13 Nisan 2018

İBNİ TEYMİYYE’NİN ÖZELLİKLERİ VE İSLAMI ÖZÜNE DÖNDÜRME ÇABALARI 2 nci BÖLÜM

İbâdet Zevki ve Kendini İbâdete Verişi:

İnsan tad almadığı sürece ve gerçek zevkine vara­madığı durumda, ibâdet zevkine ve kendini ibadete vermeye muvaffak olamaz. Bu ibâdet zevki, onun der­dine deva, kalbine gıda, ruhuna güç haline gelmediği sürece ve kişi; “Gözümün nuru ve sürûru namazda kı­lındı” Ye “Namaza çağırarak bizi neşelendir ey Bilâl” hadisleriyle belirtilen seviyede ilişki bahsedilmediği sürece o tad alınamaz, o his duyulamaz. İbn Teymi­ye’nin çağdaşları ve onun durumunu bilenler; onun bu uyanıklık devletinden nasibi olduğuna ve onun halvete çekildiğine, duâ ve niyazlarda bulunduğuna, ibadetler­den ve nafilelerden Özel zevk aldığına ve bu sahaya
onun kendini tamamen verdiğine tanıklık etmektedir­ler. el-Kevâki-bü’d-Dürriye’de şöyle yazılmaktadır:
“Gece boyunca herkesten ayrı kalırdı. Bu sırada ya­nında Allah’tan başka kimse olmazdı. Sürekli O’na yal­varır yakarır, Kur’an-ı Kerîm okumaya devam ederdi. Gece gündüz çeşitli türde ibadetler ve nafilelerle meş­gul olurdu. Namaz kılmaya başladığında yanakları ve organları titremeye başlar; o derecede ki, sağ ve sol ta­rafları sarsılır, eğilirdi.”[46]
Böyle kalp ehli ve cezbe ehli kişilerin enerjisi, iş yapma gücü; ibâdet ve zikirle sağlanır. Eğer bu ibadet ve zikirde bir azalma meydana gelirse, onların gücü tü­kenir ve acıktığını hisseder. İbn Kayyim şöyle yazıyor:
“Sabah namazını kıldıktan sonra güneş epey yükse­linceye kadar yerinde otururdu. Biri sebebini sorunca derdi ki: İşte bu benim gıdam ve kahvaltınıdır. Eğer ben bu kahvaltıyı yapmazsam gücüm kaybolur, ener­jim tükenir.”[47]
Bu cezbe ve düzenli ibadetlerden sonra Allah Teâlâ dürüstlük ve doğru yol lütfeder. Böylece de zikr, ibadet ve düzenli yapılan manevî vazifeler ikinci bir karakter haline gelir. Zehebî şöyle diyor: “O, zikirlerine ve vird-lerine hiç saptırmadan devam ederdi ve her durumda gönlünü bağlayarak bu zikirlerini yerine getiridi”[48]

Zühdü, Uzleti ve Dünyayı Basit Görmesi:


Zühd (mala mülke değer vermeme) ve dünyayı ba­sit görmenin gerçek ruh hali; dünyanın gerçek durumu, insanın gözlerinin önüne serilmediği ve; “Şüphesiz ki âhiret yurdu ancak ebedi yaşama yurdudur”; “Allah katında olan en hayırlı, en sürekli ve sonsuz olandır.” âyetlerinin bildirdiği hal insan ruhunu kaplamadığı sürece oluşmaz, insanda kendini gösteremez. Bu kesin iman, sağlam bir marifet (Allah’ı tanıyış) olmadan ve Allah ile ilgi kurmadan yapılamaz. İbn Teymiye’nin çağdaşları, onun zühdünü, insanlara minnet etmeyip onlardan uzak duruşunu ve servet biriktirmekten uzak kalmayı yeğlediğini yer yer zikrederler. Ders arkadaşı ve çağdaşı Şeyh Alemüddin el-Berzâlî (Ö. 738 H.) şöyle diyor: “O başından sonuna kadar bir tek yol üzerinde yürümüştür. O yol da fakirliği tercih etme, dünya ma­lından ihtiyacı ölçüsünde fayalanma yoludur. O, kendi­sine verilen herşeyi geriye çevirmiştir. “[49]
Bu durum bir kimsenin ahlâk ve karakteri haline gelir de Allah Teâlâ ona ölümsüz kalp zenginliği serve­tini bahşederse artık o kimse, kayser ve kisralarm sal­tanatını hiç görür. Gözünü onlar tarafına kaldırıp bak­mayı bile günah ve Allah Teâlâ’nm nimetlerine nan­körlük kabul eder. Böyle bir durumda o kendinden ge­çerek:
“Ben yırtık hırkamı sultanların komutanlığına de­ğişmem,
Ben kendi fakirliğimi Süleyman’ın ülkesiyle değiş­tirmem.
Gönlümde fakirlik sıkıntısından bir hazine buldum ki;
Bu hazineyi sultanların keyfine değişmem.” der.
Onun ulaştığı makam ve mevkiden habersiz olan­lar, onun hakkında şüpheye düşerek saltanata göz dik­tiğini, dünya hırsı taşıdığını zannederler. O ise onların gerçeği bilmemelerine ve anlayışsızlıklarına matem tu­tarak; bu ebedî serveti elde ettikten sonra insan bu fâni dünyanın mülküne dönüp bakabilir mi diye üzü­lür. İbn Teymiye’nin durumu buydu. Bu noktaya ulaş­mıştı.
Melik el-Nasr bir gün kendisine: “İşittim ki, pek çok kişi sizin emrinize girmiş ve gönlünüzde saltanatı ele geçirme düşüncesi varmış” deyince İbn Teymiye ra­hat bir edâ ile ve orada bulunan herkesin duyabileceği yüksek sesle şöyle cevap verdi:
“Ben öyle mi yapacak mışım? Yemin ederim ki Moğollar’ın saltanatı da dahil olmak üzere senin salta­natın benim gözümde beş para değere sahip değil­dir.”[50]

Cömertliği ve Fedâkârlığı:


Allah ehli olanların ve peygamber ahlâkının mira­sına sahip olanların özel sıfatları, cömertlik ve fedâkârlıktır. İbn Kayyim, Zadü’l-Meâd isimli eserin­de (Elem neşrah leke)’nin tefsirini yaparken şöyle yaz­maktadır: “Göğsün açılması devleti, iman ve kesin inanç nimeti, cömertlik ve fedakârlık sonucunu doğu­rur. Bu bakımdan kime bu devlet nasip olursa cömert­lik ve fedâkârlık onun şiarı olur.”
Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin dostları ve çağdaşları onun cömertliğini çok övmekte ve alabildiğine hayran­lıkla anlatmaktadırlar. el-Kevâkibü’d-Dürriye’de: “O, cömertlikleri dillere destan olan sayılı birkaç cömert kişilerdendir” denmektedir. Onun bir çağdaşı olan Ha­fız İbn Pazlullah el-Ömerî, bu cömertliğin durumunu şöyle anlatmaktadır:
“Ona yığınlarla altın, gümüş, en değerli asil atlar, hayvanlar, mal ve mülkler gelir o da hepsini alır baş­kalarına verirdi veya ihtiyacı olanlara dağıtırdı. Onları konulduğu yerde bırakır, elini sürmez, ondan en ufak bir şey almazdı. Ancak başkalarına vermek için alır ve sadece dağıtmak için yerinden kaldırırdı. “[51]
Onun cömertliği öyle bir noktaya ulaşmıştı ki, hibe edecek bir şey bulamazsa elbisesini çıkarır verirdi. “O, her zaman sadaka dağıtırdı. Yanında vereceği bir şey yoksa elbisesini çıkarır verir ve ihtiyaç sahibinin işini görürdü.”[52]
Bir başkası şöyle der:
“Yemek yerken bir iki parça ekmek artırarak baş­kasına verir, böylece bu şekilde nefsinden fedakârlıkta bulunurdu[53]
Fedakârlığın ince ve hassas bir noktası; kişinin düşmanları ve rakiplerine anlayışlı hatta bağışlayıcı ve iyilik yapıcı olması, bundan da öteye geçerek onlar hakkında hayır dua edip iyiliklerini istemesidir. Bu manevî makam ve seviye ancak benlik ve nefis zevkle­rinden çok ileri geçmiş kişilere nasip olabilir. Kendile­rine ilâhî nimetler bir yağmur gibi yağıp huzur ve sükûn derecesi o noktaya ulaşanlara nasip olur ki, on­lar her çeşit karşı çıkışa bir saman çöpü kadar değer vermez; onların içinde düşmanlarına, rakiplerine dahi iyi dilek ve merhamet duygusu bulunur.
Yukarıda da anlatıldığı gibi 709 H. yılında İbn Tey-miye tekrar hapisten çıkarıldığında Sultan onu tenha bir yere götürerek, önceki sultan Câşengîr’in tarafını tutan kadıların, âlimlerin Öldürülmesi hakkında kendi­sinden fetva vermesini istemişti. Hatta ona şöyle de söylemişti: “Onlar senin aleyhine kıyamet kopardılar, sana eziyet ettiler.” Buna karşılık İbn Teymiye o kişile­ri övdü, üstün niteliklerini belirtti ve güçlü kelimelerle onlara değer vermesini Sultandan istedi. Sultanı, onla­rı öldürtmekten vazgeçirtti. İbnTeymiye’nin en büyük karşıtı Kadı İbn Mahlûf Mâlikî’nin şu sözü de yukarıda
geçmişti;
“Biz İbn Teymiye gibi anlayışlı, geniş görüşlü, iyi niyetli birini görmedik. Çünkü biz onun aleyhine devle­ti harekete geçirdik, ama o fırsatı ele geçirdiğinde bizi açıkça bağışladı ve hatta bizim adımıza savunma yapıp bizi korudu.”
Onun değerli talebesi ve her zamanki arkadaşı Ha­fız İbn Kayyim diyor ki:
“O, düşmanlarına bile hayır duâ ederdi. Ben onlar­dan hiçbirine beddua ettiğini görmedim. Ben bir gün ona en büyük rakibim ve kendisine herkesten çok düş­manlık besleyip eziyet eden bir kişinin Ölüm haberini getirdiğimde bana kızdı ve yüzünü çevir di. Ar kasın dan “İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn-Şüphesiz biz Allah içiniz ve şüphesiz biz O’na dönmekteyiz” âyetini okudu. Sonra hemen onun evine gitti, başsağlığı diledi ve şöyle buyurdu: “Beni onun yerine kabul edin, ne ihtiyacınız olursa ben size yardımcı olacağım.” Onlara öyle tatlı ve gönül okşayıcı sözler söyledi ki, onlar bundan çok mem­nun oldu. Kendisine çok dualar ettiler. Ve onun bu dav­ranışına çok şaştılar.”
Bağışlama ve iyilik yapmanın, muhaliflerine, düş­manlarına şefkat ve merhamet göstermenin bu derece­si, mal mülk fedâkârlığından çok üstün ve daha ileri bir derecedir. Bu sıddîk kişilere ve velîlerin en has ke­simine verilen bir makam ve seviyedir. İbn Teymiye bu seviyeye ulaşmış, bu makama ermişti. [54]

Sadelik ve Hırslardan Arınması:


Sadelik ve hırslardan arınma, nefsânî istekleri bas­tırma; Allah ehlinin baş özelliği ve binlerce kerâmet-den daha üstün ve binlerce faziletten daha yüksek bir olgunluk derecesidir. Bu seviye ve makam, kişide ben­lik yok olunca ve nefis tam terbiye olunca ele geçer. Şeyhülislâm İbn Teymiye, ilmî üstünlükleri, dinî ve dünyevî yükseklikleriyle birlikte bu üstünlüğe de sa­hipti. Onun sözleri; kendisinin hırslardan arındığını, herşeyi Allah için yaptığını, nefsini yendiğini ve kendi şahsını yok sayacak derecede üstün bir makama ulaştı­ğını bize göstermektedir.
İbn Kayyim, onun çok kere şöyle dediğini söylüyor: “Benim hiçbir şeyim yoktur, benden olan bir şey de yoktur, bende tek bir şey yoktur.” Bir kimse yüzüne karşı kendisini övünce şöyle derdi: “Vallahi şu ana ka­dar ben sürekli müslümanlığımı yeniliyorum ve şu ana kadar da çok iyi bir müslüman olduğumu söyleye­mem.”[55]
Biri kendisini övdüğü zaman şöyle de derdi: “Ben ümmetin içinden sadece bir insanım, devlet ve saltana­tın adamı değilim.”[56]
Hırslardan arman ve kulluğun bu derecesine1 ula­şan insanın hali öyle olur ki, artık o, ne kimse üzerinde bir hakkı olduğunu kabul eder, ne bir hak talep eder; ne kimseden bir şikâyette bulunur, ne de kendi nefsi­nin intikamını alır. İşte Allah Teâlâ İbn Teymiye’yi bu seviyeye ulaştırmıştı. İbn Kayyim şöyle diyor:
“Allah ruhunu mübarek kılsın. Ben İbn Teymi-ye’nin şöyle dediğini duydum: Arif insan, kimsede bir hakkı olduğunu kabul etmez, kendisinin başkasından daha üstün olduğunu ileri sürmez. Bu bakımdan o, ne kimseden şikâyet eder, ne istekte bulunur, ne de kavga gürültü eder.[57] Onun hâlini bilenler, “(O başkaların­dan bahsederken) kendini anlattığını, kendi durumunu açıkladığını anlarlar.”[58]

Huzur ve Sükûnu:


Bu iman, kesin inanç, Allah’la sağlam ilişki, kula minnet etmeme ve kalbin Allah’a bağlılığı, Allah’tan başkasından ilgisizlik nimetlerini elde ettikten sonra insana öyle bir huzur ve sükûn gelir ki, daha dünyada yaşarken o, cennetin tadını almaya başlar. İbn Teymi­ye (İbn Kayyim’in naklettiğine göre) bir keresinde biz­zat şöyle demiştir:
“Dünyada (mü’min için) öyle bir cennet vardır ki, bu cennete girmeyen âhiretteki cennetten de mahrum kalacaktır. “[59]
Basiret ve feraset sahibi olanlar bilir ki, Allah Teâlâ bazen daha bu dünyada iken muhlis ve samimi kullarına; “Onlara ne bir korku vardır, ne de onlar üzülürler” âyetinde bildirdiği nimeti lütfeder de onlar bunun örneğini (dünyanın ölçüsü nisbetinde) burada da görürler. Şeyhülislâm ve arkadaşlarının anlattıkla­rından, İbn Teymiye’nin bu devlet ve nimete sahip ol­duğu anlaşılmaktadır. Nitekim kendisi bir gün cezbeye gelerek şöyle demiştir: “Düşmanlarım bana ne yapabi­lir, benim cennetim, benim bağım bostanım, benim si­nemde (içimde)dir. Nereye gidersem o benimledir, ben­den ayrılmaz. “[60] Bu huzur ve sükûn; hayatında da, öl­dükten sonra da ondan ayrılmadı. İbn Kayyim şöyle yazıyor: “Ben bir gün onu rüyamda gördüm, kalple ilgi­li bazı meseleleri ona söyledim de bunun üzerine bana: “Kardeşim, ben neşe ve huzur içindeyim.” dedi.
İbn Kayyim şöyle yazıyor:
“İşte onun hayattaki durumu böyleydi. Yüzünde huzur ve sükûn, neş’e alâmetleri görülürdü. Durum ve hâli de bunu ilân ederdi”[61]

Sünnete Tam Bağlılığı:


Bu mertebe ve makamın (makbul oluş ve siddıkh-ğın) başlangıcı sünnete bağlanmakla olur, sonu da sün­nete kendini vermekle olur. İbn Teymiye’nin hadis ve sünnete kendini verişini, onlardan ne kadar çok zevk aldığını muhalifleri bile kabul eder. Ama bu kendini veriş sadece ilmî ve dıştan bakış şeklinde değildi. İlmî ve nazarî de değildi.
Çağdaşlarının da görüp tanıklık ettikleri gibi İbn Teymiye’nin peygamberlik makamına gösterdiği saygı ve edep, sünnete bağlı olmaya gösterdiği özen; başkaları ile kıyas edilemiyecek kadar büyüktür. Hafız Sira-ceddîn el-Bezzâr yemin ederek diyor ki:
“Allah’a yemin ederim ki, İbn Teymiye’den daha fazla Hz. Peygamber’e (a.s.) saygı gösteren ve onun sünnetine uymaya daha fazla hırslı olan ve onun getir­diği dine yardım etmeye, ondan daha fazla kendini ve­ren kimse görmedim. “[62]
Bu özellik onun üzerinde o kadar hâkim ve onun hayatında o kadar açık bir şekilde görülürdü ki, onu görenlerin kalbi Peygambere tam uymanın ve sünnete aşık olmanın, onun adı olduğuna şehadet eder. Allâme İmâdüddîn el-Vâsıtî şöyle buyuruyor:
“Biz kendi çağımızda İbn Teymiye’yi; Hz. Peygam­berin peygamberlik nurunun onun hayatında parladı-ğım; sünnetlere bağlılığın onun bütün sözlerinde, hare­ketlerinde göze çarptığını gördük. Temiz bir kalp, dü­rüst bir his; peygambere gerçek bağlılığın ve sünnete mükemmel bir uymanın onun adı olduğuna şehadet eder.”[63]

Salih Kullar Tarafından Benimsenmesi ve Devrin Âlimlerinin Tanıklığı:


Herhangi bir grubun ve halk topluluğundan birinin bir kimseyi övmesi, övülen o kişinin Allah katında de­ğerli olduğuna, iyi bir insan olup derece ve makamının çok yüksek olduğuna bir delil olamaz. Buna delil an­cak, Övülen kimsenin devrindeki değerli, dürüst ilim ve basiret sahibi, üstün ahlâk ve şeref sahibi kişilerin övüp beğenmesi ve o kişinin iyiliğine tanıklık etmeleridir. Bir de o kimseye bağlı olan kişilerin, ona sevgi ve ilgi duyanların, onunla oturup kalkarak haşır neşir olanların da; iyi duygulu, temiz inançlı, sağlam karak­terli, takva sahibi olup hatalardan sakınan ve ahireti aklından çıkarmayıp ona göre dünya hayatını düzenle­yen kimseler olmaları ve kendi dönemi insanları ara­sında dindarlıkta ve temiz yaşayışta seçkin olmaları gerekir. İbn Teymiye’nin durumu işte bu şekildeydi.
O devrin en seçkin ahlâk ve fazilet örneği kişileri, ilim ve feraset sahibi kimseleri, onun büyüklüğünü, üs­tün değerini, sağlam inancını ve düzgün akidesini söz­leriyle, yazılarıyla belirtmişler, itiraf etmişlerdir. Onlar İbn Teymiye’yi çok güçlü kelimelerle övmüşlerdi. Mu­halifleri arasında çok miktarda, devlet idaresine yana­şıp ondan faydalananlar ve dünya menfaati peşinde ko­şan zamane insanları vardı. Onlar makam ve mevki peşinde koşma hastalığına ve mal mülk, şan şöhret hır­sına kapılmışlardı. Keuâkib kitabının yazarı şöyle dijor:
“Dediler ki: Kim biraz meseleye dikkatle eğilirse görecektir ki, İbn Teymiye’ye taraftar olan kimse hangi şehirde bulunursa bulunsun o, şehrin âlimleri içinde hepsinden fazla Kitap ve sünnete bağlı, en çok ahireti arzu etmekle meşgul ve en fazla dünyadan yüz çevirip ona önem vermiyen kimsedir. Bunun aksine ona karşı olanlar ise; dünyaya en çok hırslı, dünya malına en çok istekli, riyakâr ve şöhret peşinde koşandır. Allah daha iyi bilir.[64]
Allâme Zehebfnin şu sözleri de unutulacak türden değildir:
“Sünnete yardım etme, onu ön plana çıkarma suçu ile çok korkutuldu, çok tehdit edildi. Sonunda Allah onu şerefli ve başarılı kıldı ve takvalı kişilerin kalpleri­ni ona sevgide, ona hayır dua etmekte birleştirdi.[65]

Feraset ve Kerameti:


Her ne kadar keşif ve keramet; büyüklüğün ve Al­lah katında değerli oluşun bir parçası olmayıp onun bir alâmeti değilse de gerçeğe ulaşan araştırıcılar açık bir şekilde, “Doğruluk ve doğru oluş kerametten önce ge­lir” diye yazmışlardır. Bu mesele şimdi herhangi bir açıklama yapmayı gerektirmiyor. Ama yine de şu bir gerçektir ki, Allah Teâlâ kendi pek çok değerli kulları­na bir lütuf olarak bu nimeti de bahşetmektedir. Onla­rın eliyle veya diliyle öyle olaylar, gerçekler ortaya çıkı­yor ki bunlar, onların Allah katında değerli ve sevimli kullar olduklarına işaret etmektedir.
“Evliyanın kerametleri hak ve gerçektir.” meselesi üzerinde ehl-i sünnet görüş birliği etmiştir. Kur’an-ı Kerim ve hadiste bunun çeşitli işaretleri ve örnekleri vardır. Bizzat Şeyhülislâm îbn Teymiye’nin kitapların­da bu mesele anlatılmış ve bunun gerçek olduğu ispat edilmiştir.
Keramet ve harikulade hal olarak ondan görülen hallere talebeleri, dostları, çağdaşları, tanıklık etmiş­tir. Daha sonraki âlimler de onun bu kerametlerinin inkâr edilemeyecek kadar meşhur ve çokça nakledildi­ğini itiraf etmiştir. Buhârî şerhi olan Umdetü’l-Kârî’-nin yazarı Allâme Aynî; Takriz er-Reddü’l-Vâfirisirali eserinde şöyle yazmaktadır: “İlmî büyüklüğü ve bilgi­deki mükemmelliğiyle birlikte onda görülen kerametle­ri o kadar çok insan nakletmiştir ki, bunda şüphe göstermeye imkân yoktur.[66]
İşte bu kerametlerin bir bölümü”feraset-i sâdıka” (doğru sezgi)dir. Bu doğru sezgiye mü’nıinlerin ileri ge­lenleri, müttakî velîler sahiptirler. Bu sezginin çok en­teresan ve insanı hayrete düşüren örnekleri nakledil­mektedir. Hafiz İbn Kayyim; Medâricü’s-Sâlikîn’de ve diğer kitaplarında bu “sezgi”den pek çok örnekler, bir­çok olaylar nakletmektedir. Medâricü’s-Sâlikîn’in bir yerinde şöyle yazmaktadır: “Ben Şeyhülislâm İbn Tey-miye’nin ferasetinden (sezgisinden) insanı hayrete dü­şüren pek çok örnekler gördüm. Benim görmediğim bu feraset olaylarından (halkın içinden güvenilen kişile­rin anlattığına göre) olanlar ise daha çoktur. Onun feraset örneklerini tamamen nakletmek için büyükçe bir kitap yazmak gerekir. “[67]
Vahdet-i Vücûd meselesinde, yok oluş ve ebedi oluş, marifet (ilâhî sırları tanıma), kalple ilgili ameller vs. gibi meseleler üzerinde İbn Teymiye’nin yazdıkların­dan anlaşılmaktadır ki o, fiili olarak da makamlardan (aşamalardan) geçmiş ve bu konuda “yüce tadları” ve “sağlam ve doğru halleri” elde etmiş bir kişidir. O ne söylemiş ve yazmışsa, sadece keskin zekâsından, güçlü ilminden veya etkili kaleminden dolayı yazmamış; ak­sine bunları tecrübe ve müşahedelerine (deneme ve gözlemlerine) dayanarak yazmış olduğu görülmektedir. Bu konularda onun anlattıkları ve görüşleri olarak be­lirttikleri; bazı kereler tasavvuf büyüklerinin ve tari­kat imamları (meselâ merhum Şeyh Şerefuddin Yahya Münyerî ve İmam Rabbânî Hz.Şeyh Ahmed Serhen-dî)’nin anlattıklarına, bildirdiklerine uymaktadır. [68]

İBN TEYMİYE’NİN ISLAHAT VE ÖZE DÖNDÜRME ÇABALARI


Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin, İslâmı yaşama ve ya­şatma mücadelesi tarihinde yaptığı büyük hizmet ve elde ettiği büyük başarının her ne kadar pek çok ilmî ve amelî yönleri var ise de bunları dört bölüme ayır­mak mümkündür. Onun ıslahat ve yenileme çalışmala­rında özel önem taşıyan dört bölüm şöyle sıralanır:
1—  Tevhid akidesinin (inancının) yenilenip şirke giden inanç ve merasimlerin yok edilmesi.
2—   Felsefe, mantık ve ilm-i kelâmın tenkidi ve Ki­tap ile sünnetin tarz ve üslûbunun tercih edilmesi.
3— İslâm dışı milletlerin ve fırkaların reddedilip onların inanç, âdet ve etkilerine karşı konulması.
4— Şeriat ilimlerinin yenilenmesi ve İslâm düşün­cesinin canlandırılması. [69]

I. TEVHİD İNANCININ YENİLENİP ŞİRKE GİDEN İNANÇ VE ÂDETLERİN YOK EDİLMESİ


Ibn Teymiye Döneminde Şirke Varan İnanç ve Adetler:


Arapların dışındaki milletlerin müslümanlara ka­rışmaları, İsmâüî ve Bâtınî sapık mezheplerin kurduk­ları devletin tesir ve nüfuzu, bir de cahil ve sapık ta-savvufçuların (tarikatçıların) yaptıkları ve anlattıkları yüzünden bütün müslümanlar arasında şirke giden inançlar, hareketler ve merasimler yaygınlık kazan­mıştı.
Pek çok müslüman kendi dinî önderleri, tarikat şeyhleri ve velîlerle salihier hakkında öyle aşırı ve şir­ke giden düşünceler ve inançlar beslemeye başlamış­lardı ki, bu tür düşünceleri ve inançları, yahudi ve hristiyanlar, Hz. Üzeyir, Hz. İsa (a.s.) ile kendi azizleri ve rahipleri hakkında taşıyorlardı.
Müslümanlarca din büyüklerinin mezarları başın­da yapılmaya başlananlar; müslüman olmayanların kendi tapınaklarında ve mukaddes bildikleri kişilerin mezarları başında yaptıkları bütün hareketlerin, mera­simlerin tam bir benzeriydi. İş, kabirde yatanlardan açıkça yardım istemeye ve medet dilemeye kadar var­dırılmıştı. Kabirdekilere yalvarmak, onlardan dilekler dilemek ve onlara adaklar yapmak âdet haline gelmişti. Onların kabirleri yanında kocaman mescidler yapıl­maya ve bizzat kabirleri mescid haline getirilmeye baş­lanmış, buralarda her sene şenlik yapılması, uzak yer­lerden yolculuk yaparak toplanılması genel bir usul ol­muştu.
Yedinci hicri asrın sonunda bu aşırılık, bu inanç ve davranış bozukluğu o hale gelmişti ki, bunun derecesi bizzat Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin kitaplarından ve yazılarından alman alıntılarla ölçülebilir. Bu alıntılar­da o, birine verdiği cevap sırasında veya herhangi bir konuyu anlatma çerçevesinde kendi zamanının bazı hak yoldan sapmalarını, dalâletlerini zikretmiştir. Bu anlattıklarından onun devrindeki dinî çöküşün ve İslâm’ın kalbine cahiliyet (dönemi inanç ve yaşayışla­rım ne derece şiddetle hücum ettiğini bir ölçüde tah­min edebiliriz:
“Pek çok kimse, ölüye tamamen ilâh derecesi ver­mekte ve o ölünün kabrinin yanında veya onun türbesi­nin içinde duran canlı pîr-i fâniye (türbedara) peygam­ber değeri vermektedir. Onlar ölüden ihtiyaçlarını gi­dermesini, zorluklarını halletmesini istemektedirler. Onlar pîr-i fânilere veya değer verdikleri büyüklerine öyle bir mertebe vermektedirler ki, o neyi helâl görürse onlara göre işte o helâldir, neye haram derse ancak o haramdır. Gerçekte onlar kendi hesaplarına göre, Al­lah Teâlâ’yı ilâhlık makamından, Hz. Muhammed (a.s.)’ı da peygamberlik mertebesinden bertaraf etmiş­lerdir.
Çok kere öyle olmaktadır ki, yeni müslüman olmuş biri veya ona büyük bilinen kişilerin bir müridi bağlılı­ğından dolayı gelerek mezarda yatandan; herhangi bir padişahın zulmünden korumasını veya başka bir iste­ğini yerine getirmesini istemektedir. Türbelerin yanında yatıp kalkan türbedar, mezara gidip dönmekte ve şöyle demektedir: Ben… hazretlerine durumunuzu bil­dirdim. O da Hz. Peygambere bildirdi. Hz. Peygamber de Allah Teâlâ’ya durumu arzetti. Allah Teâlâ da elçisi­ni o padişaha göndererek “Dikkat et, falan adama zu­lüm ve eziyet yapılmasın” haberini ulaştırdı.
İşte bu tür inanç ve hareket açıkça müşriklerin ve hristiyanların dini ve inançları değil midir? Bu hare­ketlerde ve bu tür inançlarda, her müşrik ve hristiya-* nm bile katlanamayacağı, kabul edemeyeceği kesin ce­halet ve büyük hatalar vardır. Türbelerde barınan bu kişilerin çekinmeden yaptıkları dilekler, istekler ve ka­birlere yapılan adaklar Kur’an-ı Kerim’in; “Ey iman edenler, yahudi ve hristiyanların pek çok bilgin ve ra­hipleri, insanların mallarını haksız yere yemektedirler ve Allah yolundan alıkoymaktadırlar.” âyetinin canlı bir örneği ve açık bir tefsiridir.” [70]

