19 Nisan 2018

KAVİMLER GÖÇÜ



KAVİMLER GÖÇÜ





Tarih öncesi dönemlerden başlayarak başlayan göçler aralıklar devam etmiştir. Bu göçlerin hemen hepsinin siyasi ve askeri sebepleri vardır. Göç, bir milletin, bir kavmin yurtlarını terk ederek bilinmeyen bölgelere yok olma pahasına da olsa göç etmesidir. Tarih öncesi yapılan göçlerin sebeplerini o dönemin aydınlatabilecek yazılı kaynaklar bulunmadığından tam olarak açıklayabilme imkanı her zaman bulunamamaktadır. Yazının bulunmasından sonraki dönem göçlerin birbirlerine daha sağlıklı bilgiler edinebilmekteyiz.
Kavimler göçünü başlatan Batı Hunlar’ının kimlikleri hakkında 200 yıldan beri türlü tahminler yürütülen ve çeşitli bilginler tarafından Türk-Fin, Fin-Ugor, Uygur-Moğol , Türk-Moğol karışımı, Türk-Moğol-Mancu karışımı oldukları konusunda yabancı bilim adamları görüş ileri sürmüşlerdir. Kaynaklar ve yorumlar çok çeşitlidir. Bazı kaynaklar Batı Hun İmparatorluğu ile Avrupa Hun İmparatorluğunu ayırmakta ve bunları iki ayrı devlet olarak kabul etmekte, bazıları ise batı ve Avrupa Hun İmparatorluklarını birbirlerinin devamı sayarak tek devlet kabul etmektedir. Batı Hunlar’ının geldikleri yer konusunda da değişik görüşler ileri sürülmesine karşın son yapılan araştırmalar bu Hunlar’ın, Büyük Hun İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra Orta Asya’dan göç eden kav,imler olduğunu kesinleştirmiştir. Batı Hunlar’ının Aya kökenli ve Büyük Hun Devleti’ni kuran kavimlerin torunları oldukları artık kesin bir gözle bakılmaktadır. Bu konuda tarihsel, kültürel ve toplumsal bilgilerle kanıtlanmıştır. Avrupa Hunlar’ının dili Türkçeydi. Hükümdar sülalesinin adlarına baktığımızda bunu görmekteyiz. Muncuk, Atilla, İlek, Dengizik, Aybars, Arıkan, Oktar vb.
Daha önce Hun tarihinde de gördüğümüz gibi ilk çağda büyük bir imparatorluk kuran Hunlar m.ö. 48 yılında Güneydoğu ve kuzeybatı Hun Devletleri diye 2’ye ayrılmıştır. Güney Doğu Hun Devleti Çin baskısı altına girdi ve eski Hun anayurdu bütün özelliklerini giderek yitirdi. Çin kaynaklarını bu toplulukların Slen-pilerin eline geçtiğini belirtir. Asıl Hun tarihi M.Ö. II. yy’ın birinci yarısında Avrupa topraklarına gelişecektir.
