büyük çapta kitaplar yazılmıştı ki bu konulardan biri üzerinde dahi otorite olmak ve o güne dek gelen ilmî bi­rikimleri özet olarak bilmek bile normal bir insan için çok büyük bir ilmî başarıydı. Fakat yine de onun döne­minde bu ilmî eserlerin tümünü gözden geçiren pek çok bilgin ve eğitimci bulunuyordu.
Bunlar arasından Öyle zeki, hafızası güçlü ve ilmî çalışmaları, sürekli okuması, devamlı öğretim ve öğre­nimle uğraşmasından dolayı bu kitap yığınlarının önemli bir bölümünü kafasına yerleştiren, Öğretim ve tartışma sırasında bundan zorlanmadan faydalanan ve onu hemen aktarabilen sayılı kimseler de mevcuttu.
Allâme Kemâleddîn b. Zemelkânî, Takıyyüddîn Ali b. Sübkî, Şemseddin Zehebî, Ebu’l-Haccâc el-Mizzî bu­na birer örnektirler.
Tabakât eş-Şâfiiyyetü’l-Kübrâ’jı incelediğimiz za­man o dönemdeki ilmî gücün, birikimin, kafalarda ne kadar çok bilgi biriktirildiğini ve ilmî branşlaşmanın ne dereceye ulaştığını tahmin edebiliriz. Öyle bazı kim­seler vardı ki bunlara, şer’î ilimlerin ansiklopedisi denilmesi doğru olacaktır.
Fakat bilgi ve kültürde genişlik olduğu kadar dü­şüncede derinlik yoktu. Bir süreden beri; bütün bu ilmî birikime, kitaplara tenkidçi ve maharetli bir bakışla bakan, daha önceki dönemlerin ilim otoritelerinin gö­rüş ve düşüncelerini farkeden ve onların karşısına çık­ma gücü taşıyan, meseleler ve görüşler üzerinde kendi­sinin de şahsî bir görüşü olan kimselerin azlığı sürüp geliyordu.
Önceki dönemlerin büyük bilginleri değerli ilmî eserler bırakmıştı. Daha sonra gelen bilginlerin işi ise; sadece bu eserleri iyice okumak, onların şerh ve izahını yapmak, özet ve kısaltmasını yapmaktan ibaretti. Bir süreden beri bu eserlere önemli sayıda ve değer verile­bilecek ölçüde bir katkı olmuyordu. Şahsî yeteneğin or­taya koyduğu veya müctehidçe görüşler belirten dene­bilecek herhangi bir kitap ender bulunuyordu.
O devrin en iyi ve iftihar edilecek eserleri kabul edilebilen kitaplarının cevheri, özü de sadece; yazarı­nın kendinden önceye âit dağınık bilgileri bir araya toplamak ve düzenli bir şekilde sıraya koymaktan iba­retti. Veya bu eser, daha önce yazılmış olan fıkıhla ilgi­li bir metnin (yazı dizisinin) güzel bir açıklaması idi.[251]

İbn Teymiye’nin Bilgi ve Eser Yazma Özellikleri:

İbn Teymiye Allah vergisi keskin hafizasıyla bütün bu ilmî birikimi elde etmiş, onu fikir bakımından haz­metmiş ve ondan kendi eserlerinde hakkıyla faydalan­mıştı. Ama onun kabına sığmayan, dalgalı karakteri, onun meseleleri çok güzel açıklayan, incelikleri hemen çözen beyni ve onun akıcı, işlek kalemi buna doyamı-
yor; sadece nakil, rivayet, açıklama, özetleme veya alıntı ile yetinmiyordu.
Kur’an-ı Kerîm’i derinden kavraması, şeriatın ama­cını derinden bilmesi, fıkıh usûlü ve teşri’ usûlündeki güçlü yeteneği her eserinde onunla beraberdir. O, han­gi konuda eline kalemi alırsa, kendinden kattığı yeni bilgiyle o konuya can vermektedir. Onun hiçbir eseri yoktur ki onda bir miktar yeni ilmî gerçekler, ilmî ince­likler, tenkidçi araştırmalar ve yeni temel konularla il­gili meseleler bulunmasın. Kur’an-ı Kerim’i anlamak için yeni bir yol, şeriatın amacını kavramak için yeni bir kapı açılmamış olsun.
Onun iki büyük eseri el-Cevâb es-Sahih ve Minhâc es-Sünne üzerinde geniş bir bakış yapılmış ve içindeki­lerin özeti yukarıda anlatılmıştır.
Bu iki eserinden başka onun müctehidçe bakış ve görüşünü, kavrama gücünü ve tenkid yeteneğini ispat eden ve her dönemin kafalarına yeni ve sağlam ilmî ve fikrî gıda sunan, o devrin ilim sahiplerinin, içinde yeni bilgi malzemeleri, yeni deliller ve yeni buluşlar gördük­leri çeşitli eserleri vardır. Örnek olarak; Kitâb en-Nübüvvât, er-Red Ale’l-Mantıkıyyîn, İktizâ es-Sırât el-Müstaklm sayılabilir. Bunlar sadece çok üstün ilmî eserler ve kendi konularında başarılı kitaplar değil, hatta insan zihnini düşünmeye sevk eden ve insanların önüne yeni ilmî saha, düşünme ve inceleme için yeni meseleler ve konular getiren, düşünce oluşturan ve düşünceyi geliştiren türden kitaplardır.[252]

Tefsir:

İbn Teymiye, tefsir dalını kendi düşünce ve eserle­rine özel konu yapmıştır. Onu bu tutku o kadar sarmıştı ki, içinde Kur’an-ı Kerim’in tefsirine ait bir bölüm bulunmayan, âyetlerle ispatlamaların, âyetlerin izah ve tefsirlerinin bulunmadığı bir eserini görmek zordur. Onun önüne bir âyet geldiğinde o âyeti tefsir etmeden ileri geçmez. Öğrencilerinin anlattığına göre onun tefsi­re ait yazdıkları kitap yığını 30 ciltten fazladır. Eğer bu tefsir birikimi ele geçirilseydi, tefsir ilminin çok de­ğerli ve güvenilir kaynağı olacağında hiç şüphe yoktu.
Bakış ve görüş derinliği, rivayetlere tam bir bilgi hâkimiyeti ve onlara dayanma, âyetleri hayata uygula­ma, çevresini ve toplumunu tanıma, davetçi ruh ve iyi­liği emredip kötülükten menetme heyecanı taşıma ve Allah’ın kendisine lütfettiği din gayreti gibi özellikle­rinden dolayı onun kaleminden çıkan tefsir; —her ne kadar bu düzenli geniş tefsir bugün ele geçmemişse de— belki de en güzel ve en derli toplu tefsir olurdu.
Fakat, Kur’an-ı Kerim’in çeşitli sûrelerinin tefsiri üzerinde yazdıkları basılmıştır. Ve bunlardan; onun tefsirci özellikleri ve tefsirdeki üstünlükleri anlaşıl­maktadır. Bunlardan İhlâs sûresinin tefsiri, Felâk ve Nâs sûrelerinin tefsiri ve Nûr sûresinin tefsiri bir süre önce Mısır’da basılmıştır. Ayrıca bugünlerde onun deği­şik kitaplarında tefsirle ilgili bölümler bir araya topla­narak basılmıştır[253]
Onun tefsirle alâkası, bu konuyla meşguliyeti ve kendini ne derece ona verdiği daha hayattayken her­kesçe biliniyordu. Bu onun öyle bir ayrıcalıklı özelliği kabul ediliyordu ki, cenaze namazı ilân edilirken dahi, “Kur’an’m tercümanının namazını kılmaya gelin” diye ilân edilmişti.
Tefsir usûlü üzerinde de onun küçük bir risalesi vardır. Bildiğimiz kadarıyla İbn Teymiye’nin bu risale­si tefsir usûlünün ilk müstakil kitabıdır.[254]

Hadis:

Hadis ve hadis açıklamaları üzerinde her ne kadar İbn Teymiye’nin ayrı bir eseri yoksa da, hadis ilmi ye­dinci ve sekizinci asırlarda öyle bir genişliğe ve yüksek­liğe ulaşmıştı ki artık ondan sonra bu işe bir ihtiyaç kalmamıştı. Ama yine de onun eserlerinde usûlü hadis, esma er-ricâl, cerh ve ta’dîl, hadis tenkidi, hadis fıkhı ile ilgili ele geçen maddeler eğer bir araya toplansa bü­yük bir eser meydana gelmiş ve önemli bir birikim elde edilmiş olur. Özellikle onun eserlerinde görülen konu­lar üzerindeki cesur ve araştırıcı görüşleri başka bir yerde bulmak zordur. Bu konuda Minhâc es-Sünne ki­tabında ele geçen bilgiler ve ağızdan ağıza dolaşan pek çok meşhur hadisler üzerindeki sözleri onun çok fayda­lı ve ender rastlanan ilmî yadigârıdır.[255]

Fıkıh Usûlü:

Fıkıh usûlü onun hoşlandığı ve zevk aldığı bir ko­nuydu. Bu sahada o, güçlü bir yetenek elde etmişti ve müctehid değeri taşıyordu. Onun yazdığı hiçbir eser, bu temel konulardan uzak değildi. İktizâ es-Sırât el-Müstakîm isimli kitabında ve yazdığı fetvalarında bu konuda pek çok bilgi birikimi vardır. Ve yine bazı müs­takil risaleler, meselâ; Risale el-Kıyâs, Minhâc el-Vüsûl ilâ İlmi’I-Usûl ve benzeri eserler de bırakmıştır. [256]

Kelâm İlmi

İbn Teymiye’nin eserleri eğer konularına göre bira-raya toplansa görülecektir ki, ilm-i kelâm ve akaid onun yazılarının en az yarısını kaplayacak veya üçte ikisini tutacaktır. Çeşitli yer ve şehirlerin[257] adıyla anılan bu konudaki eserleri; Isbahâniyye Şerhi, Hamevî Risalesi, Tedmûriyye, Vâsıtıyye, Keylâniyye, Bağdâdiyye, Ezheriyye risaleleri ve benzerleridir. Bu eserlerde onun bu konudaki temel görüşleri, ispat gü­cü, dinî hamiyet ve gayreti, bilgi ve zekâsı göze çarp­maktadır. [258]

Fıkıh:


Onun döneminde her mezhebin fıkhı; üzerine yeni bir şey ilâve edilmesi zor olacak kadar yazılıp çizilmiş, düzene konulmuştu. Yine de o, pek çok konularda ve hükümlerde müctehidçe bir bakış ve incelemelerde bu­lundu. Kitap, sünnet, icma, kıyas ve fikıh usûlü ışığın­da hükümler çıkardı ve ictihad etti. Fıkıhla hadis ara­sında uyum yapmaya çalıştı. Fıkhî görüşleri ve detay­ları sağlam hadislere bağlamaya çalıştı.
Yeni ortaya çıkan meseleler, durumlar ve yeni ihti­yaçlar için hüküm çıkarma, ictihad yapma yönüne git­ti. Her mezhebin müctehidleri, fıkıhçıları nasıl her asırda yeni meseleler üzerinde ictihad yapmışlar ve hü­küm koyma görevi yaparak gelmişlerse, aynı şekilde İbn Teymiye de (bazı basiret erbabı kişiler onun ictihad yapma şartlarına sahip olduğu görüşündeler) bu yeni meseleler üzerinde içtihad yapma yönüne gitmiş ve kendi kanaat ve tercihlerine, kendi fetvalarına ait bü­yük bir birikim bırakmıştır. Bu birikim İbn Teymi-ye’nin Fetvaları olarak dört büyük cild halinde bulun­maktadır. Bu eser sadece fıkıh meseleleri ve hükümle­rini değil, hatta pek çok ilmî meseleleri ve usûl konula­rını içine alan çok kıymetli ve nadir bir hazinedir. [259]

İbn Teymiye’nin Kendinden Sonraki Dönemlere Etkisi:

