13 Nisan 2018

İBNİ TEYMİYYE’NİN ÖZELLİKLERİ VE İSLAMI ÖZÜNE DÖNDÜRME ÇABALARI 1 NCİ BÖLÜM

İBNİ TEYMİYYE’NİN ÖZELLİKLERİ 

VE 

İSLAMI ÖZÜNE DÖNDÜRME ÇABALARI

1 NCİ BÖLÜM

  1. TEVHİD İNANCININ YENİLENİP ŞİRKE GİDEN İNANÇ VE ÂDETLERİN YOK EDİLMESİ
  1. FELSEFE, MANTIK VE İLM-İ KELÂMI TENKİD, KİTAP VE SÜNNETİN ÜSLÛBUNU TERCİH.. 
  1. A) HRİSTİYANLIĞI RED.. 
  1. B) ŞİİLİĞİ RED.. 


İBN TEYMİYE’NİN ÖZELLİKLERİ VE ÜSTÜNLÜKLERİ

Allah Vergisi Zekâsı ve Hafızası:


Şeyhülislâm Hafız İbn Teymiye’nin kendi dönemin­de İslâm ilimlerinde elde ettiği içtihad derecesine ula­şan değerinde, tefsir, hadis, fıkıhda önder oluşunda, derin bilgi ve fevkalâde yetki elde edişinde en büyük vasıta, onun müthiş hafızası ve keskin zekâsı olmuş­tur. Bu, ona bir Allah vergisi ve ilâhî bir lütuftu. İbn Teymiye’nin çağında İslâm bilgileri o kadar gelişmiş, bu bilgileri aktaran eserler o kadar çoğalmıştı ki, müt­hiş bir hafızaya, harikulade bir zekâya sahip olmayan kimse bu çok geniş ilim deryasına dalamaz ve bu bilgi hazinesini elde edemezdi. Kendi ünlü ve derin bilgili çağdaşlarının karşısında tartışmalı konularda ve ihtilaflı meselelerde ağzını açmaya cesaret edemezdi. Bir meselede, önde giden bir âlime karşı aykırı görüş ileri sürme hakkına sahip olamazdı.
Ama İbn Teymiye, Allah Teâlâ’nm kendisine bahş­ettiği hafıza gücü sayesinde tefsir, hadis, fıkıh usûlü, içtihadlar ilmi, kelâm ilmi, tarih, siyer ve âsâr ilmi, rical ilmi (biyografi), dil ve dile ait bilgiler üzerinde o güne kadar gelişen bütün bilgileri elde etmiştir. O gü­ne kadar ortaya konmuş ne kadar kitap, kaynak mad­deler, malzemeler varsa onlardan eline geçirdiklerinin hepsini inceledi, okudu, güçlü ve güvenilir hafızası on­ları alıp depoladı. İlmî çalışmalarında ve eserler ortaya
koymasında, sanki tecrübeli bir savaşçının aktarma­sından faydalandığı gibi bundan faydalandı.
Çağdaşları onun müthiş hafıza gücünün, hatırlama yeteneğinin ve derhal göze çarpan akıllılığının ve zekâ­sının hayranı idiler. Onun çok güçlü ezberleme yetene­ğinde, çabuk kavrama, süratli anlama, zeki ve akıllı ol­duğunda çağdaşları görüş birliğinde di rler. Onun ders arkadaşı büyük âlim Alemüddin el-Berzâlî şöyle diyor: “Ne duyarsa derhal ezberler, çok az şey geride kalırdı. Çok zekiydi, sayısız şeyleri hafızasında taşırdı.”
Tezkire-i rical yani biyografi ilminin önderlerinden olan İslâm tarihçisi meşhur Hafız Zehebî de: “Ondan daha güçlü âyet ve hadis metinlerini asıl ibareleriyle eksiksiz hatırlayan ve hemen onları yerinde, eksiksiz kullanarak delil gösteren bir kimseyi görmedim. Hadis ve sünnetin ilim hazinesi onun iki gözü önünde ve dili­nin hemen uçundaydı.”
Onun hafızasına, güçlülüğüne en büyük şahit, çağ­daşlarının: “İbn Teymiye’nin; ben bilmiyorum dediği hadis değildir” sözleridir. Hadisle ilgili bilgiler o kadar çok ve genişti ki, her an onu hatırlamak, ezberde tut­mak, çok zor bir şeydi. Kendi döneminde en büyük ha­dis hafızı kabul edilmesi ve tek başına onun hafızasına ve bilgisine güvenilmesi, onun ne ölçüde müthiş bir zekâya, nasıl bir harikulade kafa ve hafızaya sahip ol­duğunu ispat eder. Hiçbir zaman hafızası ona ihanet etmedi, onu aldatmadı. Hafız Zehebî bu yüzden; “İbni Teymiye’nin bilmediği hiçbir hadis, hadis değildir, den­mesi onun için geçerlidir, doğrudur.” demiştir.
Bazı çağdaşları; birkaç asırdan beri böyle güçlü ha­fızaya sahip insan doğmamıştır, demişlerdir. İbn Tey­miye’nin çağdaşı olan, tartışma toplantılarında rakibi olup, pek çok meselede kendisine sert biçimde aykırı
görüşler bildiren büyük âlim Kemâleddin b. Zemelkânî onun Allah vergisi özelliğine şu kelimelerle tanıklık et­mektedir: “Beşyüz seneden veya dörtyüz seneden beri -beş veya dörtyüz sene olduğunda sözü nakledenin te­reddüdü vardır- böyle güçlü hafızalı bir adam doğma­mıştır.” Zekâsı hakkında Hafız Zehebî’nin sözü de şöy­ledir: “O alev alev yanan bir zekâ idi ve akıl fışkırıyor-du.” Başka bir yerde şöyle yazar. “Zekâ ve çabuk öğren­mede, hızlı kavramada devrin bir harikasıydı.” [1]

Bilgi Derinliği ve Yeteneği:


Bu Allah vergisi zekâ ve hafıza ile sülâleden gelen ilim üstünlüğüyle, şiddetli gayret ve ağır çalışmayla, okuma zevki ve ilim öğrenme tutkusu ile; hepsinden daha da önemlisi Allah’ın lütfü ile o, İslâm ilimlerinde, dönemin yaygın ilim dallarında öyle geniş ve derin bir bilgiye sahip olmuştu, her bilgide öyle uzman olma de­ğeri kazanmıştı ki; ünlü çağdaşları, yaşta ondan büyük ve dönemlerinin herhangi bir ilim dalında üstadı ve otoritesi oldukları halde onun derin bilgisine ve onun her ilimdeki yetkisine parmak ısırıyorlar ve bir ilim deryası ve İslâm’ın konuşan (ayaklı) kütüphanesi oldu­ğuna tanıklık ediyorlardı. O, her ilim dalında, o konu­da yetkili olan tek kimseymiş gibi söz ediyordu.
Hadis ilmi dalında Allâme Takiyyüddin İbn Dakîk el-îd’in yetkisi, seviyesi herkes tarafından kabul edil­miştir. O dönemin âlimlerinin hepsi onu otorite ve bü­yük kabul etmişti. 7. H. yüzyılda İbn Teymiye Mısır’a gittiğinde Allâme İbn Dakîk ile görüşmüştü. Görüşme­den sonra Allâme İbn Dakîk etkilenmesini, şu ifadeler­le açıklamıştır: “İbn Teymiye ile görüştüğümde anla­dım ki bütün ilimler bu kişinin gözleri önündedir. İstediğini çekip almaktadır ve istediğini bırakmaktadır.[2]Bizzat kendisi de çok derin bir âlim ve pek çok ilim dalında yetkili biri olan Kemaleddin İbn Zemelkânî hayretini şu ifadelerle belirtmektedir: “Herhangi bir ilim dalında ondan bir soru sorulsa, verdiği cevabı işi­ten veya onu gören zannederdi ki, bu adam; bu ilim da­lının dışında başka bir şey bilmemekte ve hiçbir kimse bu ilim dalında onun seviyesinde bulunmamaktadır.”[3] Büyük âlim Takıyyüddin İbn es-Sübkî, onun ünlü rakibidir. Özel niyetle ziyaret konusundaki ve bazı di­ğer fıkıh meselelerindeki görüşlerinden dolayı İbn Tey-miye’yi reddeden kitaplar yazmış, şiirde bile onun hak­kında görüş ileri sürmüş biridir. Bütün bunlara rağ­men, Hafız Zehebî’ye gönderdiği mektupta şöyle yaz­maktadır: “Ben fakir, İbn Teymiye’nin büyük bir âlim, coşkun bir deniz, aklî ve şer’î ilimlerde derya gibi bir bilgin olduğunu anlıyorum. Onun üstün zekâsını, gay­retini ve kavrayışını da çok iyi anlıyorum. Ve biliyorum ki o, anlatılması güç derecede bir ilmi seviyeye ulaş­mıştır. Bu fakir bütün toplantılarında bunu açıklamak­ta ve itiraf etmekteyim.”
Tarih onun özel bir bilgi konusu değildi, ne de onu kendine Önemli bir konu edinmişti. Buna rağmen Zehebî gibi bir tarihçi ve tenkitçi şöyle diyor: “Onun ta­rihe vâkıf oluşu ve geniş tarih bilgisi hayret verici ve insanı şaşkınlığa düşürücüdür.”
Onun tarih bilgisini, geniş görüşünü ve hazır ce-vaplılığının, süratli hatırlayışının insanı hayrete düşü­ren bir vakasını, müstesna talebesi Hafiz İbn Kayyim, Zâdü’l-Mead, isimli kitabında şu cümlelerle anlatmaktadır:
“Bir İslâm ülkesinde (herhalde Şam veya Irak’ta) yahudiler, görünüşte çok eski bir kâğıt ve yazı gibi gö­rülen bir tutanak (anlaşma metni) ortaya sürdüler. Bu tutanakta Hz. Peygamber (a.s.) efendimizin Hayber ya-hudilerini cizyeden muaf tuttuğu yazılıydı. Tutanakta Hz. Ali’nin, Sa’d b. Muaz’m ve sahâbe-i kiramdan bir grubun imzası vardı. Tarih ve siyer konusunda ve o dö­nemin olaylan hakkında geniş bilgisi olmayan ehliyet­siz kişiler bu hileye kanarak onun sağlam bir belge ol­duğuna kesinlikle inandılar. Buna göre amel ederek yahudilerden cizyenin kaldırılmasına karar verdiler.
Bu tutanağı Şeyhülislam İbn Teymiye görüp incele­yince, onun hiçbir değeri olmayan sahte bir belge oldu­ğuna karar verdi. Uydurma ve sahte oluşunu delilleriy­le ispatladı. O delillerden biri de uydurma belgede Hz. Sa’d b. Muaz’m imzasının bulunmasıydı. Halbuki o, Hayber savaşından önce Ölmüştü. Diğer ikinci bir delil de belgede yahudilerden cizyenin kaldırıldığının bildi-rilmesiydi. Halbuki cizye ile ilgili hüküm o ana kadar gelmemişti. Sahâbe-i kiram da böyle bir hükmü bilmi­yordu. Cizye ile ilgili hüküm Hayber savaşından üç se­ne sonra Tebük olayı yılında nazil oldu. Üçüncü bir de­lil de bu tutanakta yahudilerden karşılıksız para alın­mayacağı yazılmıştı. Bu yersiz ve manasız bir sözdü. Çünkü yahudi olsun olmasın bir kimseden karşılıksız para mı almıyordu? Böyle bir uygulama mı vardı? Hz. Peygamber ve sahabe-i kiram böyle bir haksızlık yap­maktan uzak ve tertemizdiler. Onlar hiçbir şekilde kimseden karşılıksız para almamışlardır. Bu, o güne kadar süre gelen zalim padişahların, hain diktatörlerin işidir. Dördüncü delil ise; hiçbir ilim sahibinin, siyer ve megâzi bilgininin, hadisçi, fıkıhçı ve tefsircilerden hiçbirinin bu tutanaktan bahsetmeyişi ve selef döneminde de böyle bir tutanağın ortada bulunmayışı idi. Her ne yönden bakılırsa bakılsın bu tutanak uydurma ve ta­mamen sahte idi. Sahte oluşuna kendi içinde tanıklar vardı. Ibn Teymiye’nin bu incelemesiyle sihir bozuldu. Hilenin içyüzü ortaya çıktı.”[4]
Onun derin bilgisi ve keskin zekâsı şu olaydan da anlaşılabilir. Çağdaşı Şeyh Salih Tâceddin şöyle anlatı­yor: “Bir gün ben İbn Teymiye’nin yanına gitmiştim. Bir yahudi kader hakkında bir soru sormuş, sorusunu itiraz şeklinde 8 beyitlik şiir içinde yazarak göndermiş­ti. İbn Teymiye bir süre düşündü, sonra cevap yazmaya başladı. Orada olan bizler onun nesirle cevap yazıyor olduğunu zannediyorduk. Yazıyı bitirince biri kağıdı kaldırarak baktı, şaşkınlığımıza diyecek yoktu. Gördük ki yahudinin yazdığı aynı kâfiye ve redif ile İbn Teymi­ye 184 beyitle düzenli bir şekilde ona cevap vermişti. Verdiği cevapta o kadar çok bilgi kollarına temas et­mişti ki, eğer bunu açıklamaya, izah etmeye kalkılsa iki büyük cilt kitap yazılması gerekirdi.”[5]
Bu geniş bilgiyi ve her çeşit bilgi koluna vakıf olu­şunu gören çağdaşları ve daha sonraki âlimler onun hakkında çok övücü kelimeler söylemişler; onu, devrin bir harikası, araştırıcıların önde geleni, müctehidlerin sonuncusu ve Allah’ın kudret alâmetlerinden bir alâmet saydıklarını bildirmişlerdir.
İbn Seyyidinnâs (ö. 734 H.) diyor ki: “Onun çağdaş­ları ve onu tanıyanlar, onun gibi başka birini görmedi­ler. İbn Teymiye’nin kendisi de kendi gibisini görmedi.”
Hafız Şemseddin Zehebî gibi geniş bilgili, yetenekli bir tarihçi ve otoriter bir tenkidçi sözlerini şu dereceye kadar vardırmış tır: “Eğer Kabe’nin rükün ile Makam-ı İbrahim arasında bana yemin verilerek sorulsa, yemin­li olarak derim ki, ne ben ilimde onun gibisini gördüm, ne de o kendisi gibi birini görmüştür.” [6]

