İBNİ TEYMİYYE’NİN ÖZELLİKLERİ VE İSLAMI ÖZÜNE DÖNDÜRME ÇABALARI
3 NCÜ BÖLÜM
Yunan İlahiyatı İle Peygamberlerin Getirdikleri Bilgilerin Karşılaştırılması:
Yunan filozoflarının ilahiyat konusundaki görüşlerini, kıyas ve tahminlerini tenkid edip bunun üzerinde görüşlerini açıklarken İbn Teymiye, onlara hayret ettiğini açıklar ve peygamberlerin bildirdikleri gerçekleri, getirdikleri bilgileri o filozofların karşısına dikerek onlarla çatışmaya başlar. Büyük bir coşku ve duygu ile şöyle yazmaktadır:
“İlahiyat konusunda (tabiatüstü konuları ve Allah’ın varlığını, sıfatlarını ve madde dışı varlıkları inceleyen bilgiler) en büyük öğretici bildikleri Aristo’nun sözlerini bir kimse incelediğinde, kültürlü bir insan onları dikkatle okuduğunda; o Yunan filozoflarından daha fazla âlemlerin Rabbini tanımaktan nasibi olmayan, hiçbir şey bilmeyen bir kimse olmadığını kesinlikle görecek ve hayretler içinde kalacaktır.
Bazı kişilerin Yunan ilahiyatı ile peygamberlerin getirdiği bilgiler ve öğretilerle karşılaştırmaya başladıklarını görünce, insan bunun; demircilerin meleklerle veya köylü çiftçilerin dünya padişahıyla kıyaslamak; demek olduğunu hisseder. Hatta bunda bile bir ölçüde! ilim ve adalet ihtimali vardır. Fakat filozofların peygamberlere karşı konması son derece cehalet ve aşını bir zulümdür. Çünkü köyün çiftçisi herşeye rağmen! köy düzeninin bir parçasıdır. O padişahla bir tür benzerliğe sahiptir, bir bütünün ortağıdır.
Fakat filozoflarla peygamberlerin durumu Öyle değildir. Peygamberlerin getirdikleri bilgiler konusunda filozofların hiçbir bilgisi yoktur. Hatta onlar onun yanından bile geçmemişlerdir. Gerçek şu ki; yahudi ve hristiyanlarm kâfirleri bile bu filozoflara nazaran ilâhî meselelerden daha çok haberdardırlar.
Benim bununla anlatmak istediğim sadece, peygamberlerin özelliği olan, başkalarına nasip olmayan, vahiyle bildirilen özel bilgi değildir. Çünkü bu konumuzun dışındadır. Benim söylemek istediğim; Allah Teâ-lâ’yı bilmek, bir olduğuna inanmak, onun isimlerini, sıfatlarını anlamak, peygamberlik, âhiret ve âhirette mükâfatı gerektiren, bu dünyadaki işleri öğrenmekle ilgili olan ve birçoğu peygamberlerin aklî delillerle anlattıkları meseleler hakkındaki bilgilerdir. Bu ilâhî, dinî ve şer’î akıl bilgileridir ki, o filozoflarda bu bilgilerden ne bir eser vardır, ne de onların anlattıklarında bu bilgilerden bir iz ve işarete rastlanmaktadır.
Peygamberlerin özelliklerinden olan bilgilere ve görünmeyen gerçekleri tanımaya gelince; burada onları anlatmaya gerek yoktur. Bu konu, felsefe ve peygamberlik bilgilerinin karşılaştırılmasına girmez. “[127]
Yunan Filozoflarının Cehalet ve İnkârları:
İlâhî bilgilerde filozofların yeteneksizliklerini, onların bilgilerinin ve anlattıklarının eksikliğini, pek çok görünmeyen gerçekleri ve varlıkları inkâr edişlerinin sebebini İbn Teymiye şöyle anlatmaktadır:
“Peygamberlerin haber verdiği gayb âleminden (görünmeyen gerçek âlem) ve bütün varlığı kuşatan, varlıkları doğru şekilde bölümlere ayıran, sağlam bir sınıflandırma yapan aklî düzenlemelerden filozoflar tamamen habersizdirler. Buna ancak bütün varlıkların her çeşidini kuşatabilenin gücü yetebilir. Bu filozoflar ise sadece sayısını ve onun bazı ayrılmaz parçalarını bilmektedirler ki, bu da varlıkların çok azını tanımaktır. Çünkü insanların görmediği varlıklar gördüğü varlıklarla karşılaştırılırs a, görmediklerinin çok fazla olduğu görülecektir. Bundan dolayı, bilgileri filozofların bildirdikleri kadarla sınırlı olan kişiler; peygamberler, melekler, arş, kürsî, cennet, cehennem vs.yi duyduğunda şuna inanmaktadır ki; var olan ancak kendilerinin bildikleridir. Onun bilgi çemberinin dışında var olanların varlığı yoktur. Bu dürunfda o kişiler şaşırıp kalmakta, bundan dolayı da kendi bilgilerine uygun biçimde peygamberlerin sözlerini te’vil etmeye (değişik yorumlamaya) başlamaktadırlar.
Aslında bu; bir delil olmadığından, bu varlıkların var olmadığını ispat eden bir bilgileri de bulunmadığından, bir şeyin var olduğunu bilmemek ayrı şey, bir şeyin yok olduğunu bilmek ayrı şey olduğundan —bizim bilmediğimiz şeyin yok olması gerekmez— onlar görünmeyen gerçekleri inkâr etmeye başladıklarında, onların bu inkârı; bir doktorun, tıp bilgisi içinde cinlerin varlığının ispatı olmadığından dolayı cinleri inkâr et-
mesine benzer. Halbuki aynı tıp bilgisinde cinlerin varlığının isbatı yoksa da, inkârı da yoktur. Aynı şekilde bir ilim dalında bilgisi olan ve o konuda halk karşısında üstün konumda olan bir kişinin, kendi branşının dışında olduğu için bilmemesinden dolayı bunları inkâr etmeye başladığını görürsün.
Gerçek şu ki, insanlar eşyaların varlığını kabul etmekte yedikleri darbeleri, reddetmeleri halinde yedikleri kadar yemediler. Aslını astarını, gerçek hâlini tam olarak bilemedikleri şeyi yalanlayıp onun varlığını inkâr etmeye eğilimli olması insanlarda çok eski ve yaygındır. Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
“Hayır, o kâfirler; ilmini kavrayamadıkları ve henüz kendilerine hakikat ve inceliği hakkında bir bilgi gelmemiş olan şeyi (Kur’an’ı) yalanladılar. [128]
Puta ve Yıldızlara Tapan Yunanlılar:
Eski Yunan tarihinden anlaşılıyor ki; tabiat bilgilerinin, riyazi (matematiksel) bilgilerin ve edebî bilgile- | rin büyük ölçüde temel bilgilerini dünyaya sunan, bu ; konularda insanlığa büyük bir birikim bırakan, binler- ! ce sene akıl ve düşünce önderliği yapan ülke; kendi tarih sürecinin büyük, bir bölümünde puta ve yıldızlara i tapan, yüzlerce vehim ve hurafelere saplanmış bir yerdi.
Modern tarih, Yunanlıların putçuluğunu ve onların millî mitolojisini (akıl mantık dışı efsâne inanışlar) açığa çıkarmıştır. Artık eski Yunanın; devler, tanrıçalar, yıldıza tapınma mabetleri ve heykellerle örülü bir ağ içinde olduğunda şüphe yoktur. Tercüme edilerek İslâm dünyasına gelen ve onlar aracılığıyla da Avrupa’ya ulaşan eski Yunan felsefesi, işte bu putperestlik ve yıldızlara tapıcılık rengine boyanmıştı.
Yunan felsefecileri; kendi dinî düşüncelerini ve müşrikçe kavramlarını, felsefenin gösterişli ve azametli deyimleri içine aktardılar. Eski Yunan din tarihinden haberi olmayan müslünıan felsefe âlimleri de, bunları ilmî gerçekler zannederek araştırma ve incelemelerine konu edindiler ve onların .gerçek olduğunu ispat etmeye koyuldular. İmam İbn Teymiye, çok derin görüşü ve üstün zekâsı ile asırlar önce bu inceliği açığa çıkarmıştır. Bir yerde şöyle yazar:
“Eski yunanlılar meselesine gelince; gerçek şu ki, onlar katı müşrik kimselerdi. Sihir ve büyü ile çok uğraşırlar, ondan zevk alırlardı. Yıldızlara, putlara taparlardı. Onlara taptıkları için astronomiye ve yıldızlara ilgileri artmış ve onlar adına mabedler yapmışlardır.[129]
Bir başka yerde de şöyle yazar:
“Bu bakımdan eski Yunan filozoflarının önce gelen veya daha sonra gelen başları, şirk inancına yol gösterirlerdi. Önce gelenleri yıldızlara, küçük ilâhlar derler ve çeşitli şekillerde onlara ibadet ederlerdi. Bunların peşinden giden müslümanlar ise; şirkten menetmezler, tevhid inancını kabul etmeyi de gerekli görmezler, hatta şirki ya caiz kabul ederler veya buna emir verirler yahut da en azından tevhidi şart kabul etmezler.”[130]
Önceki ve Sonraki Yunan Filozofları Arasındaki Fark:
Eski Yunan filozofları ile, daha sonra gelen Yunan filozofları arasındaki farkı görmesi ve bunlar arasındaki farklı düşünceyi sezmesi, İbn Teymiye’nin çok ince görüşlülüğü ve gerçeği tanıma büyüklüğüdür. Ona göre; eski filozoflar ile Aristo’dan öncekiler; görünmeyen gerçeklere, dinî düşünce ve kavramlara daha fazla yakın ve onları daha çok tanıyan kişilerdi. Aristo’da açıkça göze çarpan; görünmeyen ve madde dışı olan gerçekleri inkâr eğilimi onlarda görülmemektedir. Bir yerde şöyle yazar:
“Aristo’nun peşinden giden filozoflar; felsefenin temeli ve direkleri olan filozofların peşinden gitmemişlerdir. Çünkü önceki filozoflar; kâinatın sonradan meydana geldiğine inanıyorlardı. Bu kâinattan öte, bir diğer varlık âleminin olduğunu da kabul ediyorlardı. O yüce âlemin cennetle ilgili hadislerde bildirilen niteliklerini anlatıyorlardı. Aynı şekilde onlar; Sokrat, Tales vb. gibi felsefenin direği olanların sözlerinde görüldüğü gibi, ölülerin dirileceğine de inanıyorlardı.”[131]
Aristo Dinî Gerçeklerden En Uzak Olandır:
İbn Teymiye’ye göre Aristo ile eksi Yunan filozofları arasındaki bu farkın sebebi; o eski filozofların, peygamberlerin gönderildikleri ülkelere seyahat etmeleri, oralara gidip gelmeleridir. Bu şekilde onlar dinî gerçekleri tanımışlardı. Fakat Aristo böyle bir seyahat yapmamıştı. Onun eline bu fırsat geçmedi. İbn Teymiye bazı tarihçilere atıfta bulunarak durumu şöyle anlatır:
“Filozofların tarih ve biyografisini hazırlayanların anlattıklarına göre; felsefenin ilk dönem âlimleri (Pisa-gor, Sokrat, Eflâtun) Suriye vb. peygamberler ülkesine gidip gelmişlerdi. Buralara seyahat etmişler, Lokman Hekim vs. ile ve Hz. Davud ve Hz. Süleyman’ın ashabı ile görüşmüşler, onlardan faydalanmışlardı. Fakat Aristo, hiçbir zaman peygamberlerin gelmesiyle şeref kazanan bu bölgelere seyahat etmedi. Peygamberlerin getirdiği bilgilerden hiçbir zerre de kendisine ulaşmamıştı. Halbuki ondan önceki filozoflara bu tür bilgiler ulaşmıştı. Aristo’da yıldızlara tapıcılığm ortaya koyduğu bilgiler vardı. Bundan dolayı o, putperestlik ve yıldıza tapıcılığm verdiği bilgilere göre görüşlerinin temelini attı. Onun peşinden gidenler de, gözlerini kapatarak onun kanun haline gelen bu tahminî görüşleri üzerinde yürüdüler.”[132]
Ne talihsizliktir ki, İslâm dünyasına yayılan ve benimsenen felsefe, Aristo’nun felsefesi oldu ve o; son dönemlerde Yunan felsefesi olarak kabul edilmeye başlandı. Yani Yunan felsefesi sadece bundan ibaret zannedildi.