Büyük bir genişlik ve derinliğe sahip olan bu muaz­zam ilmî çalışma sonucu ortaya konan eserlerde akıl ve nakil yanyanadır. İbn Teymiye; şeriat ilimlerinin yeni­lenmesine, canlanmasına çalışmış, bunu da başarmış­tır. İslâm düşüncesini kuşatan donukluk ve çöküntüyü uz akla ş tır mı ş, yeni ilmî yollar, yeni düşünce kapıları açmıştır.
Öyle araştırmalar ve eserler hazinesi bırakmıştır ki, onları incelemekle düşüncede genişlik, karakterde faaliyet, tefekkürde hareket ve canlılık meydana gel­mektedir. Bu eserlerin etkisiyle her devirde ortaya bü­yük yazarlar, üstün düşünceli düşünürler, coşkulu ısla­hatçılar ve samimi davetçiler çıkagelmişlerdir.
  1. 8. asırdan sonra görülen bu düşünce ve ıslâh ha­reketinde, İbn Teymiye’nin payı şüphesiz çok daha faz­la göze çarpar. O; islâmî düşüncelerin, İslâm ilimleri­nin büyük yenileyicileri arasında sayılmaya lâyıktır. Özellikle 12. Hicri yüzyıldan itibaren İslâm dünyasının çeşitli köşelerinde ortaya çıkan yenileme, düşünce ve ilmî canlanışların hepsinin temelindeki en büyük itici güç ve kaynak, İbn Teymiye’nin eserleridir. [260]

İSLÂM TEFEKKÜRÜNÜN DİRİLTİLİŞİ

İnançların Kaynağı Kitap ve Sünnet:

İbn Teymiye’nin müstakil bir yenileme başarısı, belki de onun hayatının en büyük başarısı ve onun ay­rıcalığını gösteren hizmeti: Onun İslâm tefekkürünü canlandırması dır.
İslâm tefekkürünün diğer tefekkür sistemleri kar­şısındaki üstünlüğü, ayrıcalığı; onun temelinin vahye ve Hz. Muhammed’in (s.a.) peygamberliğine dayanma-sındadır. İslâm’ın inançları ve gerçekleri; kıyaslara, tecrübeye, zan ve tahmine, benzetmelere (kıyaslara) ve insan zekâsına, dayanmamakta, aksine Allah’ın bildir­diklerine ve Hz. Peygamberin insanlığa ilettikleri üze­rine dayanmaktadır.
Hz. Peygamberin; Allah’ın varlığı hakkında, sıfatla­rı, fiilleri hakkında, kâinatın ve dünyanın başlangıcı ve . sonu hakkında, âhiret ve amellerin özellikleri, sonuçla­rı hakkında ve dinle doğrudan ilgili diğer tabiat ötesi . meseleler hakkında söylediklerinin hepsi akaid (inanç sistemleri)dir. Ve işte onlar gerçeklerdir. Vahiy ve pey­gamberlikten başka aslında onları öğrenmenin sonra da onlara kesin inanmanın hiçbir başka yolu yoktur.
Çünkü bütün bilgileri ve gerçekleri öğrenme aracı ancak ilk ve Öncelikli ilkelerdir. Bu dinî ve görünmeyen gerçeklerin ilk ve Öncelikli ilkelerine de hiçbir kimse sahip değildir. Herhangi yeni bir şeyi öğrenme vasıtası
ise bilgilerin, bilinmeyene ulaşacak şekilde düzenlen­mesidir. Fakat maddî ve tabiî öncelikli bilgileri elde et­tiğimiz gibi, o görünmeyen ve dinî gerçeklerin öncelikli bilgilerini ve gereklerini bilmemekteyiz. Allah’ın zâtı ve sıfatları; aklın ve duyu ile algılamanın ötesindedir ve O’nun hakkında insan hiçbir deneyime, müşahadeye (gözü ile görmeye) sahip değildir. Ne de insan bu nok­tada kıyaslama yapabilecek bir temele sahiptir. “O’­nun (Allah’ın) hiç bir benzeri yoktur.” Dolayısıyla bu konuda, Allah’ın kendi zâtı ve sıfatlarını bilmeye kesin iman nimetini bizzat bahşettiği, hidâyet ve ışık lütfetti­ği insanlar topluluğuna güvenmekten başka bir çıkar yol yoktur. Bizim onun karşısında hiçbir inkâr ve tar­tışma hakkımız yoktur.Bu gerçek Kur’an-ı Kerim’de bir peygamber ağzıyla şöyle anlatılmıştır: “Siz Allah ko­nusunda benimle tartışıyor musunuz? Halbuki Allah beni bu noktada doğru yol üzerinde kılmıştır.” [261]

Felsefenin Boş Çabası:

Allah’ın zâtı ve sıfatları öyle açık ve net bir gerçek­tir ki, bu gerçek ortada dururken felsefenin, Allah’ın zâtı ve sıfatları hakkında başka bir şeye ihtiyacı yoktu. Fakat, nice bin seneden beri felsefenin bu boş çabasını sürdürmesi, insanlık ilim tarihinin çok enteresan bir olayıdır.
Felsefe, en üstün zekâlarını ve en yetenekli beyin­lerini; ilkelerini ve önermelerini dahi bilmediğini itiraf ettiği bir konuda sarfetmiş ve kendisi hakkında hiçbir kesin bilgi elde etme ve kafi görüş ortaya koyma aracı olmayan bir konuda harcamıştır. Sonra da felsefeciler o konuda öyle incelemeler ve izahlar ortaya koymuş, hiç çekinmeden öyle kararlar vermişlerdir ki, bu yaptıkları dilbilgisi âlimlerinin bazen bir kelime hakkındaki di-dişlemelerine benzer hareketlerden başka birşey olma­mıştır. Hatta kimya ilmi erbabının ilaçlar ve bitkiler hakkında yaptıkları gibi hareket etmişlerdir. Onlar, tartışmalar ve açıklamalarda öyle ileri gitmişler ve öy­le kılı kırk yarmışlardır ki, bütün bu anlattıklarıyla sanki onlar tamamen bildikleri, gördükleri ve kendi is­tekleriyle hareket ettirdikleri, görülen, duyu organla­rıyla algılanan bir varlıktan bahsetmektedirler, [262]

Kelâmcıların Felsefecilikleri:


Bundan daha enteresanı; felsefeyi red ve İslâmı sa­vunmak için ortaya atılan İslâm kelâmcılarmm duru­mudur. Felsefeyi reddedelim derken onlar, felsefenin tabirlerini, deyimlerini, varsayımlarını benimsediler ve Allah’ın zâtı, sıfatları hakkında öyle kesin, kararlı ve geniş incelemeli konuşmaya başladılar ki, sanki onlar da gözle görülen, duyularla algılanan bir varlıktan ve­ya herhangi bir tabiî meseleden sözeder gibi konuşma­ya başladılar.
Halbuki onlar felsefeyi reddetmek için ortaya çık­mışlardı. Kendileri de felsefenin varsayımlar, tahmin­ler ve deyimler ormanında kayboldular. Soru sorma, cevap isteme ve tartışma cezbesine kapıldıklarından felsefenin kendi ilkeleri ve önermeleriyle tartışma ve araştırma yapmaya hakkı olmadığı bir konuya girmesi­ni tenkid etmeyi unuttular.
Kelâmcılar felsefecilere şöyle demeliydi: Sizin ince­leme ve araştırma sahanız sadece riyazi ve tabiî konu­lardır. Siz kendi inceleme ve araştırmanızı bu saha içinde sınırlı tutmalısınız. İlahiyat konusuna müdahale etmeniz çizginizi aşmak ve akıl bilgilerine dalmaktır.
Yine onlar, Kur’an-ı Kerim’in hikmetli ve belagatli ifadesiyle felsefecilere hitap ederek şöyle demeliydiler:
“işte siz o kimselersiniz ki; haydi, hakkında biraz bilgi sahibi olduğunuz şeyde münakaşa ettiniz. Ya hiç­bir bilginiz olmayan şeyde niçin münakaşa edersiniz? Oysa Allah gerçeği bilir, siz bilmezsiniz.”[263]

Daha Sonraki Asırlarda Islâmî Tefekkür:


Daha sonraki yüzyıllarda İslâm tefekkürünün (dü­şüncesinin) çöküşü öyle bir noktaya gelmişti ki; Al­lah’ın varlığı, kâinatın yoktan var oluşu, Allah’ın bir oluşu ve âhiret gibi bütün temel inanç prensiplerini is­pat için, temeli felsefe üzerine kurulmuş olan kelâm-cılarm düzenledikleri deliller, ispatlar ve önerme sıra­lamaları; temel prensip ve asıl kabul edilmişti. Çok kü­çük çaptaki hadisçiler ve fıkıhçılar grubunu bir tarafa bırakırsak, genellikle onlar da, kelâmcıları ve akıl teo-risyenlerini ölçü kabul etmişlerdi.
Kitap ve sünneti, hükümlerin ve akaidin (inançla­rın) kaynağı kabul etme yerine kelâmcıların yazdıkları kitapları akaidin kaynağı haline getirmişlerdi. Felsefe­nin karşı çıkışından kurtulmak için veya felsefenin or­taya koyduğu bazı prensipleri ayakta tutmak için, dini de ona uygun gösterebilmek için, onlar âyet ve hadisle­ri te’vil (bilinen mânanın dışında farklı mânaya çek­me) yoluna gidiyorlardı.
Felsefeyi reddetmelerine rağmen, onlar üzerinde felsefenin öyle etkisi vardı, onlar felsefeden o kadar yıl-mışlardı ki, onlar felsefeyi reddederek kendi kelâm ilimlerinde değişiklik yapma yerine âyet ve hadislerin tefsir ve izahlarını başka yönlere çekmeye ve te’vile gi­diyorlardı. İbn Teymiye bu zihniyeti anlatırken şöyle yazmaktadır:
“Durum şudur: Her zümre, peygamberlerin getirdi­ği bilgiler ve Öğretiler hakkında bir kanun ortaya koy­muştur. Neyi ve hangi şeyi onların aklı kabul edebili­yorsa onlar onu asıl kabul etmişlerdir. Ona inanıyorlar ve sadece ona güveniyorlar. Peygamberlerin getirdiğini de kabul ediyorlar. Ama, peygamberlerin getirdikleri­nin ne kadarı onların kanununa uyuyorsa onları kabul ediyorlar, uymayanı da kabul etmiyorlar”[264]
Kelâmcıların bu inanışlarını, anlattıklarını asıl ve Ölçü kabul ettikten sonra ve bu görüşleri çok yüce, de­rin bilgiler ve çok üstün kararlar ve tanımalar kabul ettikten sonra ortaya şöyle bir karmaşa çıkmaktadır: Eğer bu asıl bilgi ve temel tanıma yolu ise o zaman Hz. Peygamberin ve sahâbe-i kiramın sözlerinde neden bu yoktur? Onların ifadelerinde bu açıklamalar ve incele­meler neden bulunmamaktadır?
Felsefe ve ilm-i kelâma kendini tamamen kaptırıp onlara iman etmiş olup, kafaları onlarla tamamen bü­yülenmiş ve yılmış olanlar bazen açık açık bazen de dillerinin altından şöyle diyorlardı: O devir başlangıç devriydi. O devrin insanları sade, basit kişilerdi. Onlar bu gerçekleri ve bu derin bilgileri tanımıyorlardı.
Felsefenin büyüklüğüne inanan,  aynı zamanda sahâbe-i kiramın büyüklüğünü de kabul eden kişiler ise, bir şaşkınlık ve bir çıkmaz içindeydiler. Bu konuda hiçbir kavrama varamıyorlar di. İbn Teymiye bu çeşitli  zümrelerin kafa yapısını, düşünce tarzını anlatırken şöyle yazmaktadır:
“Kelâm ilminin bu konularının içinde dinin temeli­ni oluşturduğuna inananlardan ve onlar içinde küllî bilgiler (her çeşit bilgiyi içine alan bilgiler), Allah’ı ta­nıtan bilgiler, hikmetin gerçeği ve felsefenin temeli ol­duğunu kabul edenlerden pek çoğu; Hz. Peygamber (s.a.), dinin temel prensiplerini bilmiyordu diyorlar. Saygz duyanlar ise; bilmesine biliyordu ama onları açıklamamıştı diyorlar.
içinden peygambere saygı duyup ona hürmet göste­renler; sahabe ve tabiinden olanlar bu temel bilgileri bilmiyorlardı diyorlar. Kalplerinde sahabe ve tabiîlere hürmet olan, o kelâmcı ve felsefecilerin sözlerine de saygı duyanlar ise; bir şaşkınlık ve keşmekeş içinde bu­lunmaktadırlar. Onlar; bu büyük zâtların, ilimlerin en üstünü olan bu konulardan neden hiç bahsetmedikleri­ne cevap bulamamaktadırlar.
Hz. Peygambere iman eden, kalpleri ona saygı ve hürmetle dolu olan kişiler de, Hz. Peygamber; dinin bu temel meselelerini neden açıklamadı, neden izah etme­di, halbuki diğer konulara nazaran insanların bunlara ihtiyacı çok daha fazladır diyerek bunu anlamakta zor­luk çekiyorlar.”[265]
İmam İbn Teymiye; bu ilm-i kelâm ve felsefe hay­ranlarının, onlardan başka kaynak kabul etmeyip onla­ra tapanların, Allah’ın ve Resulünün buyruklarının mücmel (kapalı) olup bunlarla hiçbir kesin bilgiye ve doğru yola ulaşmaya imkân olmayacağım kabul ettik­lerini yazmaktadır. Ve anlaşılması imkânsız kendi sözlerini sağlam ve kesin kabul ettiklerini, Allah ve Resulünün sağlam ve kesin buyruklarını da anlaşılma­sı imkânsız sözler kabul ettiklerini, söylemektedir. [266]