Cesaret ve Düşünce Özelliği:


İbn Teymiye’nin cesareti, korkusuzluğu ve ölümden çekinmeyişi, bütün çağdaşlarına varıncaya kadar, hat-| ta Türk komutanlarına ve askerî liderlere varıncaya kadar hayrete düşürücüydü. Moğollara karşı gösterdiği cesaret, yiğitlik ve ortaya koyduğu kahramanlık ve korkusuzluğun önünde, o dönemin meşhur Türk askerî komutanı ve enıîri olan Kıpçak bile hayrete düşmüştü. Hafız Sirâceddin şöyle diyor:
“O ata bindiğinde düşman arasında en büyük kah­ramanlar gibi dolaşır ve en cesur süvariler gibi at üs­tünde dururdu. Hücûmlarıyla düşmanı öyle perişan eder, hiç çekinmeden düşmanın içine öyle bir dalardı ki, sanki o ölüm nedir bilmez, ölümden hiç korkmaz­dı.”[7]
Fakat burada onun savaş alanlarında ve sultanlar; karşısında doğru sözü söylemede gösterdiği cesaret ve kahramanlığı anlatmak istemiyoruz. O konuda önceki sayfalarda geniş bilgi verilmiştir. Biz burada onun ka­lemle yaptığı savaşları, ilim alanlarında, araştırma ve hakkını ortaya koymada gösterdiği cesaretleri anlat­mak istiyoruz.
İlim sahibi okuyucular tahmin ederler ki, pek çok konuda o tek başına değildir. Yani bir fikri sadece o ile­ri sürmüş de aynı konuda başka bir ilim adamı o görü­şü paylaşmamış değildir. Bu konulardan önceleri de bahsedilmiş ve onlar üzerinde kitaplar, risaleler yazıl­mıştır. İbn Teymiye’nin döneminde de onun bir kısım çağdaşları aynı görüşteydiler. Fakat düşüncelerini ve araştırmalarını, ulaştığı gerçekleri açıklamada göster­diği cesaret, cür’et, açık sözlülük ve kesin ifade onun kendine has özelliği idi. Öz ve gerçek tevhid inancını açıklamada, yardım dileyip Allah’tan başkasından me­det istemeyi reddetmede, bid’atlara ve dönemin yanlış gidişlerine karşı çıkmada, Vahdet-i Vücûdçuluk ve ruhun başka bir vücuda geçişi düşüncesine karşı kalem ve dille cihad etmede, tasavvufçu taslaklarının ve bid’atçılarm yüzündeki perdeyi kaldırmada o, büyük bir cesaret ve korkusuzluk örneği göstermiştir. Hak bildiği meseleler ve görüşlerinde, isterse onlar kelâmla ilgili konular olsun, isterse fıkıhla ilgili olsun, onları Öyle delilli ve güçlü bir tarzda anlatmış, onları ispat et­mek için güçlü mantık örnekleri göstermiş ve deliller ortaya koymuştur ki, son gününe kadar bu görüşlerine ve inançlarına bağlı kalmış, onlar uğruna nice eziyetle­re katlanmıştır. Tüm bunlardan onun sadece cesaret ve dürüstlüğü değil, hatta büyüklüğü ve ilimde önderliği ortaya çıkmaktadır. Zehebî onun bu ilmî, dinî cesareti­ni ve dürüstlüğünü anlatırken şu övücü kelimeleri kul­lanmaktadır:
“O, düşüncelerine öyle kelimeler bulmuş, görüşleri­ni öyle birtakım kelime kalıplarına dökmüştür ki, ilk dönem âlimlerinden tut da daha sonra gelen âlimlere kadar hiçbiri buna cür’et edememişti. Sonunda bu; Su­riye ve Şam âlimlerinden bir grubun kendisine karşı çıkmasına sebep olmuş, o da onlara karşı koymaktan
geri kalmamıştır. O âlimler İbn Teymiye’yi bid’atçılıkla suçlamışlardır. Onunla tartışmışlar, onun aleyhine ya­zılar yazmışlardır. Fakat o bütün bu durumlarda bile düşünce ve görüşlerinde devam etmiş, ne onlara yağcı­lık yapmış, ne de bir kişiyi gözetmiştir. Aksine kendi içtihadının, anlayış ve kavrayışının, düşünce ve görüş­lerinin ve sünnetlerle müctehidlerin içtihadlarına de­rinden vakıf oluşundan dolayı kendi anlayışına uygun şekilde doğru ve sert bir şekilde konuşmalarına devam etti. Sadece bu değil hatta bununla birlikte onun Al­lah’a bağlılığı, Allah’tan çekinmesi, keskin görüşü, hızlı kavrayışı, takvası, Allah’ın emirlerine ve belirlediği şe­riat çizgisine saygısı bunun içindeydi. Onun çaağdaşla-rı ve karşıtları arasında çok büyük çatışmalar, Suriye ve Mısır’da büyük tartışmalar oldu. Kaç kere onun tek başına bir taraf, diğerlerinin de topluca bir taraf oldu­ğu haller oldu. Yine de Allah Teâlâ onu karşıtlarının kötülüğünden korudu.”[8]
İbn Teymiye’nin derin ilmi ile, çağdaşları arasında şüphesiz seçkin bir yeri vardı. Nitekim çağdaşları muh­teşem ifadelerle bunu itiraf etmişlerdir. Fakat onu asıl üne kavuşturan seçkinliği ve onu, çok değerli çağdaşla­rı arasında devrin harikası yapan, tarihte ölümsüz bir kişilik kazandırarak unutulmaz bir hatıra haline geti­ren imtiyazı, sadece onun çok derin bilgisi ve okyanus­lar gibi geniş ilmi değildi. Bununla birlikte olan düşün­me ayrıcalığı, müstakil fikrî yapısı, araştırma ve ince­leme tutkusu ve müctehidçe davranışlarıydı. Çağdaşla­rının okuduğu kitapları, öğrendiği bilgileri ve uzman­laştıkları ilim dallarını o da aynı şekilde okumuş ve Öğrenmişti. Ama o, işte bu bilgiler ve kitaplar içinde ken­di yolunu buldu, süratle özel mevkiini elde etti.
Arapça dil bilgisini herkes okumuştu. Herkes Sîbe-veyh’i bu ilim dalının yanılmaz önderi, görüşlerini de son söz kabul ederdi. Fakat İbn Teymiye onun el-Ki-tâb’ını da tenkitçi bir bakışla inceledi. Kaldı ki nahiv âlimleri bu eseri, konunun tek kitabı ve bu konudaki öteki kitapları geçersiz kılan yegâne eser kabul eder­lerdi. Ebû Hayyân en-Nahvî, bu kitabı delil göstererek görüşünde ısrar ettiği zaman İbn Teymiye kendine gü­venen bir eda ile; Sîbeveyh, kendisine nahiv bilgisi gök­ten indirilmiş bir peygamber miydi? O, el-Kitâb isimli eserinde 80 yerde hata yapmıştır, demişti.
Devrinin pek çok âlimi ve fıkıh bilgini eski Yunan felsefe ve mantığını okumaktan sakınırdı. Okuyanlar ise ondan az, çok etkileniyorlardı. Hattâ, felsefenin en büyük tenkitçisi, müslümanlar içinde felsefenin özünü bilen, Hüccetü’l-İslâm Gazâlî bile eserlerini, bilhassa meşhur İhyâu’l-Ulûm’unu eski Yunan ilahiyatına ait bilgilerden ve ahlâk felsefesinin etkilerinden tam ola­rak koruyamamıştır. Onun pek çok eserinde, felsefe ta­rihçilerine Yunan felsefesinin yaptığı etkiler ve akisler göze çarpar.
Fakat İbn Teymiye Yunan felsefe ve mantığına kar­şı isyan bayrağını kaldırmış, onunla hiçbir şekilde uyuştuğu ve anlaştığı görülmemiştir. O, Kitâb er-Red Ale’l-Mantıkıyyîn isimli eserinde Yunan felsefe ve mantığının herkes tarafından kabul edilmiş konuları­nı, önermelerini tenkitçi bir yaklaşımla anlatmış; üze­rinde yaptığı ameliyatla bütün sistemini çürüterek iti­raz oklarıyla delik deşik etmiştir.
Fıkıh ve hadis konusunda bir süreden beri sınırlı bir inceleme ve bakış açısı meydana gelmişti. Bu sınırlı
bakış açısından dışarı bir adım atmaya kimse cesaret edemezdi. Uzun zamandan beri bu ilim hazinesine hiç­bir katkıda bulunulmamıştı. İbn Teymiye kesinleşmiş ve tamamlanmış kabul edilen pek çok fıkıh konularına yeni baştan daldı. Onlar üzerinde tekrar incelemeler yaptı. Bu incelemelerinin sonuçlarını ve araştırmala­rında ulaştığı kanaatlerini tam bir cesaret ve ilmî has­sasiyetle ortaya sürdü.
Onun bu hareketi, ilmî ortamların ve kafaların durgun yüzeyinde yeniden hareket meydana getirdi; araştırma, düşünme kapısını açtı. Nihayet o tek başına sadece Kitap, sünnet ve sahabelerden gelen bilgilere dayanarak fetva vermeye başladı. Hafız Zehebî, daha o hayattayken şöyle yazmaktadır:
“Şimdi, birkaç seneden beri; o belli dört mezhepten birine bağlı olarak fetva vermemektedir. Aksine hangi mezhebin delilini sağlam bulursa ona göre fetva ver­mektedir. O katışıksız saf sünnete ve selef yoluna hiz­met etmekte öyle deliller ve önermeler, sebepler ortaya koymaktadır ki, bu konuda o tektir. Kimse ondan önce böyle deliller ve Önermeler ortaya koymamıştır.”
Bu içtihadlarmda onun bazen tek başına kaldığı gö­rülmektedir. Her günahsız olmayan kişide olduğu gibi o da bazı hatalar yapmıştır. Onun her konuda ortaya sürdüğü delillerin sağlam olması ve mutlaka kabul edilmesi gerekmez. Ama onun amacında samimi ve ni­yetinde ihlâs sahibi olduğunda şüphe yoktur. O hiçbir zaman nefsine göre hareket etmez, isteklerinin peşine takılmaz, işin kolayına saparak veya bir menfaate ve maslahat uğruna bir müctehidin görüşünü, bir mezhe­bi veya ümmetin genelinin kanaatim terketmez ve hiç­bir meseleye şahsî yaklaşımla yaklaşmazdı. Bilâkis o, gerçeği bulmaya çalışan, delile dayanan, ispata bağlı,
Kitap ve sünnete uyan biriydi. Bu konuda Fethu’l-Bârî kitabının yazan İbn Hacer Askalânî’nin şu sözü kesin bir karar durumundadır. O şöyle diyor:
“Şüphesiz o, kendi döneminin şeyhu’l-meşâyihi (âlimler âlimi) idi. Kendisine karşı çıkılan konularda bile o, kendi nefsine göre hareket etmedi. Genellikle delil ve ispat getirerek inandığı konularda ve delilini sağlam bulduğu meselelerde ısrar ederdi. Onun haklı olduğu konular sayı itibariyle de hayli fazladır. Onlar­dan faydalanılması gerekir. Ve bunlardan dolayı da ha­ta yaptığı konularda ona hayır dualarında bulunmalı, hataya düştüğü yerlerde ona uyulmamahdır. O, bu ha­talı görüşlerinde mazurdur. Çünkü devrinin büyük âlimleri onun içtihad yapma şartlarına sahip olduğunu itiraf etmişlerdir. O derecede ki, onun peşini devamlı takip eden, ona her an zarar vermeye çalışan rakibi Şeyh Cemâleddin Zemelkânî bile bunu itiraf etmiştir. [9]