Bu noktada İbn Teymiye şöyle yazıyor:
“Fârâbî, İbn Sina, îbn Rüşd, Sühreverdî-i Maktul ve benzerlerinin takip ettikleri felsefe işte bu Meşşâî-lerin felsefesidir. Bu da tamamen, felsefecilerin İlk
Öğretici1 adıyla andıkları Aristo’dan nakledilmektedir.[133]
Yunan Felsefesinde Allah Kavramı:
Aristo’nun bu felsefesinde Allah’ın varlığı ve Allah kavramı, sadece düşüncede var olan bir şey olarak kalmaktadır. İbn Teymiye bu konuda da şöyle yazmaktadır:
“Akıl ve fikir sahibi bir insan, onların sözlerini derinden incelediği zaman görecektir ki; (Aristo ve onu takip eden) filozofların belirttikleri o tek varlığın (Allah’ın) var oluşu kavramı, sadece düşüncede (zihinde) vardır, dışarda hiçbir yerde onun varlığı yoktur.”[134]
Filozoflar, Allah’ın fiillerini ve sıfatlarını reddedip inkâr etmekte öyle aşırı hareket etmişler ve onu en basit yaratıklarda bile var olan kemâl sıfatlarından, bütün güzelliklerinden ve irâde gücünden uzak göstermişlerdir ki, bu yüzden îbn Teymiye; bundan daha fazla Allah’a hakaret olamaz diye düşünmektedir. Bir sözü naklederek bu gerçeği şöyle anlatmaktadır:
“Filozofların tevhid inancına bir tokat atıp defetmek daha iyidir, diyen büyük zâtlardan biri ne güzel söylemiştir. Hatta gerçek şu ki, bunu söyleyen hafif bile söylemiştir.”[135]
İslâm Felsefecileri Yunan’ın Sadece Taklitçileridir:
İbn Teymiye’ye göre; İslâm döneminde ortaya çıkan sonraki felsefeciler, bu eski Yunan felsefesinin palavracıları ve Aristo’nun şaşmaz taklitçileridirler. Bu şaşmaz taklitçilikleri yüzünden onlarda açık hatalar ve büyük çelişkiler bulunur.
İbn Teymiye, bu müslüman felsefecilere; Hz. Peygamber aracılığıyla kendilerine ulaşan nimetin değerini hiç bilmediler ve gözleri önünde duran, ellerinin erişebileceği bu ışık ve hidâyetten hiç faydalanmadılar, hatta bunlar onu perdelemeye çalıştılar diye çok kızar, onlara öfke ve kin duyar. Bu konuda da şöyle yazar:
“Bu son dönem müslüman felsefeciler, ilim ve iman erbabı nazarında insanların en cahilidirler. Onların sapıklıkları ve çelişkileri o kadar açıktır ki, birazcık akıllı çocuklar bile onu anlayabilir.
Çünkü onlar, sadece hak yoldan sapmış olan kendinden öncekilerin yolundan yürümeyi kararlaştırıp onların prensipleri üzerine kurulan yapıya göre davranacaklarına söz vermişlerdir. Böylece kalplere, kulaklara perde geren kişi bu ışıktan, hidâyetten hiçbir fayda temin edemez. Bu bakımdan onlar, güneşin ışığını üfleyerek söndürmeye çalışan veya eteğiyle onu kapatmaya çalışan kimselere benzerler.[136]
İbn Sînâ Peygamberliğin Ne Demek Olduğunu Bilmemektedir:
Felsefeyi taklid eden, Aristo’nun peşinden giden, onun görüşüne göre dinî gerçekleri ve inançları açıklamaya çalışan, felsefe ışığında ve ona dayanarak bu gerçekleri anlamaya, anlatmaya çalışan ve İslâm hakimleri (İslâm felsefecileri, İslâm filozofları) adıyla anılan bu İslâm döneminin felsefecilerini, İbn Teymiye şiddetle tenkid etmektedir.
Ona göre, bu görülmeyen gerçekleri ve bilgileri sadece “Yunan felsefesinin yardımı ve onun kaide ve prensipleriyle anlamak mümkün değildir. Bu konuda o en çok; müslüman doğu ülkelerinde Aristo felsefesinin en güçlü açıklayıcısı, en büyük sözcüsü kabul edilen İbn Sînâ’yı tenkid eder. Bir yerde şöyle yazmaktadır:
“İbn Sînâ; peygamberlik makamının bile, nefis (ruh) güçlerinden bir güç olduğunu, nefislerin güçlerinin ise kendi aralarında birbirinden farklı bulunduğunu ileri sürmektedir.
Böyle bir sözü ancak peygamberlik gerçeğinden haberi olmayan, peygamberliğin ne demek olduğunu anlamayan, ondan uzak olan bir kişi söyleyebilir.
Bunu, sadece şairlerin tabakalarını ve onların sınıflarını tanıyan bir insanın, dünyada fikıhçılar ve tabiplerden de bir sınıf olduğunu ispatlamaya çalışmasına ve şâirlerin varlığı ile fakihlerin ve tabiplerin de varlığına delil getirmesine benzetebiliriz. Hatta bu misâl tam olarak oturmaz bile. Çünkü peygamberlerle peygamber’ olmayanlar arasında; fakih ve tabip ile şair arasında olan farktan daha büyük fark vardır. Fakat bu felsefeciler peygamberliğin ne demek olduğunu hiç bilmemekte dirler.
Peygamberlerin peygamberlikleri konu edilince bu filozoflara tabi olanlar, bunu da o filozofların prensipleriyle, metodlarıyla ispat etmeye çalıştılar. Kaldı ki o filozofların peygamberlik hakkında hiçbir ölçüleri, görüş ve düşünceleri yoktu, peygamberleri de tanımamışlardı,[137]
Bjr başka yerde şöyle yazar:
“Bu zümre içinde peygamberliğin ne demek olduğunu kavramaktan en uzak olanlar; Yunan felsefesinin takipçileri ile Bâtmîler ve materyalistlerdir. Onlara göre peygamberliğin temeli, bütün insanlar arasında bulunan ortak değerdir.
O da, rüyadır. Gerçekte Aristo ve bağlılarının düşünce ve incelemeleri arasında peygamberlik diye bir konu yoktur.
Fârâbî, peygamberliği; sadece rüyadan bir tür olarak kabul etmiştir. Bu bakımdan o ve onun gibi düşünenler; filozofları peygamberlere tercih etmektedirler.
İbn Sina’ya göre peygamberlik mevkii filozofluktan biraz yüksektir. O, peygamberliğin üç özelliği olduğunu kabul etmiştir:
Biri; peygamberin bilgiyi, öğrenmeye çalışmadan bilmesidir. Ona göre bunun adı, kutsal güçtür. Ona göre, peygamberliğin ne demek olduğu işte bu kutsal gücün ne demek olduğu demektir.
İkincisi ise; peygamberin kendi nefsinde bilinen bir şeyi canlandırmasıdır. Arkasından onun kendi iç dünyasında bir takım nuranî (nurdan yaratılmış) şekilleri görmeye ve kendi içinde bir takım sesler duymaya başlamasıdır. Nasıl ki uyuyan bir insan uyku halinde bir takım şekiller görür, onlarla konuşur, onların sözlerini işitirse o da Öyle görür, konuşur ve işitir. Bütün bunların varlığı, uyuyan insanın sadece içindedir, dışında hiçbir şey yoktur.
İşte bunun gibi, bir çok kişinin yanında bir peygamberin duydukları, gördükleri şeyler ve diğer insanların onun görüp duymasında ona eşlik etmedikleri bütün o şeyler onun iç âleminde ortaya çıkmaktadır. Dış dünyada asla varlığı olmayan, kendi iç âleminde gördüğü varlıklardır. Böyle olaylar, beyninde arızası olan veya safrası, sevdası fazla olan kişilerde meydana gelir.
Ona göre peygamberin üçüncü özelliği de şudur: O
öyle bir güç elde eder ki, bununla o, âlemin temelinde tasarrufta bulunur da enteresan olaylar, tuhaf işler ortaya çıkar, gözlere görünür.
Onlara göre peygamberlerin mucizeleri işte bunlardır. Çünkü onlara göre âlemde ortaya çıkan olaylar, ya nefsânî gücün veya meleklik gücünün veya tabiat gücünün sonucu ortaya çıkarlar. Bu felsefecilere göre peygamberlerin nefislerinde doğan herşey faal aklın coşkunluğu, cömertliğidir.
Yine onlar peygamberlerin sözlerini işittiklerinde, bu sözlerle kendi sözleri arasında bir benzerlik kurmaya, bir uyum sağlamaya çalıştılar. Bu bakımdan onlar peygamberlerin sözlerini, buyruklarını ele alırlardı ama onu kendi prensip ve Ölçülerine uygun olarak açıklarlardı. Peygamberlerden alınmış sözler ve deyimlerle kitaplar yazarlardı. Peygamberlerin ve o felsefecilerin ne demek istediğini bilmeyen, aralarında ne kadar fark olduğunu anlamayan ve bu kitapları okuyan kimseler de bu felsefecilerin; peygamberlerin demek istediği şeyleri anlattıklarını ve açıkladıklarını zannederlerdi. İşte bu yolla pek çok kişi ve zümre yoldan çıktı ve dalâlete düştü. İbn Sînâ ve ona bağlı olanların sözlerinde bu durum açıkça görülür.”[138]
İlm-i Kelâm’m Çelişkisi ve Kelâmcıların Tereddüdü:
İbn Teymiye’nin tenkidi sadece Yunan filozoflarına ve onun taklidçileri olan İslâm felsefecilerine değildir. O; her ne kadar İslâmı savunmaya çalışmışsa da, dini ve gözlerle görülemeyen gerçekleri ispat etmek için felsefenin ispat tarzını, önermeler metodunu, kendine özgü manalar taşıyan sınırlı ve eksik felsefî deyimleri kullanan kelâmcılan da tenkid etmiştir. Kitâb en-Nü-büvvât isimli eserinin bir yerinde şöyle yazmaktadır:
“O kelâmcıların; yaratılış, diriliş, başlangıç ve sonuç üzerindeki sözleri ve yaratıcının varlığını ispat etmekte söyledikleri sözler; ne akıl bakımından sağlam ve inandırıcıdır, ne de nakil bakımından tatmin edicidir. Kendileri de bunu itiraf ederler.
İmam Râzî, ömrünün sonunda açık bir şekilde itiraf ederek demiştir ki:
“Ben, kelâm yolları ve felsefe sistemleri üzerinde çok düşündüm. Sonunda; bunlarla ne bir hastalığın şifa bulacağı ne de susamış bir kimsenin kanacağı sonucuna ulaştım. Ben en doğru ve en yakın yol olarak Kur’an yolunu buldum. İnkâr konusunda şu âyeti biraz oku: “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur”, “O’nu bilgiyle kuşatamazlar.” Yani onu tam olarak hiçbir kimse bilemez. O’nun varlığına iman konusunda şu âyetleri gözönünde bulundur: “Rahman olan Allah arş üzerine istiva etmiştir”, “Temiz sözler O’na yükselir”, “Gökte olandan güvende mi oldunuz?”
Sonunda o şöyle demektedir: “Kim benim gibi tecrübe ederse yine benim gibi aynı neticeye ulaşacaktır.”
Gazâlî ve İbn Ukayl da buna benzer aynı şekilde sözler söylemişlerdir. Gerçek işte budur.[139]
Bir başka yerde İbn Teymiye şöyle yazar:
“Kelâmcılar; ne aklın gereğine göre hareket edip saf akıl, katıksız akıl yolu üzerinde dosdoğru yürüdüler, ne de şeriat yolu üzerinde yürüdüler. Bunun da sonucu ortada. Ne yaratılış dan gelen normal akim, normal düşünmesi kaldı, ne de şeriatın doğru düşünme Özelliği. Onlar akıl ve mantık bilgilerinde safsataya düştüler. Nakil ve kulaktan duyularak öğrenilen bilgilerde de aşırı inceliğe ve yersiz teferruata indiler. “[140]
İbn Teymiye; bazan bu kelâmcıların sorularının ve şüphelerinin tesir gücü fazla olmakta ama sorulara verdikleri cevaplar daha zayıf kalmaktadır diyerek bazı kelâmcıların hatalı durumlarını açığa çıkarmaktadır. İbn Teymiye’ye göre; böyle kelâmcıların kitaplarım okumakla sınırlı kalan daha sağlam bilgiler alamayan ve onları İslâm’ın savunucusu, sözcüsü kabul eden kişiler; bu şüpheli ve güçlü sorulara karşılık daha zayıf kalan cevaplardan dolayı büyük zarar görmektedirler. O şöyle yazmaktadır:
“Bu kelâmcılar, peygamberlik konusunda konuşurlarken kafalarda, peygamberlik meselesinde çok etkili, herkesin farkedeceği ölçüde açık istifhamlar doğmaktadır. Ne zaman ki onlar bu istifhamlara cevap vermeye başlıyorlar, durum değişiyor. Herkese rahatlıkla anlattıkları, kafalara kolayca yerleştirdikleri sorulara cevap vermeye kalktıklarında, cevapları çok zayıf ve cılız gözüküyor. Biz buna örnekler de verdik. Bu durum şöyle bir sonuç ortaya çıkarıyor: Bu kelâmcıların yazdığı kitaplardan, ilim, iman ve doğru yolu bulmayı, “hidâyeti” elde etmeyi isteyen insan; işte bu, İslâm’ın hâmisi, onu savunan, onun adına İslâm meselelerini tartışan ve İslâm meselelerini aklî delillerle ispat etmek için ortaya atılan kimse olmasına rağmen, yazdığı kitaplarda işe yarar, inandırıcı, tatmin edici hiçbir delil olmadığı kanaatine varıyor. İnançlarında tereddüt ve sarsıntı meydana geliyor.