Hunlar batı steplerine göç etmeden önce burada buralarda İskitler yaşıyordu. Daha sonraları İran’dan gelen Sarmallar İskit İmparatorluğunun yıkılmasından önemli rol oynadılar. İran kökenli kavimler batı steplerine yayıldılar. Büyük Hun İmparatorluğu dağıldıktan sonra Orta Asya’da kurulması denenen bazı Rum Devletleri uzun ömürlü olmadı ve Hunlar yavaş yavaş Batı’ya doğru göç etmeye başladılar. Öncelikle Aral Gölü civarında görülen Hunlar, sonraları Don ve Volga ırmaklarını görüldüler. Bu tarihlerde Karadeniz’in bazı kısımları Gotların işgali altında bulunuyordu. Don-Dinyeper Irmakları arasında Ostrogotlar, onların batısında da Vizigotlar yerleşmişti.
Vandallar da Batı’da oturuyordu. Germen kavimleri İran Boyları karışık biçimlerde yaşıyorlardı. Hunlar, önce Doğu Gotları olan Ostrogot Devleti’ni yıktı, sonra da Batı Gotları olan Vizigotlar tarih sahnesinden silindiler. Gotlar, bu yenildiler üzerine kalabalık gruplar halinde Batı Avrupa’ya kaçtılar. Bu dönemde birçok kavim Hunlar’ın zorlamasıyla Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’ya doğru göç etti. Hunların Roma İmparatorluğu’nun Kuzey kesimlerini de alt üst ederek İspanya’ya kadar büyük bir kavimler göçüne neden oldular. Yendikleri kavimlerden aldıkları esirler ile ordularını genişleterek Avrupa’nın içlerine doğru saldırılarını yaygınlaştırdılar. Yoğun Hun saldırıları ile karşılaşan Avrupa’nın dengesi alt-üst oldu.
Tüm Avrupa Hunlar’a barbar gözüyle bakar oldu. Roma İmparatorluğundan herhangi bir direniş görmeyen Hunlar Macaristan’a kadar büyük sefer düzenlediler. Bu bölgelerde yaşayan kavimler Roma İmparatorluğu sınırları içine giriyorlar, Romalıların askeri gücüne sığınıyorlardı. Göründüğü gibi Kavimler Göçü: Ural Irmağı ile Volga arasında bulunan Batı Hunları’nın Avrupa içlerine ilerleyerek önlerine çıkan toplulukların bir kısmını yönetimleri aylına alması, bir kısmını da Avrupa’nın batısına ve güneyine doğru yer değiştirmek zorunda bırakmasıyla başladı. Avrupa’da “Barbar Krallıkları” denen küçük devletlerin doğmasıyla sonuçlandı.
Avrupa’da Kurulan Krallıklar 
İspanya’da İspanya (Vizigotlar): 
418-700 yılları arasında İspanya’da kurulan en önemli krallıklardan biridir. Yaklaşık 100 yıl yaşamışlardır. İlk devlet şeklini de Batı İspanya olarak görüyoruz. Armanizm’in etkisinde kalarak Hristiyanlığı kabul etmişler. İspanya’nın Hristiyanlaşmasında etkili oldular. Hun Türkleri Avrupa’ya ilerlerken bu kavimlerle mücadeleler yaptılar. Balkanlarda tutunamayacağını anlayan vizigotlar, Sicilya (İspanya’ya) göç ettiler. Justiniyanus döneminde Roma güçlenmeye başlayınca etkisiz hale geldiler. Aydınlanma çağının başlaması ve İspanya’da İslam ordularının görülüp 711’de Endülüsler’in kurulmasıyla son buldu.