Samimiyeti ve Kendini Verişi:


İbn Teymiye’nin hayatının göze çarpan diğer bir yö­nü; din ilmine hizmet için bütün varlığım vakfetmesiy-di. O hayatı boyunca başka hiçbir şeyle ilgilenmedi. İç­lerinde çok samimi ve çok büyük değerde insanların bulunduğu çağdaşları, arkadaşları ve yaşıtları çeşitli devlet mevkilerine kurulmuşlar, yada herhangi bir dinî makamı veya idarî bir sorumluluğu kabul etmişler ve­ya sultan ikramına, giysilerine, hediyelerine nail ol­muşlardı.. Yahut da devletten maaş alıyorlardı. Fakat İbn Teymiye hayatı boyunca bu kusurlardan uzak kal­mış ve bu basitliklerle lekelenmemiş tir. O, ilim ve din­le meşgul olmaktan, fetva verip ders okutmaktan, vaaz ve irşadlarda bulunup kitap yazmaktan ve ilmî araştırmalar ve incelemelerde bulunmaktan başka bir şeyle ilgilenmemiştir. Bir çağdaşı onun bu kendini ilme veri­şini, dinî meselelere kapanışını, dünya menfaatleriyle kirlenmeyip onlara ilgisiz kalışını şu sözlerle anlat­makta, ona tanıklık etmektedir:
“O, insanlarla; alışveriş, ticarî işler, mal ortaklığı, ziraat, inşaat vs. gibi konularda ilişki kurmadı, hiçbir zaman da bir vakıf malının yöneticiliğini yapmadı. Hiç­bir zaman devlet maaşını veya bir sultanın, bir yöneti­cinin veya tüccarın hediyesini kabul etmedi. Hiçbir za­man mal, mülk, para, malzeme veya gıda biriktirmedi. Onun sermayesi ve bütün mal varlığı, serveti, hayatı boyunca ölünceye kadar biriktirdiği ilmiydi. Bu konuda o, peygamberlerin efendisine uydu. Çünkü O: “Âlimler peygamberlerin mirasçılarıdırlar. Peygamberler ise hiçbir zaman para ve servet bırakmamışlar, ama ilmî miras bırakmışlardır. Kim bu mirasa sahip olursa, o çok kısmetli bir kimsedir.” buyurmuştur.”[10]
el-Kevâkibü’d-Dürriye kitabının yazarı, güvenilir kişilerden naklederek şöyle yazmaktadır:
“O, bütün vaktini ve tüm zamanını ibadetle geçirir­di. O derecede ki, kendi şahsına ait olup da onu Allah Teâlâ’ya ibadetten alıkoyarak kendine çeken bir başka meşguliyeti yoktu. Ne ailesi halkıyla ilgili bir meşguli­yeti, ne de mal mülkle ilgili bir meşguliyeti vardı.”[11]
Onun sürekli meşgul oluşu, beyninin devamlı ilim konuları içinde yüzmesi ve kendini dine vermesi ve —önemli bir bölümü hapishanede ve gözaltında ge­çen faaliyet dolu hayatı, ona evlenme fırsatı bile ver­memişti. Baştan sona Ömrünü, bütün hayatını, tek basına kalmakla, ilim peşinde koşmakla, mücahidçe ya­şamakla geçirdi. el-Kevâkibü’d-Dürriye’nin yazarı onun her günkü değişmez hareketlerini, davranışlarını ve zaman programını şöyle anlatmaktadır:
“O her zaman, bir süre fetva vermekle, bir süre hal­kın isteklerini yerine getirmekle uğraşırdı. Ancak, öğle namazını cemaatle kılar, günün geriye kalan bölümü­nü aynı şekilde geçirirdi. Sonra akşam namazını kılar, derslerini okumaya başlardı. Daha sonra yatsı namazını kılar, arkasından gecenin büyük bir bölümü geçince­ye kadar kitap okumaya ve incelemelerde bulunmaya başlardı. Bu süreler içinde gece olsun, gündüz olsun sü­rekli Allah’ı zikreder, kelime-i tevhid okur, istiğfarla meşgul olurdu.”[12]
Her ne kadar ilim, bir öğretici veya fetva verici için bir mecburiyet, belirli bir zaman meşguliyet ve hizmet değeri taşıyorsa da bu, İbn Teymiye için bir gıda, elbise ve döşek haline gelmişti. Bu, onun için ikinci bir karak­ter ve ruhî yapı olmuştu. Şeyh Sirâceddin Ebu Hafs el-Bez-zâr şöyle buyuruyor:
“İlim; sanki onun kanma, damarına girmiş, sanki derisi kemiği olmuştu. İlim onun için belli bir zaman ve geçici bir an için arzu ettiği bir şey değildi. Onun elbi­sesi, örtüsü, üzerinde yattığı döşeğiydi.”[13]
Onun ihlâsma, herşeyi Allah için yaptığına en bü­yük bir delil de, rakiplerini ve çekemeyenlerini her fır­satta affetmesiydi. Açık ve kesin ifadelerle, “Bana yap­tıkları eziyetlerden dolayı her müslümana haklarımı helâl ettim” demişti. Sultan Nasırın saltanata (tahta) geri dönüşünden sonra, ne kadar ısrar etmesine rağmen en büyük rakibi Kadı İbn Mahlûf u affetmesinden ve Sultana, onunda bütün âlimleri ve diğer rakiplerini övmesinden; onun nefsini düşünmediği, nefsânî duygu­larına hiç kapılmadığı, ihlâs sahibi olup geniş bir anla­yışa sahip olduğu kesin olarak anlaşılmaktadır. Çünkü onun bütün ihtilâfı, ilmî ve dinî temellere dayanmakta­dır. Bunda nefsaniyetin ve şahsiyetçiliğin en ufak şüp­hesi bile olamaz. Bu samimiyetin ve kendini vermenin sonucudur ki o; 67 senelik olaylarla dolu, durmadan ça­lışan faal bir hayat içinde ve çarpışan dalgalar arasın­da geçen fırtınalı bir ömür boyunca; araştırmalar, ince­lemeler, kitaplar ve ilmî eserlerden oluşan öyle bir ha­zine bırakmıştır ki, bütün bir âlimler topluluğu için bulunmaz bir sermaye olabilir. İşte bu ihlâs ve kendini verişin sonucu olarak, zamanlar boyu devam edecek olan öyle büyük etkiler bırakmıştır ki, haklı olarak ona yeni bir devrin kurucusu ve bir dönem başlatan üstün kişi denilebilir.[14]

Onun Eser Yazma Özelliği:


İbn Teymiye’nin eserleri bir ölçüde apayrı kitaplar olma özelliği taşırlar. O çağın bütün kitaplarından onun kitapları belirgin bir şekilde ayrılır. Bu özelliği sonucudur ki, asırlar geçmesine rağmen ve çok önemli ilmî ve fikrî inkilaplara rağmen hâlâ o eserler yeni nes­lin kafa ve gönlünü etkilemektedirler. İşte bunun sonu­cu olarak, akılcılık ve yenilik istiyen bu devirde o eser­ler tekrar değer kazanmakta, yeni baştan benimsen­mektedir. Bu özellikler arasından dörd şey ayrı bir önem taşımaktadır:
1— Aşağı yukarı İbn Teymiye’nin her eserini oku­yan kişi, o kitabın yazarının; şeriatın gayesini ve dinin
özünü bilen bir kimse olduğu kanaatine varmaktadır. Kitabın yazarının, baştan sona dinin herşeyini bildiği­ni, bu bakımdan her konuda temel ve esas bilgiler ver­diğini; tatmin edici, derde deva ve kesin inandırıcı ifa­deler kullandığım, detaylar yerine ana ve esas konular üzerine yüklendiğini görür. Okuyucunun; işte bu dinin karakteridir, özüdür ve açıkça, kesinlikle Hz. Muhammed (s.a.)’in getirdiği şeriatın hedefi de budur, diyeceği’ bir üslûpla söze başlamakta, konuya girmektedir. Çağ­daşları ve diğer yazarlar karşısında onun üstünlüğü­nün sırrı; işte bu şeriatın amacım ve dinin özünü tanı­yarak bunu başarılı bir şekilde anlatmasmdadır. Bu sır onun irili ufaklı her eserinde belirgin bir şekilde göze çarpmakta, özellikle akâidden ve çok önemli kelâm, fı­kıh meselelerinden bahsederken bu, kendini göster­mektedir.
2— Onun diğer bir belirgin özelliği de, yaşanan ha­yatın kitaplarında göze çarpmasıdır. Kitaplarını okur­ken: bu kitapların bir ilmî inzivada veya insanlardan uzak tek başına bir adada yazılmadığı, aksine hayatın ortasında, halkın içinde ve insanların arasında yazıldı­ğı hemen anlaşılır. Onun kitaplarından, yazıldığı dö­nem kolaylıkla belirlenebilir. Yazarın mensup olduğu o toplumun düşünce, ahlâk ve karakter yapısı anlaşılabilir[15]
Sonra kitaplarından onun duyguları, heyecanı, sev­diği ve sevmediği şeyler de anlaşılabilir. Kitapları oku­nurken, onları yazanın kalb ve beyin taşıyan biri oldu­ğu, beşerî duygular, insanî hisler taşıyan bir kimse ol­duğu, sadece bir yazma âleti veya sadece beyinden ibaret olmadığı görülmektedir.
Onun tefsir tarzının en büyük özelliği; tefsir edişi­nin hayatla irtibath oluşudur. Ayetlere getirdiği tefsir­ler, çevresindeki hayata ve çağdaşı insanlara uygula­maktadır. O, âyetlerin bakış açısıyla hayatı incelemek­te, çağdaşlarını ve ümmetin çeşitli sınıflarını sorgula­maktadır. Bu âyetlerden ve onların bildirdiği gerçek­lerden yaşanan hayatta nerelerde sapmalar olduğunu göstermekte, bu sapmalardan dolayı ne gibi sonuçlar ortaya çıktığını bildirmektedir[16]
Hayatın bu şekilde incelenişi onun eserlerini uzun ömürlü kılmış, onlara etkinlik ve sevimlilik kazandır­mıştır ki, evet bunlar diğer yazarların eserlerinde az bulunur veya çok kere hiç bulunmaz.
3— O üzerinde kalem yürüttüğü konuda o kadar çok malzeme ve mesele biriktirir ki bunlar yüzlerce ki­taba ve binlerce sayfaya dağılmış vaziyettedirler. “An­siklopedik tarz” denilen onun bu yazma tarzı bütün eserlerinin belirgin niteliğidir. İster aklî bilgi konula­rında olsun, isterse naklî bilgi konularında olsun; aynı şekilde onun kitaplarında bir arada o kadar çok mesele ve malzeme bulunmaktadır ki, onun bir tek kitabı çok kere bir kütüphanenin yerini tutacak şekil almaktadır. Bir ilim öğrenip araştırma yapan kişiyi pek çok kitap­lara başvurmaktan kurtarmaktadır[17]
Çok kere bu maddeleri ve nakilleri öne sürerken konunun başı sonu elden çıkmakta ve okuyucu görüşle­rin ve nakillerin çokluğu içinde kaybolmakta ve konuyu derleyip toparlaması zorlaşmaktadır. Bu zorluğa -y rağmen onun kitaplarının; daha Önceki bilginlerin ve ; çağdaşlarının görüşlerini ve düşüncelerini bir araya ; toplayan, kendi konusunda bir ansiklopedi olan yönü H küçük görülemez. Onun pek çok eski meseleleri ve ilmî ;, malzemelerini yazıyla tespit ederek koruması, pek çok ,, görüş ve düşünceleri kitaplarında naklederek kaybolup : gitmekten kurtarması, insanlığa yaptığı çok büyük bir
ilmî hizmettir.
4— Onun eserleri; genel kelâm ve fıkıh kitaplarm-i; dan şu bakımdan da ayrıcalık taşır: Onun eserlerinde aynı konudaki diğer kitaplar gibi kuruluk, karmaşıklık : ve ifade tumturaklılığı yoktur. O tip eserlerde genellikle her kelime şatafatlı ve kaideli olmaktadır. İbn Tey-miye’nin kitaplarında ise akıcılık, ifade güçlülüğü, Arap diline uygunluk ve arasıra (istemeden, kendiliğinden) belagat, edebiyat ve hitabet ihtişamı meydana  gelmektedir. Bunlar ise onun eserlerini çoğu büyük  kitaplar halindedir sevimli, hoş, canlı ve güçlü kıl-~ maktadır. Özellikle o, selefin yolunu benimsediğinde ve onların dinî, ilmî yönlerinden ve düşünce, davranış üs­tünlüklerinden bahsederken kaleminde muhteşem bir güç meydana gelmekte ve anlatışında bir coşku doğ­maktadır. Çağdaşları ve tezkire yazarları onun ahvali­ni, üstünlüklerinim anlatırken Özellikle belâğatini yani dili en güzel şekilde kullanışını, en güzel şekilde anla­tışını zikretmektedirler.
Hafız Ebu Hafs şöyle diyor:
“Onun ifadelerinde coşkun sel gibi çağlayıcılık, de­niz gibi taşkınlık vardır. Konuşmasının başından sonu­na kadar sanki konuştuğu o yerde değilmiş gibi durur. Gözlerini kapatır, Öyle konuşur. O sırada kendisine Öy­le bir heybet ve vakar gelir ki, orada bulunanlar bir ürperti hissederler, hayrete düşerler, şaşkın kalırlar.”[18] Onun eserlerini okurken; sözlerindeki akıcılığın, bilgisindeki coşkunluğun toplantılarına özgü olmadığı, kaleminin, diline ortak olduğu anlaşılmaktadır. Akşe­hirli, seyahatnamesinde bu kanaatini belirtmiş ve şöy­le yazmıştır: “Onun kalemi ile dili birbirine eşittir.”
Bir tarihçi ve tenkitçinin; onun bu güzellikleri ve meziyetleriyle birlikte, onun kitaplarında anlattığı ko­nulardaki dağınıklığını, bir konudan diğer konuya atla­yışım, en basit bir ilgiden dolayı başka bir konuya atla­masını, sözü aşırı uzatması gibi kusurlarını da göster­mesi, gereklidir. Bu kusurlar onun kitaplarım incele­yenleri —özellikle onun üslûbuna ve kitap yazma tarzı­na alışık olmayanları— rahatsız etmekte, zor duruma düşürmektedir. Bunun en büyük sebebi, onun keskin zekâsı, aşırı akıllılığı, taşkın ilmi ve heyecanlı karakte­ridir. Bu konuyu anlatırken kaleminin bir noktada do­nup kalmadığı hissedilmekte, konuların akışı ve dikka­tin geçişi sınırlanamıyacak şekilde süratli ve şiddetli olmaktadır. İşte bu onun ders veriş özelliği idi. Talebe­si Ebû Hafs el-Bezzâr şöyle diyor:
“İbn Teymiye ders vermeye başlayınca Allah Teâlâ ona; ilmin esrarını, konuların inceliğini, sözlerdeki tat­lı manayı, nâzik meseleleri, değişik bilgi dallarını, âlimlerin görüşlerini ve sözlerini anlamayı, âyetlerle, hadislerle delil götermeyi, Arapların şiir ve sözleriyle ispatlamayı ona kolaylaştırır, bu sırların kapısını açar ve sanki bir selin çağladığı, bir denizin coştuğu zannedilirdi.[19]
İşte bu keskin zekâ, süratli kavrama, pek çok konularda geniş bilgisinden ve coşkun bir beyinden dolayı; onunla tartışanlar, tartışma sırasında çok zor durumda kalırdı. Tartışmalarında ve bir konuyu anlatmasında o kadar çok meseleyi dile getirir ve o kadar değişik bilgi­leri konu içine sokardı ki, rakipleri; belirli ve düzenli bir konuda bilgi aktarmakta büyük sıkıntıya düşerler­di. İşte bu bakımdan Suriye ve Mısır’da âlimler ve fa-kihler genel toplantılarda onunla tartışmaya girmek­ten kaçınırlar, çok kere mazeret beyan ederlerdi. Bu zorluğu âlim çağdaşı ve tartışmacısı Şeyh Safiyyüddin el-Hindî şu kelimelerle ifade etmektedir:
“Ey İbn Teymiye, sen bir küçük kuşa benziyorsun. Ben onu bir yerde yakalamak istiyorum. O uçarak baş­ka bir yere konuyor. “[20]
Onun bu karakter özelliği —bu bir kusur değil, ak­sine bir fazlalık, yetenek, üstünlük, keskin zekâlılık ve fazla bilginliktir— eserlerinde de bulunmaktadır. Sa­mimi bir öğrenci sabreder de gayret göstererek bu zor­luğu yenerse, o zaman bu dalgalı denizden çok kıymetli inciyi çıkartabilir. [21]