Kelâmcıların bu hareketleri, yani özellikle sarsıcı sorularından, zayıf cevaplarından dolayı, bilgileri o kelâmcıların ortaya sürdükleri delillerle ve verdikleri bilgilerle sınırlı kalan kimselere iman ve ilim yolu tıkandı, cehalet ve nifak yolu açıldı, “[141]
Kelâmcıların ve Felsefecilerin Ortak Hatası:
Ibn Teymiye’ye göre; felsefeciler ve kelâmcılar aynı türden hataya düştüler. Bütün farklı görüşlerine rağmen hareket tarzları aynı ve birdir.
“Kıyasla elde edilemeyecek olan şeyi kıyasla elde etmek istemeleri, bu iki grubun ortak hataları ve aynı ortak noktalarıdır. Onlar hem fıtratla (yaradılışla) hem de peygamberlikle, ikisiyle birden çatışmış ve güreş-mişlerdir. Bu bakımdan bu iki zümrenin görüşlerinde yanlışlar fazla, fayda azdır.[142]
Sözü Uzatıp Konuyu Zorlaştırmaları:
Kelâmcı ve felsefecilerin meseleleri ispat yolunda ileri sürdükleri deliller konusunda o şöyle demektedir:
“Bu konuda onlar, gereksiz ve yersiz olarak sözü uzatmışlar, konuyu ağırlaştırmalardır. Kelâmcıların uzun uzun deliller ve açıklamalarla ispat etmeye çalıştıkları gerçekler; daha kolay bir yolla, özlü ve fıtrata uygun biçimde ispat edilebilir. Felsefeciler ve kelâmcılar onları ispat için, yersiz uzatmaları ve karmaşık yolları tercih etmişlerdir.”
İbn Teymiye burada kendinden önceki bir tenkidçinin sözünü buna örnek olarak vermekte ve şöyle yazmaktadır:
“Kulağın nerededir? diye sorulan bir adamın, sağ elini başının üzerinden uzatarak sol kulağını, güçlükle; şudur diye göstermesi gibidir. Halbuki sağ eliyle sağ kulağını veya sol eliyle de sol kulağını rahatça gösterebilirdi, yakışanı da buydu.”
Burada İbn Teymiye, bir şairin şu beytini yazmaktadır:
“Günlerce adam düşündü taşındı, nasıl edeyim diye kafasını yordu.
Büyük bir gayretten sonra suyu anlatmak için; işte bu, sudur dedi.”[143]
Kelâmcıların Delillerine Bağlı Kalınamaz:
Kelâmcıların; “Bu ana konuların doğruluğunu ispat etmek için kelâmcıların tercih ettiği bu açıklama yollarını ve ispatlama usulünü benimsemek gerekir, bunun başka bir yolu yoktur” demelerine İbn Teymiye katılmamakta ve şöyle demektedir:
“Ara sıra bu ispatlama tarzı ve açıklama usûlü doğru olmaktadır. Ama, bundan başka herhangi bir ispatlama usulü, başka bir izah tarzı yoktur demek yanlıştır. Çünkü tecrübe, inceleme ve okumayla anlaşılmıştır ki, bir şeyi bilmek insanlar için çok gerekli ve lüzumlu ise Allah Teâlâ ona ait delilleri de, onu tanımayı da aynı şekilde bütün insanların anlayacağı biçimde kolaylaştırmaktadır.
Bu bakımdan yaratıcıyı ispat ve onun bir olduğunun delilleri ve peygamberliğin alâmetleri ve delilleri çokça bulunmaktadır. İnsanların onları tanıma vasıta-
lan ve yolları da yine çokça bulunmaktadır. Bu kelâm-cıların delillerine ve açıklamalarına pek çok kişinin hiç ihtiyacı yoktur. Genellikle bu ihtiyacı, ancak kelâmcı-ların bu yollarından başka bir yol bilmeyen veya başka yollara değer vermeyen kişiler hissetmektedir.[144]
Bu Usûlün Bir Zümreye Faydalı Oluşu:
Bununla birlikte İbn Teymiye; bu usulün, zihin yapısı ve karakter özelliği sebebiyle bazı kimselere faydalı olduğunu ve bu ispatlama tarzına ve kelâmcıların mantık usulüne göre açıklamalar yapılmadığı takdirde tatmin olmayan insanlara iyi geldiğini itiraf etmektedir. Ama bu; bilgi ve kesin kanaatin onların usul ve prensiplerine bağlı olduğu demek değildir. Aksine, bu; Özel bir çevreden, eğitimden ve psikolojik durumlardan dolayı meydana gelen bir beyin faaliyeti durumudur. O şöyle yazmaktadır:
“Bazı kimselerin durumu şöyledir: İspatlama tarzı ne kadar ince ve kapalı olursa, anlatılışları ne kadar uzun ve etraflı olursa o kadar onlara fayda sağlamaktadır.
Çünkü ince meselelerde uzun uzadıya aramalar, düşünmeler, incelemeler onların alışkanlığı haline gelmiştir. Bir delil, az bir açıklama gerektiriyorsa veya çok açık ve rahat anlaşılır ise bu tür insanların nefsi ondan hoşlanıp tatmin olmamaktadır.
Böyle kimselere karşı kelâm ve mantık ilminin ispat usulünü, anlatış tarzını kullanmakta bir sakınca yoktur. Bilinmek istenen şeyin, o tarza bağlı oluşundan değil, aksine o kişinin durumuna uygun düşmesinden dolayıdır.
Çünkü bu gibi kimseler; herkesin bildiği şeyleri bilmeleri ve zeki olmayan insanların da anlayabildikleri şeyleri anlamalarıyla özel ve üstünlük belirten bir durumun ortaya çıkmadığını düşünüyorlar ve bunun kendilerine ilmî bir ayrıcalık ve değer kazandırmadığına inanıyorlar. Onlar tabii olarak uzun uzun açıklanmış, geniş ve karışık bir şekilde ispatlanmış ince ve derin meseleleri bilmeyi istiyorlar. Bu tür insanlara karşı şüphesiz böyle bir yol tercih edilebilir.”[145]
Kur’an’ın İspat Tarzı Akla Daha Yakın ve Pürüzsüzdür:
İbn Teymiye, kitaplarında; bütün gücüyle didinerek ve uğraşarak şunu anlatmaya ve ispat etmeye çalışmaktadır: Şeriatın amacım, görünmeyen gerçekleri ve dinî hakikatleri ispatlamak için en güzel, en sağlam ve akla en yatkın uslüp; Kur’an-ı Kerim’in ispatlama tarzıdır. O şöyle yazar:
“Kelâmcıların ve felsefecilerin ilahiyat konularında ortaya sürdükleri aklî deliller karşısında Kur’an-ı Kerim’in ileri sürdüğü deliller, daha mükemmel ve daha anlaşılır ve etkilidir. Hem de o felsefeci ve kelâmcıların ileri sürdükleri delillerde bulunan büyük çarpıklıklardan, saçmalıklardan da uzaktır.”[146]
Bir diğer yerde şöyle yazıyor:
“Kur’an-ı Kerim’de bulunan; akıl ve burhan kıyasları, ilâhlık, Rab oluş, Allah’ın tek oluşu, Allah’ın ilmi ve gücü, ahiretin ve yeniden dirilişin olacağı vb. gibi şeyleri tanıma, anlama üzerinde ileri sürdüğü deliller; insan nefislerini tatmin eden, olgunlaştıran en güzel ve lekesiz bilgilerdir.”[147]
Allah’ın Zât’ı ve Sıfatları Hakkında Kur’an-ı Kerîm ve Felsefenin Temel Farkı:
Başka bir yerde Allah Teâlâ’nm zât ve sıfatları hakkında; Kur’an-ı Kerim ve felsefenin bir prensip farkını anlatırken o şöyle önemli ince bir noktayı yazmaktadır:
“Kur’an-ı Kerim, ilâhî sıfatları ispat edip anlatırken geniş izahlarla hareket eder ve sadece benzerinin olmadığını belirtmekle yetinir. Nitekim Kur’an-ı Ke-rim’de: “Leyse kemislihi şey’ün=O’na benzeyen hiçbir şey yoktur” buyurulmuştur. Bu ise peygamberlerin anlatış metodudur. Onların anlatışında ve ispat metodunda; var oluşu anlatış (ispat), geniş biryer tutar. Olmadığını anlatmakta (menfi durumda)da kısa ve Öz ifadeler yer alır.
Bunun aksine, rakip ve karşı olanlar (Yunan filozofları) ise, olmadığını (menfiyi) bildiren durumlarda bütün güçlerini kullanmakta, dehâlarını göstermekte-ler; var oluşu anlatmada (ispatta) ise işi geçiştirmekte, yüzeyden hareket etmektedirler.[148]
Yunan felsefesinin bütün yazılı eserleri İbn Teymi-ye’nin bu ince görüşünü onaylamaktadır. Felsefecilerin menfide yani işin olumsuz yönünü anlatmakta gösterdikleri aşırılık, titizlik; Allah’ın varlığını sadece bir zihnî kavram ve bir mefluç (hareketsiz, kusurlu), meçhul (tam olarak anlaşılamayan) ve zoraki bir varlık haline koymuştur. Fakat Allah nedir? Ve nasıldır? gibi konularda birkaç felsefî terimden başka onların eserlerinde hiçbir şeye rastlanmamaktadır.
Bunun sonucu olarak da eski Yunanlılarda ve Yunan felsefesinin tesiri altında kalan bütün toplumlarda Allah’la hiçbir gerçek, canlı ve fiilî bir ilişki kalmamıştır. Çünkü bu hakikî, fiilî, kalbî ve hissî ilişki için Allah’ın isimlerini, sıfatlarım ve fiillerini bilmeye ihtiyaç vardır. Felsefe ise bunun olmadığı üzerinde ısrar etmektedir.
Dünyanın, akılla ilgili bilgiler tarihi boyunca hiçbir zaman insanların, sıfat ve fiilleri (niteliği ve ne işler yaptığı)ni bilmediği, o konuda hiçbir bilgisi olmadığı bir varlıkla kalp ilişkisi ve gönül bağı olmamıştır. Sevgi ve korku, ümit ve arzu, dilek ve istek; hepsinin sıfatlara ihtiyacı vardır. Yunan felsefesinde ise bunların hepsi de olumsuzdur.
Bu bakımdan din ve ahlâk tarihçilerinin anlattığına göre; eski Yunanlıların sadece Allah’la ilgileri değil, hatta dinle ilgileri bile tamamen yüzeysel ve isimden ibaretti. Bu ilgide hiçbir ruh ve derinlik de yoktu.
İmam İbn Teymiye bir yerde şöyle yazarak ne kadar doğru söylüyor:
“Yüzbin inkâr bir ispatın yerini tutamaz.”
Gerçek şu ki, kesin inkarcılık üzerine hiçbir din ve hayat binası kurulamaz. Herhalde bu yüzden batıda Yunan felsefesi, doğuda da Budizm; temel yapısı Allah inancı ve kavramı üzerinde kurulmuş olan bir toplum meydana getirmekte başarısız olmuşlardır. Bunun sonucu olarak bu iki felsefenin etkisi altında bir tarafta putperestlik, diğer tarafta dinsizlik ve Allah’ı inkâr eğilimi son süratle sessiz adımlarla yayılmıştır.
Çünkü halkın tatmin ve doyumu ki onların yaradılışında kulluk ve Allah’a tapma duyguları vardır böyle, felsefelerle sağlanamaz. Bu tür felsefelerin bütün ağırlığı, beyin ve düşünce sporları ve felsefi kavramlar üzerine olup; kalbe ve kafaya bilgi ile sevginin hiçbir gıdasını sunmamaktadır.[149]
Sahâbe-i Kiramın Üstünlüğü:
İbn Teymiye’ye göre: Peygamberimizden elde ettikleri feyizden dolayı sahâbe-i kiramın öğrendikleri bilgi çok mükemmel ve derindi. Bu bilgilerde zorlama ve zo-rakiliğin adı sanı yoktur. İbn Teymiye; sahâbe-i kiram ile felsefe ve ilm-i kelâmdan etkilenen daha sonraki kişileri karşılaştırırken şöyle yazmaktadır:
“Sahâbe-i kiram, faydalı bilgi ve güzel amel bakımından insanların en üstünü olmaları yanında, zorlama ve zorakiliklerden de çok uzaktılar. Bir sahabenin ağzından, bir veya iki hikmet ve marifet sözü çıkarsa bütün millet bununla doğruya ulaşır, hidâyete ererdi. Bu; Allah’ın bu ümmete lütfettiği nimetlerden biridir. Buna karşılık başka insanlar, bu tamamen lüzumsuz ve uydurma görüşleri, tumturaklı sözlerle sayfalar dolusu, uzun uzun anlatmaktadırlar.”[150]
ESKİ YUNAN MANTIĞININ İSLÂM DÜNYASINI BÜYÜLEMESİ
İbn Teymiye özlü ve geniş biçimde felsefeyi tenkid ettikten, onun pek çok prensiplerini, konularını saf akıl ve delil yoluyla reddeddikten ve onun zayıflığını, temel-sizliğini ispat ettikten sonra, eski Yunanın kendisiyle gurur duyduğu mantık ilmine de el atmış, onu tenkidçi bir gözle incelemiştir.