Kabirlere Açıkça Tapınma:

“Bu cahillerden pek çoğu açık açık mezarlara yöne­lerek, yönlerini kabirlere çevirerek namaz kılmaktadır­lar. Bazı kişilere şöyle dua edildiği duyulmuştur: ‘…Hazretleri beni bağışlayın, bana merhamet edin.1 Ba­zı kişiler kabri önüne alarak Kabe’ye de arkasını çevi­rerek namaz kılmakta ve şöyle demektedir: (Kabir özel kişilerin kıblesidir, Kabe genel kişilerin kıblesidir.) Şu da onların sözlerindendir: (İbadet ve zühde mümtaz (seçkin) olanlar ve yüzbinlerce müridi ve bağlıları olan­lar, kendi şeyhlerine bağlı olanlar arasında en üstünü olması mümkündür.)
O kişilerden biri şeyhi hakkında şöyle söylemekte­dir: (Bazen öyle çok riyâzat ve mücâhedede bulunan
şeyhler ve müridler vardır ki, mürid onun önüne gelip tevbe ettiğinde, herşeyden evvel ona gösterdiği yol; şey­hin kabrine giderek, putperestlerin putlarının önüne gidip kendini ibadete verdiği gibi oraya kapanmasıdır.) Bu mezarlara tapman adamlar arasından pek çoğu, bu kabirlere tapmakta öyle bir incelik, kalp yumuşaklı­ğı, yakarma hali, kalp sükun ve huzuru elde etmekte­ler ki, onlar bunu mescidlerden elde edememektedirler. Onlar hakkında Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Bu kan­dil o camilerde yakılır ki, onların yüceltilmesini ve içle­rinde isminin anılmasını Allah emretmiştir.”[71]

Allah’tan Korkmayıp Kabirde Yatandan , Korkulması:

“O kişilerin yatırlara inancı, türbe ve kabirlere bağ­lılıkları o kadar artmıştır ki, onlar büyük günahları ve haramları çekinmeden işliyorlar. Ama o türbenin kub­besini veya alemini gördüklerinde hemen onun altında yatan insanı aklına getiriyorlar, ondan çekinmeye ve korkmaya başlıyorlardı. Yeri ve gökleri yaratan ve em­riyle ayın görüntüsünü azaltan ve çoğaltan Allah’ı hiç düşünmüyorlardı.
Biri onlarla tartışırsa da, düşüncelerinin yanlış ol­duğunu ileri sürerek onlarla münakaşa ederse o kişiyi, büyük bildikleri o mezarda yatanların azametleri, haş­metleri ve herşeyi yapabilen güçleriyle korkutuyorlar­dı. Bu aynen müşriklerin İbrahim (a.s.)’ı korkutmaları­na benzer. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’in En’âm sûre­sinin 80-82. âyetlerinde şöyle buyurulmaktadır:
“Kavmi de kendisine karşı mücadeleye kalkıştı. O şöyle dedi: Allah, beni doğru yola iletmişken, O’nun hakkında benimle çekişmeye mi kalkışıyorsunuz”? Ben, O’na ortak koştuğunuz şeylerden (putlardan) asla korkmam. Rabbim dilemedikçe, onlar bana hiçbir şey yapamaz. Rabbim ilmiyle herşeyi çevrelemiştir. Artık düşünüp öğüt almıyacak mısınız? Hem Allah’ın size, haklarında hiçbir delil indirmediği şeyleri (putları) siz kendisine eş tanıdığınızdan korkmazken ben, o eş tanı­dığınız putlardan nasıl korkarım? Şu halde korkudan emin olmaya hangi taraf daha lâyıktır? Eğer biliyorsa­nız.
iman edip de imanlarını zulüm ve şirke bulaştır-mayanlar (var ya) işte korkudan emin olmak onların hakkıdır, hidâyete erenler de onlardır.” [72]

 Allah’ı ve Emirlerini Hafife Alma:

Bu mezarcılar ve türbelere tapanlar tevhid inancı ve bir tek Allah’a ibadet etmekle alay etmektedirler. Allah’ı bırakarak onları kendilerine şefaatçi ve mutlak hâkimler kabul etmekte ve onlara çok büyük saygı gös­termektedirler. Onlardan pek çok kimse; Kabe’yi tavaf etmeyi, hac etmeyi ve hac yapanları kötülemekte, ken­di önderlerini ve şeyhlerini ziyaret etmeyi, Kabe’yi zi­yaret edip hac yapmaktan daha üstün görmektedirler.
Bu inanç ve düşünce Şia ehlinde ve pek çok Sünnî denilen kişilerde de görülmektedir. Bazıları, camilere ve beş vakit namaza hakaret etmekte, şeyhlerinin dua­larını ondan üstün ve yüksek görmektedirler. Bu inanç hâlâ şiîlerde vardır. Bunlar kendilerini Kayslı Yunus’a bağlı görürler. Kayslı Yunus’un şu şarkısından onların durumları daha iyi anlaşılır:
“Gelin camiyi yıkalım, oraya meyhane yapalım,
Minberini kıralım ondan ud ve saz yapalım,
Kur’an’ı parçalayalım, ondan kaval yapalım,
Kadı’nm sakalını yolalım, ona yular yapalım:1”[73]

Müşriklerin Korkusuzluğu ve Yaramazlığı:

“Onlar o derece cesaretlenmişler ve korkusuz bir hale gelmişlerdi ki, hiç çekinmeden yalan yere yemin ediyorlar, ama kendi şeyhlerinin adı anılınca yalan ye­re yemin edemiyorlar. Onlardan bazıları; şeyhim tara­fından verilmeyen rızkı kabul etmiyorum diyor. Bir kısmı da, koyun keserken ‘şeyhim, efendim adıyla’ di­yor.
Bazıları da açık açık; şeyhlerinin, peygamberlerden üstün olduğunu söylüyor. O adamlardan bazıları; hris-tiyanların Hz. İsa hakkında inandıkları gibi şeyhleri­nin ilâh olduğuna inanıyor. Şeyhlerinin adını andıkları zaman son derece saygıyla anıyorlar, onların birer ilâh olduğunu iddia ediyorlar. Onlar, kendi büyükleri hak­kında; içlerinde açık açık ilâhhk iddiası olan uzun uzun şiirler yazmışlardır.
Onların içinden: ‘Musa, Tûr dağında ancak benimle konuşmuştu ve ancak benim tecellimi görünce bayılmıştı’ diyenler çıkmıştır. ‘Arş üzerinde ben kükre­miştim. O yüzden kâinatta hengâme koptu. Ve yedi de­niz benim heybetimden dalgalanmaktadır’ diyenler çık­mıştır. “[74]

Büyük Kişilerin İlâhlığına İnanma:

“Pek çok cahil ve müşrik kişiler, peygamberler ve din büyükleri hakkında; onların dünyayı idare ettikle­rine, yaratma ve rızık verme, ihtiyaçları yerine getir­me, felâketleri uzaklaştırmanın ancak onların işi oldu­ğuna inanmaktadırlar.
Bu, kesinlikle müslümanların inancı olamaz. Hris-tiyanlar bile sadece Hz. İsa hakkında bu şekilde inanır­lar. Çünkü onlar Allah ile Hz. İsa’nın birleştiğine, Al­lah’ın Hz. İsa’ya hulul ettiğine (vücûduna girdiğine) inanmaktadırlar. Onlar başka türden cahiller olmasına rağmen, Hz. İbrahim, Hz. Musa ve diğer peygamberler hakkında dahi böyle inanmazlar.”[75]
“Pek çok insanın kanaat ve inancı şöyledir; Hangi şehir veya yerleşim merkezinde bir büyük zâtın mezarı varsa onun yüzü suyu hürmetine o şehir halkına bol rı­zık verilir, onlara yardım edilir, ülke korunur ve düş­manlardan muhafaza edilmiş olur.
Bu adamlar hangi şahıs hakkında çok büyük bir in­san, üstün bir veli kanaati taşıyorlarsa onun hakkında; o filan şehrin koruyucusudur diyorlar. Meselâ Seyyide Nefise, Mısır ve Kahire’nin koruyucusu, filan falan bü­yük kişi Şam vs. nin koruyucusu, falan ve filan da Bağ­dat vs.nin muhafızıdır diyorlar.
Onların inancına göre; ancak o salih kişilerin ve peygamberlerin kabirleri (türbeleri) sayesinde o şehir­lerden, beldelerden belâ ve musibetler uzaklaşmaktadır.”[76]
“Bu kişilerin durumu şöyledir: Düşman Şam’a yöneldiğinde bu türbeciler ve kabirlere tapanlar; büyük­lerinden imdat istemek için kabirlere, mezarlara ko­şuştular. Bu yolla bu belâyı savuşturacaklarını umu­yorlardı. Bazı şairleri şöyle şiir bile yazdı:
“Ey Moğollardan korkanlar, gelin Ebû Ömer’in kab­rine sığının.”
Başka bir şair de şöyle dedi:
“Ebû Ömer’in kabrine sığının, o sizi z&rar ve belâ­dan kurtaracaktır.” [77]

Anıtkabirler Fitnesi:


Bu mezarcılığın ve türbeperestliğin tabii sonucu olarak, camilere karşın anıtkabir ve türbelerin önemi­nin artması ve cahil halk tabakasının dileklerini sun­dukları uğrak yerleri haline gelmesi kaçınılmazdı.
Nitekim İslâm dünyasının karış karış her yerine bu anıt mezarlar ağı döşendi; binlerce, yüzbinlerce gerçek veya uydurma kabirler ortaya çıktı. Sultanlar, vezirler gönül rahatlığı içinde ve cesaretle o anıtkabirlere arsa ve araziler vakfettiler. Bu mezarlara ve büyük kişilerin bulunduğu yer üzerine, göklere yükselen binalar, altın­la kaplı kubbeler yaptılar. O türbelerde barınan, orala­rı süpüren, oralarda hizmet edenlerden oluşan bir ka­labalık, bir ümmet ortaya çıktı. Büyük bir debdebe, merasim ve ihtişamla o yerleri ziyaret etme yolculukla­rı âdet haline geldi.
Uzak yerlerden kalabalık kafileler halinde gelenler öyle bir yolculuk manzarası çizmeye başladılar ki, hac kafilelerine eş olabilecek çoğunlukta hatta ondan daha
fazla kalabalıklar oluşturdular. Müslümanların camile­re olan ilgisi yön değiştirerek bu türbelere ve anıtka­birlere yöneldi. Yedinci ve sekizinci yüzyılda bu türbe­ler ve anıtkabirler, dinî hayatın merkezi ve ilgi odağı olarak Beytullah’m (Kabe’nin) rakibi haline geldiler.
Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin yazı ve eserlerinden bu anıtkabir fitnesinin ne kadar kök saldığı ve İslâm dışı (maddi) amaçlar taşıyan müslümanların bu fitne ile ne kadar içli dışlı olduğu anlaşılmaktadır.                 *
Bu fitnenin güç kazanmasında, kök salması ve ge­niş bir sahaya yayılmasında Bâtmîler idaresinin asır­lardır büyük bir haşmet ve debdebeyle Fas’tan Mısır’a ve Suriye’ye kadar idareyi ellerinde bulundurmuş ol­masının da büyük rolü olmuştur. Rafızî ve Şiîler, ta baştan beri mescidlerden daha çok anıt türbelerle; Kabe ve Ravza-i Mutahhara’dan daha çok Necef, Kerbelâ ve Meşhed’le ilgilenmişlerdir.
İmam İbn Teymiye’nin doğumundan önce her ne kadar Mısır’daki Fatimîler devleti son bulmuş idiyse de bunun fikrî ve kültürel tesirleri hâlâ devam ediyordu. Özellikle Suriye’de çok sayıda Şiî ve İsnıâilîler vardı. Bunlarla görüşüp kaynaşmanın sonucunda genel ve ca­hil müslümanlar üzerinde kötü etkiler meydana geli­yordu.
Sonra yanlış yorumlanan tasavvuf anlayışı ki, bu­nun içinde büyüklerin mezarları ve özel anıtkabirleri büyük önem ve mübâreklik taşıyordu. Bunlar üzerine 1 yıldönümü kutlamaları, “urs=düğün” dedikleri anma­lar yapmaları âdet haline gelmeye başlamıştı. Bu an­malar, türbelere ve anıtkabirlere daha da bir değer ka­zandırmış ve artık onlar; din dışı hareketlerin (bid’atla-rın) ve şirkin bir vasıtası haline gelmişlerdi. ^_. İmam İbn Teymiye bu anıtkabirler ve türbeleri konu edinerek şöyle yazmaktadır: [78]