ÎBN TEYMİYE’YE KARŞI ÇIKIŞIN SEBEPLERİ

ONU TENKİD EDENLER VE SAVUNANLAR


Bu harikulade ilmî ve fikrî yüceliğine ve herkes ta­rafından kabul edilen ihlâs, samimiyet ve dindarlığına rağmen, normal düşüncede iyi niyetli bir insanın kafa­sında; neden onun çağdaşları ve daha sonra gelen bazı âlimler ona karşı bu derece ağır ve şiddetli bir tepki gösterdiler, ona karşı çıktılar? diye bir soru doğabilir[22] Onun şahsı, kendi devrinden başlayarak bugüne kadar sözkonusu edilmiştir. Böyle çok yönlü meziyetle­rin sahibi bir insanın büyüklüğü üzerinde herkes görüş birliği etmeli idi, diye bir düşünce insanın içine doğabi­lir. Bu soru yerindedir. İbn Teymiye’nin yaşadığı hayat ve onun yaşadığı yüzyıl tarihinin ışığında bu soruya lâyık olan doğru ve sağlam cevap verilmelidir:
1— Daha işin başından beri onun şahsı üzerinde insanların iki ayrı kanaatta olan gruplaşması, onun büyüklüğüne bir delildir. Tarihte çok mümtaz seviyede olup normal üstü ve harikulade meziyetler taşıyan ki­şiler hakkında daima tutulan yol; bir grubun onun tarafını tutarak övgüde aşırılığa gidenler; diğer bir gru­bun da onu tenkidde hatta küçük göstermede vicdan dışı davranıp mübalâğaya sapan tenkitçiler ve karşı çı­kanlar olarak ortaya çıkışıdır. Çok büyük ve hariku­lade kişiler hakkında tarihin sürekli ve kesin tecrübesi şudur: Bazı tarih ve psikoloji felsefecileri, dehâ ve kah­ramanlık tespitçileri bunu temel bir kaide ve dehâ ile kahramanlığın şartı kabul etmişlerdir.
2— İbn Teymiye’nin şahsında çağdaşlarının düştü­ğü en büyük sıkıntı ve karşılaştıkları en büyük zorluk, Ibn Teymiye’nin; o dönemin, o neslin genel fikrî ve ilmî seviyesinden çok üstün oluşuydu. Kendi döneminin se­viyesinden üşütün olmak, Allah vergisi ve imrenilecek bir üstünlüktür ama bu üstünlüğün sahibinin, üstün­lüğü karşılığında büyük bir ücret Ödemesi gerekiyor. O üstünlük sahibi kişi, çağdaşları tarafından sürekli sı­kıntıya ve sıkıştırmalara uğruyor. Çağdaşları da bu üs­tünlük sahibi kişi tarafından ömür boyu bir sıkıntıya, bir zahmete, bir belâya yakalanmış oluyor. Onlar onun düşünce yeniliğine, görüş üstünlüğüne, anlama ve kav­rama gücüne karşılık veremiyor, onun bilgi ve düşünce ufuklarına kadar ulaşamıyor. O kişi; onların sınırlı, be­lirli terimlerine, ekol sistemlerinin sınırlarına bağlı ka­lamıyor; ilim ve görüşün hür fezasında, Kur’an ve hadi­sin yüksek, derin ve geniş ufuklarında rahatlıkla uçu­yor.
Onun çağdaşı âlimlerin bilgi seviyeleri; önceki âlimlerin ve ders vermiş kişilerin yazdıkları kitapları okuyup anlama derecesinde bulunmaktadır. Halbuki o, açıklık kazanmış bilgilerde ve pek çok ilim dallarında içtihad eden ve yenilikler getiren kişidir. Yani idrâk ve yeteneklerin bu farklılığı ve aralarında geniş bir mesa­fe bulunuşu onunla, onun samimi çağdaşları arasında
öyle bir çatışma meydana getiriyor ki, bu çatışma hiç bir zaman durulmuyor ve o kişi hiçbir zaman çağdaşla­rını ikna edemiyordu.
Her dönemin üstün meziyetli ve o ilim dalındaki müctehid âlimleri, onun bilgilerinin, incelemelerinin, buluşlarının kendi dönemindeki ilmî seviyeden ve bilgi programından, o ilim ehli kişilerin ulaşamayacağı de­recede yüksek oluşundan şikâyet etmişlerdir. Bu âlim­lerin düşünce gücü, o günkü elden ele dolaşan genel ki­taplardan daha ileriye taşacak ölçüde değildi. İşte bu; pek çok ilim sahibi kişilerin karşı çıkmasının ana kay­nağı ve sebebidir[23]
3— Karşı koyanlardan bir grup ona; onun normal üstü zekâsından ve geniş bilgisinden, etkili şahsiyetin­den ve kişiliğinin üstünlüğünden dolayı, halk ve özel kesim arasında sevilip devlet erkânı üzerinde gittikçe nüfuzunun artmasından dolayı karşı çıkmışlar ve onun ilmi ve anlatış gücü karşısında kimsenin lâmbasının yanmadığından (şöhret kazanamadığından) dolayı ona düşman olmuşlardır.
İbn Teymiye, nerede bulunursa orada herkese etki­li olmakta, kişilere hâkim olmaktadır. O ders verdiğin­de diğer ders toplantıları zevksiz ve değersiz bir hale düşmektedir. Konuşurken ve bir konuyu anlatırken sanki bir ilim deryası coşmaktadır. Meşhur Zehebî, şu derin manalı sözüyle gönüllerde saklı olup söylenme­yen sözü açığa çıkarmıştır: “Öyle anlaşılıyor ki, İbn Teymiye denizden su almakta, diğer âlimler ise küçücük arklardan ve çaylardan su almaktadırlar.”
Her devirdeki alimler, herşeye rağmen birer insan-i  di. İnsanların gönlü, kafası ise insanî duygular taşır, t  Bu bakımdan pek çok kişinin buna düşman oluşunun  sebebi; ona karşı çıkışının itici gücü işte bu küçüklük  duygusu ve kurtulmanın çok zor olduğu insan karakte- rinin eski bir hastalığı idi dersek, bunda şaşılacak bir  şey yoktur.
İmam Azam Ebu Hanîfe’ye şiddetle karşı koyma ve  inatla onun görüşlerine karşı çıkmanın sebeplerini an- latırken tarihçiler; her devre uygun düşen şu şiiri yaz- mışlardır:
“Onun gücüne erişemedikleri için yiğit delikanlıyı  çekemediler,
Bu yüzden insanlar ona düşman ve hasım oldular.”
 4— Pek çok çağdaşlarının karşı oluşunun bir başka  normal sebebi de; Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin, çok ze­ ki, geniş görüşlü ve çok bilgili, normal üstü kemâl sahi- bi kişilerde bulunan değşik bir karakter özelliği taşı­ maşıydı. Yani, keskin mizacı ve üstün zekâsı bazı kere- ler onu, bazı rakiplerini ağır tenkide iten ve onların ca- hil, ahmak ve bilgisiz kişiler olduğunu açıklamaya sev- keden sert mizacı, keskin zekâsıydı. Aşırı etkilenmesi  sırasında kızdığı için ağzından öyle birtakım kelimeler çıkıyordu ki, bu kelimelerden çağdaşı âlimlere, onları  tutanlara ve öğrencilerine hakaret manası çıkıyor,  kalplerini kırıyordu. Neticede onların gönlünde, ayrı  bir nefret ve inatla karşı çıkma tohumları ekilmiş olu- yordu. Onların davranışlarında ilmî ve fıkhî terimleri  ayrı yorumlama, İbn Teymiye’nin dalâlet ve küfrüne  fetva verme, ona sürekli karşı koyma ve saldırma şek-
linde kendini gösteriyordu.
Şeyhülislâm’ın çağdaşları ve tezkire yazarları onun üstünlüklerini, başından geçenleri ve ona ait halleri anlatırken, büyük ölçüde onun hayat şartlarının ilmî ve fikrî üstünlüklerinin bir sonucu olan bu “karakter yapısı”m göz ardı etmemişlerdir. Onun ilmî ve dinî üs­tünlüklerinden son derece etkilenen büyük âlim Zehebî bir yerde şöyle yazar:
“Anlatma sırasında bazen onun huyunda sertlik ve öfke meydana gelir, karşısındaki tartıştığı kişiye öyle saldırır ki, insanın içine düşmanlık tohumu ekilir. Eğer böyle olmasaydı (bu tarafı olmasaydı) onun büyüklüğü­ne, harikulade şahsiyetine herkes baş eğerdi. Çünkü ünlü çağdaşları ve büyük âlimler onun derin bilgisi ve yetenekleri karşısında baş eğmişler ve onun sahili olmayan bir deniz ve ilimler deryası olduğunu, eşi benze­ri bulunmadığını açık açık itiraf etmişlerdir.”
Onun hayatında bazan öyle hâdiseler olmuştur ki, herhangi bir dinî ve ilmî meselede çağdaşlarının anla­yış kıtlığına veya bilgi azlığına, kısa görüşlülüklerine sabredemeyip, çekinmeden bunları yüzlerine söyledi­ğinden dolayı da kendisinin, ilim sahibi o çağdaşlarının tek başına rakibi ve karşıtı haline gelmiştir.
Nitekim ziyaret meselesinde Takîy İbn el-Ahnâî Mâlikî, kendisinin görüşünü reddetmek için yazdığı reddiye risalesini okumuş, ona cevap yazmıştır. İbn Teymiye yazdığı bu cevapta o kişinin son derece az bil­gili, kıt malumatlı bir şahıs olduğunu, bu konuda onun kalem oynatmaya yetenekli olmadığını yazmış, bu ha­kareti kendisinin birtakım sıkıntılarla karşılaşmasına ve daha fazla eziyetlere uğramasına sebep olmuştur. Onu anlatan bazı tezkire yazarlarının görüşüne göre; onun son tutukluluğunun, uzun bir hapis hayatının ve
yazı malzemelerinin gasp edilmesinin sebebi işte o ki­tap üzerindeki tenkidi ve görüşünü açıklamasıdır[24]
Aynı şekilde devrinin nahiv imamı kabul edilen Ebû Hayyân Müfessir, İbn Teymiye’nin huzuruna tak­dirlerini belirtmek, ona saygısını, sevgisini göstermek için geldiğinde yaptığı hizmetlerini ve başarılarını an­latan kasidelerini de yanında getirip ona okumuştu. Bu kasidenin başı şöyledir:
“Takiyyüddin İbn Teymiye bize geldiğinde onu Al­lah’a çağıran bir kişi olarak gördük.
O, benzeri olmıyan, büyük özellikler taşıyan tek ki­şidir.”
Bu kasidenin bir başka beyti de şöyledir:
“Ey kitabın verdiği bilgiden bahseden kişi, dikkatle dinle,
İşte bu İmam İbn Teymiye, uzun süredir gelmesi arzulanan kişidir.”
Konuşma sırasında nahiv ile ilgili bir meseleden söz açılmıştı. Ebû Hayyân görüşünü desteklemek için iddiasını Sîbeveyh’e dayandırdı, onun da böyle dediğini söyledi. Ebû Hayyân, Sîbeveyh’in adını duyunca îbn Teymiye’nin susacağını, ve teslim bayrağım çekip baş eğeceğini umuyordu. Fakat bu beklentisinin tam tersi­ne bir cevap aldı ve İbn Teymiye ona: “Sîbeveyh nahiv ilminin hata yapmayan bir peygamberi değildi. O el-Kitâb isimli eserinde 80 yerde hata yapmıştır ki sen onları anlıyamazsm bile” dedi. Bunu işiten Ebû Hayyân’ın morali bozuldu ve manen o kadar yıkıldı ki, bu kasideyi divanından çıkarttığı gibi, İbn Teymiye’nin sa­dece karşısına geçmekle kalmadı, hatta her zaman için ona muhalif biri ve tenkidçisi oldu.