İslâm âlimleri üzerinde mantığın büyüsü (sihri), felsefeden biraz daha fazla etkiliydi. Ve onun baştan başa akla yatkın, delilli, sağlam ve kesin hükümlü olduğunda genellikle ittifak edilmişti. Kurtubalı Saîd’in anlattığına göre; üçüncü H. asırda mantık kitapları çok tutulmuştu.
Hicri 5. asırda İmam Gazâlî (r.a.) bile mantığa çok değer vermiş ve onu bütün bilgilerin başı saymıştı. Pek çok görüşlerin çarpıştığı ünlü kitabı el-Mustasfâ’nın girişinde şöyle yazmaktadır:
“Mantık bütün bilgilerin, ilimlerin başıdır. Bunu tam olarak bilmeyen kişilerin bilgi ve ilmine asla güvenilemez.”
Diğer bir kitabı Makâsıdu’l-Felâsife’de de şöyle yazıyor:
“Mantıkî konulara gelince; gerçek şu ki, o konuların çoğu doğru ve gerçektir. Onlarda hata çok az ve nadirdir. Eski Yunan mantık âlimlerinin hak (iman) ehli kişilerle görüş ayrılığı olsa bile, bu sadece tabirler ve
itiraz türleri üzerindedir. Mâna ve maksatta değildir. Çünkü bu ilim dalının amacı ispat yolunu düzeltmek ve ıslah etmektir. Bu konuda bütün görüş sahipleri aynı düşüncededir.”[151]
- H. yüzyılın meşhur hakimi, felsefeci İbn Rüşd; mantığa o kadar aşırı, o kadar derin bir güven duyuyordu ki, onu insanlık saadetinin kaynağı ve ölçüsü kabul ediyordu. O olmadan gerçeğe ulaşmak ona göre imkânsızdı. Onun biyografisini yazan biri şöyle demektedir:
“İbn Rüşd; Aristo mantığına aşıktı. Bu konuda şöyle demiştir: Şüphesiz mantık, insan saadetinin kaynağıdır. Bir insanın saadet ve huzuru, o kişinin bu mantık ilmini bilmesiyle ölçülür. Mantık; genel halk şöyle dursun, bazı özel kesimden kişilerin bile ulaşamadığı gerçeklere ulaşmayı kolaylaştıran bir vasıtadır.[152]
Yunanlıların bu mantık kitaplarına İslâm âlimleri daima saygı ve hürmetle el sürmüşler ve onun iddialarından, önermelerinden, temel ve küllî prensiplerinden çekinmişlerdir. Felsefeyi tenkid ve onun yanlışlarını ortaya koyma işi uzun bir aradan sonra belli Ölçüye kadar yapılmıştır. Fakat bildiğimiz kadarıyla, hiç kimse; müstakil olarak Yunan mantığının bilimsel sorgulamasını (ilmî muhasebesini) ve yargılamasını yapmaya gerek görmemiştir. Bu konuda önemli bir değer taşıyan, incelemeli, geniş bir kitap da bulunmaktadır.[153]
Mantık Akıl Bilgilerinin Ölçüsü Değildir:
İbn Teymiye bunu ayrı bir konu edinen ve onun üzerinde serbestçe, müctehidçe (kesin görüşler bulup ortaya çıkaran tarzda) inceleme ve tenkid yapan ilk kişidir. Bu konuda o, kısa ve özlü olarak Nakz el-Mantık isimli kitabını, geniş olarak da er-Red Ale’l-Mantıkıy-yîn adındaki ikinci kitabını yazmıştır.
Anılan bu ikinci kitabında o; ilmî ve fennî (mantıkî) olarak, mantıkin önermelerinden, iddialarından ve sınırlarından, tariflerinden; genel olarak ve bölümler halinde bahsetmiştir. Bu ilim dalına İslâm âlimlerinin ne kadar önem verdiğini, onun gerçekliğini tasdik edip sağlam olduklarına inandıklarını, halbuki onun doğru olmadığını belirtmiştir.
İbn Teymiye, mantık ilminin, akılla ilgili bilgilerin ölçüsü olduğunu reddetmekte, sadece onunla yapılan ispatlar ve sonuç çıkarmalar ile kesin bilgiye ulaşabileceğine inanmamakta ve şöyle yazmaktadır:
“Bu insanlar; mantıkin, akıl bilgilerinin ölçüsü olduğunu, onu gözönünde bulundurmanın, ona bağlı kalmanın insanı beyin ve düşünce yanılgısından koruyacağını söylemektedirler. Nasıl ki aruz bilgisi şiirin, sarf ve nahiv bilgisi de Arapçadaki bileşik ve tekil kelimeler için ölçü değeri taşıyorsa ve nasıl astronomi âletleri vakitleri belirlemekte ölçü oluyorsa, aynı şekilde mantıki gözetip ona bağlı kalmak da beyni yanlış düşünmeden korumaktadır, demektedirler.
Fakat gerçek öyle değildir. Çünkü akılla ilgili bilgiler; Allah Teâlâ’nm insanoğlunu yaratırken verdiği anlama ve kavrama yetenekleri aracılığıyla elde edilir. Bunlar, belli bir kişinin ortaya koyduğu ölçüye bağlı değildir.
Nasıl ki, bir milletin sadece duyularak Öğrenilen bir alışkanlığı olduğundan, Arapçayı taklid etmekten başka çare yoksa ve onun kaidelerini öğrenme vasıtası
sadece araştırmaya bağlı ise; aynı şekilde akıl bilgilerinde de taklid yürümez. Bu şekilde ölçüde, tartıda, sayıda ve ziraat vs. de ölçülere ve benzerlerine ihtiyaç vardır. Yunan mantığı icad edilmeden önce de dünya milletleri eşyanın gerçeklerini, varlıkların hakikatlerini biliyorlardı. Mantığın icad edilip ortaya çıkışından sonra da bu böyledir.
Mantığın yardımı olmadan eşyanın gerçeklerini bilen pek çok milletler ve bütün dünya milletlerinin pek çok akıllı kişileri; Aristo’nun bu mantık kaidelerini öğrenmeden de hakikatleri anlıyorlar. Eğer bu kişiler; kendi durumları üzerinde şöyle bir araştırma ve inceleme yaparlarsa, kendi nefislerinin bu bir kişi tarafından ortaya konan o ilim dalı olmadan da gerçekleri öğrendiğini göreceklerdir.[154]
Mantıkin Birçok Esası ve Tarifleri Şüpheli ve Zayıftır:
İbn Teymiye; mantık esasları ve tariflerinin ilgili şeyleri tam olarak içinde toplayıp ilgisi olmayan şeyleri de dışarıda bıraktığını, mantık biliminin kendi konusu içinde en üstün dereceye ulaştığını, onun ileri sürdüğü hükümlere kimsenin itiraz etmeye imkânı bulunmadı-. ğını da kabul etmektedir. Bir yerde şöyle yazmaktadır:;
“Mantıkçılar, mantığın öneminin sınırında çok aşırılığa gitmişlerdir. Onlar kendilerinin, bu ilim dalında araştırıcı olduklarını ve gerçekleri bilen kişiler olduklarını iddia etmektedirler. Kendilerinden başka mantık ilminin sınırını belirleyen diğer âlimlerin görüşleri için; bunlar sadece sözden ibarettir, bizim görüşlerimizin ifade ettiği gibi gerçeği tam olarak ifade etmemektedir, demektedirler.
Bu mantıkçılar; kendilerine çok zor ve uzun bir yol seçmişler; çok tumturaklı anlaşılması zor ve insanı ürküten tabirler kullanmaktadırlar. Ama gerçek şu ki bu; vakit kaybetmekten, beyni yormaktan, saçmalamaktan, araştırıcılık iddiasından ve lafazanlıktan başka bir şey değildir. Hiçbir faydası da yoktur.
Bütün bunlar insanı, hiç faydası olmayan şeylerle uğraştırmaktır. Hatta bazı kereler sapıtmaya ve kalpleri nifaka düşüren cahilliklerin doğmasına sebep olur. Her ne kadar onlar bunun; bilgi ve gerçeğe ulaşmanın temeli olduğunu iddia etseler de aslı yoktur. Onunla hiçbir şey elde edilemez.”[155]
Dağı Yarıp Saman Çöpü Elde Etmek:
İbn Teymiye, kitabının bir yerinde, gerçekten mantığın, zahmet ve uğraşı çok fazla olup sonunda ele geçen faydaların az olmasından dolayı dağ yarıp sonunda saman çöpü elde etmeye (dağın fare doğurmasına) benzediğini belirtmiştir. Nakz el-Mantık”da şöyle der:
“Mantıkin bilinmesinin şart olduğunu söyleyenlerin aşırı düşünceli ve gerçeklerden habersiz kişiler oldukları açıktır. Bizzat mantıkçıların kendileri dahi bütün bilgilerinde mantık prensiplerine bağlı kalmamaktadırlar. Hatta bazı vakitler; o prensiplerin uzun olmasından, bazan faydasız olduklarından, bazan bir takım prensiplerinin bozuk ve geçersiz oluşundan, bazan da o prensiplerin kısa ifadeli ve şüpheli oluşundan dolayı kendileri de bu prensiplerden yüz çevirmektedirler. Mantıkin öyle bir takım konulan, yerleri, meseleleri vardır ki; dağı yarıp sonunda saman çöpü bulmaya benzer. “[156]
Mantıkin Beyin ve İfade Gücüne Etkisi:
İbn Teymiye’ye göre, çok kere mantık; insan ruhunun faal oluşunu, düşünce ve ifadenin akıcılığını durdurmakta, onlar üzerinde kötü etkiler yapmaktadır. Nitekim mantık kaidelerine, mantık üslûbuna aşırı bağlı olanlarda ifade dağınıklığı, anlatım bozukluğu, ağdalı konuşmaya özen, kapalı anlatma ve bir çeşit düşünce sapması meydana gelmektedir. Nitekim daha sonra gelen mantıkçıların yazıları ve son dönemin programlı mantık kitapları buna açık örnektir. İmam İbn Teymiye bu konuda şöyle yazar:
“Mantıkla uğraşanlarda düşüncesini rahatça açık-layamama, ifade ve kelimelerinde bir tür tutukluk, tıkanıklık meydana gelmekte, beyin görevini tam yapamamakta, lisan bilineni tam ifade edememektedir. Bunun için, akıl ve basiret sahibi müslümanlar tâ işin başından beri, mantıki durmadan tenkid edip geldiler ve zihinle dilin gelişip güçlenmesi yerine, mantıktan zihin ve dile zarar geldiğini sürekli ortaya koydular. “[157] Bir başka yerinde şöyle yazar:
“Zihin faaliyetinde ve kavramlarda genişleme oldukça ifadelerde, anlatımlarda da genişleme olur. Zihin faaliyeti darahp kavramlar yetersizleştiği zaman, insan sanki beyin ve dil yönüyle hapsolmuş gibi olur. Nitekim, Yunan mantığıyla uğraşanların çoğunda bu durum meydana gelmektedir. Bu tür kişileri; bilgilerini anlatma, kafalarmdakini ifade etme bakımından en yeteneksiz kişiler olarak görürüz. Bu bakımdan onların zeki olanları bile, bildiğini anlatmaya başladığında ve mantıkçıların metoduna saptığında sözü uzatmaya, zorlamaya, ifadeleri ağırlaştırmaya başlar.