Kuzey Afrika (Vandallar) 533-548 : 
V. yy’da Kuzey Afrika’da devlet kuran Vandallar Hristiyan olup Ariyani mezhebini benimsemişlerdir. Bu nedenle, Ariyani olmayan yerli halka baskı yapmışlar ve zulm etmişlerdir. Bu arada yerli halk olan Berberiler arasında çıkan isyanlarda devletin gücünü azaltmıştır. Başkenti Burgoplar’dır. Jüstinyen’in izlediği dış politika neticesinde tekrar bunları Bizans’a bağlamıştır.
İtalya (Ostrogotlar) 
Teodarik tarafından İtalya alınmış, ölümünden sonra taht mücadeleleri olmuş, tahta geçen Teodora’nın kızı Bizans’la iyi ilişkiler kurmuş, Bizans kültürünü de benimsemiş, bu durum Jüstinye’nin politikalarını kolaylaştırmış, devletin merkezi Koverraya’dır. 555 yılında tamamen yıkılmıştır.
Areman Krallığı (Aslasloren)
Hristiyanlığı benimsemişlerdir. Anglosaksonlar Galya topraklarında 871-1066’da kurulmuşlar. Küçük 7 krallıklardan oluşmakta, yabancılarla mücadelelerde ittifak içinde olmuşlardır. Anglosakson Hristiyanlığın merkezi haline gelmiştir.
Langobadlar (568-774)
Macaristan Ovası’na kurulmuşlardır. Hunlarla ve Doğu Gotlarıyla 773-774 yılında Avrupa’da kurulan son ve en büyük krallık olan Frank Krallığı tarafından yıkılmışlardır. 486 ve 843 yılları arasında hakimiyet kurmuşlar, Batı Avrupa sahasında 496’da Hristiyan olmuşlar, Batı Avrupa’da Hristiyanlık Resmi din olarak başlamıştır.
Franklar (773)
3 bölgeye ayrılmışlar: 
1. Avusturya Bölgesi (Viyana)
2. Nestruya Bölgesi
3. Burgan (Onlins Bölgesi)
Yaklaşık 400 yıl Avrupa’da güçlenmişlerdir. 3 bölgeye toplanması, 3 bölgeye bölünmesi demektir. Bu bölgeleri kardeşler yönetmiş ve birbirinden bağımsız hareket etmişlerdir. Avusturya’da kurulan Franklar Karolenj olarak değişmiştir. Bizans’la karşılıklı ilişkiler başlamış, Avrupa’nın tek hakimi durumuna gelmişlerdir. Avarlar’ın hakimi zor durumda bırakmış, Franklar daha sonra Katolik kilisesine yaklaştı ve Katolik dünyasının liderliğini benimsemiştir.
Bütün bu devletler Roma’dan miras kalan yönetim yapısıyla ve misyonerler aracılığıyla Germen ülkelerini Hristiyanlaştıran Katolik kilisesinin desteğiyle durumlarını sağlamlaştırmışlardır. Göç sonunda Hunlar aleyhine inanılmaz rivayetler ev hikayeler çıkmıştır.
Barbarlar silah zoruyla ele geçirdikleri topraklardaki bütün Roma izlerini silmeye kalkışmışlardır. Çünkü sayıca azdılar. Barbar kavimlerle Romalılar arasındaki en büyük ayrılık nedeni, İznik Konsilinin, (325) yılında mahkum ettiği Ariusculuktu. Bu inancın, İsa’yı Tanrısal bir varlık değil bir insan olarak kabul etmesine dayanıyordu.
395 yılında Roma İmparatoru’nun ölmesi üzerine yeniden harekete geçen Hunlar’ın bir kısmı Balkanlardan Trakya’nın içlerine inerken bir kısmı da Kafkasya’dan geçerek Anadolu’nun iç kısımlarına gidiyorlardı. Hunlar’ın Doğu kanadı tarafından düzenlenene bu akımları basık ve kursik adlı başbuğlar yönetiyordu. Hunlar Anadolu’ya indikten sonra burada kalmışlar, iç kısımlara doğru ilerlemişler, Anadolu’ya işgal değil keşif amaçlı gelmişlerdir. Çukurova ve Suriye’yi işgale etmişlerdir.