AKLA AŞIRI DEĞER VERMELERİ


Felsefecilerle kelâmcılar birleşerek yüzlerce akıl halinde hep bir ağızdan öyle çığlık attılar ve Allah’ın zâtı ve sıfatları meselelerinde aklı öyle bir ölçü ve ka­rar aracı kabul ettiler ki, sanki onlar; bu konularda, bi­zim beş duyu organlarımızın duyularda, tecrübe ve istikra (tümevarım)nın, fiiliyatta olduğu gibi karar ver­meye yetkilidir, dediler. Böyle bir durumun sonucu ola­rak; ister şer’î konularda olsun ister fikhî konularda ol­sun akıl; şeriatı ispat etmek için, şeriatın geçerliliğini kabul ettirebilmek için temel ölçü haline geldi.
İslâm’ın bu 6. asrında hiçbir düşünür ve âlim aklın bu sınırsız hâkimiyetine, egemenliğine karşı İslâm bayrağını kaldırma cesareti gösteremedi.
İslâm’ın hücceti büyük âlim İmam Gazâlî (rah.a.), felsefenin ilahiyat bölümüne karşı kalemini kullandı ve bunu şiddetle eleştirerek hücumlarına ve basit görüp alaya almasına hedef yaptı. Ama aklın bu başıboş hâki­miyetine ve onun mâkulata müdahale etmesine karşı hiçbir etkili ses yükseltmemiştir.
İbn Teymiye (bildiğimiz kadarıyla) bu duruma kar­şı yüksek sesle protesto feryadı basan ve bütün cesare­tiyle inançların ve gerçeklerin asıl kaynağının vahiy ve peygamberlik ile Kitap ve sünnet olduğunu; aklın onu destekleyici ve kabul edici olduğunu, ama bunu ispat etmeye temel yeteneği olmadığını ortaya koyan ilk kişi­dir. Bir yerde o açık bir şekilde şöyle yazmaktadır:
“Akıl kendi varlığı içinde şeriatı ispat etme yetkisi taşımamaktadır. Onun yaratılışında bu yetki yoktur. Ona öyle bir nitelik verilmemiştir. Bu niteliğe ne daha önce sahipti ne de ona mükemmel olma niteliği veril­miştir. “[267]

Aklın Ölçüsü ve Yeri:


İbn Teymiye’nin sözü şöyledir: akıl sadece tanıtan ve yol gösterendir. Onun görevi, insanoğlunu; peygam­berlerin doğruluğunu ve kusursuzluğunu kabul edip itiraf etmeye ulaştırmak, sonra bir kenara çekilmektir. Akıl; peygamberin haber verdiği şeyleri tasdik etmenin ve verdiği hükümlerde ona i aat etmenin şart olduğu­nu ortaya koymaktadır. O, peygamberin doğruluğuna genel ve mutlak olarak dalâlet etmektedir.
İbn Teymiye’ye göre aklın durumu tamamen şu mi­sâle benzer: Halktan bir adamın, müftüyü tanımayan birini alarak onun yanına götürmesi, işte bu müftü ve âlim kişidir diye tanıtmasıdır. Sonra eğer bu yol göste­ren adamla müftü arasında bir meselede görüş ayrılığı olursa o zaman fetva almak için gelen o kişinin müftü­nün sözünü tercih edip, yol gösteren adamın sözüne uy­maması gereklidir. Böyle bir durumda o yol gösteren adamın; seni buraya getiren benim, eğer ben sana yol gösterme şeydim seni bu müftüye kim getirebilirdi de­me hakkı yoktur[268]
îbn Teymiye; peygamberliği bilip tanıdıktan sonra aklın görevi; peygambere güvenmesi ve ona itaat etme­sidir. Nasıl her ilim dalında o ilim dalının kurucusuna uyulmakta, nedensiz ve niçinsiz onun tavsiyelerine göre hareket edilmekte, onun belirlediği şekilde davranıl-makta, onun söz ve görüşü kesin kabul edilmekte ise, aynı şekilde görülmeyen meselelerde, emir ve hüküm­lerde ve tabiat ötesi meselelerde peygamber bir senet özelliği taşımaktadır. Onların söz ve görüşü kesin ve kafidir demektedir. O, şöyle yazar:
“Bir kimse akıl yoluyla, falan kişinin peygamber ol­duğunu öğrenir de onun haber verdiği bir şeyi anlamakta zorlukla karşılaşırsa, aklı ona bu şeyi, bilgisi  kendinden daha fazla olan kişiye başvurmasını, ondan ı bunu sorup öğrenmesi yolunu gösterir.
Kendi görüşünü onun görüşünden üstün tutmaması ve peygamberliğine inandığı kişinin karşısında aklının yetersiz ve zayıf olduğunu kabul etmesi gerekir. O Peygamber; Allah Teâlâ’yı, O’nun isimlerini, sıfatlarım ve âhiret gününü daha iyi bilmektedir. Bu avamdan kişi ile bir peygamber arasında olan fark, avam tabakası ile tıp bilginleri arasında olan farktan çok çok daha fazla büyüktür.
İş böyle olunca, o kişi kendi aklının gereği bir yahu-r di tabibe dahi uyuyor, onun tavsiyelerine göre hareket Gederek yiyecek, içecek, hazım ve müshil gibi ilâçların oranını, miktarını belirlemesine ve onların verdiği sı­kıntılara, eziyetlere, bu kişi doktordur, sahasında ben­den çok daha iyi bilgi sahibidir, ona güvenir de tavsiye­lerine uyarsam sıhhat bulurum, iyileşirim diyerek kat­lanıyor. Halbuki o, doktorların yanıldığını da bilmekte­dir. Pek çok kişi tabiplerin reçeteleri ve tedavileri ile sağlığına kavuşmamaktadır. Hatta bazan bu ilaçlar ölüme bile sebep olmaktadır. Kendi tahmin ve kanaati, tabibin teşhisine aykırı olsa da o kişi tabibin sözünü kabul eder ve onu uygular.
İşte bu örnekten peygamberler karşısında diğer insanların durumunun ne olduğunu anlamak gerekir.
Sonra şunu da unutmamalı ki, Allah’ın peygamber­leri sözlerinde doğrudurlar ve kendilerine doğru bilgi­ler verilmektedir. Onların verdikleri bilgilerin gerçeğe aykırı olması imkânsızdır. Sadece kendi akıllarına da­yanarak onların söylediklerine karşı çıkanların ceha­letlerinin ve dalâletlerinin hiçbir dayanağı yoktur, “[269]

Peygambere Şartsız İman Gereklidir:


Akılcılık ve felsefeden etkilenen kişilerin zihin ya­pısı o hale gelmişti ki; şeriatın bir meselesi akıl ve fel­sefe prensiplerine uygun düşüyorsa kafaları bunu ka­bul ediyor, akıl ve felsefe prensip ve kaidelerine uyma­yan şeriat meselelerini ise kabul etmekten âciz kalıyor ve kafalarım binlerce şüphe ve tereddüt kaplıyordu.
İçlerinden korkusuz ve cür’etli olanlar, açıkça inkâr ediyorlar ve şeriatın akla uygun olması şarttır, bu me­sele akla aykırı olduğundan dolayı kabul edilemez di­yorlardı. Bu derece cür’etli olmıyanlar ise o meseleyi başka yöne çekiyor, çok uzak ve ilgisiz başka mânalara götürmekten çekinmiyorlardı.
İbn Teymiye yer yer, peygambere şartsız iman et­menin gerekli olduğunu ve peygamberin gerçek yerinin ve durumunun ona şartsız bir şekilde iman edilmesi gerektiğini ortaya koymakta ve gerçekte ancak bunun adına iman dendiğini şartlı kabul etmenin adının şeri­at tabirinde iman olmadığını ispat etmekte ve şöyle yazmaktadır:
“Kısaca söylemek gerekirse, herhangi bir şart olmadan peygambere kesin bir şekilde iman etmediği sürece insan, mü’min (iman etmiş) olamaz. Eğer; ben peygam­berin sözüne ancak o söze aykırı olan bir karşı görüş çıkmadığı sürece inanırım derse o kişi, o peygambere iman etmiş sayılmaz. İşte bu bilinmesi gerekli ana bir prensiptir. “[270]
Kitabın bir başka yerinde de şöyle yazar: “İslâm dininde şu mesele kesin ve açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır ki, insanların peygamberleri tasdik etmeleri, onlara iman etmeleri; genel ve kesin şekilde hiçbir şart ve kayıt olmaksızın, onun verdiği haberleri, getirdiği bilgileri, kesinlikle kabul ederek inanmaları, onun verdiği her emre itaat etmeleri ile mümkündür. Buna ters düşen herşey geçersizdir.
Bir kimse peygamberlerin sözlerinden kendi aklı­nın kabul ettiklerine inanır, onları kabul eder de buna uymayan sözlerini reddederek kendi aklını peygamber­lerin verdiği bilgilerden üstün tutarsa, arkasından da; ben peygamberi doğru kabul ediyorum derse, bu kişi çelişkili söz söylüyor demektir ve aklı bozuk bir zındık­tır. Ve kim ki; ben kendi aklımla anlamadığım (aklım yatmadığı) sürece peygamberin verdiği bilgileri kabul etmem derse, onun kâfirliği de apaçık ortadadır.[271]

Aklın İçi Boş Kalesi:


İbn Teymiye bundan sonra da; akıl ve nakil arasın­da çok kere zıtlık ve çelişki bulunmaktadır, iddiasında bulunan ve; “Peygamberlerin akâid ve hakâik (inançlar ve gerçekler) olarak ileri sürdükleri şeyler, bazı kereler kesin akla ve açık gerçeğe aykırıdır ve binlerce sene­den beri elde edilen düşüncelerin, buluşların sonucu olan ve felsefenin dayanak noktası olan gerçeklerle ve prensiplerle çatışmaktadır” diyen akılcıların bu görü­şünü tenkid etmekte ve şunu ispat etmektedir ki; pey­gamberlerin verdikleri bilgiler ve Kitap ile sünnetin yazılı ifadelerine aykırı gösterilen bütün akıl prensiple­rinin çoğu sadece hayâllemelerden, vehimlerden ibaret­tir. İyice üzerinde durulup incelendiğinde onların, ak­lın uydurdukları, aklın içi boş kaleleri oldukları görü­lür. Eğer onlar ilmî bir tenkide ve sorgulamaya çekilir de onlara yakından şöyle bir bakılırsa sadece lâf ebeliği ve şişirme olduğu anlaşılacaktır. Bunlar hiçbir ilmî te­mele dayanmamaktadır. O, bu konuda da şöyle yazar:
“Akılcıların; pek çok akıl verileri ile Kitap ve sün­netin yazılı ifadelerinin ters düştüğünü iddia ettikleri kaideleri iyice inceleyip süzgeçten geçirdiğimiz ve sağ­lam bir tenkidini yaptığımız zaman görülecektir ki, on­larda hiçbir gerçeklik yönü yoktur. Bu aynen bir çocu­ğun veya çocuk kadar aklı gelişmemiş bir adamın; kor­kuluğun kollarını sallayarak veya birbiriyle çırpıştırı­larak korkutulmasına benzer. Bu akıl verileri üzerinde iyice düşünülür de onlar üzerinde derin bir inceleme yapılırsa, onların bizzat peygamberlerin verdiği bilgile­rin doğruluğunu ispat eden açık deliller olduğu anlaşı­lır ve peygamberin verdiği bilgilerin gerektirdiği şeyle­rin hepsinin doğru olduğu görülür.
Sadece gerçeği bilmemekten dolayı ve içten ve dış­tan yılgınlığa uğramasından Ötürü peygamberin verdi­ği bilgilerin doğruluğunu kabul etmeyen kişi; tamamen bâtıl ilâhlardan korkan ve onların kendisine bir zarar verebileceğini düşünen ya da imanının zayıflığından
dolayı kendisi bizatihi zayıf olan, İslâm düşmanından korkarak panik içinde kalan bir kişiye benzer.[272]Kitabın bir diğer yerinde de şöyle yazar: “Felsefenin heybetli ve şatafatlı sözlerinden, onla­rın aslını astarını bilmeden, gerçek yüzlerini anlama­dan korkan insanlar; iç yüzünü ve gerçek durumunu öğrenme imkânı bulamadığı için sadece kıyafetini ve ihtişamlı manzarasını görmesinden dolayı pısırık bir düşman karşısında titreyen kimseye benzer. Ama onla­rın iç yüzünü öğrenen insan; onların son derece zayıf ve güçsüz olduklarını görecektir. Nitekim Allah Teâlâ; “Kâfirlerin kalplerine yakında korku düşüreceğiz. Şundan ötürü ki onlar, ibadet edilmeleri konusunda Allah’ın hiç bir delil ve hüccet indirmediği put gibi varlıkları Allah’a ortak koşmuşlardı.”[273] buyurmak-tadır.[274]