Olsa olsa onların en fazla başarısı şu olmaktadır: Bilinen bir şeyi anlatmak, açık bir şeyi de daha açık etmektir. Bu ise mantıkla uğraşmaktan dolayı kafasına ve diline kilit vurulmasının sonucudur. Bazı kereler o, safsataya ve eşyanın varlığını inkâr etme hastalığına yakalanır. Bu hastalıktan korunmuş olanlar mantıkçıların yolundan gitmeyenlerdir.”[158]
Bazı İstisnalar:
İbn Teymiye’nin önünde; Yunan felsefe ve mantı-kmda derinlik kazanmalarına ve bu bilgilerde mücte-hidlik ve otorite derecesine ulaşmalarına rağmen güçlü kaleme, güzel ifadeye sahip olan edebiyatçı kişiler de vardı. Meselâ İbn Sînâ ki, onun şiirleri Arapçanın ruhunun en güzel örneğidir, yazılarında da felsefecilerin aksine akıcılık ve tatlı bir ifâde bulunur. İbn Teymiye’ye göre ondaki bu özellik, İslâm ve Arap edebiyatı kültürüyle meşgul olmasının ve İslâm ilimlerinin bir lütfudur. İbn Sina’nın hayatı ve ahvâli incelendiğinde bu görüşün doğrulanacağında şüphe yoktur. O şöyle yazar:
“İbn Sina’nın bazı yazılarında göze çarptığı gibi; bu mantıkçılar ve filozoflardan hangisinin sözünde fesahat ve belagat (söz güzelliği ve anlatım rahatlığı) görülürse bilinmeli ki bu, o kimsenin; müslümanların mantık ve edebiyatından faydalanması yüzündendir. Yoksa o, kendinden öncekilerin yolundan yürüseydi de müslü-manlardan elde ettiği bilgilerden yüz çevirseydi, onun da aklı ve dili ötekilerin aklı ve dili gibi kısır ve eksik olurdu.”[159]
Mantık Hakkında Kısa Görüş:
Bu tenkitler ve incelemelerden sonra, mantık bilgisi hakkında İbn Teymiye’nin kısa ve özet görüşü, kendi ifadesiyle şudur:
“Mantıkin faydalı ve doğru olan miktarı, fitrî (insana doğuştan gelen) olandır. Normal yarıdılışlı bir insanın buna ihtiyacı yoktur. (Çünkü bu miktar normal insanda yaratılışından vardır.) İhtiyaç duyulan bölümün faydası ise, sadece; mantıkçıların deyimlerini, tabirlerini, ispatlama tarzlarını veya onların hatalarını anlamaktan ibarettir.”[160]
Bir başka yerinde şöyle yazar:
“Ben her zaman düşünmüşümdür ki; Allah’ın yaratılıştan zeki kıldığı kişinin eski Yunan mantığına ihtiyacı yoktur. Zekâdan mahrum olan kişi ise zaten bu mantıktan hiçbir yarar sağlayamaz.”[161]
Mantıkin Gerçek Yeri ve Faydası:
Eski Yunan mantığı hakkında İbn Teymiye’nin bu görüş ve düşüncelerinde bir ölçüde aşırılık ve mübalağa görülse bile şunda hiç şüphe yoktur ki; 5. asrın sonundan beri bütün İslâm dünyasını kaplayan, mantıkin büyüklüğü ve kutsallığı sihrine, İbn Teymiye’nin tenkidleriyle bir darbe indirilmiştir. Böyle olması da gerekli idi.
Eski Yunanın mantık ilmine bizim eğitim ve ilim ortamlarımızda gösterilen aşırı ve mübalâğalı bağlılığın ne ölçüde olduğunu şundan anlayabilirsiniz: Mantık ilmini bilmeyen kişi, bütün bilgileri bilse de ve en büyük değerlere, yaratılışından gelen üstün zekâya sahip olsa da, o ortamlar tarafından ahmak biri olarak kabul edilegelmiştir.
Uzun süre Hindistan’da mantık ve felsefeye “bilgelik” ve onlarla ilgili kitaplara da “bilgelik kitapları” adı verile gelmiştir. Bu aşırılık ve şiddetli bağlılığın karşısında bir tepki gösterilmesi de tabii bir şeydir. İşte bu tepkiden dolayı mantık hakkında normal ve ılımlı bir görüş ortaya konulabilecek ve ona hakkı olan yer verilecektir.
Mantık, bir tür beyinsel spor ve zihin alıştırnıası-dir. Bununla zihnin keskinleştirileceğinde şüphe yoktur. Eğer iş bu noktada bırakılırsa kimse buna itiraz edemez. İbn Teymiye’nin kendisi de bunu itiraf etmektedir. er-Red Ale’l-Mantıkıyyîn isimli eserinin bir yerinde şöyle yazar:
“İnce ilimlerde düşünmek, onlar üzerinde uğraşmak; zihni açar. Zihin bununla alıştırma yapmış olur. Aklı, bilgi öğrenmeye karşı güçlendirir. Bu aynen ata binicilik ve ok atıcılık çalışmaları ile nişancılık özelliği
kazanmaya, iyi binici olmaya benzer. İnsanlar savaştan önce de böyle söylerle uğraşırlar. İşte bu iyi bir amaçtır.[162]
Fakat insanların bunu, bir vasıta kabul edecekleri yerde gaye edinmelerine, bilgiye giriş yerine, asıl ilim diye kabul etmelerine her görüş ve insaf sahibi kişi katılmayacaktır.[163]
Dînî ve İlâhî Gerçeklerde ml Mantıkin Çaresizliği:
Felsefe ve mantık hakkında başlangıçtan beri bir başka aşırılık da şöyle sürüp gelmiştir:Nasıl felsefe ve mantığın prensip ve kaideleri, akıl bilgilerinde kesin sonuç ve kesin karar kabul edilmişse, aynı şekilde dinî ve ilâhî gerçekler hakkında da felsefe ve mantıktan rahatlıkla faydalanılabilir, onların hüküm ve kararı kabul edilebilir demişlerdir. İbn Teymiye bu sözü şöyle açıklar:
“Eğer mantıka bir ölçek ve terazi değeri verilirse, yani mantık ilmi bir terazi kabul edilse bile, yine de bu terazinin işi ve görev sahası sınırlı olacaktır. Bu terazi ile dini gerçeklerin ölçülmesi (tartılması); odun, kömür ve taş tartan kantarla altın, gümüş ve mücevherat tartmaya benzer.”
Nakz el-Mantık isimli eserinde şöyle yazar: “Ağaç, demir ve taş tartmak için yapımış olan kantarla altın gümüş tartılamayacağı herkes tarafından kabul edilir. Peygamberlik meselesi ve peygamberlerin getirdikleri gerçeklerle, akıl bilgileri arasında; altınla diğer kaba eşyalar arasında olduğundan çok daha fazla üstünlük ve hassasiyet vardır. Bu yüzden siz mantıkçıların mantığı herhangi bir ölçü olamaz. Çünkü siz mantıkçıların mantık ölçüsünde cehaletle haksızlık bir aradadır. Ya da mantıkçılar onun değer ve ölçüsünü bilmemektedirler. Onlar peygamberlerin getirdiği gerçekleri ölçmede, onların değerini açıklamada yeteneksiz olduklarından dolayı câhildirler. Yahut da onlar hakkı (gerçeği) inkâr ederler. Bu gerçekleri kabul etmeyişlerinden dolayı da zalimdirler. Halbuki onların kabul etmedikleri o şeyler haktır,”[164]
Yeri gelmişken burada, dokuzuncu yüzyılın bir başka temiz yaratılışa, isabetli görüşlü ve bilgili tenkidçi âlimi İbn Haldun’dan, tamamen bu düşünceyi açıklayan bir alıntıyı sunmamız yersiz olmayacaktır. Bu alıntıdan anlaşılan şu ki; dünyada birçok temiz yapılı ve iyi yetenekli insanlar, sadece kendi temiz yapıları ve iyi yetenekleri sayesinde gerçeği bulmaktadırlar. Aklın sınırlı olmasını, dinî gerçekleri ve görünmeyen hakikatleri aklın kavramaktan aciz olmasını anlatırken İbn Haldun şöyle yazmaktadır:
“Akıl, sağlam bir terazidir, kararları kesindir. O kararlar içinde hiçbir yalan ve yanlış yoktur. Fakat siz bu terazi ile tevhid meselelerini, âhiret meselelerini, peygamberlik meselesini, Allah’ın sıfatlarını ve akıl ötesi olan bütün meseleleri tartamazsınız. Bu boş bir uğraş olur. Bu aynen, eline altın tartan bir terazi geçen kimsenin bu teraziyle dağları tartmayı istemesine benzer. Bu da imkânsızdır. Dağlan tartamaması, terazinin sağlamlığına bir söz getirmez ama onun gücünün ve imkânının bir sınırı vardır. Aynı şekilde aklın çalışmasının da bir sınırı vardır. O, bu sınırın dışına adım atamaz. Akıl Allah’ı ve O’nun sıfatlarını tam olarak bilemez. Çünkü akim sınırı, onun varlığının bir parçasıdır.”[165]
Mantıkin Geniş Tenkidi:
İbn Teymiye mantık ilmine sadece özlü bir bakışla ve temel yapısına itirazlarla yetinmemiş, aksine bu ilmin her yönü üzerinde tenkidçi ve hâkim bir inceleme yapmış, onun ilmî sorgulamasını da yaparak mantık ilminin pek çok prensibini ve herkes tarafından kabul edilen maddelerini kabul etmeyi reddetmiştir.
Onun üzerinde saf bir akılla ve bizzat mantık ilminin çizgileri içinde incelemelerde bulunmuş, onun pek çok açıklamalarını ve belirlediği çizgileri tehlikeli, yetersiz ve zayıf bulmuş, kendisi onlardan daha güzel açıklamalar yapmış ve sınırlar göstermiştir.
İbn Teymiye, mantık ilminin pek çok önermelerine (karar ve hükümlerine) ve bu önermelerin sıralanmasına katılmamıştır. Aristo mantığının temeli olan kıyaslama metodu karşısında tümevarım (istikra) metodunu benimsemiş, bunun, bilgi ve kesin kanaat edinmek için insan tabiatına daha kolay ve güvenilir yol olduğunu bildirmiştir. Bununla birlikte o, mantık ve felsefede yeni birkaç görüş ortaya koymuş ve bu ilim dalına katkıda bulunmuştur.
Merhum Seyyid Süleyman Nedevî, İbn Teymiye’nin er-Red Ale’l-Mantıkıyyîn isimli eserine yazdığı mukaddimede onun bu hizmetini ve büyüklüğünü açıklarken şöyle yazar:
“Siz eğer bu kitabı dikkatle, düşünerek okuyacak olursanız öyle çeşitli mantık ve felsefe meseleleri göreceksiniz ki, onların mucidi (ilk ortaya koyanı) îbn Teymiye’dir ve o meseleler; bugünkü Batılı felsefecilerin eserlerinde belirttikleri görüşlerine tamamen uygun düşmektedir.
Meselâ; bütün müslüman mantık âlimleri, küllî meselelerin ilmin temeli olduğu konusunda Aristo’nun peşinden gitmişlerdir. Bundan dolayı da onlar, açık delilleri tercih etmişler, istikra (tümevarım) metodunu basit görmüşlerdir. Bu yüzden bazı Frenk (Avrupa) âlimleri; İngiliz mantık bilgini Mill’in tümevarım metodunu ilk düzenleyen kişi olduğunu ve modern mantığın temelini attığını bile yazmışlardır. (Halbuki bundan asırlarca Önce ilk defa İbn Teymiye’nin, bunun üzerine yüklendiği ve uzun açıklamalarda bulunduğu gerçektir.)
Aynı şekilde onun; sınır çizgisinin ne olduğu, cins, ayırım, gereklilik ve illetin ne demek olduğu, kıyas, tümevarım, herkes tarafından bilinenlerle ispatlama, kıyaslama bir tezle yetinme… gibi önemli ve karmaşık konuları çözmesi ve sağlam delillerle görüşlerini anlatması, onun keskin zekâsına ve güçlü kavrayışına en büyük delildir. Onun illiyet (nedenlilik) ve gereklilik hakkında yazdıkları; meşhur felsefeci Hume’un kitaplarında anlattığı teorisinin aynıdır.
Bilgili insanlar; nedenlilik ve gereklilik (lüzum ve illiyet) meselelerinin insan beynini çok yoran, onu büyük yanılgılara düşüren en zor meseleler olduğunu bilir. Ve bu yanılgıya düşmeden dolayı da pek çok tabiat-çı (naturalist) ve haktan sapan dinsizler ortaya çıkmıştır.
Bu kitapta İbn Teymiye’nin o kadar çok yeni buluşları ve yeni görüşleri vardır ki, bunlar onun büyüklüğünü ve harikulade zekâsını gösterir. “[166]
Akıl Bilimlerinde Taklid Doğru Değildir:
İbn Teymiye; kendisinin bu itirazlarına ve farklı, değişik görüşlerine bakarak halkın; Yunan bilgilerinin eski, büyük ilmî bir birikim olduğunu, bu ilmin gelişmesinde, düzenli bir biçim almasında çeşitli nesillerin en muhteşem kafalarının payı olup akıl bilimlerini en yüksek seviyeye ulaştırdıklarını, bu yüzden artık bu bilimlerde hata ihtimalinin çok azaldığını, bu yüzden daha sonraki bir devirde gelen bir tenkidçinin onları tenkid edip itiraz etmesinin büyük bir ilmî cesaret ve zaman kaybı olduğunu söyleyeceklerini hissetmektedir.
İbn Teymiye bu iddiayı kabul etmemekte ve şöyle demektedir:
“Madem ki bu bilgiler sadece akılla ilgilidir ve temelleri dikkat, düşünce ve incelemeye bağlıdır, o halde bunlarda sadece taklide (düşünmeden kabul etmeye) nasıl izin verilebilir? Bizzat o bilgileri nakleden, onların herhangi bir vahiy ve ilhama dayanmadığını bildirmekte, hatta onların temelini akıl üzerine kurmaktadır. Bu bakımdan her devrin akılcılarının onlar üzerinde tenkidçi incelemelerde bulunmaları, bu bilgileri akıl terazisinde tartmaları ve akla uymayan bir şey görünce onu çekinmeden reddetmeleri haklarıdır.”