5— Ona karşı çıkılmasının bir başka sebebi de; ba-zan onun meşhur dört mezhepten ve dört imamdan da farklı görüşlere sahip oluşu, onlardan ayrılışıdır. Fık­hın ve farklı görüşlerin tarihini, müctehid imamların görüşlerini ve onlar arasındaki problemleri çok iyi bi­lenler için bu tek başına oluş yadırganacak bir şey de­ğil ve İbni Teymiye’nin üstünlüğünü inkâr etmeyi de gerektirmez. Yine onlar bilirler ki, eğer meşhur müçte-hidlerin ve herkes tarafından benimsenmiş velîlerin tek başına kaldıkları görüşleri ve enteresan problemle­ri bir araya toplansa İbn Teymiye’nin bu tek başına kaldığı görüşleri çok hafif ve normal görülmeye başla­nacak ve kendi başına ayrı bir görüş sahibi olmayı ger­çekliğe ve hak tarafında olmaya aykırı gören ve onların büyük insan ve velî kimse olmalarını; onların sözleri­nin, görüşlerinin, herkes tarafından bilinen meşhur gö­rüşlere aykırı olmaması şartına bağlayan saf anlayışla­rı sarsılıp yıkılacaktır. Şeyh Muhiddin İbn Arabi’nin kendisi; büyüklüğüne, veliliğine inananların bulunma­sına rağmen böyle pekçok fıkıh ve kelâm meselelerinde öyle bir takım görüşlere sahiptir ki, bu görüşlerinde o; tek başına kalmıştır. Hiçbir âlim onun görüşünü pay­laşmamış ve ondan önce de hiçbir kimse o görüşleri di­le getirmemiştir. Onun bu tek başına kalışı kendi za­manından başlayarak bugüne kadar ehl-i sünnet âlimleri için tartışma konusu olmuştur[25]
Fakat bu farklı görüşlere geniş bilgisi olmayanlar^ veya ilk dönem âlimlerinin kendilerine has görüşlerine, Jtek başına kaldıkları düşüncelerine izin verebilen, onu * normal karşılayabilen, ama üstün değerli, derin görüş çağdaşları bir âlime bunu asla yakıştıramayanlara göre İbn Teymiye’nin bu tek başına oluşu da karşı çıkmalarına sebep olmuş ve onlara göre İbn Teymiye’nin * inanç bozukluğuna, haktan saptığına ve ümmetin  icmâını parçaladığına delil olmuştur. Hadis ilminde’i müslümanların lideri olan Hafız İbn Hacer Askalânînin bu konudaki şu sözü (yukarıda geçmiştir), çok ılım­lı, ölçülü ve aşırılıktan uzaktır. O şöyle diyor:
“İçtihadı ile doğruya ulaştığı yerlerde (ki bunun sa­yısı fazladır) onlardan faydalanılmak ve bunlardan ötürü onun hakkında hayır duada bulunulmalıdır. İçti-had hatasında bulunduğu meselelerde de ona uyulma-malı, mazur kabul edilmelidir.”
6— Ona karşı çıkışın güçlü bir sebebi de: Eş’arî iti­kadı, hatta ehl-i sünnet itikadı diye adlandırılan kelâm tarzına, Allah’ın sıfatlarını ve müteşabihleri te’vil ediş biçimlerine karşı çıkmasıydı. Bu ise onun, o itikaddan çıkışına veya bilgisizliğine bağlanıyordu. Yahut ehl-i sünnete karşı oluşuna atfediliyordu. İbn Teymiye’nin bu görüşe cür’etle ve ısrarla karşı çıktığı yukarıda ge­nişçe anlatılmıştır. Sıfatlar konusunda sahabe, tabiîn, müçtehid imamlar, kelâm-cılar, önceki âlimler, İmam , Ebu’l-Hasan el-Eş’arî, Kadı Ebu Bekir el-Bâkıllânî ve İmam el-Haremeyn’e varıncaya kadar hepsinin görüşü­nü, onlann kendi ifadelerinden ve eserlerinden göster­miş, onların kitaplarından alıntılar yaparak bu sıfatla­ra iman etmeyi gerekli gördüklerini ve bu sıfatların gerçekliliğini kabul ettiklerini ispat etmiştir. Sonra Al­lah Teâlâ’nın şanına, “Leyse kemislihî şey’ün-O’nun gibi veya O’na benzer hiçbir şey olamaz” âyetinde be­lirtilen ölçüye uygun olarak Allah’ın benzetilmekten, cisim olmasından münezzeh ve berî olduğunu bildir­miştir. O iddia ederek diyor ki: Sahabe, tabiîn ve selef­ten bunun aksine bir tek kelime dahi gösterilemez.
O dönemde bütün İslâm dünyasında, Eş’arî itika-dındaki âlimler ve kelâmcılar etkiliydi. İmam İbn Teymiye’nin hâlis ilmî temellere dayanan bu farklı gö­rüşü bir bid’at ve “müminlerin yolunun dışında bir yo­la sapmıştır” âyetine uygun kabul edilmiş ve kendisi­ne Allah’ı cisim olarak kabul ettiği suçlaması yapılmış­tır . O devirde te’vile çok yüklenildiği için İbn Teymiye kalemini bütün gücüyle bu te’vile karşı çıkmaya kulr landı. Durmadan te’vile gidilmesinden dolayı gösterdiği tepkiden, te’vili reddetme üzerinde sesini yükseltme* sinden dolayı halk, onun; Allah’ı cisim olarak kabul et-f tiği şüphesine kapıldı. Bu sahada o derece aşırı hare­ket edildi ki; Allah’ı açıkça cisim olarak kabul edenler arasında gösteren sözleri o söylemiş gibi onun adına yakıştırarak yaydılar. Meselâ, güya o, Şam’daki Emevi Camii’nde hutbe okurken minberin bir basamağından1 diğer basamağına inmiş ve ben nasıl indiysem Allah da işte aynen böyle iner, demiş[26]
İbn Teymiye ve öğrencileri bu suçlamayı şiddetle1 reddettiler ve tekrar tekrar; nasıl ki sıfatlardan uzak olduğunu reddetmişlerse aynı şekilde cisim kabul edil­meye de şiddetle karşı çıktıklarım söylemişlerdir. Yine de te’vile karşı o, mecburen öyle.bir şiddet ve sertlikle yazmış ve konuşmuştur ki, muhalifleri bunları, onun Allah’ı cisim kabul ettiğine delil olarak Öne sürmüşler­dir.
Pek çok âlimin ve o âlimlere bağlı olanların İbn Teymiye’ye karşı çıkışlarının en güçlü sebeplerinden biri de; gerçekten Allah’ın sıfatlarım te’vil ile, o sıfatla­rın ifade ettiği mânaların cisim halinde anlaşılması arasındaki yol o kadar ince, o kadar naziktir ki, herke­sin bunu kavraması çok zordur.
Bir de Hanbelîlerden ve te’vili inkâr edenlerden çe­şitli bazı kişiler; Allah’ı cisim olarak kabul etme sınırı­na girdiklerinden dolayı İbn Teymiye’ye de Allah’a ci­sim olarak inanan kimse suçlaması yapılması, o kişi­lerle kıyaslanmaya aykırı düşmüyor ve yakışıksız da bulunmuyordu. Her ne kadar gerçek olan, onun bu suç­lanmadan tamamen uzak olması ise de.
7— Karşı çıkışın bir başka sebebi; İbn Teymiye’nin, Şeyh-i Ekber Muhiddin Arabi’ye karşı çıkışıydı. Pek çok kimselere, özellikle tasavvuf zevki taşıyan kişilere göre İbn Teymiye’nin bu suçu affedilemez. Bu suç onun bütün meziyetlerini, güzelliklerini, üstünlüklerini kül-lemektedir. Çünkü o; Şeyh-i Ekber’in o meşhur kanaat ve görüşlerini, onun Vahdet-i Vücûd anlayışını şiddetle reddetmiş ve onun muhaliflerinden olmuştur.
Bu alanda her ne kadar bizim görüşümüz ve meşre­bimiz İmam-ı Rabbânî’nin Mektubât’mda belirttiği şu görüşlerin ve şu ifadelerin aynı ise de; “Çok tuhaf bir şey ki Muhiddin Arabî, değer verilen insanlardan görü­lüyor olduğu halde, ehl-i hak kimselerin görüşüne aykı­rı olan pek çok yanlış ve hatalı bilgiler verdiği anlaşıl­maktadır.[27] Aynı mektupta daha ileride şöyle yaz­maktadır: “Onun ehl-i sünnetin bilgilerine zıt düşen keşifle ilgili bilgilerinin çoğu doğru olmaktan uzaktır. Onun peşinden ya kalbi hasta olanlar gider veya kör taklitçiler gider.”[28]
Fakat mesele Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin redde­dişi ve İbn Arabi’ye aykırı görüş ileri sürmesi ile ilgili olunca İbn Teymiye bu noktada tek başına değildir. Bu konuda İbn Teymiye ile aynı görüşü paylaşan Cilâü’l-Ayneyn kitabının yazarı o kişilerin listesini vermiştir. Bu kişilerden bazıları bu konuda kitaplar bile yazmış­lardır. Bu listede gözümüze; büyük alim Sehavî, Sadet­tin Taftazânî, Molla Alîyyül-Kârî, Hafız İbn Hacer Askalânî, Ebû Hayyân Müfessir, Şeyhülislâm İzzeddin b. Abdüsselâm, Hafız Ebû Zer’a, Şeyhülislâm Sirâced-dîn el-Belkînî gibi ünlü âlimlerin ve ilim dalları önder­lerinin isimleri göze çarpmaktadır[29]
Sonra da Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin, Şeyh-i Ek-ber’e karşı çıkışı şahsî ve hissî değil, dinî hamiyetinden ve şeriat gayretinden dolayıdır. Selef ve halef âlimleri içinde, hamiyet ehli ve şeriatın koruyucuları olan kim­selerden; bir kişiden sünnet ve şeriatın yazılı buyrukla­rına ve onun belirttiği kesin ve kat’î inanç ölçülerine aykırı gözüken bir söz ve görüş duyduklarında bunu hemen reddeden sayısız insanlar çıktığı görülmüş ve o sözün sahibinin şöhreti, azameti ve onun veliliği, her­kes tarafından sevilmesi bile onları, bu kişiyi reddet­mekten alıkoymamıştır. Çünkü onlar nazarında şeriata saygı ve peygamberlik makamının yüceliği her saygı­dan önce gelirdi ve her yücelikten daha da üstündü.
İmam Rabbânî’nin bizzat kendisi de böyle durum­larda Hz. Ömer Faruk soyundan gelme heyecanını ve dinî hamiyetin coşmasını durduramamış ve bütün gü­cüyle böyle görüşleri reddetmiştir. Bir kişinin kendisi­ne, Şeyh Abdülkebîr Yemenî’nin, Allah gaybları bilen değildir diye inandığını yazması üzerine şöyle cevap yazmıştır:
“Efendim, ben fakirin bu tür sözleri duymaya asla tahammülü yoktur. Elimde olmadan Ömer Faruk so­yundan olma damarım harekete geçiyor ve böyle sözle­ri te’vil etmeye ve başka mânaya yöneltmeye imkân vermiyor. Bu tür sözler ister Şeyh-i Kebîr Yemenî’ye ait olsun, ister Şeyh-i Ekber Şâmî’ye (Muhiddin Ara­bi’ye) ait olsun bizim için geçerli olan Muhammed-i Arabi’nin (s.a.) buyruklarıdır. Muhiddin Arabi’nin, Sadreddin Konevî’nin, Abdürrezzâk Kâşi’nin sözleri de­ğil. Bizim işimiz nass’a[30] göre hareket etmektir. Fass’a.[31] göre değil. Fütûhat-ı Medeniyye[32] (Medine döneminde gelen geniş İslâm hükümleri) bize Fütühât-ı Mekkiyye’ye[33] ihtiyaç bırakmamıştır.”[34]
Bu hamiyet ve coşku, bu farklı düşünüş ve reddiyenin ana sebebi dinî gayretten, Kitap ve sünneti koru­madan, ona yardım etmekten başka bir şey değilse ve bu; Allah ve Rasûlünü başkalarına tercih etmek, birini sevmek gerekince onlar için sevmek olursa o zaman bu farklı düşünüş ve coşku; kişinin kusurlarından sayıl­maya lâyık değil, o kişinin güzel meziyetlerinden yüce hasletlerinden ve harikulade güzelliklerinden sayılma­ya lâyıktır. Çünkü o, şu hadîse uygunluğun en sağlam delilidir:
“Üç şey var ki, bunlar kimde bulunursa o kimse imanın tadını alır. Biri, Allah ve Rasû-lünden başka kendisine daha sevimli bir kimse olmaması. İkincisi; bir kimseyi sadece Allah için sevmesi. Üçüncüsü de; Al­lah kendisini küfürden kurtardıktan sonra tekrar o küfre dönmekten, kendisinin ateşe atılmasından nefret ettiği gibi nefret etmesidir. “[35]