Kudüs’e kadar inen Hunlar, daha sonra Kuzey’e dönerek Orta Anadolu’ya yürüdüler ve daha sonra da Azerbaycan yoluyla kendi merkezleri olan Kuzey Karadeniz’e döndüler. İskitlerden sonra Türklerin Anadolu’ya ikinci kez gelişleri Hunlar döneminde olmuştur. Hunlar Doğu Roma’yı çöktürmeye yönelik saldırılarını arttırdılar. Ancak dış politika savaş taktiği olarak Roma’yı ortadan kaldırmayı ana ilke olarak benimserken, Buna karşı Batı Roma ile dostluk ilişkililerini geliştirmişlerdir. Avrupa’da ortalığı karıştıran bazı barbar kavimlerin hem Romalıların hem de Hunların düşmanı olması Hun Devleti’ni böyle bir dış politikaya yöneltmişti. Hun kuvvetlerinin mevcudu 90-100.000 Türk, bir o kadar da Germen ve İslav olmak üzere 200.000 kişi kadar çeşitli kaynaklardan takip edildiği kadar Hun Devleti içinde şu kavimler yer almaktaydı.
1) Doğu’dan Batıya: Germenler, Gotlar, Suebler, Gedipler.
2) Orta ve Batı Rusya: Slavlar, Venedalılar, Sklavanler, Antlar.
3) Kafkaslar’dan Tuna’ya Dağınık Halde: İranlılar, Alanlar, Sarmatlar, Başternolar,
4) Ural’dan Baltık’a: Finler, Ugorlar, Çudlar, Estler, Vidivaniler.
5) Türkler: İmparatorluğun her tarafına yayılmış olarak üçogur, beşogur, altıogur, onogur, saraogurlar, agaçeriler, sabarlar.
Yaklaşık olarak sayıları kırkbeşe yaklaşan bu kadar çok kavim eski Türk devlet sistemine göre bir siyasal birlik oluşturmakta, yabancı kavim ve zümreler ancak kralları aracılığıyla imparatorluğa bağlıydı.
Kavimler Göçü’nün Roma’ya Etkisi 
Roma siyasi kısaca bahsedersek; Roma M.Ö. 773 yılında Tibet Nehri üzerinde savunmaya elverişli bir tepede kurulan ve kısa zamanda gelişme kaydederek ilk çağın en büyük imparatorluğu haline gelmiştir. Kazandığı büyük zaferlerle Akdeniz’i ele geçirmiştir. Böylece gücünü artırmıştır.
Roma İmparatorluğu’nun gücü dini mücadeleler ve iç savaşlarla sarsılırken Doğu’da İran’ın baskısı da gitgide artmaktaydı. Bu arada da Kavimler Göçü’nün başlaması daha büyük darbe oldu. Bu arada kuzeyden ve doğudan hiç aralıksız savaştı.
Trakya topraklarını Batı Gotları tahrip etmeye başlamışlar, Batı Gotları ve Hunlarda desteklemişlerdir. Barbar kavimleri ile savaş yapmışlar, savaş taktiği olarak Germenleri yok edebilmek için barış antlaşması yapmışlar. Ostrogotlar, Paranya’da Vizigotlarda İspanya’da iskan edildiler. Vizigotlar, yüksek askeri ücrete sahip olacaklar, Roma’nın müttefiki sayılacaklar ve icap ederse Roma’ya askeri yardımlarda da bulunacaklardır. Amaçları Gotları Roma’dan uzaklaştırmaktı. Fakat pek çok Got grubu imparatorun hizmetine girdi.
Anlaşmanın ve Roma’nın izlediği siyasetin sonucu olarak;
1) Devletin Germen kavimlerinin dalgalarının ezilmesi durduruldu.