İbn Teymiye, er-Red Ale’l-Mantıkıyyîn isimli eserinin bir yerinde, bazı- mantık ilmi otoritelerinin şöyle söylediklerini nakletmektedir: “Bu bilgileri bin seneden beri en güçlü beyinler cilalamış ve her dönemin değerli kişileri onları kabul etmiştir.” Sonra da bu söze İbn Teymiye şöyle cevap vermektedir:
“Diyelim ki mesele böyledir. Fakat bu bilgiler halis akılla ilgili bilgilerdir. Onlarda bir kimseyi taklid etmeye gerek yoktur. Bunlar zaten sadece akılla öğrenilirler. Bu bakımdan nakil yoluyla onların yanlışlarını bulup düzeltmek doğru değildir. O bilgilerde katıksız akıl verilerine göre söz söylendiğine göre, açıkça akla yatkın bir görüş, o bilgilerde bir yanlışın yanlışlığını gösterdiğinde onu reddetmek caiz değildir.
Çünkü mantık âlimlerinin kendileri; bu bilgiler bize, tasdik edilmesi şart olan bir kişi aracılığıyla gelmiştir iddiasında bulunmamaktadırlar. Kendileri; onlar sadece akılla ilgilidirler. Bu bakımdan onlar konusunda kesin akıl icablarına başvurmak uygundur ve akim kararını kabul etmek gereklidir, demektedirler.”[167]
İslâm Dünyasında Akıl Bilgilerinin Donması ve İbn Teymiye’nin Önemi:
Gerçek şu ki; makul olan şey daima makul olarak kalmalı, menkul haline gelmemelidir. (Yani akılla ilgili olan şey her zaman aklı ilgilendirmen, her devir ve her dönemde akıl kendi fonksiyonunu icra etmelidir. Aklın çalışması, aklın eşya üzerinde ve kavramlarda kendi yapısına göre düşünmesi gereklidir. Başka birinin doğru, yanlış düşünceleri, isabetli, hatalı anlayışları ancak aklın sürekli çalışmasıyla anlaşılır. Daha önceki birinin görüşünü naklederek o ne dediyse kabul etmek, onu taklid etmek akıl bilgilerinin yapısına terstir.)
Fakat İslâm dünyasını ilmî ve fikrî bir çöküş kaplayınca, beyin ve düşünme yeteneği, görevini rahatça yapmayı bırakınca, bütün felsefe ve hikmet bilginleri
de (yeni fikir üretmeyip) kendilerinden Önceki felsefe ve mantık âlimlerinin doğru, yanlış görüşlerini nakletmekten başka işe yaramayan ve sadece onların yazdıkları kitapları okuyan, görüşlerini nakleden kişiler haline geldiler. Böylece de akıl bilgileri ile nakil bilgileri arasında fark kalmadı.
Sonra gelen İslâm felsefe ve mantık bilginlerinin en büyük başarılan, daha Öncekilerin yazdıklarını şerhet-, mek ve onların anlatmak istediklerini en öz ifadelerle anlatmak olmuştur. İşte bu, doğunun çöküş dönemidir.
İlim ve hikmete katkı, yenileme, yeni buluş ve yaratıcı iş yapma kapısı tamamen kapanınca, eski Yunan felsefe ve mantığım müslümanlar vasıtasıyla elde eden ve Yunan filozoflarının düşüncelerini, felsefelerini İbn Sînâ ve İbn Rüşd aracılığıyla öğrenen Avrupa’da -bir süre bu ilmî mirasla yetindikten sonra- düşünme, inceleme, araştırma ve deneme hareketi serbestçe gelişmeye başladı. Bunun sonucu olarak Yunan felsefe ve mantığının döşeği, ters çevrildi; kıyas metodu yerine istikra (tümevarım) metodu üzerine mantığın temeli atıldı. İlim ve hareket dünyasında ve insana hiçbir şey vermeyen tabiat ötesi ve ilahiyat yerine tabiî bilgilere ağırlık verildi.
Bu fikri inkılap, sadece batı dünyasını değil, bütün insanlık dünyasını etkiledi.
Bunun aksine bizim eski eğitim ve ilim ortamlarımızda, bu eski Yunan bilgilerine ve onların doğulu izahçılarının ve en sonunda İranlı yazarların kitaplarına ve bunların şerhlerine, sanki onlar kopmayan ipmiş gibi ve isabetli görüşün en son noktası imişler gibi, kuvvetle yapışıldı.
Akıl bilgilerin deki donukluğun ve başkalarını tak-lid etmenin izi işareti bulunmayan çölünde İmam İbn
Teymiye’nin bu muhteşem yeni görüşler ortaya koyan hizmeti, Yunan felsefe ve mantığına ilmî tenkidler yaparak onu sorgulaması; bir kilometre taşı ve yolu aydınlatan bir lâmba değeri taşır. O, felsefe ve mantıkda yeni görüşler ve düşünceler kapısı açan bir insandır. [168]
III. İSLAM DIŞI DİN VE FIRKALARI REDDETME
Şeyhülislâm Hafiz İbn Teymiye işte böyle, aşağı yukarı bütün İslâm dışı mezhepleri, inançları red ve ten-kid hizmetini yerine getirdi. Hayatının büyük bir bölümünü bu ilmî cihadla geçirdi. Onun herhangi bir eserini, kelâm ve mantık konularından, kelâm ve mantık tartışmalarından sıyrılmış olarak bulmak çok zordur.
Fakat biz burada İbn Teymiye’nin karşı koyduğu, savaştığı fırkalar, mezhepler ve dinlerden sadece ikisini, (Hristiyanlık ve Şiîliği) inceleme konusu olarak seçiyoruz. Çünkü bu iki konu üzerinde onun iki ayrı muhteşem eseri, el-Cevâb es-Sahîh Limen Beddele Din el-Mesîk (îsâ Mesih’in Dinini Değiştirenlere En Doğru Cevap) ve Minhâc es-Sünne el-Nebeviyye ft Nakzi Kelâm eş-Şîa ue’l-Kaderiyye (Şiîlerin ve Kaderciye çilerin Sözlerini Çürütmede Peygamberin Sünnet Yolu) vardır. Hatta bu ikisi arasında çok tatlı bir ilgi ve bir ölçüde ortak taraflar bile vardır. Bu ortaklığı belirten hadis-i şerifte Hz. Peygamber, Hz. Ali’ye şöyle buyurmuştur:
“Ey Ali, senin hakkında iki tür insan helak olacaktır: Biri, aşırı sevenler; biri de kin duyanlar”.
Yine şu bakımdan da ikisi arasında ortak bir yön vardır: İbn Teymiye’nin zamanında dinlerden sadece Hristiyanlık ve mezheplerden de sadece Şiîlik (değişik kolları ve bölümleriyle birlikte) iki canlı hareket ve
güçlü dinî çalkalanmalar halinde görülüyordu. Belki bu yüzden İbn Teymiye bu ikisini iki ayrı eserine konu yapmıştır. [169]
A) HİRİSTİYANLIĞI RED
Müslümanların siyasî çöküşüyle birlikte İslâm ülkelerinde İslâmiyet dışındaki dinler ve mezhepler yeniden nefes almaya, hareketlenmeye başladı. Bu dinler ve mezheplerden en fazla cesaret ve cür’et gösteren; İslâm ülkelerinde özellikle Mısır ve Suriye’de çok sayıda inananları bulunan Hristiyanhktı. Özellikle Suriye’ye bitişik hristiyan prenslikler dizisi vardı. Bunların hâmisi olan koca hristiyan Bizas İmparatorluğu sınırları arasında kalan Suriye’de hristiyanlar çok daha fazla bulunuyordu.
- H. yüzyılın sonunda tarihte Haçlı Savaşları diye meşhur olan hareket içinde Avrupa; Suriye ve Filistin’e saldırılar dizisini başlattı. Suriye’nin büyük bir bölümü müslümanların elinden çıktı ve Kudüs 90 sene boyunca hristiyanların idaresinde kaldı.
Sultan Selâhaddin Eyyûbî her ne kadar Hıttîn ovasında hristiyanlan kesin bir yenilgiye uğratmış ve Kudüs’ü geri almış idiyse de Suriye sahillerinde hâlâ hris-tiyanlann bir prensliği duruyordu. Hristiyan misyoner ve âlimlerinin bu fetihle cesaretleri, ümitleri o kadar artmıştı ki onlar Suriye’yi tekrar hristiyanlık bayrağı altına ve haçın gölgesine alma rüyası görüyorlardı.
Moğolların hücumu, bir taraftan müslümanlan yarım canlı, çok zayıf hale getirmiş, diğer taraftan da hristiyanlara büyük destek sağlamıştı. Birinci ciltte de anlatıldığı gibi, 658 H. yılında Moğollar Şam’a galip
olarak girdiklerinde hristiyanlar şehrin dışına çıkarak onları karşılamışlar, onlara hediyeler sunmuşlardı. Onlar haçları ellerinde havalara kaldırarak; hak üzere olan İsa Mesih’in dini üstün gelmiştir, diye naralar atıyordu.[170]
el-Cevâb es-Sahîh’in Yazılışı:
Zâten hristiyan âlimleri ve papazları müslümanlar-la devamlı münakaşa ediyor, sorular soruyorlar, cevaplar veriyorlardı. İslâm âlimleri de onların sorularına cevap veriyor ve sürekli olarak Hristiyanlığm yanlış ve sakat taraflarını açıklıyorlardı.
Fakat Kıbrıs’tan hristiyanların tartışmalı yeni bir eserinin Suriye’ye gelmesi, İbn Teymiye’nin bu konuya Özellikle yönelmesine sebep oldu. Bu eserde akıl ve nakil bilgileriyle Hristiyanlığın doğruluğu ve Hristiyan inançlarının sağlamlığı gösterilmeye çalışılmıştı. Yine bu kitapta ısrarla; Hz. Peygamberin peygamberliğinin genel olmadığı, sadece Araplara gönderildiği ve hristiyanların ona îman etmek zorunda olmadığı ispat edilmeye çalışılmıştı. Anlaşılıyor ki, o günlerde bu kitap Suriye’nin dinî ve ilmî ortamında yeterli derecede Önem kazanmıştı.
Bu kitaba cevap vermeye; bir taraftan kelâm ve akâid ilmine, diğer taraftan mezheplerin inançlarına çok iyi vâkıf olan, onları çok iyi bilen, bir taraftan da Eski Ahid ve Yeni Ahid’in sayfalarını çok iyi bilen ve Hristiyanlık tarihinden haberi olan bir kişi uygun düşerdi. Bu bakımdan o yüzyılda İmam İbn Teymiye’den daha çok bu işe ehil bir kimse yoktu. O, bu konuda kalemi eline aldı ve dört cild halinde el-Cevâb es-Sahîh Limen Beddele Dîn el-Mesîh isimli eserini yazdı. Bu eser sadece bu konuyla ilgili değildir. İbn Teymiye’nin eserleri içinde diğerlerinden farklı, seçkin bir yere sahiptir.[171]
Bu kitaptan; onun ne kadar geniş görüşlü, çok okuyup incelemiş biri olduğu, dinler ve mezhepler tarihine derinden vâkıf olduğu, Önceki semavî kitapları çok iyi bildiği anlaşılmaktadır. Bu kitapta o, sadece savunma yapmakla ve İslâm’ın doğru ve hak olduğunu ortaya koymakla yetinmemiş, aksine muharref Hristiyanlığın temellerine bile hücum etmiştir.
Hz. Peygamberin gerçek peygamber olduğunu ispat etmek için kelâm ilmi ve fırkaların münazara kitaplarının eskiden beri özelliği olan o meşhur eski ve terim-leşmiş delilleri ileri sürmemiş, aksine; daha çok kafaya yatan, gönlü tatmin eden ve imanı güçlendiren, adalet ve hakkaniyet taşıyan, akıl ve mantıkla hareket eden her insanı kabul ve itiraf etmeye mecbur bırakan yeni sebepler ve deliller ileri sürmüştür.
Daha sonra bu kitapta o; Hristiyanlık tarihi, Hris-tiyanlık kelâm ilmi, hristiyan âlimlerin ince görüşleri, te’villeri hakkında o kadar malzeme ortaya koymuş; Hz. Peygamberin peygamber olarak gönderileceğinin müjdeleri, onun peygamberliğinin delilleri ve önceden verdiği haberler hakkında o kadar çok bilgiler sunmuştur ki, bütün bunlar tek başına herhangi başka bir kitapta bulunamaz. Bu bilgileri elde etmek için çok büyük bir kütüphaneyi taramak gerekecektir. Mısırlı büyük âlim Muhammed Ebû Zehra’nın şu görüşüne tamamen katılıyoruz:
“Şüphesiz bu kitap, İbn Teymiye’nin tartışmalı olarak yazdığı kitaplar içerisinde en sakin olanıdır. Tek başına bu kitap İbn Teymiye’nin; bildikleriyle amel eden âlimler, mücâhid imamlar ve ölümsüz düşünürler listesine girmesine yeterlidir.”[172]
Üzerinde durduğumuz konuda, bu kitaba özlü bir bakış atmamız ve ondan yapacağımız alıntılar yardımıyla bir özetini sunmamız gerekecektir. Bununla onun görüş açısı ve bu kitabın ruhu gözlerimiz önüne gelecektir. [173]
Hristiyanhk Hz. İsa’nın Öğretileri ile Roma Putperestliğinin Karışımıdır:
Hristiyanhğı tenkid ve reddetme konusunda kalemi ele alan müslüman âlim ve yazarlardan çoğu Hristiyanlık tarihini bilmiyordu. Onlar Hristiyanlıktan, Hz. İsa’nın sözleri ve yaşayışı zannederek ver semavî bir din değeri vererek bahsetmişler ve böylece ona, hak etmediği bir değer ve şeref bahsetmişlerdir.