8— Bir grup insan onun hakkında çok büyük dere­cede yanlış kanaate sahipti. Bazan tedbirsiz ve katiı gö­rüşlü kitap yazarları, genel ehl-i sünnet inancına ve halkın hemen hemen hepsinin anlayışına göre küfrü gerektiren bazı sözleri onun adına yakıştırmışlardı. Ve öyle birtakım sözler onun adına ortaya atılmıştı ki, bu sözlerden peygamberlik makamına karşı edepsizlik ve küçültme kokusu çıkmaktadır. (Allah bizi ve bütün müslümanları bundan korusun.)
Bu hareket sadece İbn Teymiye’ye karşı yapılmadı. Ümmetin diğer büyük kişileri de karşıtlarının bu oyu­nuna düştü. Sadece kendilerinin tamamen ilgisiz ve uzak oldukları bu sözler ve kanaatler onlara nisbet edilmeekle kalmadı, hatta onların kitaplarına küfre götüren ve haktan çıkmış olmayı gösteren sözler bile ka-1 rıştırıldı. Bundan bir adım daha ileri atılarak, (onların adına uydurulmuş, küfür belirten sözleri içine alan) ayrı kitaplar yazıldı ve çok bol miktarda etrafa gönderil­di.
Hüccetü’l-İslâm İmam Gazâlî’ye de böyle yapıldı. “: Kalabalık  bir  âlimler  zümresinin  görüşüne  göre  Meâric el-Kuds, Mişkât el-Envâr, Gazâlî’nin düşmanlarının yazarak onun adına ortaya sürdükleri sahte ki­taplardır.
İmam Şa’rânî ve diğerlerinin görüşlerine göre; Mu-hiddin Arabi’nin kitapları üzerinde de bu işlem yapıl­mış; çeşitli konulara ve meselelere eklemeler, gerçek dışı sözler karıştırılmıştır. İmam Şa’rânî, kendi kitap­ları hakkında çok tuhaf, dikkat çekici bir tecrübesini yazarak, el-Ecvibe el-Merdıyye” isimli kitabında şöyle demektedir:
el-Bahru’l-Mevrûd fi’l-Mevâsîk ve7-Uhûd isimli kitabıma, bir kısım çekemiyenler şeriata aykırı sözler karıştırmışlar, sonra da Ezher Camii’nde ve buna benzer  değişik yerlerde bunu reklâm etmişlerdi. Bundan dola­yı büyük bir fitne ortaya çıktı. Nihayet ben, üzerinde ünlü âlimlerin ve İslâm büyüklerinin önsözü ve onayı  yazılmış olan kendi yanımda bulunan kitabımın sağ­lam ve bozulmamış nüshasını âlimlere götürüp göster­dim. Ancak bunları gördükten sonra onlar, uydurma ve ilâve yazıların gerçekten bulunduğunu anladılar da fit­ne böylece sönmüş oldu.”
Daha işin başından beri çağdaşları ve bazı katı tu­tumlu kişiler İbn Teymiye’ye karşı öyle tuhaf bir tutum içine girmişlerdir ki; bu katı tutumlarından dolayı, kü­für ve aşağılama tarafı olan bir yığın sözü onun adına yakıştırmaları, pek çok samimi ve hamiyet ehli âlim-
lerin bundan etkilenerek ona karşı çıkması, hatta dalâ­lete düştüğüne, küfre girdiğine fetva vermeye kadar varması hiçbir zaman şaşılacak bir şey değildir.
  1. yüzyılın sonu ve 9. yüzyılın başında, katı tutum­lu ve ona karşı olanlardan bir grup bu konuda o derece aşırılığa gitmişler ki; “İbn Teymiye’ye, Şeyhülislâm di­yen kâfir olur” fetvasını vermişlerdi. Bu fetvayı reddet­me ve İbn Teymiye’nin doğruluğunu, büyüklüğünü ve imamlığını ispat etme yolunda Suriye’nin çok büyük âlimi Şemseddin eş-Şâfiî (Ö.842 H.) İbn Teymiye’ye Şeyhülislâm Diyen Kâfirdir Kanaatini ileri Süren Ki­şiyi Kesin Red adındaki kitabım yazmıştır[36] Bu ki­tapta 86 büyük ve ünlü âlimin görüş ve kanaatleri, onun büyüklüğüne ve imam oluşuna tanıklıkları nakle­dilmiştir. Hafız İbn Hacer Askalânî ve Allâme Aynî’nin de içinde bulunduğu pek çok âlim tarafından övgüyle bahsedilen bu kitap, İbn Teymiye’yi büyük bir coşkuyla desteklemekte, Övmekte ve onun kesinlikle ehl-i sünnet inancında olduğunu belirtmekte, herkes tarafından şeyhülislâm kabul edildiğini, doğru ve sağlam akideli olduğunu anlatmaktadır. Hatta Allâme Aynî şöyle yaz­maktadır: “Kim onu zındıklıkla suçlarsa kendisi sapık ve zındıktır. Onun eserleri bütünd ünyaya yayılmıştır. Bu eserlerde onun ehl-i sünnete aykırı düştüğüne ve haktan saptığına, dalâlete girdiğine işaret eden hiçbir şey yoktur.”
Anlaşılıyor ki bu olaylar dizisi devam etmiş ve bu asılsız sözlerin, uydurma iddiaların ondan ona aktarıl­ması sürmüştür. Halk da bundan etkilenerek onun aleyhine kalem yürütmüştür. Bu konuda en önde giden, Hicrî 10. yüzyılın ünlü âlimi ve kitap yazarı İbn Hacer el-Mekkî’dir[37] Bu zât İbn Teymiye aleyhine çok ağır bir fetva vermiş ve onun hakkında kaleminden şu kelimeler çıkmıştır: “O, Allah’ın perişan ettiği, hak yoldan saptırdığı, gerçeği göstermediği, gerçeği duyur-madığı ve kendisini rezil ettiği bir kuldur.”
Fakat bu fetvanın yazılışından İbn Hacer el-Mekkî’nin kendisinin İbn Teymiye’nin kitaplarını doğ­rudan okumadığı anlaşılmakta ve onun hakkındaki bil­gilerini, kendi araştırmaları sonucu, doğrudan elde et­miş olmadığı görülmektedir. Onun bütün dayanağı ve verdiği fetvanın temeli, ortada dolaşan sözlere dayan­maktadır ki bu sözleri, o devirde İbn Teymiye’nin mu­halifleri kitaplarında naklediyor, toplantılarında zikre­diyorlardı. O, bu fetvasında Şeyhülislâm’ın, fıkıh ve kelâm konularında tek başına kaldığı görüşlerini nak­lederek şöyle yazmaktadır:
“Bazı kişilerin söylediğine göre onun kitabını doğ­rudan okuyan ve inceleyen kimse yukarda anlatılan meselelerin çoğunun ona ait olduğunun doğruluğuna inanmaz.” Fetvanın sonunda şüphelerini şu kelimelerle açıklar. “Eğer küfrü gerektiren veya bid’at (din dış) olan bir inanışa ve görüşe sahip olduğu doğru ise, Allah kendi adaletiyle ona muamele eder, yoksa bizi ve onu Allah bağışlar.”
Bu fetvaya cevap veren ve İbn Teymiye ile İbn Ha­cer el-Mekkî’yi en olgun tarzda yargılayan, Bağdat’ın ünlü ilim ailesinin bir parçası, büyük âlim, Irak’ın yüz akı, Rûhu’l-Maanî tefsirinin yazarı Mahmud Alûsî’nin ünlü oğlu Hayreddin Numân Âlûsîzâde’dir. O, bu konu­da Cilâü’l-Ayneyn fi Muhâkemeti’l-Ahmedeyn isimli büyük eserinde o fetvanın her bir kelimesine uzun uzun cevap vermiş ve nakledilen sözlerin bir bölümü­nün tamamen temelsiz, asılsız ve kesin iftira olduğunu, Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin kitaplarında bu nakillere uymayan, bunlara tamamen ters ifadeler ve açıklama­lar bulunduğunu göstermiştir. Açıklanmaya muhtaç (çok basit olan) bir bölüm vardır ki, yukarıda anlatıldı­ğı gibi ya bunun aslı yoktur, ya da İbn Teymiye o nok­tada tek başına değildir. Bunun dışında o, bu kitabında Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin hayatını ve başından ge­çen olayları toplayan bir hazine sunmuştur.[38]
îbn Hacer Mekkî’den sonra bugüne kadar araştırıcı âlimler ve geniş bakışlı ve insaflı yazarlar bu konuda İbn Hacer’den farklı düşündüklerini açıklamışlar ve eserlerinde, yazılarında Şeyhülislâm İbn Teymiye’yi aklayarak onun büyüklüğünü ve yüksek değerini sü­rekli açıklayagelmişlerdir. İbn Hacer Mekkî’nin değerli talebesi Molla Aliyyü’l-Kârî[39] İbn Teymiye hakkında hocasının görüşüne uymamakta, eserlerinde onu çok övücü kelimelerle, hayırla anmaktadır. Şemâil-i Tirmizi şerhinde ve Miskât şerhi Mirkât’ta şöyle yaz­maktadır: “Kim Menâzilü’s-Sâlikîn şerhi Medâricü’s-Sâlikîn’i okursa açıkça görecektir ki, İbn Teymiye ve (talebesi) İbn Kayyim’in ehli sünnet vel cemaatin en büyüklerinden ve bu ümmet-i Muhammed’in velîlerin­den olduklarını açıkça görecektir.”
Daha sonra gelen âlimlerin en önde geleni olan Şeyhülislâm Şah Veliyyullah Dehlevî (rah.a.), Şeyhül­islâm İbn Teymiye’yi bütün gücüyle savunmuş ve açık bir ifadeyle şöyle yazmıştır: “O, sadece sünnî inanışta ve selef görüşünde bir âlim değil, hatta şeriatın büyük bir sözcüsü, savunucusu, Kitap ile sünnetin samimi bir hizmetkârı ve ümmet-i Muhammed’in çok değerli, şanlı bir âlimiydi. Onun varlığı asırlarda bir gelen zamanın harikalarmdandı. Ona karşı gelen yahut onun peşin­den giden kimselerin onun bilgi ve görgüsüyle hiçbir denkliği yoktu.”
Şah Veliyyullah; Kitap ve sünnete bağlı olanların Ve İslâm âlimlerinin adaletli olduklarını belirterek ve şu meşhur, “Her nesilde bu Kitap ve sünnet ilmini taşıyan adaletli kişiler olacaktır” hadisten delil getirerek, Şeyhülislâm İbn Teymiye hakkında şöyle buyurmakta­dır:
“Şeyhülislâm İbn Teymiye hakkında biz bu ölçü üzerinde kanaat taşımaktayız. Onun ahvalinden ve ha­yatı boyunca geçirdiği hayat tarzından, onun, Allah’ın Kitabını, onun lügat ve şer’î mânalarının çok iyi bildi­ğini ve Allah’ın Resulü Hz. Peygamber’in sünnetini ko­ruduğunu kesinlikle anladık. Arap dilini bütün incelik­leriyle kavradığını, Hanbelî mezhebinin temel ve detay görüşlerini bir araya topladığını, zekâda emsalsiz oldu­ğunu, çok güçlü Usancı ve ehl-i sünneti korumak ve sa­vunmakta gayet açık ve güzel konuştuğunu da gördük. Onun hiçbir din dışı ve fısk belirten söz konuştuğu gö­rülmemiştir. Sadece onun hakkında katılık gösterilen şu birkaç kofıu var ki, onlar içinde de elinde Kitap, sünnet ve seleften gelen haberlerle ispat edemediği me­sele yoktur. Böyle üstün değerde bir kişinin ilimde bir benzerini bulmak zordur. Yazıda ve sözde onun seviye­sine ulaşmak kimin haddine. Onun hakkında şiddet gösterenlerle onun meziyetleri ve üstünlükleri arasın­da hiçbir ilgi yoktur. Her ne kadar bu katılık ve şiddet içtihadla ilgili bir mesele idi ise de bu konuda âlimlerin ihtilâf etmesi sahabe-i kiramın dallanıp budaklanması gibidir. Bu konuda uygun olan şey; dilin tutulması ve hayırdan başka ağızdan bir şey çıkarılmamasıdır.”[40]
Şah Veliyyullah Deblevî’nin bu aklamasından ve çok üstün niteliklere sahip olduğunu bildiren ifadele­rinden ve onun büyüklüğüne tanıklık yapmasından sonra, İbn Teymiye’-nin ilim ufuklarına ve düşünce fe­zasına ulaşamayan bir âlimin veya kitap yazarının onu kötülemesi artık hiçbir ilmî değer taşımaz. Allah Teâ-lâ’nın derin ilim, değişik meziyetler, müctehidçe bir gö­rüş ve düşünce verdiği; ihtilaflı meselelerde orta yolu tutmakta ve İslâm âlimlerinin değerini bilip ölçmekte büyük bir meleke ve basiret bahşettiği, İslâm hakimi (akıl ve ilim dehâsı) olan Şâh Veliyyullah Dehlevî’nin bu sözü, artık bu konuda kesin sonuç veren bir hüküm özelliği taşır. [41]