İlim Erbabının İlimsizliği:


İbn Teymiye diyor ki: Bu akılcıların çok övündükle­ri, adına da ilahiyat dedikleri görüşleri iyice tetkik edi­lir de üzerinde düşünülür ve bu görüşün peşinde giden­lerin, peygamberlerin sözlerine karşı ileri sürdükleri bu iddialar insaflı bir ölçü içinde gözden geçirilirse; de­lilerin ipe sapa gelmez sözleriyle o sözler arasında hiç­bir fark olmadığı anlaşılır.
“Akıl sahibi bir kimse bu kişilerin sözlerini dikkatle inceler de, kendi akılları ve bilgilerine güvenerek pey­gamberlerin sözlerini reddeden ve büyük bir yeteneğe, derin bir araştırmaya sahip olduklarım iddia eden bu insanların ileri sürdükleri görüşleri derin bir araştır­maya tabi tutulursa görülecektir ki; felsefenin zirvesi­ne ulaştıkları halde akıl ve hikmetin en yüksek seviye­sinden dem vurarak konuşan bu insanların sözleriyle, delilerin sözleri arasında hiçbir fark yoktur. Onlar doğ­ru ve hak olduğu açık bir şekilde belli olan sözleri red­dediyorlar, bâtıl ve asılsız olduğu apaçık meydanda olan sözleri de kendi hileli ifadeleri, tumturaklı sözle­riyle geçerli kılıyorlar.”[275]

Sağlam Akılla Doğru Nakil Arasında H Çelişki Yoktur:


Fakat İmam İbn Teymiye akla değer vermekte, ona saygı göstermektedir. Ona göre; Kur’an-ı Kerim’de akılla hareket edilmesi, ondan faydalanılması telkin edilmiştir. Sağlam akıl ve doğru nakil arasında hiçbir zaman çelişki olamaz. O diyor ki: Ben geniş araştırma­larım ve uzun incelemelerim sonunda hiçbir zaman akılla naklin çatıştığını, çeliştiğini görmedim. Bir şart­la ki, akıl sağlam olmalı, nakil de doğru ve değiştiril­memiş olmalıdır.
İşte bu konu üzerinde o kendisinin büyük bir kitabı olan Beyân-ı muvafakati Sarîh el-Ma’kûl Li-Sahîh el-Menkûl isimli eserim yazmıştır.[276] Bu kitapta o; ge­nişçe, delilli ve ispatlı olarak; makul ve menkul arasın­da tam bir uyum olduğunu ortaya koymuş, vahiy ve peygamberlikle, Kitap ve sünnetle sabit olmuş sözlerin hepsini sağlam ve mükemmel aklın tasdik ettiğini, ak­lın daima bu nasslan ve nakledilegelen o söz dizilerini tasdik edip destekleyegeldiğini ispat etmiştir. Kavra­yışlı bir bakışla ve dikkatli bir incelemeyle hareket edilecek olursa, aklın bu nakledilegelen metinleri ka­bul edip desteklediği görülecektir, demekte ve şöyle yazmaktadır:
“Kendilerinde hiç şüphe olmayan sağlam ve açık akıl önermeleri (aklî deliller), hatta kesinlik belirten fıtrî (yaratılıştan gelen tabiî) bilgilerin hemen hepsi peygamberlerin verdiği haberlere aykırı değil, tam ola­rak uygundur. Sağlam aklî delillerin hepsi nakil ve rivayetlere uygundur. Allah’a şükür, ben çeşitli fırkala­rın sözlerini ve meselelerini incelediğimde, kesinlikle bunun doğru olduğunu gördüm.”[277]
Kitabın bir başka yerinde de şöyle yazmaktadır:
“Sağlam bir nakil, hiçbir zaman kesin akıl prensip­leri ile çatı sınamaktadır. Ben ihtilaflı konularda bile bu prensibi keşfettim. Ve gördüm ki; açık ve kesin nasslara karşı öne sürülen herşey sadece fasid şüphe­lerden ibarettir. Bunların geçersiz olduğu akılla sabit olmakta; hatta akılla bu şüphelerin tamamen ters düş­tüğü, şeriatın da tamamen uygunluk gösterdiği ortaya çıkmaktadır.
Ben çok önemli ana meseleler olan Allah’ın birliği ve sıfatları konularına, kader, peygamberlik ve benzeri meselelere bu bakışla baktım da gördüm ki, peygam­berlerden nakledilenler, duyulanlar hiçbir zaman akıl­la isbat edilen şeylere aykırı düşmemektedirler. Hatta kesin akla aykırıdır denen nakil ve rivayetler incelendiğinde; ya uydurma hadis oldukları ortaya çıkıyor ya da rivayet şekli zayıf olduğu görülüyor. Bu bakımdan onlar delil diye gösterilemezler.
Biz biliyoruz ki, akla uymayan, akıl açısından mu­hal olan (olması imkânsız olan) şeyleri peygamberler haber vermemiştir. Aksine aklın hayran olduğu şeyleri haber vermiştir. Peygamber; hiçbir zaman aklın red­dettiği şeyi haber vermez. Aksine iç yüzünü, gerçek yö­nünü anlamaktan aklın âciz kaldığı şeyleri haber ve-
rir.”[278]
İbn Teymiye iddia ederek (onun iddiası büyük bir değer ve önem taşır) şöyle demektedir: “Bir hadis veya Hz. Peygamberden nakledilen bir haber de asla akla aykırı değildir. Böyle akla aykırı görülen bir hadis var­sa bu; hadis ilmi erbabı nazarında ya zayıf bir hadis veya uydurma bir hadistir.”[279]

Kur’an’da En Üstün Aklî Deliller Vardır:


İbn Teymiye, kelâmcıların ve felsefecilerin; (Kur1-an-ı Kerim, temeli sadece nakle ve işitmeye dayanan bir kitaptır) iddialarını kabul etmeyi kesinlikle redde­der. O, kitabında yer yer, Kur’an-ı Kerim’de en üstün ve en güzel aklî delillerin bulunduğunu ispat etmiştir. O deliller öyle sağlam, ispatlı ve sağlamlığı öyle açıktır ki; iyice incelendiğinde, örümcek ağı kadar zayıf olduğu görülen filozof ve kelâmcıların delilleri onlara ulaşa­maz. İbn Teymiye bu konuda da şöyle der:
“Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’de öyle aklî deliller or­taya koymuştur ki, onların bu akıl bilgileri içinde bu­lunmaları gereklidir. Felsefeciler ve kelâmcılar ise onlan tam olarak tahmin bile edemezler. Bunların ileri sürdükleri delillerin ve sonuçların özünü, Kur’an-ı Ke­rim en iyi şekilde ortaya koymuştur.”[280] Kitabın diğer bir yerinde de şöyle yazar: “Hz. Peygamberin; yaratıcının isbatı ve O’nun sıfat-; lan ve fiillerinin bilinmesi konusunda, dünyaya sundu-‘ ğu deliller ve sözler sağlam akla uygundur. Ve akıllıla-nn en üstün akıl yeteneklerinden, akli görüş ve buluş­larından üstündür. Önceki ve sonraki filozoflar ile kelâmcıların Öğündükleri ispat delilleri, Kur’an-ı Ke-rim’de arasıra zımnen (dolaylı olarak) zikredilmekte­dir. Fakat bu filozoflar hak ve bâtılı değişik kılıklarda gösterdiklerinden bunu dosdoğru bir şekilde anlatmamaktadırlar.”[281]

Peygamberlerin Öğrettiklerinde Yanlışlık  Yoktur:


Felsefeciler, kelâmcılar ve onlarla aynı türküyü söyleyenler grubu içinde pek çok insan; Hz. Peygambe­rin Allah’ın zâtı ve sıfatları hakkında tam bir açıklık ve genişlikle hareket etmediğine inanıyorlardı. Hatta bunların gizli, örtülü bir biçimde açıklandığına, Kur’an-ı Kerim’in büyük bir bölümünün açıklanmaya muhtaç olduğuna ve Allah Teâlâ’nın daha önceki dö­nemlerde kelâmcılara bunu açıklama ve izah yeteneği verdiğine, akaidi ve dinî gerçekleri geniş ve ispatlı bir şekilde ümmetin önüne koymaları gerektiğine inanı­yorlardı.
Onlar şöyle diyorlardı: Peygambere, açıkça insanlara Allah’ın emrini iletmesi emrolunmuştu. O da din açısından açıklanması ve izahı gerekli olan şeyleri açıklamış, izah etmişti. Akâid (inançlar), dinin temelini ilgilendiren meseleler, insanın saadetinin, kurtuluşu­nun ve gerçek bilginin mümkün olmadığı Allah’ın zâtının ve sıfatlarının bilinmesi nasıl kapalı ve müp­hem bırakılabilirdi? Anlaşılması ve anlayarak okunma­sı ve üzerinde düşünülerek tedbir alınması yer yer bil­dirilen, içinde böyle davranmaya davet edilen bir Kitap nasıl böyle bir kapalılık ve müphem durumda bırakıla­bilirdi. İbn Teymiye bu meselede şöyle yazar:
“Hz. Peygamber, tebliğ görevini yerine getirdi. Tam ve açık bir şekilde Allah’ın sözünü insanlara iletti. O sözdeki maksat ve mânayı da onlara açıkladı. Kur’an ve hadiste eğer dıştan görünen mânası anlaşılmayacak bir kelime varsa Hz. Peygamber mutlaka başka keli­melerle onun mânasını açıklamış ve ne demek istediği­ni belirlemiştir. Onun; dış mâna ve maksadı geçersiz olan bir kelime söylemesi ve o kelimenin ne demek ol­duğunu açıkça belirlememesi imkânsızdır.
Açıklamasını yapmadığı ve sadece, insanlar onu kendi akıllarıyla düşünüp anlayabilirler diye açıklama getirmediği sözün, ne mânaya geldiğini anlamalarını insanlardan istemesi ise hiçbir zaman aklın kabul et­meyeceği bir şeydir. Gerçekte bu; Allah’ın buyruklanm eksiksiz, kusursuz insanlara ulaştıran bir peygambere karşı çok büyük bir iftiradır. “[282]
Kitabın bir başka yerinde de şöyle yazıyor:
“Allah Teâlâ, Peygamberine, “belâğun mübîn=açık ve net bir şekilde Allah’ın buyruklarım insanlara ulaş­tırma”^ emretti. Ondan daha fazla Rabbinin emrine uyan ve O’nun enirine göre hareket eden kimse de yok­tur. Bu durumda şurası kesindir ki, o peygamber bu açık ve net tebliği yerine getirmiştir. Bu açık tebliğle birlikte onun anlatışında, sözlerinde gizleme, örtme ve müphem bırakma olamaz.
Kur’an-ı Kerim’de kendilerine müteşâbih âyetler denilenlere gelince; Allah’tan başka hiçbir kimse onla­rın te’vilini (ne mânaya geldiğini) bilemez. O halde bu­rada te’vilden maksat tefsir (açıklama) değildir. Aksine onların gerçek mânası, onların oluş şekli ve onların mealidir.[283]

İbn Teymiye’nin Başarısı:


İbn Teymiye’nin bu başarısından biz onun, akaidin (inancı ilgilendiren herşeyin) kaynağının Kur’an-ı Ke­rim ile Hz. Peygamberin sünnetlerinin, kısaca vahyin kaynak yapılmasına ve âyetle hadis nasslarının Ölçü kabul edilmesine güç kazandırmıştır. Hayatı boyunca bunu savunmuştur. Hiçbir eserinde bu davet ve savun­manın olmadığını göremeyiz. Böylece o; felsefe, ilm-i kelâm ve yabancı düşüncelerden hayli yara alan, zayıf­layan İslâm düşüncesine güç ve tazelik bahşetti.[284]

TAKLİD DÖNEMİNDEN ÖNCE MESELELERİNİN KAYNAĞI KİTAP VE SÜNNETTİR


hicrî asırdan önce, herhangi bir müctehide veya herhangi bir (amelî) mezhebe uymanın yaygmlaşmadı-ğı, böyle bir âdetin ortaya çıkmadığı, tarihten anlaşıl­maktadır. İnsanlar herhangi bir âlime uymadan veya herhangi bir mezhep belirlemeden ve ona bağlanma­dan dinî hayatlarını yaşıyorlar, ona göre amel ediyor­lardı. Ve onlar şeriata göre amel ettiklerini, doğrudan doğruya Hz. Peygamber efendimizin peşinden gittikle­rine inanıyorlardı. Aynı şekilde gerektiği zaman her­kesçe bilinen, değer verilen bir âlimden bilmediklerini öğreniyorlar, sonra da onunla amel ediyorlardı. 4. yüz­yılda bile herhangi bir mezhebe katıksız uyma ve onun yolunda, onun prensiplerine göre fıkıh elde etme ve fet­va verme diye genel bir alışkanlık da yoktu. Şeyhülislâm Şah Veliyullah Hazretleri, Hüccetullâhi’l-Bâliğa isimli eserinde şöyle yazmaktadır:
“4. asırda bile ümmetin iki tabakasının davranışı ayrı ayrıydı. Genel halk; icma olan meselelerde ve müs-lümanlar arasında veya genel müctehidler arasında hiçbir ihtilâf olmayan meselelerde, şeriatın sahibi (ge­tiricisi) olan Hz. Peygambere uyuyorlardı. Abdest, gusül, namaz ve zekâtın nasıl yapıldığım ana-babalarm-dan ya da şehirlerindeki hocalardan ve eğitimcilerden öğrenerek uygulamayı sürdürüyorlardı. Ortaya basit bir durum çıkarsa onu, kolayca ulaşabildikleri bir müftüden sorup Öğreniyorlardı. Bu noktada hiçbir mezhep şartı da yoktu.
Hz. Peygamberin hadisleriyle uğraşan özel kesim ise; ortada sahih hadisler ve sahabenin haberleri var­ken başka bir şeye ihtiyaç duymuyordu. Bazı fikıhçıla-rm üzerinde amel ettikleri, amel etmemek için ise hiç kimsenin elinde makul bir mazereti bulunmadığı her­hangi bir meşhur sahih hadis veya sahabe ve tabiînden olanların topluca söyledikleri birbirini destekleyen söz­ler, onlar için yeterliydi.
Eğer ortaya çıkan sorunda, rivayetlerin çelişkili ol­masından veya tercih sebebinin açık olmamasından ya­hut o şekildeki başka bir problem ortaya çıktığında ön­ceki fıkıhçılardan herhangi birinin sözüne başvurduk­larından dolayı kalbi tatmin edecek bir çıkış yolu (çö­züm) bulunamazsa, bu konuda ortaya çıkan iki görüş­ten hangisi daha güvenilir ise, ister Medinelilerin görü­şü olsun isterse Kûfelilerin görüşü olsun onu tercih ederlerdi.
Onlardan tahric ehli (hüküm çıkarma yeteneği) olanlar ise; açıklık olmayan bu tür konularda hüküm çıkarma ve mezhep içtihadına gitme yoluna başvuru­yorlardı. O içtihad ehlinin yaptıkları içtihadlar mez­heplerine bağlanıyor, birine Hanefî, birine Şâfİî deni­yordu.
Hadisçilerden kimin bir mezhebe temayülü olduğu görülse veya pek çok konuda bir mezheple aynı görüşte olduğu ortaya çıksa o mezhepten olduğu ileri sürülü­yordu. İşte böyle Nesaî ve Beyhakî’ye, Şafiî denilir. O devirde fetva ve adalet (kaza) makamlarına müctehid olan kişiler tayin edilir ve içtihad yeteneği olana da
fakîh denilirdi.”[285]

Mezheplere Uymanın Başlangıcı ve Sebepleri:


  1. yüzyıldan sonra ise, birazı âlimlerin ihtilâfları, tartışmaları ve farklı anlayışlara gitmeleri yüzünden; birazı, onların din ve ahlâk ölçülerinin basitleşmesin­den; birazı, ilmî çöküş, cesaretsizlik ve tembellikten do­layı bir mezhebe uyma zorunluluğu ortaya çıktı. Önce­ki devirlerde yaşamış olan müctehid imamlara ve sis-temleşmiş mezheplere uymanın tercih edilmesinde ve çağdaşlarının yerine daha öncekilerin fetvalarına göre amel edilmesinde; sağlamlık ve emniyet olacağı düşü­nüldü.
Fakat bir süre daha, sonraki asırlarda göze çarpan kesin belirleme, sıkı sıkıya yapışıp ondan ayrılmama ve bir kişiye uymanın o aşırılığı henüz ortaya çıkmadı. Gitgide kesin bir belirleme, sıkı sıkıya yapışıp ondan ayrılmama ve bir kişiye uymada aşırı davranma be­nimsendi. Bunun da durumu teşriî değil, intizamî idi. Dağınıklıktan ve keyfî davranışa göre hareket etmek­ten kurtulmak için, bir de uygulama kolaylığından do­layı bir mezhepe uymak fiilen yaygınlaştı. Zaten böyle olması da tabiî bir şeydi ve gerçeklere de uygundu.
Özellikle Moğol akınlarından sonra, İslâm dünyası­nı fikri bir gerileme ve ilmî bir çöküş kaplamıştı. İçti­had yapma kabiliyeti taşıyan yüksek kişiler tükenmiş­ti. Fırkalar, fitneler kol geziyordu.
İşte böyle bir durumda, Kitap ve sünnete uygun ol­duğu kesinleşen, araştırma, inceleme ve münakaşa merhalelerini aşmış olan, sistemleri tamamlanmış ve düzenli bir şekil almış olan mezhepler üzerine amel edilmesinde bir sağlamlık ve emniyet olacağı düşünül­dü.
Yukarıda saydığımız özellikler dört mezhepte tam olarak bulunduğundan dolayı genel olarak sadece onlar tercih edilip benimsendi.[286]

Bir Mezhebe Uymanın Değeri:


Fakat bu bir mezhebe uymanın değeri; sadece o mezhebe uyan kişinin, uyduğu mezhebin kurucusuna (imamına), gerçekten Kitap ve sünnete göre amel etti­ğine, şeriat sahibi Hz. Peygamberin izinden gittiğine inandığı için uymuştur. İmam kendisiyle peygamber arasında bir vasıtadır. Nasıl ki herhangi bir çağdaşı âlim vasıta ise o da öyledir. O mezhep imamının duru­mu; sadece meseleleri dile getiren veya açıklayan biri olmaktır, kendisine kesinlikle uyulan veya şeriat ko­yan biri değil. Şah Veliyyullah’m bu konudaki sözleri şöyledir:
“Bir mezhebe uyan o kişi; sadece Hz. Peygamberin sözlerine bağlıdır. O; Allah ve Resulünün helâl dediğini helâl kabul eder, Allah ve Resulünün haram dediğinin haram olduğuna inanır. Fakat o, Hz. Peygamberin buy­ruğunu doğrudan doğruya anlayamadığından ve ondan rivayet edilen çeşitli hadislerin hangisine göre uygula­ma (amel) yapacağını belirleme gücü olmadığından ve de Peygamberin buyruklarından bir meseleyi ispat et-“(J, me kabiliyeti taşımadığından  dolayı büyük değer taşı-; yan bir âlime, göründüğü kadarı ile o, doğru fetva veri-?, yor ve Hz. Peygamberin sünnetine uygun hareket edi-v yor diye uymaktadır. Eğer onun bu tahmininin tersi çı- a karsa o, hemen hiçbir inceleme yapmadan, ısrarla ora-
ya bağlı kalmaya devam etmeden o fetvadan, o mezhe­bi takip etmekten vazgeçecek (ve hadise göre amel ede-cek)tir.”[287]
Bu tür taklide ve (sadece sünnete göre hareket et­menin fiilî bir şekli olan) bir mezhebe uymaya hiç kim­senin karşı çıkmayacağı açıktır. Böyle avamdan insan­ları; içtihadla veya meseleleri çözmekle sorumlu tut­mak, gücünün üstünde olan şeyle sorumlu tutmak de­mektir ve açık bir hükmü inkârdır. Bu şekilde bir mez­hebe uyma (taklid etme) veya belirli olan ya da olma­yan bir fıkıh ya da bir müctehide başvurma prensibi her devirde âdet olagelmiştir. İster arasıra yapılsın, is­ter sürekli yapılsın bu başvurmaya karşı çıkılamaz. Şah Veliyullah hazretleri bu konuda şöyle diyor:
“Fetva sorma ve fetva verme âdeti müslümanlarda Hz. Peygamberden beri sürüp gelmektedir. Bir kişinin herhangi bir kişiden daima fetva istemesi ile, bazan bi­rinden bazan da diğer birinden istemesinde hiçbir fark ortaya çıkmaz. Çünkü onun kafasında bizim yukarıda anlattığımız konu vardır. Yani onun asıl uyduğu kimse Allah’ın Rasûlü Hz. Peygamber efendimizdir.
Böyle bir fıkıh mezhebinin kurucusuna, Allah’ın vahiy ile fıkıh ilmini indirdiğine inanmadığımız ve ona bizim itaat etmemizin farz olduğunu, onun masum ol­duğunu kabul etmediğimiz sürece bunda ne gibi bir sa­kınca olabilir?
Biz eğer o mezhep imamlarına veya müctehidler-den birine uyarsak; onun, Allah’ın Kitabını ve Peygam­berinin sünnetini çok iyi bildiğine inandığımız için uya­rız. Onun görüşünün ya Kitap ve sünnetin açık bir ifadesine dayandığını, ya da bu ikisinden hüküm çıkardı­ğını bildiğimiz için uyarız. Yahut bir takım yakın işa­retlerden dolayı; filan şekildeki şer’î hükmün sebebi hakkında onun kalbi tatmin olmuştur ve o nassla belir­lenmeyeni, nassla belirlenene kıyas etmiştir diye kabul ettiğimiz için uyarız.
Bir mezhebe uyan kişi bir bakıma şöyle demekte­dir: “İnancıma göre Hz. Peygamber (s.a.), bu sebebin bulunduğu yerde hüküm ve karar böyle olmalıdır de­miştir ve müctehidin kıyas yaparak ortaya koyduğu mesele ise bu genel hükmün içine girmektedir” Böyle bir durumda da bütün bu içtihadlar aslında Hz. Pey­gambere bağlıdır. Fakat herşeye rağmen bu metodda bir ölçüde tahmin ve zanna dayanan şeyler vardır. Öy­le olmasaydı da mesele apaçık ve nassa dayalı olsaydı hiçbir iman sahibi kişi asla bir müctehide uymazdı.
Artık kendisine itaat etmemizi Allah’ın bize farz kıldığı masum peygamberden, sağlam senetlerle bize bir hadis ulaşırsa ve bu hadis o müctehidin görüşünün aksini gösteriyorsa, biz de bu hadisi bırakıp o kıyasa dayanan içtihadın peşine gidiyorsak —ki o içtihad, sa- dece tahmine ve bir kanaate dayanmaktadır— o zaman  bizden daha zalim kim olabilir ve yarın kıyamet günü  Allah’a nasıl cevap verebiliriz?”[288]

Daha Sonraki Asırlarda Ortaya Çıkan Aşırılık ve Sapmalar:


Fakat gitgide halk arasında cehalet etkisini göster-diş ve yer yer müctehidlerin durumu; araç ve vasıta olma yerine amaç ve bir tür şeriat koyucu ve kendisine mutlak itaat edilen kimse şekline dönüştü. İnsanların bu mezheplerle ilgisi o derece derinleşti ve öyle bir ta-assub meydana geldi ki, artık hiçbir şekilde o mezhep­lerin bir kırıntısından veya bir noktasından vazgeçmez hale geldiler.
Bu konuda halk, bu mezhepleri sünnete uyma ka­bul ederek benimsediklerinden dolayı fazlaca suçlana­maz. Onların bir mezhebi tercih etme sebeplerini bil­meleri ve ona göre bir mezhebi terketmeleri veya bir mezhepten diğer mezhebe geçmeleri hem zordu, hem de tehlikeliydi.
Ama pek çok âlimin durumu da şu merkezdeydi: Eğer kendi imamlarının veya mezheplerinin herhangi bir meselesinin hadis ve sünnete aykırı olması kesinle­şirse ve o meselede imamlarının görüşü zayıf, diğer müctehidlerin veya mezheplerin görüşü daha sağlam olup hadis ve sünnete uygunluğu ortaya çıkarsa, kendi mezheplerinin görüşüne aykırı sağlam ve kesin hadis­ler bulunsa bile onlar bu içtihadı terketmeye ve hadis­lere göre amel etmeye yanaşmıyorlardı, buna uymaya razı olmuyorlardı. Bu tür insanlar hakkında 7. asrın ünlü Şafiî mezhebi âlimi Şeyhülislâm İzzeddin b. Ab-düsselâm şöyle yazmaktadır:
“Ne kadar tuhaftır ki, bazı mezheplere uyan fıkıh âlimleri, kendi imamlarının delilinin savunulamayacak kadar zayıf olduğunu öğrenseler bile o meselede imamı taklide devam etmektedirler. Kitap ile sünnetin ve sağ­lam kıyasların desteklediği mezhebi terketmektedirler. Bunu sadece imamlarını taklit etmekten vazgeçmeye tahammül edemedikleri için yapmaktadırlar. Hatta Ki­tap ve sünnetin açık mâna ve maksadını ortadan kal­dırmak için binlerce tedbire başvurmaktadırlar. Kendi
imamlarını savunma uğruna, her tür uzak ve dayanık­sız te’villerden kaçınmamaktadırlar.”[289]
İşte bu türden kendi imamlarının hatasız ve kusur­suz olduğuna inanan bir halk topluluğu meydana geldi. Bunların kalbinde imamlarının peşinden gitmeyi hiçbir şekilde terketmeme duygusu kökleşti. Şah Veliyyullah Dehlevî hazretleri bu tür halkı anlatırken şöyle yaz­maktadır:
“îbn Hazm; taklîdin haram olduğunu söylüyor. Onun bu sözü; belirli bir müctehidi taklid eden, onun hata yapmasının imkânsız olduğuna inanan, o ne de­mişse kesinlikle doğrudur diyen ve deliller onun görü­şünün aksine de olsa imamına veya bağlandığı âlime uymaktan vazgeçmeyeceğine kesinlikle karar veren ki­şi hakkında doğrudur. Bu tür taklid hakkında, Adiy b. Hatim hazretlerinin rivayet ettiği şu hadis zikredilmiş­tir: Ben Hz. Peygamberin şu âyeti okuduğunu işittim: “Onlar (yahudiler ve hristiyanlar) Allah’ı bırakarak âlimlerini ve papazlarını kendilerine rabler edindiler.” Peygamberimiz buyurdu ki: “Onlar, onlara ibadet et­miyorlardı, onların yaptıkları; sadece bu papazlarının ve âlimlerinin helâl dedikleri şeyleri helâl, haram de­dikleri şeyi de haram kabul etmekti. “[290]

İbn Teymiye’nin Taklid ve İçtihad Hakkındaki Görüşü:


Peygamberin peşinden gidiyormuş ve ona uyuyor-muşcasma, ona denk ve paralel bir şekilde şartsız ve kayıtsız bir kimseye uymaya her devrin güçlü âlimleri ve araştırmacı bilginleri karşı çıkmışlar, bunu reddet­mişlerdir. Onlar ne İbn Hazm ve diğer bazı aşırı âlimler gibi taklid etmenin haram olduğuna inanmış­lardır, ne de peygambere tabi olup ona itaat etmekten hiçbir farkı olmayan böyle bir şartsız, sınırsız taklide izin vermektedirler. Bu âlimlerden, görüşleri ve bu me­sele üzerinde yazıları çok ölçülü ve ılımlı olanlar; önce­ki âlimler arasında Şeyhülislâm İbn Teymiye, daha sonra gelenler arasında da Şeyhülislâm Şah Veliyullah Dehlevî hazretleri vardır. Hafız İbn Teymiye, bir taraf­tan da halkın ve müetehid olmayan âlimlerin; fakihlere ve müctehidlere başvurmaktan ve onları taklid etmek­ten başka çareleri olmadığını açıklar ve bunu kabul eder. Müctehidlerin durumu aracı ve vasıta olmaktır. Mezheplere uymak fiilî bir mecburiyet ve tabiî bir olay­dır der. Buna uygun olarak bir yerde şöyle der:
“Allah ve Resulüne itaat etmek, Allah ve Resulü­nün helâl kıldığını helâl, Allah ve Resulünün haram kıldığım haram kabul etmek, Allah ve Resulünün vacip kıldığını vacip olarak uygulamak, bütün insanlara, cin­lere vaciptir (gereklidir), her şahsa gizli ve açık olarak her durumda farzdır. Fakat öyle bir takım hükümler var ki, onları pek çok insan bilmediğinden dolayı, onla­rı kendilerine öğreten kişilere başvurmuşlardır.
Çünkü onlar peygamberin talimatım, öğrettiklerini daha çok bilmektedirler. Onların ne demek olduğunu ve amacını daha iyi tanımaktadırlar. Böyle olunca müslümanların kendilerine uydukları İslâm müetehid-lerinin durumu, araçlara ve yollara benzer; insanları peygambere kadar ulaştıran yol göstericilere benzer. O müctehidler Peygamberin sözünü insanlara ulaştır­maktadırlar. Kendi ictihadları ve yeteneklerine göre Peygamberin, o sözüyle neyi kasdettiğini anlatmaktadırlar. Allah Teâlâ bir âlime; diğer bir âlimin sahip ol­madığı ilim ve idrâki lütfetmiştir. Bir âlimin herhangi bir mesele üzerinde öyle bir bilgisi olabilir ki, onu öteki âlim bilemeyebilir.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Davud’u ve Süleyman’ı da hatırla. Hani onlar, ge­celeyin bir kavmin davarlarının zarar verdiği tarlası hakkında hüküm veriyorlardı. Biz de onların verdiği hükme şahitler idik. Biz o meselenin hükmünü Süley­man’a bildirmiştik. Onların herbirine hüküm ve ilim vermiştik.[291]
Bakınız Dâvud ve Süleyman (a.s.) ikisi de Allah’ın üstün değerde peygamberidirler. İkisi tek bir konu üze­rindeki davada karar verdiler. Allah Teâlâ onlardan bi­rine (Hz. Süleyman’a) bu davada özel bir anlama yete­neği lütfetti. Ama ikisini de övdü. Âlimler de peygam­berlerin miras ççısıdırlar, âlimlerin hükümler konusun­daki ictihadları, (karanlıkta veya bilinmeyen bir yerde bir takım tahminî işaretlerle) çeşitli kimselerin Kabe yönünü tahminen belirlemelerine benzer. Bunlar dört adam olsa da, onlardan her biri kendine uyan kimse­lerle ayrı ayrı yönlere doğru namaz kılsalar ve onların her biri doğru yönün kendi namaz kıldıkları yön oldu­ğuna inansalar, dördünün de namazı geçerlidir. Her ne kadar bu dört ayrı yöne namaz kılanlardan ancak biri doğru olarak Kabe yönüne namaz kılmış olsa ve kendi­sine iki misli ecir ve mükâfat verilecek olan müctehid de olsa farketmez. Nitekim sahih bir hadiste; “Hükme­den, karar veren biri; içtihad ettiği zaman doğruyu bulursa (isabetli ictihad ederse) ona iki mükâfat var­dır, îctihad eder de yanılırsa onun için bir mükâfat vardır.” buyurulmaktadır.[292]
Biraz daha ileride İbn Teymiye şöyle diyor: Özel bir mezhep üzerinde bir kişinin yetişmesi ve Özel bir tarza uygun olarak ibadetlerini ve şeriatın emirlerini yerine getirmesi gayet tabiî bir durumdur. Eskiden beri bu böyle sürüp gelir. Fakat müslümana yakışan şudur ki; o kendini temelde Allah ve Resulünün emrine uyan ve sadece onlara itaat eden biri kabul etmeli, Kitap ve sünnetle sabit olan şeyi kabul etmeye, hiç tereddüt et­meden onun peşinden gitmeye hazır olmalıdır:
“insanlar genellikle ana-babalarının veya büyükle­rinin veya hemşehrilerinin din ve mezhebi üzerine yeti­şir ve ona göre gelişir. Bu; din konusunda çocuğun ken­di anne-b ab asının, koruyucularının ve hemşehrilerinin peşinden gitmesine benzer. Fakat insan erginleşip de aklını başına alınca -hangi konuda olursa olsun- Allah ve Resulüne itaat etmeye bağlı kalmayı tercih etmek zorundadır.
Bu bağlılık Allah Teâlâ’mn şu buyruğunda belirtti­ği kişilere olmamalıdır:
“Allah’ın size indirdiklerine tabi olun diye onlara söylendiğinde, onlar: Biz ancak babalarımızı, ataları­mızı üzerinde bulduğumuz yol üzerinde yürürüz, dedi­ler. ”
İmdi, Allah ve Resulüne itaat edip onların emirleri­ne uyma yerine, kendinin ve ebeveyninin alışkanlıkla­rına, kendi milletinin örf, âdet ve ananelerine bağlı ka­lan kişi; Allah’ın tehdidine lâyık olan cahiliyet insanla­rından olacaktır. Aynı şekilde kendisine bir konuda doğru yol ve şeriat hükmü açıkça belirdiği, kendisine Allah’ın peygamberi eriyle birlikte gönderdiği talimat ulaştığı halde yine de bunu kabul etmeyen ve kendi âdet ve alışkanlıklarına yönelen kişi kötülenmeye lâyık ve azaba müstehaktır.”[293]
Ibn teymiye; böyle araştırıp bulma ve delillerle is­pat etme yeteneği taşıyan ve bu konuda en sağlam gö­rüşün kime ait olduğunu, hangi içtihadın daha isabetli olduğunu bilen âlimler hakkında daha geniş bilgi vere­rek şöyle yazar:
“Delillerini bulup bir meselenin iç yüzünü kavra­makta yeteneği olan bir âlimin başka birine uyması ke­sinlikle ona haramdır denilmiştir. Başka bir görüş de, kesinlikle caiz olduğu hakkındadır. Daha başka bir gö­rüş ise; mecburiyet halinde caiz olacağı şeklindedir. Meselâ; kendisinin doğrudan araştırıp bulmasına za­man bakımından imkân olmadığı hallerde durumu böyledir, denmiştir. İşte bu son görüş doğruya daha ya­kındır.[294]
Şüphesiz ki tam ictihad yapmaya yetkisi olan biri hakkında İbn Teymiye’nin karar ve kanaati şöyledir: Eğer bir yerde, bu tam içtihad yapma yetkisine sahip olan kişinin gözüne nasslar (kaynakların yazılış şekli) ilişse de bu nasslara karşı koyacak ve onları bertaraf edecek, bir başka sebep de ortada yoksa o zaman onun bu nasslara uyması şarttır. Bu noktada şöyle der:
“Uyduğu mezhebin içtihadlarındaki bir meselede nassı bertaraf edecek bir delil olmadığını kesinlikle an­layan, tam içtihad yapmaya gücü yeten birinin, nassa uyması şarttır. Eğer uymazsa (ve nassa aykırı olan kı­yas veya içtihad üzerinde devam ederse) o zaman o ki­şi; “Onlar ancak zan ve tahmine ve nefislerinin isteklerine uyarlar” âyetindeki ilâhî tehdide lâyık olur. Al­lah’a ve Rasûlüne en çok isyan edenlerden olur.”[295]

İbn Teymiye’nin Fıkıh Değeri:


İbn Teymiye’nin amelî durumu konu edilirse bunu şöyle özetliyebiliriz: O, çeşitli konularda daha çok İmam Ahmed b. Hanbel’in mezhebine göre fetva ver­miştir. Pek çok meselede İbn Teymiye’nin kanaat ve fetvaları; dört mezhebe veya doğru yolda olan imamlar­dan herhangi birinin içtihad ve fetvasına uygun düşer. Bazı konularda kendisi içtihad etmiş, Kitap, sünnet, ic-ma ve kıyas ışığında fetva vermiştir. Bunların hepsini gözönünde tutarak onun hakkında doğru bir sonuca varmak istersek bir cümleyle deriz ki: O, Hanbelî mez­hebine bağlı[296] bir müctehiddi[297]

İbn Teymiye’nin Daveti ve Etkisi:


İbn Teymiye’nin ıslahat ve yenileme çalışmaların­daki başarısı şudur: O nasıl Kitap ve sünneti, akaidin (inançların) kaynağı yapmaya bütün gücüyle davet et­miş, kendisi de başarılı bir şekilde bunun üzerinde amel etmişse, aynı şekilde Kitap ve sünneti fıkıhla ilgi­li meselelerin ve hükümlerin kaynağı yapmaya, onları hak ve doğruluğun Ölçüsü kabul etmeye şiddetle davet etmiştir. Kendi devrinde de bu davetine uygun davra­narak, yaşayarak bunu göstermiştir. “Bir şeyde anlaş­mazlığa düşerseniz onu Allah’ın ve Peygamberinin buyruklarına başvurarak çözünüz” âyetine göre hare­ket etmede örnek olmuştur.
Onun bu daveti; bir süredir yeni düşünce ve incele­meleri, hükümler ve meseleleri Kitap ve sünnetle kar­şılaştırma işinin tükendiği, içtihad ve hüküm çıkarma akışının bir süredir durgun olduğu fıkıh ortamlarında, ümmetin ilmî toplumlarında, yeni ilmî ve fikrî canlılık meydana getirdi; doğrudan doğruya Kitap ve sünnete başvurma hareketini doğurdu.
Böylece o, İslâm’ın ilk asırlarında bulunan ve müs-lümanların hayatının temeli olan sağlam ve gerçek islâmî düşünceyi canlandırdı. O; bütün bu ilmî ve amelî başarılarından dolayı Allah Teâlâ’nın, bu dini ye­nileme ve canlandırma görevini yaptırdığı İslâm tarihi­nin seçkin kişilerinden biridir.
Âyet:
“İşte bu Allah’ın en büyük bir lütfudur ki onu dile­diklerine verir. Allah, büyük lütuf sahibidir.”[298]
[1] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/161-163.
[2] er-Reddu’1-Vâfır, s.31.
[3] A.g.e., s.30.
[4] Zadu’1-Meâd, c.l, s.336.
[5] el-Kevâkibü’d-Dürriye, s.
[6] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/163-167.
[7] A.g.e., s. 161.
[8] er-Reddü’1-Vâfır, s.71.
[9] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/167-172.
[10] el-Kevâkibü’d-Dürriye, s. 156-157.
[11] A.g.e., s. 156-157.
[12] A.g.e., s. 156.
[13] A.g.e., s. 156.
[14] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/172-175.
[15] Örnek olarak Bk. İktîda es-Sırât el-Müstâkîm, Muhalefetti Ashâbi’1-Cehîm.
[16] Bk. Nûr Sûresinin tefsiri, İhlâs sûresinin tefsiri vs.
[17] Örnek olarak bk. Minhâc es-Sünne ve Hristiyanlığı değişti­renlere en sağlam kitabi cevap.
[18] el-Kevâkibü’d-Dürriye, s. 155.
[19] . A.g.e., s. 155.
[20] Nüzhetul-Havâtır, c.2, s. 140.
[21] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/175-180.
[22] Karşı çıkma ile değişik görüş ileri sürme arasında fark ol­duğu unutulmamalıdır. Farklı görüş sahibi olma, her ilim sahibi ve araştırıcının hakkıdır ve bu hak hiç bir devirde âlimlerden çekilip alınamaz. Burada farklı görüş değil; kar­şı çıkıştan, dalâlet ve küfürle itham etmenin sebeplerinden bahsedilmektedir.
[23] Sonradan gelen âlimlerin en büyüklerinden olan, Şâh Ve-liyyullah Dehlevî, eserlerinde yer yer buna işaret etmekte­dir. İzâletü’1-Hafâ isimli eserinin bir yerinde bu konuyu izah eder: c.2, s.84.
[24] el-Bidâye ve’n-Nihâye, c.14, s.144.
[25] Allâme Numan Alûsî   bu şahsî görüşleri Cilâü’l-Ayneyn isimli eserinde (s. 43) bir araya toplamıştır.
[26] İbn Batûta, Seyahatnamesinde bu olayı gözüyle gördüğü; bir olay olarak anlatmıştır. Biz bunu ünlü Suriyeli âlimj Behçet al Beytâr’a söylediğimizde demiştir ki: Tarihî açıdan bu rivayet tamamen geçersizdir. İbn Batûta’mn kendisi 726 yılının Ramazan ayında Şam’a geldiğini söylemektedir. Halbuki, İbn Teymiye’nin ondan en az bir ay önce hapsedildiği kesindir. Hem de İbn Teymiye hiçbir zaman Emevî camiinde hatiplik görevi yapmamıştır. O zaman ha­tip Celâleddin Kazvînî idi. Bundan da anlaşılıyor ki; ya İbn Batûta benzetti veya yanlış ifade kullandı.
[27] Mektubât, c.l, 260 No.lu mektup.
[28] Mektubât, c.l, 260 No.lu mektup.
[29] Cilâlü’l-Ayneyn, s. 43-44.
[30] Nass; âyet ve hadislerin söz dizilerine denir.
[31] Fass; Muhiddin Arabi’nin Füsûs el-Hikem adlı eseri kaste­dilmiştir.
[32] Kitap ve sünnetin hükümleri ve talimatı demektir.
[33] Muhiddin Arabi’nin meşhur kitabının adıdır.” (Y. Karaca)
[34] Mektubât, el., Mektup No: 100.
[35] Buharı ve Müslim.
[36] Bu kitap 1329 H. de Mısır’da basılmış ve İbn Teymiye hak­kında çok değerli bilgiler veren önemli bir eserdir.
[37] . Doğumu H. 909 Mısır, vefatı H. 973 Mekke. Eserleri arasında dört ciltlik Tuhfetu’l-muhtâc, ez-Zevâcir, es-Savâik ve el-Fetâvâ özellikle meşhur olanlarıdır. Bu İbn Hacer el- Mekkî, İbn Hacer el-Askalân’dan ayrı ve ondan daha sonra u”      gelen biridir. İbn Hacer el-Askalânî, meşhur hadis imamı “son derece araştırmacı ve keskin görüşlü bir âlimdir. Sonraki bilginler arasında onun gibisini bulmak zordur. İbn  Hakem el-Mekkî, ilim, keskin görüş, geniş anlayış ve incelemede ünlü adaşına erişemez.
[38] Bu kitap Mısır baskısı ile 362 sayfa tutmaktadır. 1928 H.de  Mısır’da Bulak Matbaasında basılmıştır.
[39] Herat (Afganistan)’lı idi. Devrinin büyük âlimlerinden sayılirdi. Mekke’ye göç etti ve oraya yerleşti. Hac menâsikinin, fıkıh ve hadisin en seçkin âlimi er in dendi. Eserleri arasında Mirkât, Fikıh-ı Ekber Şerhi, Şifâ Şerhi, Şemâil-i Tirmizî Şerhi, Nuhbe Şerhi, Şâtibiyye Şerhi, Cezeriyye Şerhi, Hulâsa-i Kâmûs vs. meşhurdur. Tasavvuf lezzetine de aşina idi. 1014 H. yılında vefat etti. Ezher Camii’nde büyük, kalabalık bir cemaatla gıyabında cenaze namazı kılındı.
[40] . Bu arapça mektubun bir bölümüdür. Şah Veliyyullah Dehlevî Hazretleri, çağdaşı büyük bilginlerden Thathlı Muhiddîn’e cevap olarak yazmıştı. Bu zât, Şah Veliyyullah Dehlevî’den; İmam İbn Teymiye’nin görüşlerinde tek başı­na kaldığı için bazı meselelere ve ona karşı çıkanların ihtilâf ettikleri konulara değinerek bunlar hakkındaki gö­rüşünü sormuştu. Bu mektuplar mecmuası Şah Veliyyul-lah’m ünlü talebesi Hacı Muhammed emin Keşmîrî tarafın­dan derlenmiştir. Bu mektup Cilâu’l-Ayneyn isimli kitapta da aynen nakledilmiştir.
[41] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/181-200.
[42] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/201-204.
[43] el-Ukûdü’d-Dürriye, s.6.
[44] el-Kevâkibü’d-Dürriye, s. 145.
[45] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/204-206.
[46] A.g.e, s. 196.
[47] er-Reddü’1-Vâfır, s. 36.
[48] A.g.e., s. 38.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/206-207.
[49] A.g.e., s. 65.
[50] el-Kevâkibü’d-Dürriye, s. 166.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/207-209.
[51] A.g.e.,s. 158.
[52] A.g.e.,8. 157.
[53] A.g.e.,S.157.
[54] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/209-212.
[55] Medancu s-Salıkîn, el, s. 96.
[56] el-Kevâkibü’d-Dürriye, s. 164.
[57] Medâricü’s-Sâlikîn, el, s. 496.
[58] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/212-213.
[59] er-Reddül-Vâfır, s. 36.
[60] el-Vâbil es-Sayyib, s. 66.
[61] Medâricü’s-Sâlikîn.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/213-214.
[62] el-Kevâkibü’d-Dürriye, s. 149.
[63] Cilâü’l-Ayneyn, s. 8.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/214-215.
[64] el-Kevakibü’d-Dürriye, s. 161.
[65] Cilâü’l-Ayneyn s. 6.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/215-217.
[66] er-Reddül-Vâfir, s. 89.
[67] Medâricu’s-Sâlikîn, c.2, s. 250.
[68] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/217-218.
[69] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/221.
[70] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/222-224.
[71] er-Red Ale’l-Bekrî, s. 295.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/224-225.
[72] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/225-226.
[73] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/226-227.
[74] A.g.e., s. 351.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/227.
[75] A.g.e.,s. 328.
[76] er-Red Ale’l-Ahnaî, s. 82.
[77] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/228-229.
[78] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/229-231.
[79] er-Red Ale’l-Bekrî, s. 295.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/231.
[80] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/231-232.
[81] Bu iki eser 1346 yılında Mısır’da Selefiye matbaasında bir kitap halinde, biri diğerine derkenar olarak basılmıştır. (Yu­suf Karaca)
[82] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/232-234.
[83] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/234-235.
[84] er-RedAle’l-Bekrî,s. 377.
[85] A.g.e., s. 56.
[86] er-Red Ale’l-Bekrî, s. 134.
[87] et-Tevessül ve’1-Vesîle, s. 15.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/235-238.
[88] A.g.e.,s. 132
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/238-239.
[89] Zümer, 39/43-44.
[90] Secde, 32/4.
[91] Bakara, 2/255.
[92] Ziyaretü’l-Kubûr risalesi, s. 106-112, özet olarak.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/239-242.
[93] . A.g.e., s. 104-105.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/242-244.
[94] Hac, 22/75.
[95] el-Vâsıta Beyne’l-Halkı ve’l-Hakk, s. 45-46.
[96] A.g.e., s. 46.
[97] A.g.e., s. 46.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/244-247.
[98] er-Red ale’l-Bekrî, s. 234.
[99] A.g.e., s. 281.
[100] er-Red Ale’l-Ahnaî, s. 102
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/247-249.
[101] A’râf, 7/29.
[102] Cin, 72/18.
[103] Tevbe, 9/18.
[104] Bakara, 2/187.
[105] Bakara, 2/114.
[106] er-Red Ale’l-Anhaî, s. 49.
[107] er-Red Ale’l-Bekrî, 313. İbn Teymiye’nin bu yazdıklarının gerçek olduğu, tarihî araştırmalarda görülmüştür. Mısır’da  Hz. Hüseyin’in başının gömülü olduğu, Hz. Zeyneb’in, Hz.  Sekîne’nin cesedlerinin gömülü olduğu, Necef de Hz. Ali’nin, Şam’da Hz. Peygamber’in eşlerinin ve Hindistan’da bazı , meşhur mezarların, tarihî olarak gerçek olduğu şüphelidir.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/249-251.
[108] er-Red Ale’l-Bekrî, s. 311.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/251-253.
[109] Tefsîru Sûreti’l-îhlâs, s. 118.
[110] Kitâbu’n-Nübüvvât, s. 274.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/253-255.
[111] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/255-257.
[112] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/258.
[113] Tabakâtu’1-Ümem, s. 47
[114] Geniş bilgi için İbn Nedim’in Fihrist’ine, Tabakâtü’l-Etıbbâ ve Ahbâru’l-Hukemâ vs. kitaplara bakabilirsiniz.
[115] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/258-260.
[116] eljCem’u Beyne Re’yi’l-Hakîmeyn.
[117] Müridin, şeyhine hayranlık duyarak kendini yok edip herşeyiyle ona bağlanması demektir. (Y.K.)
[118] Lütfî Cuma, Tarih-i Felâsife-i İslâm, s. 155.
[119] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/260-263.
[120] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/264-265.
[121] er-Red Ale’l-Bekrî, s. 143.
[122] Tefsiru Sûreti’l-îhlâs, s. 57.
[123] er-Red Ale’l-Mantıkıyyîn, s. 134.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/265-266.
[124] Meâric el-Usûl, (Mecmua er-Resâilu’1-Kübrâ’dan), s. 186.
[125] Tefsiru Sûreti’l-îhlâs, s. 57.
[126] Nakz eî-Mantık, s. 178.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/266-268.
[127] er-Red Ale’l-Mantıkıyyîn, s. 395.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/268-269.
[128] Yunusu, 10/39.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/270-271.
[129] Tefsîru Sûreti’I-îhlâs, s. 57.
[130] Nakz el-Mantık, s. 177.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/271-272.
[131] Tefsîru Sûreti’l-İhlâs, s. 67.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/273.
[132] Nakz el-Mantik, s. 113.