2) Saldırganlar devlet hizmetine alınarak faydalanma yoluna gidildi.
3) Mevcudu azalan Roma ordusu takviye edilmiş oldu.
Bu anlaşmaların olumsuz yanları olarak;
1) Germenler savaş yoluyla değil barış yoluyla Roma İmparatorluğu’na sızdılar.
2) Ordu Germenleşti.
3) Devletin mali yükü arttı.
4) Ağır vergilere muhatap olan halkın sefaleti arttı.
5) Ağır borçların ve ekonomik sıkıntıya giren, vergi memurlarının baskısından kaçmak isteyen halk, büyük arazi sahibi kişilerin himayesine girmeye başladılar.
Roma’nın Çöküş Nedenleri
1) İmparatorluğun geniş sınırlara ulaşması.
2) Askeri birliklerin (lejyon) kendi komutanları imparator ilan etmesi ve imparatorların birbirleri ile mücadeleleri.
3) İç mücadelelerin devleti yıpratması.
4) Germenlerin ve İranlıların saldırıları.
5) Kavimler Göçü yani Hun akımlarının Roma topraklarına baskısı.
Bu sebeplerle meydana gelen askeri ve siyasal çöküntü diğer kurumlarında çökmesine sebep oldu. Sosyal hayat bozuldu.
İmparatorlar, barbarların siyasal becerilerini küçümsemelerine rağmen, değişen koşulların kalıcı olarak, Roma toparlanmasına zarar verebileceğini hesaplamamışlardır. Barbarlarda kendi cephelerinden imparatorluk yönetiminin zayıflığının kanıtlandığı bir durumla o kadar iç içe hale gelmişler ve kendi yöneticileri o kadar güven kazanmışlardır ki daha az saygılı davranmaktan çekinmez olmuşlardı.
Bir yandan yaşamak için güçlü bir merkezi iktidar isteyen devletçiliğe aykırı düşen bir hayat görüşü, öte yandan orta sınıflar yani bir toplumun en sağlıklı ve en zaruri bölümünü yok eden bir ekonomik bunalım.
Kısaca, bu uzun ve sıkıntılı dönem içinde yeni bir Avrupa kurulmuş, batının Asya’yla olan ilişkileri yepyeni koşullar altına gelmiş ve bu yeni gelişmeler önümüzdeki çağa özelliklerini vererek damgasını vurmuştur.
Kavimler Göçü, Avrupa’da bir çok etki yaratmış, Avrupa medeniyetinin Hun Türklerinden aldığı başlıca unsurları büyük Fransız tarihçisi ve Coğrafyacısı Fernand Grenord şöyle ifade ediyor: “O zamana kadar, Avrupalıların meçhulü olan iç çamaşırları, at koşumları ve Türklerin atlarını besleme usulleri askerliğe ve süvariliğe dair bir çok hususu, bir çok coğrafya ismi ve mefhumu, at donatımına ait bir çok hususları Hunlardan öğrenmişlerdir.
Kavimler Göçünün Sonuçları
1) Roma İmparatorluğu Doğu ve Batı olarak ikiye ayrıldı. (395) Batı Roma 476 yılında Germen kavimleri tarafından yıkıldı.
2) Avrupa’nın etnik yapısı değişti, Germenlerin Avrupa’ya karışması yerli milletler ortaya çıkardı.
3) Türkler Avrupa’da Avrupa Hun Devleti’ni kurdu.
4) İngiltere, Fransa gibi Avrupa Devletlerinin temelleri atıldı.
5) Avrupa’da feodalite (derebeylik) rejimi ortaya çıktı.
6) Şövalyecilik ortaya çıktı.
7) Avrupa’da edebi destanlar ve efsaneler meydana çıktı.
8) Avrupa’da Milliyetçilik yayıldı.
9) İlk çağ kapandı, Orta Çağ başladı.