ALLAH’I HAKKIYLA TANIYAN VE BİR ARAŞTIRICI OLARAK ŞEYHÜLİSLÂM İBN TEYMİYE


İbn Teymiye’yi, insanlar genellikle bir kelânıcı, tartışmacı, hadisçi ve fıkıhçı olarak tanırlar. Onun ilmî üstünlüklerini ve tartışmacı eserlerini okuyanlar ise kafalarında onu, son derece zeki, akıllı, derin bilgili, güçlü delilli bir zahir (dış yönleri gören) âlimi olmak­tan başka bir şey olmayan biri olarak canlandırırlar.
Şeyhülislâm Herevî’nin kitabı Menâzilü’s-Sâirîn’e şerh olarak yazdığı Medâricü’s-Sâlikîn adındaki ese­rinde sevgili hocasının ve kendi hayatının manevî yö­nünü ve iç dünyasını genişçe yazan, ikisinin de en üst derecede Allah’ı tanıyıp O’na teslim olan marifet ve cezbe sahibi kişiler olduklarını isbât eden onun büyük talebesi Hafız İbn Kayyim’i bir tarafa bırakırsak; genel tezkire yazarlarının ve tüm biyografîcilerin verdiği bil­gilerin yardımıyla, ya da onun daha sonra gelen mün-tesiplerine (bağlılarına) bakarak İbn Teymiye hakkın­da bir benzetmeye, bir kıyas ve tahmine gidenler ona kuru bir hadisçi ve zahiri gören bir âlim olmaktan öte değer veremediler. Fakat Medâricü’s-Sâlikîn’de İbn Kayyim’in parça parça sunduğu Şeyhulislâm’m sözleri­ni, ahvâlini, hayat macerasını; Allâme Zehebî vs. nin bir anı olarak İbn Teymiye hakkında yazarken belirt­tikleri ahlâkını, karakterini, âdetlerini, özelliklerini, uğraşlarını ve hareketlerini gözönüne koyan bir kitap yazarı onun; bu ümmetin ariflerinden (hakikati tanı­yanlarından) ve Allah ehli kişilerinden sayılması ge­rektiği kanaatine varır. Onun bu mevkii elde ettiğine ve erişilmesine ancak senelerce riyazât ve mücâhedeye, tarikat mürşidlerinin sohbetlerine ve zikirle muraka­beye devam etmeye ve sonraki sofilerin “Allah’la bera­ber olma” dedikleri seviyeye ulaştığını içinde hisseder. Âyet: “İşte bu, Allah’ın dilediğine bahşettiği bir üstün­lüktür. ”
Basiret ve görüş sahipleri cezbe ve marifetin, haki­ki iman ve kesin inancın, ihlâs ve samimiyetin, gönül güzelliğinin ve ahlâk temizliğinin, sünnete tam bağlılık ve şeriata kendini feda etmenin hedefine ulaşmak için çeşitli araçlar edinildiğini, araştırıcı kişilerin bu hedefe ulaşmak için bir tek araca bağlı kalmadığı gerçeğini bi­lirler. Hatta şöyle diyenler bile çıkmış -yanlış da deme­mişler-: “Allah’a ulaşma yolları yaratıkların nefesleri sayısmcadır”.
Başlangıçta bu hedefe ulaşmak için en etkili ve güçlü araç Hz. Peygamberin sohbeti idi. Onu dinlemek, onun buyruklarını kendi ağzından işitmek yeterli olu­yordu. Bunun da kimya gibi bir tesir bırakacağı açıktır. Bu nimetten mahrum kaldıktan sonra ümmetin tabip­leri ve Peygamberin halifeleri kendi dönemlerinde o sohbetlerin yerini tutan çeşitli alternatifler ortaya koy­muşlardır. Nihayet çeşitli sebeplerden dolayı sohbete ve fazla zikre yüklenilmiş tir. Bunun düzenli ve sistemli bir yolu tasavvuf ve tarikat adıyla meşhur olan düzen­lemedir. Fakat hiç kimse hedefe ulaşmanın bu yollara, bu araçlara bağlı olmadığını inkâr edemez. Allah vergi­sinin (ilm-i mevhibe) dışında; iman ve nefis muhasebe­si, sünnetlere bağlılık, hadis ve şemail kitaplarına sev-
gi ve muhabbetle birlikte dua ve nafile ibadetlerle çok meşgul olma, çok zikredip salât ve selâm getirme, Al­lah rızası niyetiyle halka hizmet etme, cihad etme, marufu emredip münkerden nehyetme, davet ve tebliğ etmekten her biri, özenle yapıldığı takdirde Allah’a yaklaşmaya bir araç ve Allah ile ilişki kurmaya bir se­bep olabilir. Sebep ve araçlar değişik olabilir. Fakat he­def tektir. Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin hayat olayları­nın tümünden açıkça anlaşılıyor ki o, bu hedefe sahip­ti. Buradaki hedefimiz bunu açıklamak değildir.
Bir kişinin normal yaşayış tarzına, duygularına, ahlâk ve âdetlerine, davranışlarının niceliklerine baka­rak onun ariflerden, araştırıcılardan, Allah katında de­ğerli olanlardan ve ergin kişilerden olduğuna tanıklık edilebilir. Bunun hiçbir dış ölçüsü, mihengi ve hiçbir mantıklı delili olamaz. Allah ehli ve arif (hakikatleri bilen) kişilerin ahvâli çoğunlukla, okuyarak ve onların sohbetinde bulunarak temiz yaradılışlı ve duygulu bir insanda meydana gelen sezgi melekesiyle tanınabilir. Ama yine de birtakım öyle haller ve alâmetler vardır ki, onlarla o kişinin kendi dinî seviyesi ile halktan üs­tün olduğu ve dinin doğru niceliklerinden, manevî cez­beden ve Allah ehli kişilerin ahlâkm-dan nasibi olduğu
tahmin edilebilir.
Allah ehli kişilerin ahlâkı ve ahvâli hakkında birta­kım örnekler vermek gerekirse şöyle sıralarız: Kulluk duygusu ve Allah’a yönelmenin özel bir şekli, ibadet zevki ve kendini ibadete verme, dua zevki ve yakarış, zühd, insanlardan uzaklaşma ve dünyayı basit görme, cömertlik, fedakârlık, sadelik ve hırslardan arınma, huzur ve sükûn, iç huzuru, sünnete son derece bağlılık, sâlih kişiler arasında değerli olmak, devrin âlimlerinin tanıklığı, sevenlerin ve kendine bağlı olanların dindar-
lığı, temiz yaşama ve güzel ahlâklı bir hayat örneği vs. Biz burada işte bu başlıklar altında Şeyhulislâm’m çağdaşlarının ve tarihçilerin onun hakkındaki tanıklık­larını, ondan etkilenmelerini nakledeceğiz. [42]

Kulluk Duygusu ve Allah’a Yönelmesi:


Kulluk zevkine ve Allah’a yönelme halinin bulun­duğuna en açık ve kesin tanıklık eden şey, o kişinin-manevî yapısının en güçlü imanla onarılmış olması, Al­lah Teâlâ’nm yüceliği ve büyüklüğüyle dopdolu olması, kendisini âciz ve biçâre görerek mülkün sahibi Allah’ın kudret ve azametini (müşahede) görme ile aydınlanmış olmasıdır. Bu görme {müşahede) ve kesin iman insanın içinde meydana gelince, sözlerden, hareketlerden bu açığa çıkmaya (tezahür etmeye) başladığında artık, bu sahada gerçekle zorlanma arasında (hakikatle, hakikat gibi gösterme arasında) yerle gök arası kadar fark var­dır. Bu fark basiret ve vicdan sahibinden gizli değildir.
Beyit:
“Gözlerdeki sürmelenme sürme gibi değildir.”
İbn Teymiye’nin başından geçen olaylar ve yaşadığı hâdiseler gösteriyor ki o, kesin ve kat’i bir imana sa­hipti ve gerçekleri tam görme (müşahede) derecesine de ulaşmıştı. Bu durumu onun içinde bir yoksulluk, ça­resizlik ve Allah’a yöneliş, ona kulluk hali meydana ge­tirmişti. Daha Önceki sayfalarda geçtiği gibi o, bir me­seleyi kavramada zorlandığı veya bir âyeti anlamada sıkıntıya düştüğü zaman ıssız bir mescide gider; alnını toprağa koyarak (secde yaparak) uzun süre; “Ey İbra­him’in muallimi bana anlat, Öğret. [43] derdi.Yani, Ey
Hz. İbrahim’e doğruları bildiren Allah; bana işin doğru­sunu bildir, diye uzun süre Allah’a yalvarırdı.
Zehebî şöyle diyor: “Allah’a dua ve niyaz etmekte, O’ndan yardım dileyip feryad ü figân etmekte ve .Al­lah’a en fazla yönelmekte onun gibisini görmedim.”
İbn Teymiye şöyle diyor:
“Ne zaman ki bir meselede ben tıkanıp kalırsam ve­ya bir konuda zorluklarla karşılaşırsam, o zaman ben bin kere veya ondan biraz daha fazla yahut biraz daha az istiğfar okurum. Nihayet içim açılır, zihnim durulur, zorluklar çözülür gider,”
Bu hale dışarıda olma, kalabalık arasında olma, çarşıda pazarda, gürültü patırtı içinde olma gibi hiçbir şey engel olmazdı. Yine kendisi şöyle buyurmaktadır:
“Böyle bir halde iken bazen çarşıda, bazen camide veya sokakta ya da okulda bulunuyorum ama zikr ve istiğfara hiçbir engel meydana gelmez, istediğimi elde edinceye kadar devamlı istiğfarla meşgul olurum.”[44]
Bu kesin iman ve kulluk zevki kişide meydana ge­lip de iç dünyasını kapladığı zaman insan kendi güç­süzlüğünü, çaresizliğini, elinde hiçbir şey olmayıp, yok­sul biri olduğunu hissetmeye başlar. Arkasından padi­şah sarayının kapısına dilenci çanağını alarak dikilir ve ilâhî lütfün ve keremin sadakasını dilenir. O zaman onun ağıtları arasında ağzından şu ses çıkar:
“Yoksul ve kimsesizim, senin huzuruna gelmişim. ..  Yüzündeki güzellikten Allah için bir şey ver. ;„ Elin kolun dert görmesin, sağ olasın.
Uzattığımız çanağımıza yardım elini uzat!”
İbn Teymiye’nin bütün ahvalini gözönünde bulun­durduğumuzda; onun içinde bu yoksulluk devletinin ve Allah karşısında bu kendini zelil ve hakir görüşün yük­sek derecesinin var olduğunu görürüz. İbn Kayyim di­yor ki: “Ben İbn Teymiye’nin bu konuda öyle bir halini gördüm ki, bu hal hiçbir kimsede görülmemiştir. O şöy­le derdi:
ti “Ne benim yanımda birşey vardır, ne de içimde birşey.”
O çok kere şu şiiri okurdu:
“Evet, işte ben senin bir dilencinim. Evet işte ben senin bir dilencinim.
Şimdiki yeni bir dilencin değil, sülâleden gelen, soydan gelen bir diîencinim.
Ya Rabbi; babam da senin bir dilencindi. Dedem de senin bir dilencindi.” [45]

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...