Anıtkabir ve Türbeleri Haccetmek  (Ziyaret Etmek):


“Kabirleri hacceden bir kısım insanlar vardır. Bazı kimseler bu ziyaretin kaideleri, prensipleri üzerine ki­taplar bile yazmışlar, onların adını da “anıtkabirleri haccetmenin prensipleri” koymuşlardır. Nitekim Ebû Abdullah Muhammed b. Numan adındaki el-Müfîd lâkaplı bir Şiî âlimi bu ad altında müstakil bir kitap yazmıştır. Bunun içinde Ehl-i beyt adına yakıştırılmış öyle bir çok ipe sapa gelmez rivayetler vardır ki; bunla­rın aslının astarının olmadığını ilim ve görüş sahibi herkes bilir.
Bazı insanlar, şatafatlı bir şekilde şeyhlerin mezar­larını ziyaret için seyahat etmektedirler. Her ne kadar onlar bu ziyarete hac veya prensipler demiyorlarsa da ikisinin arasında hiçbir fark yoktur. O adamlardan bir kısmı yemin ederlerken, ‘kafileler halinde insanların haccettiği peygamber hakkı için’ diyerek Hz. Peygam-ber’in ziyaret edilmesini hac olarak anıyorlar da Bey­tullah’m haccedildiğini söylemiyorlar. Bazı hacca gi­denlerin hac yapmaktan en büyük amacı, Hz. Peygam-ber’in mübarek kabrini ziyaret etmek oluyor, hacc et­mek olmuyor. “[79]

Kabirleri Ziyareti Kabe’yi Haccetmeye Tercih:

“Bir takım adamlar, kabirleri haccetmeyi (ziyaret etmeyi) Kabe’yi haccetmeye tercih etmektedirler. Bazı adamlar, falan kişinin kabri iki veya üç kere ziyaret edilirse bir hac yapılmış gibi olur inancındadırlar. Bir kısmı da herhangi bir velinin veya büyük zatın kabri­nin Arafat olduğunu ileri sürmektedirler. Ve hac kabul ettikleri o kabri ziyaretleri sırasında müslümanların Arafat’ta vakfeye durdukları gibi vakfeye durmaktadır­lar. Doğuda batıda böyle yapılmaktadır. Bazı kişilerin inandığına göre bu mübarek yerin veya kendilerinin büyük veli kabul ettikleri kişinin kabrini ziyaret etme  seyahati hacdan da üstündür.
Bir keresinde yedi kere hac yapan müridin biri, di­ğer bir müride: Şeyhin kabrini ziyaret etmenin karşılı­ğında bu yedi haccı versem kabul eder misin? diye tek­lifte bulunmuş, bu mürid nasıl karar vermesi gerektiği­ni sorduğunda şeyhi ona: Eğer bu alışverişi yaparsan çok büyük zarar edersin, demiştir.
Bu insanlar arasında bazan; kim şeyhin kabrinin etrafını yedi kere dolaşırsa (tavaf ederse) bir hac sevabı kazanır, dendiği duyulmuştur.” [80]

Camilerin Perişanlığı ve Türbelerin İhtişamı:


“O insanlardan pek çok kimse camileri harap bırak­makta, anıtkabirlerini çok debdebeli ve şatafatlı tut­maktadırlar. Beş vakit namaz kılmak için yapılmış ca­mileri, tamamen harap ve sahipsiz gözükmektedir. Fa­kir mahalle halkı eğer çul sermişse sermiştir, yoksa o da yok. Bu mescidler sanki hiç kimsenin uğramadığı kervansaraylara benziyor.
Buna karşılık türbe ve mezarlar, altın ve gümüşle kaplanmış, örtülerle bezenmiş, mermerle döşenmiş, alımlı ve gönül okşayıcı olarak göze çarpıyor. Sabah ak­şam adaklar, sunaklar geliyor.
Bu; Allah’a, Kitabına ve O’nun Peygamberine açık bir hakaret ve göz göre göre şirke saygı değil midir? Bütün bunlar neden ve nasıl oluyor? Çünkü onların inancına göre; kabirde yatana dua etmek ve ondan yar­dım dilemek, camide Allah’tan dilekte bulunup, O’ndan istemekten daha faydalı ve etkili olmaktadır.
Bu bakımdan tabiî olarak cami karşısında kullara dua için yapılan bu türbeler, üstünlük ve öncelik ka­zandı. Cami için bir vakıf kurulmuşsa türbe için de bir vakıf kuruldu. Türbe vakfı onlara göre daha önemli ve daha değerli oldu, camilerden de daha ileri düzeyde ol­du. Bu konuda o kişiler, eski Arap müşriklerinin adım adım peşinden gitmektedirler. Allah Teâlâ bunların durumunu En’âm sûresinin 136, âyetinde şöyle anlat­maktadır:
“Tuttular da, Allah’ın yarattığı ekinden ve davar­dan müşrikler, hisseler ayırdılar ve inançlarınca ‘Bu, Allah’ın bu da, Allah’a ortak koştuğumuz putların’ de­diler. Putlar için ayrılan hisse çoğalsa, ondan Allah için harcamazlar. Fakat Allah için ayırdıkları hisse ço­ğalınca, Allah’ın ihtiyacı yoktur diye putlarının yolun­da harcarlar. Ne kötü hüküm vermektedirler.”
İbn Teymiye’den yukarıdaki alıntıları okuyanlar; güçlü İslâm devletleri bulunmasına, çeşitli ilim dalları­nın ünlü büyük âlimleri, muhteşem hadis ve fıkıh bil­ginleri, muazzam medreseler ve ilmî çevreler olmasına rağmen 7. ve 8. asırda câhil halkın ne gibi inanç ve amel sapıklıklarına yakalanmış olduklarını anlayacak­tır. Müslüman toplumunda ve müslüman halkın duy­gularında ne derece müşrikçe inanç ve hareketlerin yer tuttuğunu anlayacaktır. Cahil halk topluluğu bir tara­fa, pek çok âlim ve fıkıhçmm bile bu inançlar ve hare­ketler konusunda kararsızlıklar içinde, şüphe ve tereddütler içinde kıvrandığım da görecektir.
Bu âlimlerin eserlerine ve verdikleri fetvalara ba­kınca anlaşılıyor ki; onların kafası ve düşüncesi, Al­lah’a ortak koşma ve Allah’ın bir tek olduğuna inanma (şirk ve tevhid) konusunda, tevhid inancını doğrudan doğruya Kur’an ve hadisten alan bir insanın kafa ve düşüncesinin pürüzsüz ve lekesiz olması gerektiği ka­dar pürüzsüz ve lekesiz değildir.
Hz. Peygamber Efendimizin asr-ı saadetinin ve. sahâbe-i kiramın hayırlı ve mübarek örnek davranışla­rı, sözlerinin ve hareketlerinin canlı misâlleri gözleri önünde bulunan bu insanların üzerinde kendi dönem­lerindeki yaygın âdetlerin, merasimlerin ve eskiden ge­len İslâm dışı davranışların ne derece etkisi olduğu, İmam İbn Teymiye’nin çağdaşı Şeyh Ali b. Yakub el-Bekrî ve el-Ahnaî’nin eserlerinden anlaşılmaktadır. İbn Teymiye bu ikisinin eserlerine reddiye olarak iki büyük kitap yazmıştır[81] Bunlardan yapılan alıntılar yukarıda sunulmuştur. [82]

İbn Teymiye’nin Islâhatı, Müşrikçe İnanışları Reddedişi:


İmam İbn Teymiye bu müşrikçe hareketlere, mera­simlere, uygulamalara karşı savaş (cihad) bayrağını aç­tı ve ıslahat harekâtına girişti. Halkın memnuniyetine veya memnuniyetsizliğine, hatta avam gibi olan özel kesimin öfkesine, kötü sözlerine hiç aldırmadan bu yaygın âdetlere, merasimlere, müşrikçe düşünce ve inançlara karşı çıktı. Onları şiddetle reddetti ve bu müşrikçe hareketlerin temelini oluşturan düşünce ve inançlara tırpan salladı.
Bu kabirlere, türbelere halkın akın etmesinin, müş­rikçe hareketler ve merasimler yapmasının ana sebebi; insanların bu türbelerde yatanlardan isteklerde, dilek­lerde bulunmasıydı. Bunların adı ile yardım dileniyor, onlara sığınılıyor, onlardan imdat isteniliyordu.
İbn Teymiye; Allah’tan başkasına dua edilemiyece-ğini, bir istekte bulunulamayacağını eserlerinde açık açık yazmış ve bunların, müslümanların cehaletinden veya müslüman olmayan milletlerle karışmasından do­layı ortaya çıktığını bildirmiştir. er-Red Ale’l-Bekrî isimli eserinde şöyle yazmaktadır: [83]

Allah’tan Başkasına Dua Etmenin ve Yardım Dilemenin Yasak Oluşu:


“Hz.Peygamber aleyhisselâm efendimizin bildirdik­lerini okuyup onu iyice inceledikten sonra kesin ve açık bir biçimde anlaşılır ki; o yüce peygamber kendi ümme­tini herhangi bir ölmüş peygambere veya ermiş bir ki­şiye (evliyaya) dua etmekten, ister yardım dileme şek­liyle olsun, isterse korunmasını isteme şeklinde olsun, ondan bir şey istemekten menetmiştir.
Bunun gibi onun ümmetinin bir Ölüye ve diriye sec­de etmesi de caiz değildir; aynı şekilde, ibadetler içine giren ve ibadetlerden sayılan hareketler yapması da caiz değildir. Allah’ın Rasûlünün bütün bu tür işlerden menettiğini hepimiz biliyor ve hepsinini, Allah’ın ve Resulünün haram kıldığı, şirke giren şeylerden olduğu­nu anlıyoruz.
Fakat önceki dönemde cehalet alabildiğine yayıldığından, peygamberin talimatından (öğetilerinden) ve yüce peygamberin bildirdiklerinden haberdar oluş çok azaldığından dolayı pek çok âlim bugüne kadar Hz. Peygamber’in bildirdiklerini ve dinin hükümlerini açık­ça bilmediklerinden, bu cahillerin kâfir olduklarını söy­lemekten çekinmişlerdir. “[84]
Bir başka yerde de şöyle yazmaktadır: “Ölüden hacetini dilemek, dilekte bulunmak veya pek çok yerde âdet olduğu gibi o ölüden yardım iste­mek, Hz. Muhammedin (s.a.) Allah’tan getirdiği İslâm şeriatının dışındadır. Aslında bu da putperestliğin bir çeşididir. Bu bakımdan o dua edenler karşısında şey­tanlar arasıra, o türbede yatan kişi şeklinde veya ekse­riya putperestlere görüldüğü gibi herhangi bir bilinme­yen kişi seklinde görülmektedir. Hatta gerçek şu ki; Hz. İbn Abbas’ın buyurduğu gibi, putperestlik kabirler­den başlamaktadır.”[85]
Bir başka yerde İbn Teymiye şöyle der: “Herhangi bir ölü veya görülmeyen biri —isterse o kişi bir peygamber olsun— kendisinden dilekte bulun­manın haram olduğu, bütün İslâm müctehidlerinin gö­rüş birliği ettikleri işlerdendir. Allah ve Peygamberi ne buna izin vermiş, ne de sahabe ve tabiînden biri öyle yapmış, ne de İslâm müctehidlerinden biri bunu beğen­miştir.
Bugün önümüzde bulunan ve hiçbir değişikliğe uğ­ramadan sapasağlam gelen dinde; asırların en hayırlısı olan Peygamber asrında böyle bir şeyin olmadığı, böyle hareketlerin hiç görülmediği açık bir şekilde görülmek­tedir.
Bir kişi bir zorluğa veya bir felâkete düştüğünde yahut da bir mecburiyet karşısında kaldığında: ölmüş gitmiş bir velinin veya bir peygamberin adını alarak, ‘Ey falan efendim ben sana sığındım’ dediği, ‘senin ete­ğine yapıştım1 veya ‘ey falan büyük zat benim ihtiyacı­mı gider’ diye söylediği, veya bugünün bazı müşrikleri­nin (kâfirlerinin) ölüp gitmiş yahut orada olmayan bü­yüklerinin adını anarak;^ ‘sana sığınırız, sen bizi kur­tar, bize yetiş’ gibi sözler söyledikleri de görülmemiştir. Hiçbir sahâbînin, Hz. Peygamber’in vefatından sonra onun mezarı başına gidip veya başka bir peygamberin kabrinin yanma gidip, veyahutta o kabirlerden belli bir mesafedeki uzaklıkta onlardan yardım dileyip onlara sığındıkları da işitilmemiştir.
Sahâbe-i kiram; kâfirlerle, müşriklerle büyük sa­vaşlar yapmışlar, onlar karşısında nice kereler savaş düzeni almışlar, çetin savaşlar yapmışlardır. Bazen bü­yük zorluklarla karşılaşmış olmalarına rağmen onlar­dan hiçbiri ne bir peygamberden, ne de peygamber ol­mayan birinden yardım dilemiştir. Ne Allah’a bir kul adı ile yemin etmiş, ne de bu peygamberlerin ve pey­gamber olmayanların mezarlarına dua etmek için git­miş, ne de namaz kılmak için gitmiştir.
İmam Mâlik hazretleri ve bazı âlimler; bir kişinin Hz. Peygamber’in nurlu kabri yanında durarak kendisi için dua etmesini bile doğru bulmamış ve bunun; selef
  1. özellikle îslâm dünyasında toprak olmuş Ölü liderlerin anıt mezarlarını ziyaret ederek; kurtarıcı, ölümsüz, huzurunda eğiliriz, sana yalvarmaya geldik, bize yol göster… gibi sözler söylenmesi; klan döneminden kalma, ilkel toplumların feti­şist (putperest) inançlarının İslâm toplumuna yerleştirilmek istenmesidir. İnsanları ilâhlaştırmak insanlık suçudur. (Yu­suf Karaca)
döneminde yapıldığına bir örnek gösterilemeyen bid’at hareketlerden olduğunu açıklamışlardır.”[86]
et-Tevessül ve’l-Vesîle isimli meşhur eserinde şöyle yazar:                                                                      .
“Meleklere ve (ölümlerinden sonra veya onların göz önünde bulunmadıkları sırada) peygamberlere dua et­mek, onlardan istekte bulunmak, onlara yalvarmak, onlardan veya onların heykellerinden (putlarından),” Allah’a aracılık yapmalarını istemek; Allah’ın geçerli kılmadığı ve hiçbir peygamberle göndermediği yeni bir dindir. Böyle bir dini destekleyen semavi hiçbir kitap-, da gelmemiştir. “[87]