[133] er-Red Ale’l-Bekrî, s. 206.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/273-274.
[134] Tefsîru Sureti’1-İhlâs, s. 37.
[135] er-Red Ale’l-Mantıkıyyîn, s. 221.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/275.
[136] er-Red Ale’l-Bekrî, s. 115
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/275-276.
[137] en-Nübüvvât, s. 22.
[138] A.g.e., s. 168.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/276-279.
[139] A.g.e., s. 148.
[140] .A.g.e.,s. 148.
[141] A.g.e., s. 240
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/279-282.
[142] Nakz el-Mantık, s. 162.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/282.
[143] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/282-283.
[144] er-Red Ale’l-Manükıyyîn, s. 255.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/283-284.
[145] A.g.e., s. 255.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/284-285.
[146] A.g.e., s. 321.
[147] A.g.e., s. 150,
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/285-286.
[148] en-Nübüvvât, s. 153.
[149] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/286-288.
[150] Nakz el-Mantık, s. 114.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/288.
[151] Makâsidu’l-Felâsife, s. 3.
[152] Lütfı Cuma, Tarih-i Felâsife-i İslâm, s. 120-121.
[153] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/289-290.
[154] er-Red Ale’l-Manükıyyîn, s. 27-28
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/290-292.
[155] A.g.e.,S.31
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/292-293.
[156] Nakz el-Mantık, s.155.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/293-294.
[157] er-Red Ale’I-Mantıkıyyîn, s. 194.
[158] A.g.e., s. 167.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/294-295.
[159] A.g.e., s. 199.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/295-296.
[160] A.g.e., s. 200
[161] A.g.e., s. 3
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/296.
[162] A.g.e., s. 255
[163] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/297-298.
[164] Nakz el-Mantık, s. 164.
[165] İbn Haldun, Mukaddime, s. 473.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/298-300.
[166] er-Red Ale’l-Mantıkıyyîn mukaddimesi.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/300-302.
[167] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/302-303.
[168] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/303-305.
[169] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/306-307.
[170] Geniş bilgi için bkz. c.l, s. 381.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/308-309.
[171] Bu kitap 1395 sayfadır 1322 H. (1905 M.) yılında Mısır’da basılmıştır.
[172] ibn Teymiye, s. 519.
[173] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/309-311.
[174] el-Cevâb es-Sahîh, c.l, s. 119-120.
[175] A.g.e., s. 199.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/311312.
[176] A.g.e.Jc.l,s.l8.
[177] . A.g.e., c.3, s. 134.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/313-314.
[178] A.g.e., c.2, s. 10.
[179] A.g.e., c.l, s. 368-369.
[180] A.g.e.,c.l,s. 368.
[181] A.g.e.,c.l,s. 372.
[182] A.g.e., c.2, s. 12-13.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/315-318.
[183] A.g.e., c.l,s. 376.
[184] A.g.e., c.l,s. 380.
[185] A.g.e., c.l,s. 373.
[186] A.g.e., c.l,s. 373.
[187] A.g.e. c.2, s. 4
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/318-320.
[188] A.g.e.,c.3.,s.l81.
[189] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/321-322.
[190] A.g.e., c.3, s. 181-182.
[191] A.g.e., c.3, s. 155.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/322-323.
[192] A.g.e., c.3, s. 185-186.
[193] A.g.e., c.3, s. 189-190.
[194] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/323-326.
[195] Zâriyat, 51/7-9.
[196] A.g.e., c.3, s. 126.
[197] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/326-329.
[198] A.g.e., c.2, s. 312$len 3. cildin 3. sayfasına kadar.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/329.
[199] A.g.e., c.4, s.16, 78-95.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/330-331.
[200] A.g.e., c.4, s. 66-224.
[201] A.g.e., c.4, s. 178.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/331-332.
[202] A.g.e, c.4, s. 181.
[203] A.g.e., c.4, s. 82
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/333-335.
[204] A.g.e., c.4, s. 81-82
[205] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/335-336.
[206] A.g.e.,c.l,s. 181.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/336-338.
[207] A.g.e., c.l, s. 115-116.
[208] A.g.e., c.l, s. 117-118.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/338341.
[209] Bu kitap büyük boy olarak 4 cilt halindedir. Kitabın top­lam sayfası 1214’dür. H. 1322’de Mustafa el-Bâbî Halebî’-nin gayretiyle Mısır’da Emeviye matbaasında basılmıştır. Büyük âlim Zehebî bunun özetini el-Müntekâ ismiyle yapmıştır. Şu anda bu eser Muhammed Nasîf in ilgisi ve üstün himmetiyle ve Prof. Muhibbuddîn el-Hatîb’in gayre­tiyle Mısır’da yayınlanmıştır.
[210] Nemi, 27/18.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/342-345.
[211] Minhâc es-Sünne, c.4, s. 81.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/345-346.
[212] . AYâf, 7/15.
[213] Minhâc es-Sünne, c.l, s. 152.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/347-348.
[214] A.g.e., el, s. 40
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/348-349.
[215] A.g.e., c.l, s. 6.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/349-350.
[216] A.g.e.,c.2, s. 83.
[217] A.g.e., c.2., s. 84.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/350-351.
[218] A.g.e., c.2, s. 99.
[219] Nisa, 4/51, 52.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/351-352.
[220] A.g.e., c.2, s. 200-201.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/352-353.
[221] Haşr, 59/10.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/353-354.
[222] Minhâc es-Sünne.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/354.
[223] . A.g.e., c.4, s. 123.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/354-356.
[224] .A.g.e., c.3.,s. 209.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/356-357.
[225] Zümer, 39/33-35.
[226] Ahkâf, 46/16.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/357-358.
[227] Minhâc es-Sünne, c.3, s. 242.
[228] A.g.e., c.3, s. 241.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/359-361.
[229] A.g.e., c.3, s. 245.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/361-362.
[230] A.g.e., c.4, s. 126.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/362-364
[231] A.g.e., c.4, s. 287.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/364-365.
[232] A.g.e, c.  2, s. 125.
[233] A.g.e., c. 2, s. 126.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/366.
[234] A.g.e., c.4, s. 2-79, 80-129- 209-213.
[235] A.g.e., c.4, s. 67-68.
[236] A.g.e., c.4, s. 186.
[237] A.g.e., c.4, s. 255.
[238] Minhac es-Sünne ve bazı tarih kitaplarında bu Moğol hakanı bu isimle de anılmaktadır.
[239] Bir başka âyet ise şudur: “Hani o kâfirler kalplerindeki ca-hiliyet çağının asabiyet ateşini ateşlendirdiklerinde, Allah, Peygamberine ve inananlara huzur indirdi…” (Fetih, 48/26)
[240] Tevbe 9/25-26.
[241] Minhâc es-Sünne, c.4, s. 274-277.
[242] Bedir meydanında bir çardak kurulmuştu, altında Hz. Peygamber secdeye kapanmış bir vaziyette dua halinde bulunuyordu. Bu sırada Peygamberimizin yanında sadece  Hz. Ebu Bekir vardı. Bkz. Siyer ve Hadis kitapları.
[243] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/367-375.
[244] MinMc es-Sünne, c.4, s. 56.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/375-376.
[245] A.g.e., c.3, s. 249-250.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/376-377.
[246] A.g.e., c.3, s. 40.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/377.
[247] A.g.e., c.l, s. 131.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/377-378.
[248] A.g.e., c.l, s. 5.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/378.
[249] A.g,e., c.4, s. lll.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/378-379.
[250] A.g.e., el, s. 165,
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/379.
[251] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/380-381.
[252] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/381382.
[253] Testini İbn Teymiye adıyla Kayyime matbaasında Bom­bay’da basılmıştır.
[254] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/382-384.
[255] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/384.
[256] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/384.
[257] Genellikle fetva isteği hangi şehirden gelirse verilen cevap risalesine o şehrin adı verilirdi.
[258] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/385.
[259] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/385-386.
[260] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/386.
[261] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/387-388.
[262] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/388-389.
[263] Âl-İİmran, 3/66.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/389-390.
[264] Beyân-ı Muvâfakat-ı Sarîh el-Ma’kûl li-Sahîh el-Menkûl c.l, s. 3.
[265] A.g.e., el, s. 3
[266] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/390-393.
[267] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/394-395.
[268] A.g.e., c.l, s. 46.
[269] A.g.e., c.l, s. 80.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/395-397.
[270] A.g.e.,c.l, s. 101
[271] A.g.e.,c.l, s. 101
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/397-398.
[272] A.g.e., c.4, s. 153.
[273] Âl-İ İmran, 3/151.
[274] Sarîh el-Ma’kul, c.4, s. 154.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/398-400.
[275] A.g.e., c.3, s. 272.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/400-401.
[276] Bu kitap Minhâc el-Sünne’nin kenarında dört cild olarak yayınlanmıştır.
[277] Sarîh el-Ma’kûl, el, s. 74.
[278] A.g.e., el, s. 83.
[279] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/401-403.
[280] A.g.e., c.l, s. 14.
[281] A.g.e., c.3, s. 68.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/403-404.
[282] A.g.e., c.3, s. 10.
[283] A.g.e., c.l, s. 167. İbn Teymiye çeşitli kitaplarında uzun uzun açıklayarak, te’vil’in üç mânaya geldiğini anlatmış­tır. Biri, Kur’an’m kullandığı terim olarak, gerçek yüzü ve meali kastedilmiştir. Diğeri öncekilerin kullandığı terim olarak, kelimenin tefsiri kastedilmiştir. Üçüncü şekilde de daha sonraki âlimlerin ve kelâmcıların kullandıklarıdır. Bu da, kelimenin dış mânâsı çıkmadığı için başka mânaya kullanılmasıdır.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/404-406.
[284] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/406.
[285] Huccetullâhi’l-Bâliğa, c.l, s. 122
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/409-411.
[286] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/411-412.
[287] A.g.e., el, s. 124.
[288] A.g.e., c.l, s. 125.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/412-414.
[289] A.g.e., el, s. 124.
[290] A.g.e.,c.l,s. 124.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/414-416.
[291] . Enbiyâ, 21/78-79.
[292] Şeyhülislâm İbn Teymiye Fetvaları, c.2, s. 201-202.
[293] A.g.e.,c.2, s. 202.
[294] A.g.e., c.2, s. 384.
[295] A.g.e., c.2, s. 385.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/416-421.
[296] Bağlı müctehid demek; temelde ve teferruatlarda müctehid olduğu halde ictihad ve ispat tarzlarında bir mezhep ima­mına uyan ve genellikle onun çizgisinden ayrılmayan kim­se demektir.
[297] İbn Teymiye’nin fıkıh değerini, onun müctehid olarak dere­cesini daha iyi anlamak için bakınız: Muhammed ebu Zeh­ra, İbn Teymiye, s. 350-352.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/421.
[298] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/421-422.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...