îbn Teymiye, Hristiyanlık tarihini ve onun zaman zaman gelişme ve değişmelerini araştırıp öğrendiğinden dolayı kendi dönemindeki Hristiyanlığın; Hz. İsa’nın bildirdikleri öğretilerle eski Yunan ve Romalıların müşrikçe (kafirce) inançlarının, âdet ve merasimlerinin, putçuluklarmm, mitolojilerinin yoğrulduğu bir hamur olduğu gerçeğini tanımıyor değildir. Bu bakımdan o, genel tenkidçilerin bu tarihî yanılgılarına düşmemiş, tam bir cesaret ve cür’etle mevcut Hristiyanhğı tenkid etme görevini yerine getirmiştir. Şüphesiz ki o, bu işi tam bir başarıyla noktalamıştır. O şöyle yazar:
“Romalılar, eski Yunanlılar vb. müşrik ve putperest idiler. Basit heykellere ve yeryüzünde yapılmış putlara tapıyorlardı. Hz. İsa (a.s.), elçilerini ve davetçi-lerini Allah’ın emrine çağırmak için onlara gönderdi. O elçilerden bir kısmı Hz. İsa’nın göğe çekilmesinden sonra o ülkelere gittiler. O ülke insanlarını Allah’ın dinine davet ettiler. Bazı insanlar Allah’ın dinini kabul edip bir süre onun üzerinde durdular. Sonra şeytan onlardan birkaçını yanıltarak, saptırarak Hz. İsa’nın getirdiğini değiştirmeye yöneltti. Böylece onlar Hz. İsa (a.s.)’ın getirdiği dinle, müşriklerin dinlerinin karışımı olan bir din icad ettiler.”[174]
Bir başka yerinde de şöyle yazar:
“Hristiyanlar iki dini birleştirerek bir din yaptılar. Biri; peygamberlerin getirdiği bir Allah’a inananların dini, biri de müşriklerin dini. Demek ki onların dininde bir bölüm peygamberlerin getirdikleri öğretilerdir. Bir bölüm de onların, müşriklerin dininden alıp kattıkları yeni sözler ve hareketler bölümüdür. İşte bu şekilde onlar ekânîm (üçlü ilâh inancı) sözlerini icad ettiler. Halbuki peygamberlerin anlattıklarında onun izine rastlanmaz. Aynı şekilde onlar boyutlu, eşyadan yapılmış ve gölge veren putların yerine gölgesi olmayan putlar icad ettiler. Böylece şeriat diniyle tabiat dininin ikisini bir araya getirmek için güneşe, aya ve yıldızlara yönelerek ibadet etmeyi, bahar mevsiminde oruç tutmayı dinin içine soktular. “[175]
Günümüzdeki Hristiyanlık Konstantin Döneminin İcadıdır:
İbn Teymiye bundan bir adını daha ileri atarak şöyle demektedir:
“Hristiyanlığın başlangıç döneminde ve Paul (Pau-los) zamanında olan değiştirme ve tahrifatından başka büyük bir tahrif ve değiştirme de milâdi 3. yüzyılın meşhur Bizans imparatoru ve ilk hristiyan devletinin kurucusu Konstantin döneminde oldu.” Bu konuda o şöyle yazar:
“Hristiyanların inançlarını, dinlerinin emirlerini, hükümlerini, Hristiyanlık şeriatını; onların âlimleri ve ileri gelenleri sürekli yazıp gelmişlerdir. Nitekim imparator Konstantin zamanında 318 kişi çeşitli Hristiyan fırka ve mezheplerinin ittifak ettikleri bir konferans (konsil) hazırladılar. Ariyus ile bu konsüle karşı olan diğerleri onlara lanet edip protesto ettiler. Bu karar listesinde hiçbir semavi kitapta izine rastlanmayan, hatta bütün semavî kitapların anlattıklarına aykırı olan, sağlam ve normal bir akla ters düşen meseleler[176]
Kitabın diğer bir yerinde ise şöyle yazar: “Bu dînî anlaşmada onlar, Hz. İsa’ya ve peygamberlere uymamışlar, aksine yeni bir inançlar tutanağı hazırlamışlardır. Onların bu tutanakta kararlaştırdıkları yeni inançlara, peygamberlerin sözlerinde rastlanmamakta, bunlara ait bir iz görülmemektedir. Peygamberlerin sözlerinde, hem de Hz. İsa ve diğer peygamberlerin sözlerinde, hiç bir yerde hiç bir şekilde Allah’ın üçlü olduğu (ekanîm-i selâse) geçmemiştir. Ne üç olduğu, ne fazla olduğu söylenmiş; ne de birde üç sıfatın olduğu, ne bir yerde herhangi bir ilâhî sıfata, Allah’ın oğlu veya Rabb’in oğlu kelimeleri kullanılmıştır. Ne Allah’ın diriliğine ruh denilmiş, ne de Allah’ın gerçek ilâh olan bir oğlu olduğu ve gerçek ilâhdan meydana gelen bir ilâh olduğu; onun babasının cevherinden geldiği, onun da, Allah’ın yaratıcı olduğu gibi yaratıcı olduğu söylenmiştir. Bu şekildeki sözler ve değişik türden küfrü içine alan diğer sözler hiçbir peygamberden nakledilmemiş ve duyulmamıştır.[177]
İNCİLLERİN GERÇEK DURUMU
Bazı İslâm âlimleri İncil’i, Kur’an-ı Kerim ve diğer semavî kitaplar derecesine koyarak inceleme ve anlatma hatası yapmışlar, hristiyan misyoner ve âlimlerinin iddialarından, propagandalarından etkilenerek onun da diğer semavî kitaplar gibi, semavî bir kitap olduğunu kabul etmişlerdir. Bu, sadece İncil’in tarihî yönünü bilmeme sonucu ortaya çıkan bir temel yanılgıydı. İbn Teymiye İncil’e hakkettiği yeri verir. Ona göre İncil’in dört çeşidinin değeri, genel siyer ve hadis kitaplarından hiçbir şekilde daha fazla üstün yer tutamaz. O şöyle yazıyor:
“Bu dört incil içinde bazı nakilciler, biraz Hz. İsa’nın sözlerini biraz da onun işlerini, hareketlerini ve mucizelerini nakletmişlerdir. Onlar Hz. İsa’dan ne duymuşlar, ne görmüşlerse hepsini nakletmediklerini söylemişlerdir. Nasıl ki hadisçiler, siyer ve megâzî yazarları Hz. Peygamberin sözlerim ve hareketlerini nakletmişler ve hiçbiri ona Kur’an derecesi vermemişse, aynı şekilde Hz. isa’nın sözlerini ve hareketlerini nakleden nakilciler de aynı işi yapmışlardır. O dört İncil’in durumu da bizdeki siyer ve hadis kitaplarının durumu gibidir.”[178]
Bir başka yerde ise şöyle yazmaktadır: – “Bugün hristiyanların elinde bulunan İncil’le ilgili olarak hristiyanlarm kendileri; onun ne Hz. İsa tarafından yazılmış, ne de onun kendisinin yazdırdığı bu kitap olmadığını itiraf etmektedirler. Onlar bu İncil kitaplarının Hz.İsa’nın göğe çekilmesinden sonra (Hz. İsa’nın havarisi olan ve onunla bir arada bulunup görüşmüş olan) Matta ve Yuhanna tarafından ve (Hz. İsa’yı hiç görmemiş olan) Marcos ve Luca tarafından yazdırıldığını kabul etmekdedirler.
Bunları; tevatür derecesine kadar ulaşacak şekilde çok insan ezberlememiştir. Bu incilleri hazırlayanlar da; Hz. İsa’nın söz ve hareketlerinin ancak bir kısmım naklettiklerini söylemişlerdir. Hz. İsa’nın bütün söz ve hareketlerini tam olarak bilmemektedirler.
Üç dört meselenin naklinde de yanılma ihtimali vardır. Özellikle şu bakımdan da Hz. İsa hakkında onlar yanılgıya düşmüşler; kimin çarmıha gerildiğinde şüphe içerisinde olmuşlardır.”[179]
İbn Teynıiye sadece İncil’le ilgili değil Tevrat’la ilgili olarak da şöyle yazmaktadır:
“Tevrat’ın rivayet ve naklinde de kesinti olmuştur. Kudüs harabeye çevrilip İsrailoğulları oradan çıkarıldıklarında, yahudilerin kendi rivayetlerine göre; Azür denilen bir adam Tevrat’ı kaleme almıştır.
Yahudilerin düşüncesine göre Azür bir peygamberdi. Bazıları da peygamber değildi derler. Onların anlattıklarına göre Tevrat’ın bu nüshasıyla bir başka eski nüshası karşılaştırılmış; bir başka rivayete göre de, Merakeş (Fas)’de bulunan bir nüsha getirilerek onunla karşılaştırılmış tır.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, bu kitapların içindeki sözler mütevatir (değişmediği kesinlikle ispat edilen sözler) değildir. Onların bazı yerlerinde yanlışlık olması da imkânsız değildir. Nitekim böyle yanlışlıklar, birkaç kişinin naklettiği ve birbirine anlattığı, ezberledikleri kitaplarda ortaya çıkmaktadır.”[180]
Sonunda îbn Teymiye şöyle bir sonuç çıkarmaktadır:
“Hristiyanlarm elinde bulunan İncil’lerin sözlerinin, Hz. İsa’dan olduğuna dair gerçek ve sağlam bir rivayet (tevatür derecesine ulaşmış) nakli yoktur. Ne de onların uyguladıkları İncil emirlerinin ve inançlarının Hz. İsa’dan geldiğine dair herhangi bir tevatür derecesinde nakil (anlatım) vardır. Ne de, müslümanlar-da Kur’an-ı Kerîm ve şeriat hükümlerinin tevatür derecesindeki naklinin herkes tarafından bilindiği gibi Yahudilerin elinde bulunan Tevrat’ın sözlerinin ve peygamberlerin önceden haber verdiklerinin sağlam tevatür derecesinde bir nakli vardır.”[181]
İbn Teymiye, Kur’an-ı Kerim, Tevrat ve İncil’in farkım göstererek şöyle yazar:
“Kur’an-ı Kerim’in söz ve ifadeleri, Hz. Peygamber (s.a.)’den tevatür yoluyla gelmiştir ve onun üzerinde tam ve kesin bir görüş birliği vardır. Aynı şekilde tevatür derecesindeki sünnetler, yine onun gibi müslü-manların elinde peygamberin pek çok hayat olayları ve durumları yazılı olarak bulunmaktadır ki onların sağlamlığı, doğruluğu çeşitli yollardan anlaşılmaktadır. Meselâ ümmetin onları tasdik etmesi, âdetlerin delâlet etmesi vs.
Kur’an-ı Kerîm, müslümanlarm sinelerinde saklıdır. Kur’an-ı Kerim’in korunması herhangi bir yazılmış kitaba bağlı değildir. Eğer kitaplar —Allah korusun— dünyadan yok olsa bile bundan dolayı onun korunmasına bir zarar gelmeyecektir.
Bunun tersine eğer İncil’in yazılı kitapları yok olsa, içindeki yazıları kesin bir nakille nakletme imkânı yoktur. Çünkü ezberlemelerine güvenilemeyen kitaplarının birkaç tane sayılı ezbercisi vardır. Bu bakımdan peygamberlik döneminden sonra (Hz. İsa) o İncil kitap-ı larmda (mâna veya söz) değişiklikleri olagelmiştir. Ve bu bakımdan onlarda rivayet senedi müslümanlarda ‘ geliştiği gibi gelişmemiş; cerh, tâdil ve tezkire (biyografi) ilmi müslümanlarda olduğu gibi ilerlememiştir.”[182]
İncillerde Tahrif:
İmam İbn Teymiye’nin; Tevrat ve İncil’de sözlü tahrifat (sözlerinde değiştirme) yapıldığına inanmadığı i yaygın olarak söylenirse de kitabı iyice okununca bunun yanlış olduğu anlaşılıyor. İbn Teymiye, tahrifatın mânalarda yapıldığını tekrar tekrar ısrarla ileri sür-ymüş, yahudi ve hristiyan âlimlerinin de aynı görüşte ; olduğunu söylemiştir.