Allah’tan Başkasına Dua Etmenin Haram Oluşunun Hikmeti:

Bu kitabının bir yerinde onun haram oluşunun hik­metini anlatırken şöyle yazar:
“Allah Teâlâ; meleklerin bizim (insanlar) için duâ ettikleri ve Allah’tan bizim bağışlanmamızı istedikleri­ni buyurduğu halde bizim, meleklere dua etmemizi ya­saklamıştır. Aynı şekilde peygamberler ve sâlih (ermiş) kullar her ne kadar kabirlerinde canlı iseler de ve bazı sahabe rivayetlerinde onların diriler için dua ettikleri bildirilmişse de; herhangi bir insanın doğrudan onlara dua etmesi, onlardan dilekte bulunup bir şey istemesi caiz değildir. Bu hareket şirke, ayrıca onlara bir tapın­maya sebep olabileceği için seleften böyle bir davranış nakledilmemiştir. Bunun aksine, eğer onlar hayattay­ken onlardan bir şey istense, onlardan bir dilekte bulunulsa bu insanı şirke götürmez.
Meleklerin ve öldükten sonra peygamberlerin ve sâlih kulların; henüz yaşayan canlı kişiler için yaptık­ları dua ve istiğfara gelince; bunlar, başkalarının istek ve dualarının hiçbir rolü olmadığı Allah’ın dilemesine bağlı bir şeydir. Dilencinin hayatta olan bir kimseden bir şey istemesi meşru (câiz)’dir, ama bunun aksine o kimse, öldükten sonra artık kendisinden isteneni ver­mekle yükümlü değildir.”[88]

Ölülerden Dilekte Bulunmanın Şekilleri ve Çeşitleri:


‘” Kitabın bir başka yerinde; kabirlere dua edip onlar­dan istekte bulunanların durumlarını açıklayarak bun­lar hakkında ayrı ayrı hükümleri belirtmekte ve şöyle demektedir:
“Bir peygamberin veya ermiş sâlih bir kulun meza­rına gelen veya ziyaret ettiği mezarla ilgili olarak (ger­çek öyle olmadığı halde) bunun bir peygamber veya er­miş bir kulun kabri olduğunu zanneden kişinin, orada secdeye kapanıp dileklerde bulunmasının üç türü var­dır:
1— Bir türü şöyledir: O kişi, ondan ihtiyacını karşı­lamasını dilemektedir. Meselâ, o yatırdan kendinin ve­ya hayvanlarının hastalığını iyi etmesini veya borçları­nın ödenmesini yahut düşmanlarından intikam alması­nı yahut kendisini ya da ev halkının ve hayvanlarının sağlığını istemektedir. Buna benzer işler ise Allah’tan başka hiç bir kimsenin gücünde değildir. O halde bu açıkça bir şirktir. Böyle bir insana tevbe yaptırmalıdır, tevbe yaparsa ne âlâ, aksi halde öldürülmesi gerekir.
Eğer bu kişi: Ben bu yatırdan veya bu peygamber yahut veliden; bana nispetle o Allah’a daha yakın ve makbul olduğundan dolayı dilekte bulunuyorum, bu iş­lerde bana Allah katında aracılık yapması, şefaat et­mesi için —padişah katında yakın adamların halka aracı ve yardımcı kılındığı gibi— onu aracı kılıyorum derse, o zaman onun bu hareketi hristiyanlarm ve müşriklerin hareketine benzer. Çünkü onlar da kendi azizlerini, rahiplerini sadece aracı, şefaatçi kıldıklarını, onları menfaatleri, istekleri ve arzuları için Allah Teâlâ katında aracı ve şefaatçi kıldıklarını söylemekte­dirler. Böyle müşriklerle ilgili olarak Allah Teâlâ, onla­rın şöyle dediklerini haber veriyor: “Biz onlara, ancak bizi Allah’a yaklaştıran aracılar olarak tapıyoruz.”
Ve şöyle buyuruyor:
“Yoksa (o Mekke kâfirleri), Allah’tan başkasını, şe­faatçiler mi edindiler? (Kendilerine şefaat etmeleri için putlara mı tapıyorlar?) De ki: (O putlar) bir şeye güç yetiremezler ve akıl erdiremeseler de mi (şefaat edecek­ler)?”
“De ki: Bütün şefaat Allah’ın kudretindendir. Gök­lerin ve yerin mülkü O’nundur. Sonra hep döndürülüp O’na götürüleceksiniz. “[89]
Ve şöyle buyurulmaktadır:
“O Allah’tan başka size ne bir yardımcı ne de bir şefaatçi vardır. Artık siz hâlâ anlamaz mısınız?[90]
Aynı şekilde şöyle buyurulmaktadır: miı “O’nun katında izni olmadan kim şefaat edebilir.[91]
2— İkinci bir türü de şöyledir: O velîden veya me­zardaki yatırdan bir davranış istenmemesi, ondan bir dua ve dilekte bulunulmaması, sadece dua edenin istek ve dileklerinin yerine getirilmesi için ondan Allah’a dua etmesinin istenmesidir. Sahâbe-i kiramın Hz. Pey­gamber (s.a.) efendimizden kendileri için dua etmesini istemeleri gibi ve herhangi bir yaşayan insana; benim için dua ediniz, dendiği gibi yatırdan dua talebinde bu­lunulmasıdır.
Böyle bir durumda bilinmeli ki; canlı insandan bir dilekte bulunulması çerçevesinde bu caizdir ve geçerli­dir. Ama, ölmüş salih bir kulun veya peygamberin bu dünyadan göçüp gittikten sonra ona dua edip ondan is­tekte bulunulması işine gelince; şeriatta bunun yeri yoktur. Bu herhangi bir meşru ve caiz bir hareket de­ğildir ki, biz herhangi bir ölmüş ermiş kişiden veya öl­müş peygamberlerden: Bizim için dua ediniz veya Rab-bimizden bizim için şunu isteyiniz, diyebilelim. Ne bir sahâbîden, bir tabiîden böyle bir şey gösterilebilmiştir, ne bir müctehidin böyle bir konuda ictihdı olmuştur, ne de bunu gösteren bir hadis vardır.
Bunun aksine sahih olarak gelen hadislerde kesin şekilde görülüyor ki: Hz. Ömer (r.a.), kendi halifeliği zamanında kıtlık olduğunda Hz. Abbas (r.a.)’ı aracı yaptırarak dua ettirmiş ve şöyle demiştir: “Yâ Rabbî, önceleri bizi kıtlığa yakalandığımızda senin peygambe­rini aracı yapardık da sen de bize yağmur verirdin. Şimdi ise senin peygamberinin amcasını aracı kılıyo­ruz. Bize rahmet yağmurlarını gönder.” Nitekim yağmur yağdı.
Onlar böyle bir sıkıntı ve felâket arasında Hz. Pey­gamber’in kabri başına koşup; ya Rasûlallah, bizim için dua buyurun, yağmur göndertin, biz sana yalvanyoruz, demediler. Hiçbir zaman bir sahabî böyle davranmadı. Bu; Kur’an-ı Kerim ve hadiste geçerliliği gösterileme-yen bid’at   (din dışı) davranışlardır.
3— Üçüncü tür de şudur: Böyle yerleri ziyaret edenlerin; Ey Allah, senin katında büyük değeri olan* filan kişi yüzü suyu hürmetine veya falanın sayesinde veya falan ve filanın yüzü suyu hürmetine bana şu işi lütfet, bana şöyle şöyle yap, şunları şunları yap deme-sidir. Zaten bu pek çok insanın yaptığı şeylerdir. Fakat hiçbir sahâbîden böyle bir dua yaptıkları, böyle hareket ettikleri nakledilmemiş, işitilmemiştir.
Bazı âlimler ve büyük zâtlar, böyle bir duanın an­cak Peygamber (s.a.) adına yapılabileceğine izin ver­mişlerdir. Alimlerin bazıları; bunun da ancak peygam­ber hayattayken caiz olabileceğini ve her zaman için caiz olamayacağını söylemişlerdir.”[92]

Canlı Kişilerden Gücünün Ötesinde Bir Dünya İşinin İstenmesinin Caiz Olmadığı:


İmam İbn Teymiye sadece; ölmüş bir büyük zâttan veya peygamberden ve yatırdan dilek ve istekte bulu­nup onlara dua etmenin caiz olmadığını ileri sürmekle yetinmemektedir. Yaşayan bir insandan, dünya güçle­rinin dışında ve beşeri takatlarm ötesinde, “Kün fe-yekûn=Ol der o da olur” kudret sahibi Allah’a ait şeylerin veya sadece Allah’ın kudreti ve dilemesiyle olan, Al­lah’ın ancak kendisine özgü kıldığı işlerle ilgili bir şe­yin istenmesi ona göre caiz değildir ve şirktir. Ziyaretü’l-Kubûr risalesinde şöyle yazar:
“Kulun isteği sadece Allah’ın gücünün yettiği işler­le, meselelerle igiliyse onu Allah’tan başkasından iste­mek, isterse o, padişah olsun, isterse peygamber olsun, isterse şeyh veya büyük bir zât olsun, ister canlı veya ölmüş olsun caiz değildir. Meselâ, kendi hastalığından veya hayvanların hastalıklarından kurtulup iyileşme­lerini dilemesi veya herhangi bir belirli yön belirtme­den borçlarının ödenmesini istemesidir.
Ev halkının sıhhat ve afiyeti, dünya ve ahiret belâlarının giderilmesi, yahut düşmanına galip gelme, kalbe hidâyet verilmesi, günahların bağışlanıp cennete konma, cehennemden kurtarma, bilgi sahibi kılınma, Kuran okuma, kalp temizliği, ahlâk güzelliği ve nefis terbiyesi vs. bütün bunlar sadece Allah’tan istenilebile-cek şeylerdir.
Bir kimsenin; bir sultandan veya peygamber yahut şeyhten, canlı olsun veya ölmüş olsun; benim günahımı bağışla, beni düşmanıma üstün getir, benim hastama şifa ver, bana sıhhat, afiyet bahşet veya benim ev hal­kıma ve hayvanlarıma esenlikler ver diyerek istekte bulunması ve buna benzer dualar ve dilekler yapması caiz değildir.
Eğer bir kişi herhangi bir kuldan böyle isteklerde bulunursa kim olursa olsun o kimse müşriktir. Ve o ki­şi kesinlikle; meleklere ve peygamberlere tapan, onla­rın şekillerine göre yapılmış olan putlarına ve heykelle­rine tapan müşriklerin türündendir. Nitekim hristi-yanlar, Hz. İsa’ya ve onun mübarek annesi Hz. Meryem’e dua ederek onlardan istekte bulunurlar.[93]

Aracının Ne Demek Olduğu:


Bu konu dizisi içinde bir aracı konusu ortaya çıka­rılmakta ve Hz. Peygamber (s.a.)’den veya herhangi bir velî olan büyük zâttan ya da sâlih bir kuldan dua ede­rek dilekte bulunmaya, yahut onları aracı yapmaya karşı çıkan kişilerin “aracı”yi reddettiklerini söylüyor­lar ve halbuki Peygamber, Allah ile kullar arasında bir aracıdır, onlar olmadan Allah’a ulaşma işi hayaldir di­yorlar. İbn Teymiye gayet açık bir üslûpla buna cevap vermekte ve şöyle demektedir: “Aracının iki mânası vardır. Bir mânası; gerçektir ve gerçek olduğu üzerinde görüşbirliğine varılmıştır. Dinin temeli de bunun üzeri­ne kurulmuştur. Bir mânası daha vardır ki o; bâtıldır, temelsizdir, uydurmadır.” Bu konu üzerinde İbn Tey­miye apayrı bir kitap olarak el-Vâsıta Beyne’l-Halkı ve’l-Hakk adıyla bir eser yazmıştır. Orada şöyle de­mektedir.
“Peygamberin aracı olmasının mânası; eğer, Al­lah’ın emirlerini ve O’nun dileğini kullara bildiren bir aracıya ihtiyaç vardır demekse, bu tamamen doğrudur, baştan başa haktır. Çünkü Allah’ın kullarının; Allah’ın emirlerini, isteklerini, yasaklarını öğrenmesi için on­dan başka hiçbir aracısı yoktur. O peygamberler olma­dan Allah Teâlâ’nm dostları ve sevdiği kullan için ne nimetler hazırladığı, düşmanlarına, isyankâr kullarına ne azaplar va’dettiği bilinemez.
Hangi sıfatların ve isimlerin Allah Teâlâ’nm nasıl ve niçinsiz zâtına lâyık ve uygun olduğunu, nelerin uy­gun olmadığını bilmekte tek başına akıl âcizdir, yete­neksizdir. Bütün bu gerçekler ve sağlam bilgiler ancak, Allah Teâlâ’nın, kendilerini kullarını doğru yola ilet­mek ve doğru yolu öğretmek için gönderdiği peygam­berleri aracılığıyla elde edilebilir.
Bu konu üzerinde sadece nıüslümanlar değil hatta bütün yahudi ve hristiyan milletlere varıncaya kadar herkes görüşbirliğindedir. Onların hepsi Allah ile kul­lar arasında böyle aracıların olduğuna inanmaktadır­lar. Bu aracılar; Allah’tan emirler ve haberler getiren peygamberleridir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Allak, meleklerden ve insanlardan haber getiren­ler seçer.”[94]
Bu aracıları inkâr eden kişi, bütün dinlerin ve mil­letlerin görüş birliği ile kâfirdir.”[95]
“Eğer aracı demek; arzularını elde etmek ve kötü­lüklerden kurtulmak için bir aracıya ihtiyaç vardır de­mekse, meselâ; rızıkta, düşmana üstün olmakta, yolu­nu kaybedip dalâlete düşmüş kimseyi doğru yola getir­mekte Allah’la kul arasında aracı olan bir kişiye ihti­yaç vardır; insanlar bütün bunları ondan istemeli, o da Allah’tan alarak vermeli ve insanlar ona güvenmeli inancıyla bir aracı demekse, bu en üst derecede bir şirktir. Bundan dolayı Allah, müşriklere “kâfirlerdir” buyurmuştur. Çünkü onlar Allah’tan başka dostlar ve aracılar edinmişler, onlar aracılığıyla dileklerim sun­muşlar, kötülüklerden onlar aracılığıyla sakmmışlardır.”[96]
Cahil halk ve cahil halka benzeyen pek çok özel ke­sim; sadece peygamberler ve Hz. Peygamber efendimiz hakkında aşırılığa gitmekle kalmamışlar, hatta tüm evliyayı ve salih kulları kendileri ile Allah arasında va­sıta yapmışlardı. Dua ve yardım dileklerini, ümid ve bel bağlamalarını, arzu ve isteklerini sunmalarım sa­dece onlara dayandırmışlardı. İbn Teymiye onlar hak­kında şu ayırımı yaparak şöyle buyurmaktadır:
“Peygamberlerin dışında din ilimlerinin liderleri ve imamları (en büyük önder âlimleri) hakkında da şu açıklama vardır: Kim bu kişileri peygamberle ümmeti arasında vasıta kabul eder de onları, peygamberlerin emirlerini ve dinin meselelerini Öğreten, ümmetin ken­dilerine uyduğu terbiye edicileri kabul ederse bu, ye­rinde ve doğrudur. Bu âlimler ve din önderleri eğer bir meselede görüşbirliğine varırlarsa, bu kesin bir dinî delil olur. Çünkü onlar topluca yanlışta, hatada, da­lâlette birleşemezler. Onlar eğer bir meselede görüş ay­rılığına düşerlerse hemen o konuda Allah ve Rasûlüne yönelirler, onların buyruklarına başvururlar.
Çünkü o âlimlerden hiçbiri kendi başına kesin ola­rak hatasız değildir. Onlardan her birinin sözünde bir gerçek payı ele geçirilebilir, bazı sözlerine de uyulma-yabilir. Tamamen kusursuz olan sadece Hz. Peygambe­rin mübarek şahsıdır. Ancak onun buyruğu ve emri terkedilemez.
Eğer bir kişi; bu din büyükleri, âlimler ve mücte-hidler; Allah ve kulları arasında, padişahla halk ara­sında mabeyincinin vasıta olduğu gibi bir vasıta olup, kullarının dileklerini Allah’a ulaştıran kişilerdir (aracı­lardır) diye inanıyorsa ve onların aracılığıyla Allah, kullarına rızık verip dorğu yola sevkediyor, kul onlar­dan istiyor, onlar da Allah’tan istiyorlarsa, nasıl ki padişahınabeyincileri halkın isteklerini padişahlara bildirip halkın isteğini yerine getirmesini arz ediyorsa, halk doğrudan padişahtan istekte bulunamıyor, bunu saygısızlık kabul edip padişahlara daha yakın oldukla­rından, daha yararlı olur düşüncesiyle o mabeyinciler­den istiyorsa; aynı şekilde o âlimleri, büyükleri biz de aracı kılıyoruz diyerek bu türden birtakım aracılara inanıyorsa bunun mânası; din büyüklerini, âlimleri ve salih kulları Allah’la kendisi arasında aracı yapıyor de­mektir. Bu kişi kâfir ve müşriktir. Onu tevbe ettirip bu inançtan vazgeçirmek vaciptir (şarttır.) Tevbe ederse ne âlâ, yoksa öldürülmelidir. Aslında bu kişi Allah’ı bir yaratığa benzetme sapıklığına düşmüştür. Çünkü o ya­ratıcıyı yaratılana benzetmiş ve Allah’a bir benzer ve eş ortaya koymuştur.[97]

Anıtkabirler Kötü Bid’atlardir:


İbn Teymiye bu anıtkabirlere ve ziyâretgâh olan türbelere şiddetle karşıdır. Bunlar o dönemde bütün İslâm dünyasında şirkin, bid’atm, fisk ve fücurun, bin-bir çeşit münkerlerin (İslâm’ın yasakladığı şeylerin) merkezi haline gelmişlerdi. Ve İslâm dünyasında bü­yük bir fitne şeklini almışlardı. İbn Teymiye diyor ki: “Bu, kesinlikle şeriata karşı çıkış ve önceki devirlerin (İslâm’dan önceki dönemin) özelliği olan kötü bir bid’attır.” er-Red Ale’l-Bekrî isimli eserinde şöyle der:
“Mezarlar üzerine yapılan, anıt mezar veya türbe denilen bu mabedler (tapmaklar); insanların İslâm di­ninde ortaya çıkardıkları birer bid1 attır. Oraları ziyaret etmek için seyahatlere çıkmak da şer’î hiçbir temele dayanmayan bir alışkanlık haline gelmiştir. Hz.Pey-gamber’in hayırlı ve mübarek olduğunu buyurduğu İslâm’ın ilk üç yüzyılında böyle şeyler yoktu. Hatta sa­hih hadislerde anlatıldığı gibi, Peygamberimiz böyle şeylerden sakındırmış ve yasaklamıştır. Buharî’de ge­çen hadiste Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Al­lah, yahudilere ve hristiyanlara lanet etsin. Onlar pey­gamberlerinin mezarlarını mescidler (tapınaklar) hali­ne getirdiler.” Hz. Ayşe; “Eğer bu endişe olmasaydı Peygamberimizin mübarek kabri açık bir alana yapılır­dı. Fakat Peygamberimiz onun mabed haline getirilme­sinden çekiniyordu.” buyuruyor.
Vefatından beş gün önce Hz. Peygamber şöyle bu­yurmuştur: “Sizden önceki insanlar kabirleri mescidler (tapınaklar) haline getiriyorlardı. Dikkat edin, kabirle­ri mescid haline getirmeyin. Ben sizi bundan menederim.[98]
Daha ileride şöyle söyler:
“Müslümanlar Tüster’i fethettiklerinde orada Dan-yal (a.s.)’ın kabrinin olduğunu ve şehir halkının burada yağmur duası yapıp ondan su göndermesini diledikleri­ni gördüler. Ebu Mûsâ el-Eş’arî hazretleri Hz. Ömer’e (r.a.) durumu haber verdi, o da şu haberi yolladı:
Gündüz on üç mezar kaz. Geceleyin o kabri bu me­zarlardan birine naklelederek defnet. Taki insanlar fit­neye düşmesin ve ondan bir daha yağmur isteme hata­sına fırsat bulamasın.
Gerçekte sahâbe-i kiramın yolu işte buydu. Bu ba­kımdan sahabe ve tabiîn zamanında İslâm ülkelerinde, bir kabir üzerine yapılmış mescid görülmezdi. Hiçbir yerde ziyaretgâh haline getirilen türbe de yoktu. Ne Hicaz’da ne Yemen’de ne Suriye’de ne Mısır’da ne Irak’da ne de Horasan’da.”[99]
Kitabın bir başka yerinde de şöyle yazmaktadır: “Kabirleri hac eden (hac yapar gibi tavaf ederek zi­yaret eden) onları tapınak, mescid, kutlama yeri haline getiren insanların izine sahabe, tabiîn ve tebe-i tabiîn dönemlerinde rastlanmamaktadır. İslâm’da; etrafında dolanılarak hac eder gibi ziyaret edilen öyle kabir ve türbe yoktur. Bu İslâm’ın ilk üç asrından sonraki döne­minin türemesidir. Bid’atm özelliği de zaten; ne kadar Hz. Peygamber (s.a.)’e ters düşüyorsa, onun ortaya çı­kışı o kadar geç olmasıdır. Zaten işin başında açık ve kesin karşı çıkılamayan bid’atlar ortaya çıkar.[100]

Türbeleri İcâd Edenler Bâtınî ve Râfızîlerdir:


İbn Teymiye’nin araştırmalarına göre, bu anıtkabir ve türbeler bid’atmı ve buraları ziyaret etme propagan­dasını başlatanlar Bâtmîler ve Râfızîlerdir. Onlar bu konuda hadisler uydurmuşlardır. Çünkü onların asıl hoşlandıkları, imamlarının türbelerini ve anıt mezarla­rını ziyaret etmektir. İbn Teymiye şöyle buyuruyor:
“Bu türbeleri ziyaret etmek için seyahate çıkmanın faziletini anlatan hadisleri ilk uyduranlar Rafızî ve benzeri diğer bid’at ehli kişilerdi. Onların prensibi: ca­mileri viran bırakıp şirkin, küfrün, yalanın ve yeni bir din uydurmanın şekli olarak anıtkabirleri, türbeleri debdebeli, cazibeli ve şatafatlı kılmak, onlara saygı ve hürmet göstermektir. Kitap ve sünnette türbe yerine yer yer mescid kelimesi kullanılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“De ki: Rabbim adaleti emretti. Her secde sırasında (namazınızda) yüzünüzü kıble tarafına çevirin. Allah için dinde samimi kişiler olarak Allah’a ibadet edin. İlkin sizi O yarattığı gibi yine O’na döneceksiniz.”[101]
“Muhakkak ki bütün mescidler Allah’a ibadet için kurulmuşlardır. O halde Allah’la birlikte başka birine ibadet etmeyin. “[102]
‘Allah’ın mescidlerini, ancak Allah’a ve âkiret gü­nüne iman eden, gereği üzere namazını kılan… kimse-ter imar edip onarır.[103]
“Siz ibadet için mescidlere kapanıp itikaf halindey­ken geceleri de hanımlarınıza yaklaşmayın. “[104]
“Allah’ın mescidlerini, içlerinde Allah’ın ismi anıl­maktan meneden ve harab olmaları yolunda çalışan kimselerden daha zalim kim vardır. “[105]
Şu sahih hadiste de aynı şey bildirilmiştir: “Sizden önceki insanlar (yahudi ve hristiyanlar) kabirleri mes-cid haline getiriyorlardı. Dikkat edin, kabirleri mescid­ler haline getirmeyin. Ben sizi bundan menederim.[106]
İbn Teymiye; bu türbeler ve meşhur ziyaret yerleri­nin çoğunun uydurma ve tahmini olduğunu ortaya koy­muştur. O bu konuda şöyle diyerek ne güzel yazmakta­dır:
Türbeleri ve mezarları tanıyıp bilme meselesinde şeriatın hiçbir buyruğu yoktur. Bu, dinin bir parçası değildir ki, Allah onu korumayı garantilesin. Bu ba­kımdan onlar içinde pek çok sahte ve uydurmalar var­dır. Pek çok kabir ve türbeler asılsızdır. Nesilden nesile insanlar bu konuda yanlış bilgiler edinmişler, asılsız şeylere inanmışlardır. O şöyle yazar:
“Türbelerden çoğu tamamen uydurmadır, çoğu da şüphelidir. Bu konuda insanların bu kadar yanlış ka­naate saplanmalarının sırrı ve sebebi şudur: Türbeleri tanımak, onların kime ait olduğunu ve nice olduğunu bilmek dinin bir parçası değildir ki Allah onu korumayı garantilemiş olsun. Çünkü ümmetin bu bilgilere ve on­ların aslını astarını araştırıp öğrenmeye ihtiyacı yok­tur, dinin hiçbir meselesi de buna bağlı değildir.”[107]

Türbelerde Murada Erme Uydurması:


Bu konuda büyük bir fitne yayılıyor ve bu türbeler­de, ziyaretgâhlarda pek çok ağır hastalar şifa buluyor, dualar kabul oluyor şeklindeki uydurma haberler orta­lığı kaplıyordu. İnsanlar bu konuda tecrübelerini, gör­düklerini ve başlarından geçeni birbirine anlatıyorlar­dı.
Allah Teâlâ’nın dinde sağlamlık ve imanda kesinlik derecesi lütfettiği İbn Teymiye bu gibi reklâmlardan, iddialardan, yalan propagandalardan etkilenecek biri değildi. Dinin kesin hükümlerini, Kitap ve sünnetin açık yazılı emirlerini bu reklâmlardan ve yalan haber­lerden dolayı terkedebilecek biri de değildi.
O, Allah vergisi basireti, gerçek dinî insiyatifi ile hareket etti. Meseleye Kitap ve sünnette bildirilen ke­sin bilgilerle ve mantıklı bir ferasetle baktı. Böylece bunların asılsız vehimlerden ve gerçek olnııyan zanlar­dan ibaret olduğunu ispat etti. Daha çok bu konuda hayvanların şifa bulduğuna ait haberler ve olaylar, naklediliyordu. İbn Teymiye bunun çok tuhaf, entere­san ve dikkat çekici sebebini anlatırken şöyle demekte­dir:
“Kahire’de bir kısım insanlar; Kölemenler (Fatımî-ler) hakkında onların   sâlih, evliya kullar olduğuna inanmaktadırlar. Ben onların münafık ve zındıklar ol­duğunu, en azından onların en iyilerinin râfîzî oldukla­rını söylediğimde hayrete düşerek dediler ki: Biz karnı ağrıyan atlan onların mezarlarına, türbelerine götürü­rüz de orada iyi olurlar. Ben de onlara; zaten bu onla­rın küfrünün en büyük delilidir, dedim. Bazı seyisleri çağırarak onlara: Siz Suriye ve Mısır’da atların karnı ağrıdığında onları nereye götürürsünüz? diye sordum. Onlar da: Biz Suriye’de İsmailîlerin bölgesinde olan Alîka ve Menkıye vs. gibi yerlere, Mısır’da da hristi-yanlarm manastırlarına ve kölemenlerin türbelerine götürürüz dediler. Bunun üzerine onlara: Siz o hayvan­ları salih ve ermiş müslümanların kabrine de meselâ Hz. Leys b. Sa’d, İmam Şafiî, İbnü’l-Kâsım vs.nin me­zarına da götürür müsünüz? diye sorduğumda; hayır götürmeyiz, dediler.
Orada olan bu bâtıl inanıştakilere; alın buyrun ba­kalım, dedim. İşte bu adamlar o atları kâfirlerin, mü­nafıkların kabirlerine götürüyor, hayvanlar şifa bulu­yor.. Bunun sebebi şudur: Kabirlerinde o adamlara
azap yapılmaktadır. Sahih hadiste de bildirildiği gibi, dört ayaklılar ve hayvanlar insanların seslerini işitir­ler. O halde bu atlar o tür azap feryadlanm duydukla­rında korkmaktadırlar. Bu dehşet ve korkudan dolayı karınları su toplamakta ve dışkı çıkarmaktadırlar. Korku ve dehşetten dolayı çok kere ishal meydana ge­lir. Bu bakımdan karınları çabucak boşalır, dedim.
Onlar buna şaştılar, hayretler içinde kaldılar. Pek çok insana ben bu sebebi anlatırdım. Başka birinin da­ha önce böyle bir şey yazdığını görmedim. Daha sonra bazı âlimlerin bunu anlattıklarını duydum.”[108]

Müşriklere Şeytanların Görülmesi:


Salih kulların ve evliyanın türbelerini ziyaret et­mekle murada erme olayları anlatılması, hem de ora­daki yatırın görülmesi, onunla konuşulması vs. gibi birtakım vakaların anlatılmasının bir başka sebebini İbn Teymiye açıklarken şöyle yazmaktadır:
“Bazı kimseler şeyhlerine yalvarıp yakararak ona dua ve niyazlarda bulundular. Ondan yardım dilediler. O da onların gözlerine göründü. Bazı kereler de o şeyh onların bir işini dahi hallediverdi. Böylece onlar bunu; şeyhin bizzat kendisinin gelip göründüğüne veya bu gö­rünenin şeyhin şekline girmiş bir melek olduğuna, bu­nun onun bir kerameti olduğuna inandılar. Bununla onlardaki müşrikçe inançlar daha da kökleşir, gelişir ve ağırlaşır.
Onlar nerden bilsin ki bu tür şeyleri ve işleri şey­tanlar puta tapanlara yapar, putperestlerin karşısında da ekseriya görünür ve bazı gizli şeyleri onlara anlatır, onların bazı isteklerini de yerine getirir.
İşte bütün bu saçma sapan işler son dönemin türet­tikleri, asırların en hayırlısı olan ilk üç yüzyılda varlık­ları olmayan birtakım uydurmalar ve türemelerdir.”
Başka bir yerinde şöyle yazar:
“Şeytanlar genellikle; kendisinden yardım dileni­len, kendisinden imdat etmesi istenilen kişiler şeklinde gözükmektedirler. Pek çok tarikat şeyhlerinin bağlıları (müridleri) bana şu olayları anlattı ve büyük bir kala­balık insan topluluğu bana; bazı canlı veya bazı ölü in­sanlara dua edip onlardan yardım dilediklerinde bu tip olaylarla karşılaştıklarını bildirdiler. Şeytanların güç­leri yettiği ölçüde insanları yanlış yola sevkettikleri, onları dalâlete düşürdükleri tamamen açığa çıkmıştır.
Eğer kişi İslâmı tanımıyorsa şeytan onu açık bir şirke ve katıksız bir küfre sokuyor. Allah’ı zikretmesi­ni, şeytana secde etmesini, ona kurban kesmesini em­rediyor. Leş yemesini, kan içmesini ona emrederek açık edepsizlikleri, hayâsızlıkları işlemeye hazır hale getiriyor. Bu sadece küfrün bulunduğu veya zayıf bir müslümanlığm hüküm sürdüğü, hatta insanların ima-: nının zayıf olduğu şehirlerde çokça olmaktadır.
Nitekim Mısır ve Suriye’de de böyle oldu. Moğolla­rın müslüman olmasından önce onlar arasında böyle olaylarla sıkça karşılaşılırdı. İslâm onlar arasında ya­yıldıkça onlar meselenin iç yüzünü her geçen gün daha iyi anladılar, anladıkları ölçüde de şeytanların etkisi zayıflayıp gitti.”[109]
İmam İbn Teymiye; bu olayın sadece salih kişiler hakkında ortaya çıkmadığını hatta yıldıza tapanlarda da böyle şeylerin görüldüğünü, onlarda da bu tür algılamalar ve görüntüler olduğunu yazmakta ve şöyle de­mektedir:
“Yıldızlara tapanlara, onlara dua edenlere öyle bir­takım şekiller görülüyor ki; onlara yıldızların manevî gücü diyorlar. Halbuki onlar; şirk koştuklarından dola­yı onları tam dalâlete düşürmek için karşılarına çıkan şeytanlardır. Nitekim bazen şeytanlar, putlara ve hey­kellere girerler, bazen insanlarla konuşurlar ve bazen de o türbelerde yatıp kalkanlara ve puthanelerde tapınanlara görünürler. Hatta başkalarına da görünürler [110]

İbn Teymiye’nin Islah Faaliyetleri ve Etkileri:


Kitabın baş taraflarında anlatılan, büyük insanla­rın yetiştiği 7. ve 8. yüzyıl, her ne kadar büyük bilgin­ler ve değerli maneviyât erbabı kişilerle dolu olup; ki­taplar yazılması, eserler ortaya konması, dinin halka anlatılarak davet ve irşâd yapılması bütün hızıyla yü­rütülüyordu. Bu devirlerdeki güçlü âlimlerin, Kitap ve sünneti temsil eden yetkili büyüklerin bu açık şirke ve (putperestlik cahiliyet)ine hiçbir şekilde razı olmaya­rak dilleri ve kalemleriyle mutlaka ona karşı çıkmış olacaklarında şüphe etmeye imkân yoktur.
Ama böyle bir duruma karşı cihad bayrağını açan, değerli ilmî çalışmaları ve araştırmaları yanında bu büyük fitneye karşı koymak için ortaya atılan, halka seslenerek, onlara anlatarak bu açık şirki reddedip onu yok etmeye çalışmayı kendine konu ve hayatının tek gayesi edinen büyük âlimler ya yoktu, ya da tarihin ge­nel görüntüsünde göze çarpmamaktadır. Veya onların seçkin ve üstün bir değeri yoktu da bu konuda kendi değerlerini ve ıslah çalışmalarını her zaman hatırlana­bilecek değerli ilmî eserler bırakmadılar.
Aslında her tarafı kaplayan bu fitneyle savaş-mak,tevhid inancını çok net bir şekilde açıklayıp orta­ya koymak ve ıslah, diriliş için Şeyhülislâm İbn Teymi-ye gibi bir büyük, güçlü zâta ihtiyaç vardı. Bu müşrikçe inançların, âdetlerin genişçe tenkidini yapmak ve İslâm toplumunu gittikçe kaplayan bâtıl akideleri, de­lilleriyle güçlü bir şekilde reddedip, bertaraf etmek ge­rekiyordu.
Tevhid inancının karakteri, te’ville ve halkın duru­munu gözetmekle birlikte yürümemesidir. Bunun için peygamberlerin pürüzsüz anlatışlarına ve tamamen furkân (hakkı bâtıldan ayıran) azameti taşıyan, müp­hem olmayan, kesin açık anlatış tarzlarına ihtiyaç var­dır.
İbn Teymiye, kendi devrinde peygamber vekilliği görevini yaptı ve; “Sana emredileni yap ve müşrikler­den yüz çevir” âyetine göre hareket etti. Onun bu gra­nit gibi çözülmeyen iradesi ve yenilmez azminden dola­yı; müslümanlarm, müslüman olmayanlarla karışması ve onlarla konuşup görüşmeleri neticesinde sapık mez­heplerin ve menfaatçı kişilerin tesirleriyle ortaya çıkan bâtıl inanışlarda, âdetlerde genel bir çöküntü ve çözü­lüş meydana gelmişti. Peygamberlerin gönderilmesinin en büyük amacı ve onların çağrılarının merkez noktası olan İslâm’ın tevhid inancı (Allah’ın tek, benzersiz ve mutlak her şeye gücü yeten ve yaratan olduğu akidesi); yeniden bir kere daha pırıl pırıl ve en temiz şekilde or­taya çıktı.
İbn Teymiye’nin, ıslah çalışmalarında hizmeti sa­dece bu olsaydı, onun dini yenileme, dini yaşama ve ya-
şatma çalışmalarındaki bu büyük başarısı onun için yi­ne de yeterli olurdu.
Onun kitaplarının etkisiyle kendisinden sonra da öyle İslâmı yaşama ve yaşatma mücâhidleri çıktı ki, onlar kendi devirlerinin müşrikçe inançlarına, âdetleri­ne ve (putperestlik cahiliyeti)ne karşı savaş bayrağını, cihad sancağını yükseltmişler ve, “Dikkat edin, hâlis din Allah içindir” âyetini öyle bir yüksek sesle haykır­mışlardır ki, İslâm dünyasının dağları, ovaları bu sesle yankılanmıştır.[111]

II. FELSEFE, MANTIK VE İLM-İ KELÂMI TENKİD, KİTAP VE SÜNNETİN ÜSLÛBUNU TERCİH


Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin diğer bir ilim ve ıslâh faaliyeti ve başarısı da; onun kendi devrinde felsefe, mantık ve ilm-i kelâmı geniş bir şekilde tenkid etme görevini yerine getirmesi ve onların karşısında delilli bir şekilde Kitap ve sünnetin üslûbunun daha üstün ol­duğunu ispat etmesidir.
Onun bu başarısının ve hizmetinin büyüklüğünü anlamak için, o devirde felsefe ve mantığın İslâm dün­yasında ne dereceye ulaştığını, kafalara, beyinlere ve düşüncelere nasıl hâkimiyet kurduğunu bilmek ve İbn Teymiye’nin nasıl bir çevrede bu görevi yerine getirdi­ğini tanımak gereklidir. [112]

Yunan Felsefesinin İslâm Dünyasına Etkisi:


Yunan felsefe ve mantık kitaplarının tercüme işi Halife Mansur zamanında, aşağı yukarı H. 136 yılında başlamıştı. Mutezile mezhebi mensupları bu kitapları okumuş, onlardan faydalanmışlardı. Kendi kitapların­da Yunan felsefesinin tabirlerini kullanmaya da işte o zaman başlamışlardı. Fakat eski Yunan bilgilerinin asıl gelişmesi Me’mun zamanında başladı.
Me’mun, tercüme hareketini devlet olarak destekle­di. Kişi olarak kendisi, eski Yunan bilgilerinin hayranı
idi, onlara çok düşkündü. Endülüslü Sâid, Tabakât el-Ümem isimli eserinde şöyle yazmaktadır:
“O, Bizans krallarından eski Yunan filozoflarının kitaplarım istedi. Onlar da Eflâtun, Aristo, Sokrat, Ca-linos, Öklides ve Batlamyus vs.nin kitaplarını hediye olarak gönderdiler. Me’mun bunları büyük bir titizlikle tercüme ettirdi. İnsanları bunları okumaya teşvik etti. Onun devrinde bu kitaplar makbul oldu, herkes tara­fından tutuldu.
Böylelikle İslâm toplumunda felsefe gelişti. Felsefe­ye hayranlıktan dolayı akıllı ve zeki gençler ve ilim sa­hibi kişiler bu konulara daldılar ve uzun mesafeler al­dılar.
Bu konudaki yeteneklerini halife Me’mun’un değer bilir saltanat makamına getirip gösterdiler; ikramlar, izzetler, makamlar ve mevkiler elde ettiler. Bu şekilde­ki davranışlarla Abbasî devleti bu bilgilerde büyük Roma’ya eş ve aynı davranış ve bakış içinde olan bir idare görünümünde olmaya başladı.”[113]
Bu tercüme işi Me’mun’dan sonra da devam etti. Tarihten öğreniyoruz ki, H. 4. yüzyıla varıncaya kadar Yunan bilgileri birikiminin büyük bir bölümü arapçaya çevrilmişti [114]
Bu ilmî birikim içinde her ne kadar Eflâtun ve di­ğer Yunan filozoflarının eserleri ve görüşleri de bulu­nuyorsa da, belki de tercüme edenlerin (bunlar daha çok Nasturî ve hatta Yakûbî hristiyanlarla Cündişâpûr ve Harranlı felsefe âlimleri idi) şahsî temayülleri ve ki­şisel tercihleri sebebiyle veya yaşadığı zamanın daha yakın olması, eserlerinde eski filozofların görüşleri da­ha düzenli ve tertipli olarak bulunmasından dolayı Aristo’nun kitapları İslâm dünyasının ilim ve eğitim ortamlarında daha çok değer kazandı ve benimsendi. Sonunda da o, Yunan felsefesinin önderi, avukatı ve İslâm dünyasında da felsefenin timsâli haline geldi.
Yunan filozofları içerisinden böyle birinin İslâm dünyasının hissesine düşmesi müslümanlarm talihsiz­liği idi. Pek çok sebeplerden Ötürü -bu sebeplerden ba­zısının açıklaması İbn Teymiye’nin tenkidlerinde, an­latmalarında görülecektir- ve pek çok bakımdan sema­vî dinlerin ruhundan ve din duygu ve kavramlarından daha uzak ve daha bilgisiz, maddeci görüş ve düşünce­nin coşkulu davetçisi olan böyle bir adamın öncelikle ele alınması İslâm âlemi için bir bedbahtlıktı. [115]

Felsefeyi Taklid Dönemi:


Önceleri İslâm dünyasının felsefe bilginleri; Aristo felsefe ve mantığını gözü kapalı kabul etmeyi reddetti­ler. Tenkid ve inceleme konusu yapmadan onu üstün olarak kabul etmediler. Pek çok âlim onu reddetme ko­nusunda kitaplar yazarak, felsefe ve mantık görüşleri üzerinde serbestçe ve tenkidçi bakışla incelemeler yap­tı. Kendilerine şüpheli gelen ve zayıf buldukları yönleri çekinmeden açıkladı.
Bu konuda başlangıçta Mutezile mezhebi mensup­ları Önde gidiyordu. Onlardan Nazzâm ve Ebû Ali Cüb-bâî özellikle zikredilmeye değer.
  1. 3. yüzyılda Hasan b. Musa Nevbahtî, Kitâb el-Ârâ ve’d-Diyânât isimli eserini yazdı. Ayrıca Ebû Be­kir Bâkıllânî, Vakâi’ adlı bir kitap yazdı. Ö da bu kitabında felsefeye reddiye yazıp Arap halkının mantığının eski Yunanlıların mantığından üstün olduğunu göster­di.
  2. yüzyılda el-Milel ve’n-Nihal kitabının yazarı bü­yük âlim Abdülkerim Şehristânî, Perikles ve Aristo’yu reddeden bir kitap yazdı, mantık kaidelerine uygun olarak onların delillerini çürüttü. Aynı yüzyılın sonun­da İmam Gazâlî felsefenin karşısına geçip onun rakibi oldu. Tehâfütü’l-Felâsife isimli kitabı yüzünden yüz sene boyunca felsefenin direkleri sarsıldı.
  3. asırda Ebu’l-Berekât Bağdadî bu çizgiyi çok ge­liştirdi ve el-Muteber adıyla görüşlerin çarpıştığı bir kitap yazdı. O, bu kitapta, pek çok meselede Aristo’nun düşüncelerinin yanlış olduğunu gösterdi. Yine bu yüz­yılda İmam Râzî, İslâm kelâmcılanmn ve Eş’arîlerin savunucusu olarak felsefeyi itirazlarının hedefi haline getirdi.
Fakat İslâm dünyasında, Yunan felsefesini gerçek ilmin sözcüsü ve tercümanı kabul eden, Aristo’nun ki­şiliğinden, azametinden büyülenerek onu bir tür tenkid üstü, inceleme yapılamaz kabul eden ilmî bir ortam ve topluluk vardı.
Zamanla felsefe âlimlerinin Aristo’nun şahsına duydukları hayranlık ve ona gösterdikleri bağlılık iler­liyor ve felsefe ortamında Aristo her geçen gün mukad-deslik ve muhteşemlik mevkii kazanıyordu. Daha son­ra gelen her felsefeci bu büyütme ve mukaddes tanıma­da kendinden öncekinden daha aşın ve daha önde ola­rak göze çarpıyordu. Ebû Nasr Fârâbî (H. 339-m. 950), Eflâtun ve Aristo ile ilgili şöyle yazmaktadır:
“Bu iki filozof; felsefenin mucidi, onun metod ve prensiplerini ortaya koyan kimselerdir. Felsefenin ko­nuları ve meseleleri tamamen bu iki kişiye bağlıdır.[116]
İbn Sînâ (ö. 428 H.), Fârâbî’den daha fazla Aris­to’nun azametine, üstünlüğüne inanan, onu öven kişi­dir. O, eş-Şifâ adlı eserinde şöyle yazar: “Aristo’dan sonra bu kadar zaman geçmesine rağmen bugüne ka­dar onun ortaya koyduğu görüşlere ve ileri sürdüğü prensiplere bir ilâvede bulunulamamıştır.”
İbn Sina’dan sonra felsefe dünyası, İbn Rüşd (Ö. 595 H.)’den daha büyük âlim ve felsefe savunucusu or­taya çıkaramamıştır. İbn Rüşd, Aristo’yu takdis ve ta­zim etmekte İbn Sina’dan bir adım daha ileri gitmiştir. Eğer tasavvuf tabiri olan “Fena fi’ş-Şeyh” (Şeyhin kişi­liğinde kendini yok etme) akıl bilgilerine sokulmuş ol­saydı, İbn Rüşd için; Aristo’nun kişiliğinde kendini yok etme[117] derecesine ulaşmış kimse demek ne doğru olurdu. Onun hayatını yazan biri onun bu özelliğini şu cümlelerle açıklamaktadır:
“Aristo’yu yüceltme ve kutsallaştırma çizgisinde İbn Rüşd o kadar ileridir ki, ona bir sınır çizilemez. Ne– redeyse ilâhlaştırma noktasına varmıştır. Akıl ve er-ı demde onu insan yüceliklerinin seviyesinden de çok yu­karıda nitelemiştir. Eğer îbn Rüşd çeşitli ilâhlara inanmış olsaydı o zaman o, Aristo’yu ilâhlar ilâhı ya­pardı. “[118]
  1. 7. asırda felsefe ortamında Nâsiruddîn Tûsî (Ö. 672 H.)’nin kişiliği göze çarpmaktadır. Felsefe öğret­menleri ona, “araştırıcı Tûsî” adını vermişlerdir.
Bu dönem; Moğolların saldırılarının ve Bağdat’ın düşüşünün, İslâm dünyasını perişan ve şaşkın yaptığı bir dönemdir. O devirde genel bir ilmî çöküş İslâm dün­yasını kaplamıştı. Öyle bir devirde işte bu Nâsiruddîn Tûsî —kendisi Hülâgû Hân’ın güvendiği bir dostuy­du— Yunan bilgi ve felsefesinin bayrağını elinde taşı­yan kişiydi.
Onun talebeleri (Kutbuddîn Şirâzî ve arkadaşı olan Kutbuddîn Râzî onlar içinde özellikle ünlü olanlardır) eğitim öğretim ve kitap yazma işini yürüttüler. Bunla­rın yüzünden, bu felsefe ve mantığa merkezi değer ve­ren İran’ın eğitim sisteminin temeli atıldı.
Nâsiruddîn Tûsî, Aristo’ya akl-ı kül (bütün akılla­rın özü ve şaşmaz akıl) derecesi veren, onun görüşlerini son ve değiştirilmez kabul eden ekole (düşünce sınıfı­na) bağlıydı. O, İmam Râzî karşısında Aristo felsefesini bütün gücüyle savundu ve Aristo felsefesine yeni ruh verdi. [119]

FELSEFE VE MANTIĞIN İLMİ SORGULANMASI VE İBN TEYMİYE’NİN BAŞARISI


Şeyhülislâm İbn Teymiye, Nâsırüddîn Tûsî’nin ölü­münden 10 sene önce doğdu. Onun ilmî hayatı başladı­ğında, Nâsırüddîn Tûsî ve talebelerinin etkisiyle Yu­nan felsefe ve mantığının, yani Aristo felsefe ve mantı­ğının papağanı henüz ötüyordu (insanlar üzerindeki et­kisi devam ediyordu). Bu felsefenin konularını ve pren­siplerini anlamak; zekâ ve akıllılığın, üstün olma ölçü­sünün en son noktası kabul ediliyordu. Hiç bir kimse­nin onun karşısına veya ona karşı çıkma yolunda ağzı­nı açmaya cür’eti yoktu.
Hadis ve fıkıh bilginleri bu sahanın rakibi değiller­di. Onlar ancak en fazla onun haram olduğuna fetva verebilirlerdi. Ama bununla o durdurulamazdı.
İslâm dünyasının bilgi ve düşüncesi üzerine Aris­to’nun dehşeti yayılmış; bundan dolayı (felsefe ile ya­kın ve doğrudan ilgisi olan) bir zümrede şüphe ve te­reddüt kökleşmişti. Onlarda Sofîstâîlik (eşyanın varlı­ğını inkâr etme) eğilimi dahi bulunuyordu. Felsefe ile doğrudan ilişkisi bulunmayan zümreler aşağılık duy­gusuna sahip oluyor, dehşete düşüyordu.
Bu duruma karşı koymak için felsefe ve mantığın çekinmeden, cesaretle ilmî sorgulamasını, yargılaması­nı yapmaya ve ilmî açıdan onun zayıf ve geçersiz yönle­rinin üzerindeki perdeyi aralamaya gerek vardı.
O günün bu zorunluluğunu Şeyhülislâm İbn Tey­miye yerine getirdi. Onu apayrı bir konu halinde ele alarak eski Yunan felsefe ve mantığının geniş, delilli tenkidini ve onun bilimsel olarak yargılanmasını ba­şardı. Felsefe bilginlerinin; insanüstü varlık ve tenkidden, yargılanmaktan öte bir kişi kabul ettikleri bir müthiş adam (Aristo) ile tartıştı, ilmî münakaşa yaptı.
İbn Teymiye’nin yaptığı işin türü, tenkid ve yargı­lamasının şekli, bakış açısı ve karşı çıkışının yapısı ne idi? En iyisi onu anlamak için yine onun kitaplarına başvurulmasıdır. Aşağıda çeşitli başlıklar altında, yazı­larından bazı özetler, kitaplarından bazı alıntılar sunu­lacaktır. Bunlarla onun görüş açısı ve düşünce tarzı açığa çıkacaktır. [120]

Tabiat ve Matematik Bilgilerini Kabul Edişi:


Yunan filozoflarına, Aristo’ya bağlanılan bilgi dal­ları hakkında, onlarla ilgili ilim konularında İbn Tey-miye’nin görüşü çok ılımlı ve ölçülüdür. O, tabiat bilgi­leri, matematik bilgileri ve ilahiyat (teoloji) bilgileri olarak bunlar arasında ayırım yapmaktadır.
Kendinden önce geçen İmam Gazâlî gibi, tabiat ve matematikle ilgili bilgilerin pek çok meselelerinin doğ­ru ve makul oluşunu kabul eder. Bu konularda Yunan âlimlerinin zekâsını itiraf eder. Bir yerde şöyle yaz­maktadır:
“Evet, o filozofların tabiî bilgilerdeki sözleri, incele­melerinin büyük bir bölümü iyidir. Görüşleri, anlattık­ları bayağı geniş ve ayrıntılıdır. O meseleleri anlamak ve bilmek için onlar yetenekli bir zekâya sahiptirler. Pek çok konuda onlar gerçeği arayan ve görmek iste­yen kişiler olarak göze çarpmaktadırlar. İşi zora ve inada bindirmemişlerdir.”[121]
İbn Teymiye, bir yerde açıkça itiraf ederek; tabiiyat ve matematik gibi bilgiler, Yunan felsefecilerinin ana konusu ve onların inceleme ve düşünme alanıdır demiş ve şöyle yazmıştır:
“Fakat tabiî bilgilerde onların meselelere vukufu ve kavrayışları çok iyidir. Aslında bu onların düşünce ala­nı ve onlara özgü bir ilim dalıdır. Bu konuda onlar za­manlarının çoğunu harcamışlardır.’[122]
Yunan metametik ilmi hakkında görüşünü, er-Red Ale ‘l-Mantıkıyyln isimli eserinde şöyle açıklamaktadır:
“Matematikçilerin anlattıkları bu riyâzî meseleler; bütün akıl sahiplerinin üzerinde görüş birliği ettiği makul meselelerdir. Az çok herkes onu biraz bilmekte­dir. Çünkü o riyazi meseleler (matematik muhakeme) bilgi ve iş (ilim ve amel)in her ikisi için de gereklidir. Birin, ikinin yarısı olduğunda kimin şüphesi olabilir? Kim başka bir iddia ileri sürebilir?
Riyâzî meselelerin bütün kararlarının kesin oldu­ğunda, kabul edilmesi gerektiğinde hiçbir şüphe yoktur ve bunun üzerinde bir çürütme yapılamaz. “[123]

İhtilâfın Ana Dalı İlahiyat Felsefesidir:


İmam İbn Teymiye’nin Yunan felsefesine asıl karşı çıktığı bölüm, ilahiyat bölümüdür. İlahiyat konusunda o; Yunan felsefesinin yeteneksizliğini, güçsüzlüğünü, Yunan filozoflarının başarısızlığını ve onların bu konu­da hiçbir şey bilmediklerini tekrar tekrar, ısrarla anlatır.
O; bu ilahiyat konusunun, Yunan filozoflarının ilim dalı olmadığım; onların inceleme, araştırma, görüş or­taya koyma alanı olmadığını söyleyerek; bu alana adım atmakla onlar sınırlarını aşmışlar, kendilerini küçük ve gülünç duruma düşüren malzemeler ortaya koymuş­lar, demektedir. Bir yerde şöyle yazar:
“Felsefe ile uğraşanlar tabiî bilgiler dalında dikkat, düşünce ve geniş araştırma ile hareket etmekteler. Bu konuda seçkin kişiler oldukları göze çarpmaktadır. Fa­kat ilahiyat konusunda kesinlikle cahil ve gerçeği hiç tanımayan kimseler durumundadırlar. Bu sahada Aristo’dan nakledilenler çok azdır ve hataları çok fazla­dır.”[124]
Bir başka yerde, tabiî bilgilerde onların bilgilerini itiraf ederek ilahiyat bilgilerinde başarısızlıklarını şöy­le anlatır:
“Mesele Allah’ı tanımaya gelince; bu konudan filo­zoflar çok yoksun ve nasipsiz gözükmektedirler. Melek­leri, Allah’ın kitaplarını, peygamberlerini tanımaya ge­lince, hiçbir bilgileri yoktur. Bunları reddetme veya ka­bul etme gibi bir şeyden asla söz etmemektedirler. Ger­çekte bu konudan bahseden, sozeden filozoflar daha sonra gelen, başka dinleri ve milletleri gören filozoflardır.[125]
İmam İbn Teymiye; Yunan felsefesinin asıl temsil­cileri, ana direkleri durumunda olan kişilerin kendileri de; bu ilahiyat ilminin öğrenme yollarım, prensiplerini, önermelerini bilmediklerini, bu konuda kesin bilgiye ulaşmalarının çok zor olduğunu kabul edip itiraf ettik­lerini anlatmaktadır. O şöyle yazar:
“Felsefenin çatısını ayakta tutan direkler ve sütun­lar durumunda olan bu kişiler; ilâhî bilgilerde kesin bir kanaata, tam bir bilgiye ulaşma yolu bulamadıklarını kendileri açıkça söylemişler; bu konularda yapılabile­cek olan şeyin değeri ancak tahmindir, demişlerdir.
Bundan da anlaşılıyor ki, felsefecilerin elinde zan ve tahminden başka bir şey yoktur. Kur’an-ı Kerim’de-de belirtildiği gibi; zan ve tahmin hiçbir zaman gerçe­ğin yerini tutamaz.”[126]

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...