“İncil’de ve Tevrat’ta tahrifat; içindeki metinlerden
O çıkarılan mânalarda yapılmıştır. O kitapların sözlerin-t den anlaşılan mânalar kendilerine göre değişik yorumlanmış ve inançlar başka yönlere çekilmiştir. Hristiyan h ve yahudi bilginler de mânada tahrifat yapıldığına inandığına göre, tahrifatın mânada olduğunda görüş
birliği vardır” demekte, bu yönde deliller gösterip ispatlar yapmaktadır. Yahudi ve hristiyan âlimlerine karşı bu görüşü ileri sürmektedir. Bir yerde şöyle yazar:
“Müslüman, yahudi ve hristiyan herkes tarafından bu kitaplarda (Tevrat ve İncil’de) tahrifat yapıldığı; mânalarında, açıklamalarında ve hükümlerinde değişiklikler yapıldığı kabul edildiğine göre bu bile (o iki kitabın) geçersizliğine yeterlidir.”[183]
Kitabın bir başka yerinde şöyle yazar:
“İslâm âlimleri ve kitap ehli bilginleri, Tevrat ve İncil’in mânalarında ve tefsirlerinde tahrifat yapıldığı üzerinde görüş birliğindedirler.”[184]
Fakat tevrat ve İncil’in sözlerinde de tahrifat olmuş mudur, olmamış mıdır? Bu konuda İbn Teymiye; baştan başa bu kitapların sözlerinin değiştirildiğine, sözlerinden hiç bir asıl sözünün kalmadığına katılmamaktadır. O şöyle yazar:
“Hz. Peygamberin peygamber olarak gönderilmesinden sonra bu İncillerin her dildeki bütün sözlerinin değiştirildiğini müslümanlarm söyledikleri doğru değildir.” O şöyle devam eder: “Bildiğim kadarıyla İslâm âlimlerinden hiçbiri buna inanmamaktadır.”[185]
Şüphesiz ki o; bu kitaplarda kesinlikle bir miktar tahrifatın olduğuna, pek çok yerlerde sözlerinin değiştirildiğine inanmakta ve buna; herkesin benimsediği bir görüş, demektedir. O bu noktada şöyle yazar:
“Bütün müslümanlar; ‘Hz. Peygamber, Tevrat ve İncil’in içinde geçen her sözü kabul etmiştir.’ iddiasını reddeder. Ve pek çok mâna ve izahlarının, açıklamalarının değiştirildiği gibi bazı sözlerinin de kesinlikle değiştirilmiş olduğuna inanırlar.”[186]
Bir başka yerinde ise şöyle yazar:
“Halkın üzerinde görüş birliğinde olduğu en doğru anlayış şu ki; bu kitapların bazı sözleri kesinlikle değiştirilmiştir.”[187]
HRİSTİYANLAR PEYGAMBERLERİNİN SÖZLERİNİ ANLAMAMIŞTIR
İbn Teymiye diyor ki: “Hristiyanlarm doğru yoldan sapıp dalâlete düşerek üç ilâh inancına ve müşrikçe düşüncelere gitmelerinin en büyük sebebi, yanılgının ana kaynağı; hristiyanlarm, kendi peygamberlerinin pek çok sözünün gerçek mânalarını anlamamaları ve pek çok sözlerinin mânalarını değiştirmeleridir.”
İbn Teymiye; “Bu yüzden yahudiler, hristiyanlar-dan bir derece daha üstündür. Her ne kadar onlar inatçı, kibirli ve gerçeği inkârda hristiyanlardan daha ileride iseler de peygamberlerin diline (üslûbuna) ve sözlerine o kadar yabancı değildirler” demektedir.
Bu semavî kitapları iyi anlamak ve onlardan doğru bilgiler edinip ne demek istediklerini iyi bilmek için peygamberlerin ifadelerini, tabirlerini çok iyi kavramanın gerekli olduğu görüşü üzerinde İbn Teymiye çok durmakta ve şöyle yazmaktadır:
“Peygamberlerin bize hitap ettikleri dili; onların sözlerinin, ifadelerinin ne demek olduğunu, onlarla ne demek istendiğini çok iyi anlamak gereklidir. Bu çok önemli bir meseledir. Bunun dışında başka bir yola sapan kişi onların sözlerini asıl mânasından saptıracak, onlar adına yalan uyduracak, onlara iftira edecektir.[188]
İşte onların dillerim, tabirlerini, terim ve deyimlerini iyi anlamamanın sonucudur ki; “Oğul” ve “Rûhu’l-Kudüs” kelimelerinin mânası yanlış anlaşılmış ve üçlü ilâh inancı ortaya çıkmıştır.[189]
Bu Kelimelerin Doğru Mânası:
Bu konuda da şöyle yazmaktadır:
“Ehl-i kitap; peygamberlerin ‘baba’ ve ‘oğul1 kelimelerini söylediklerini, bunlarla babadan; Rabbi (Allah’ı) ve oğuldan da; seçkin ve sevgili mânası kastedildiğini söylediklerini nakletmişlerdir. Hiçbiri, bunlarla ilâhî sıfatlardan bir sıfatın oğul sıfatıyla açıklandığım nak-letmemiş ve Allah Teâlâ’nın sıfatıyla ilgili olarak; ‘o, ondan doğmuştur’ veya ‘o, onun doğurduğu oğludur’ dememiştir. Öyleyse Hz. İsa’nın, insanlara; ‘baba, oğul ve Rûhü’l-Kudüs adına vaftiz olun’ sözündeki ‘oğul’ kelimesini, Allah Teâlâ’nm ezelî bir sıfatıdır diye tefsir edip açıklamak Hz. İsa’ya kesin bir iftiradır. Çünkü onun dilinde ‘oğul’ kelimesiyle anlatılmak istenen Allah Teâlâ’nm sonsuz (kadîm ve ezelî) sıfatı değildi. İşte bunun gibi peygamberlerin sözlerinde geçen Allah Teâlâ’nm hayat (diri olma) sıfatı, ‘rûhu’l-kudüs’ kelimesiyle hiç bir zaman açıklanmamıştır. Onların dilinde ve tabirlerinde ‘rûhu’l-kudüs’ kelimesiyle bildirilmek istenen; Allah Teâlâ’nm kendisini, peygamberlere ve salih kullara indirdiği ve onunla onları desteklediği bir varlık veya şeydi.”[190]
Kitabın bir başka yerinde hristiyanlara seslenerek şöyle yazar:
“Sizin haktan sapıp dalâlete düşmenizin sebebi; peygamberlerin açık ve kesin sözlerini bir tarafa atarak, kelimeler olarak, görünüş olarak hiç ilgisinin olmadığı bir mânaya çevirmeniz, başka mâna çıkarma-nızdır. Siz muhkem (mânası açık ve kesin olan) sözleri terkettiniz; fitne ve te’vil (sözü kelimenin görünen mânası yerine çok uzak veya ilgisiz mânalara çekme yolu) aramakta müteşâbihlerin peşine düştünüz. Eğer siz bu sözlerin görünen açık mânasına yapış s aydınız, haktan sapmazdınız. Çünkü peygamberlerin sözünde geçen ‘oğul’ kelimesinden hiçbir sıfat kastedilmemekte; aksine Allah’ın dostu, Allah’ın sevgilisi demek olduğu bildirilmektedir. ‘rûhu’l-kudüs’le de vahiy ve melekten başka hiçbir sıfat kasdedihnemiştir. Siz sözün görünen mânasını terkederek, kelimenin hiçbir zaman ifade etmediği bir mânayı ele [191]
Oğul ve Rûhu’I-Kudüs Kelimeleri Ortak ve Geneldir:
Daha sonra İbn Teymiye Tevrat ve İncil’in ifadelerinden, yazılarından örnekler vererek ‘oğul’ ve ‘rûhu’l-kudüs’ kelimelerinin Hz. İsa’ya özgü olmadığı, hatta çok kere başkaları için de kullanıldığını ispat etmekte ve şöyle yazmaktadır:
“Oğul ve rûhu’l-kudüs kelimelerinin Hz. İsa’dan başka diğer insanlar hakkında da kullanıldığına dair deliller, sizin elinizde de vardır. Siz kendiniz, Hz. İsa’nın Havarilerine; ‘Şüphesiz Allah benim ve sizin baba-nızdır, benim ve sizin mabudunuzdur’ dediğini söylüyorsunuz. O havarilerin kendileri; ‘Ruhü’l-Kudüs’ün kendilerine hulul ettiğini’ (kendilerinin içine girdiğini) söylemekteler. Sizin elinizde olan Tevrat’ın içinde şu ibare vardır:
“Rab Hz. Musa’ya dedi ki; Firavun’a git ve ona şöyle de: (Rab diyor ki, İsrail benim ilk kızımın oğludur. Onları bırak da bana ibadet etsinler. Eğer sen benim ilk kızımın oğullarım bırakmayı kabul etmezsen ben de senin ilk kızının oğullarını katlederim. Firavun İsrail oğullarını bırakmayınca Allah dediği gibi Firavun’un ve Firavun kavminin ilk kızlarının oğullarım katletti. Tahta oturan Firavun’un oğullarından tut da diğer adamların ve hayvanların ilk kızlarının oğullarına varıncaya kadar hepsini katletti.”
İşte Tevrat dahi bütün İsrailoğullarına Allah’ın oğulları ve onun ilk kızının oğulları demekte ve Mısırlıların oğullarına, Firavun’un oğulları tabirini kullanmaktadır. Yine ondan daha geniş mânada kullanarak hayvanların yavrularına, hayvanların sahiplerinin yavruları demektedir.
Aynı şekilde Davud’un Mezâmir’inde: “Sen benim oğlumsun, benden iste, ben de sana vereyim” demekte-dir.İncil’de Hz. İsa’nın şöyle söylediği anlatılmaktadır: “Ben; benim ve sizin babanızın, benim ve sizin mabudunuzun yanına gitmek üzereyim.” Ve yine şöyle söylediği nakledilmiştir: “Siz ne zaman dua ederseniz; Ey gökte olan babamız! Kuddûs senin adındır, bize filan filan nimetlerini ver, deyiniz.”
İşte böylece rûhü’l-kudüs’ün hulul etmesi sadece Hz. İsa hakkında anlatılmamakta, daha başka insanlar hakkında da anlatılmaktadır.”[192]
Kısacası, şunu anlatmak isteriz: İbn Teynıiye delilli ye örnekli olarak ispat etmiş ve hristiyanların, Hz. İsa’nın oğul oluşuna, ona ilâhlığm girdiğine, Allah’la birleştiğine ve onun Allah olduğuna dair delil gösterdikleri kelimelerin Tevrat ve İncil’in pek çok yerinde Hz. İsa’dan başkaları için dahi kullanıldığım ortaya koymuştur. Bu kelimelerin birer kinaye, mecaz ve muhavere (konuşma biçimi) olduğunu anlatmıştır. Sonunda şu neticeyi çıkarmıştır:
“Geçmiş haberlerde; Tevrat, İncil, Zebur gibi semavî kitaplarda ve diğer peygamberlerin haberlerinde, Hz. İsa ile ilgili olarak hristiyanların inandığı gibi onun ilahlığınm bir belirtisi olan Allah’la birleşmesi ve Allah’ın onun bedenine girmesi diye bir şeyin olduğu geçmemektedir. Hz. İsa’nın özelliği o kaynaklarda da ancak Hz. Peygambere (s.a.) şu âyette bildirildiği kadarıyla anlatılmıştır:
“Mesih İsa, sadece Meryem’in oğlu, Allah’ın peygamberi ve Meryem’e ilkâ ettiği bir kelimesi ve kendinden bir rûhdur.”
Gerçek şu ki, peygamberlerin getirdiği önceki kitaplar ve bütün Önceki haberler, Peygamberimizin haber verdiklerine tamamen uygun düşmektedir. Onlardan her biri diğerini tasdik etmektedir.
Hristiyanların, Hz. İsa’nın ilâh olduğuna delil getirdikleri bütün kelimeler ve bunu ispat etmeye çalıştıkları peygamberlerin bütün sözleri öyle bir takım sözlerdir ki, onların hepsi Hz. İsa’dan başka kimseler için de kullanılmıştır. O halde bunu Hz. İsa’nın ilâh olduğuna özgü kılmak yanlıştır, hiç bir temele dayanmayan hatadır. Meselâ ‘oğul1, ‘mesih’, “rûhü’l-kudüs’ün Hz. İsa’ya hulul etmesi, veya onu ‘ilâh’ kelimesiyle anması veya ‘onun içine Rabbin girip onda görünmesi’ veya yerleşmesi yahut ‘onun yerinde durması’ gibi bütün bu sözler başkaları için de söylenmiştir ve o kitaplarda da vardır. Şu halde bu kelimelerden onun ilâh oluşu mânası çıkarılamaz.[193]
Hristiyanlar arasıra bu anlatılan ve nakledilen terimlerden uzaklaşarak ekânîm (üçlü ilah inanışı) üzerinde ve Allah’ın Hz. İsa’ya girdiği ve onunla birleştiği iddiaları üzerinde akıl ve mantıkla konuştuklarında bunu, felsefe veya tasavvuf konusu haline getirirler. İbn Teymiye bunun üzerinde samimi ve felsefeci bir bakış açısıyla doyurucu bilgi vermiştir. Çünkü bu, onun kendine özgü bir konusudur. İlm-i kelâm, akâid ve Vahdet-i Vücûd konularında o, tekrar tekrar durmuş ve bunu uzun uzun anlatmıştır. Bu bakımdan bütün açıklığıyla bu konudan bahsetmekte, bunun tamamen akla aykırı sözler olduğunu ve gerçeklerle, akıl ve mantıkla hiçbir ilgisi olmayan uydurma bir felsefe olduğunu ortaya koymakta, ispat etmektedir.[194]