Kalp

Kalp ile ilgili görsel sonucu
Kalp 


Tasavvufta organ olarak beynin değil, kalbin esas alınmasının nedeni; kalpteki nokta-yı süveyda'nın hayat noktası oluşudur. O nokta çalışmadığı zaman geri kalanlar işe yaramaz. Allah'ın nazar-ı İlâhisi, daima; “Fuad” da denen, o noktaya nazırdır. Yapılan bir şeyin doğru mu, eğri mi olduğunu anlamak için kalbe bakılmasının nedeni budur.

Allah, her zerrede mevcut olduğu halde, insana kalbinden hitap eder, yani yeri orasıdır. Kalb-i mümin beytulllah, Kalb-i mümin hazainullah, Kalb-i mümin arşullah, “Bir müşkülünüzü halledecek kimse bulamazsanız kalbinize danışın, o size doğruyu söyler”, 

“Bir insan kırk gün takva üzere bulunursa onun kalbinden hikmet pınarları fışkırır”, Hadisleri buna işarettir. Takva: Yeme, içme dahil, dünyevi hiç bir şey düşünmemek anlamını içerir. Riyazat meselesi de bundan çıkmıştır.

Burada kastedilen, kalbin et olan kısmı değil, manevi varlığıdır. Nasıl insan dendiğinde onun bir maddi, bir de manevi varlığı olduğu kabul ediliyorsa, insanın tüm organlarında (Özellikle kalbinde) da aynı durum dikkate alınmalıdır.

İnsanın kalbi Allah'ın evidir. Fakat, o evi şeytanın evi haline getirmek de mümkündür. Kâinatta her şey müspet ile menfiden oluştuğu için, Kelime-i Tevhitte de inkâr ve ikrar vardır. İnkârı, yani negatif olan Lâ'sı başta, ispatı, ikrarı, yahut pozitifi olan İllâ'sı sondadır. Ancak, daima müessir olanın İllâ, müteessir olan ise Lâ olduğunu hatırdan çıkartmamak lazımdır. 

Bu durumda, bir insan ne kadar inkâr ederse etsin, sonunda ispatın elinden kurtulamayacak demektir. Bunun daha kolay anlaşılır bir açıklaması: “Hiç kimse Allah'ın elinden kurtulamaz, çünkü, O müspettir” cümlesiyle yapılabilir. Bu noktada; kâinatın da, Allah'ı ispat eden bir delil olması dolayısıyla, müspet olduğunu ilave etmekte fayda vardır.

Allah'ın hakiki evi olan kalbimizi şeytana tahsis etmiş olduğumuz da maalesef, bir gerçektir. Bu nedenle huylarımız kötüleşmiş, berbat olmuştur. Kalp evimizi iyice temizleyip, mamur hale getirmediğimiz sürece, Allah'ın oraya gelmesini beklememiz anlamsız olur. Çünkü, kalp iyice temizlenip, şeytani düşüncelerden arınmadıkça Allah oraya gelmez.

Bir şiirimizde: “Padişah konmaz saraya, hane mamur olmadan” mısraıyla kastedilen, insanın kalp hanesidir, Mamur hale getirilmesi gereken orasıdır. Çünkü kalp, semavi, yüksek bir âlemdir.
Mutasavvıflar iki Kâbe'den bahsederler. Bunlardan birisi; Beytullah da denen, Hazret-i İbrahim'in, Allah'ın emrettiği yere inşa ettiği Kâbe'dir. 

Orada, Hacer-i Esvet'in karşısında Makam-ı İbrahim vardır. Tavafa oradan başlanır ve yedi kez dönülür. Her dönüşün adına: “Şavt” denir. Yedi tur tamamlandığında tavaf bitmiş olur. Bu dönüşler merkeze yakın olursa on beş dakikada tamamlanır. Merkezden uzaklaştıkça süre uzar ve en uzak kısımlarda bir ilâ bir buçuk saati bulabilir.

İşin aslına bakılırsa, bu Kâbe bir semboldür. Çünkü, onu kul yapmıştır. Hakiki kâbe ise insanın kalbidir. Bu nedenle, daima: “Allah, Allah” diyerek atmakta ve O'nu zikretmektedir. Bir taraftan: “Kalb-i mümin beytullah” denirken, diğer taraftan Allah'ın: “Yere, göğe sığmadım mümin kulumun kalbine sığdım” buyurmasının nedeni budur.

 Allah, bu sözüyle, kendi evine gelebileceğini ima etmektedir. Bu geliş, iç âlemden dış âleme ziyaret şeklindedir. Biz de öyle yapıp, iç âlemden bu âleme gelmedik mi?

Ama sonunda yine geldiğimiz yere döneceğiz. Geldiğimiz ve gideceğimiz yer, bildiğimiz gibi, bizim asli vatanımızdır. Burası, bizim için bir misafirhaneden ibarettir. Burada, devamlı olarak sıla hasreti çekiyor, vatanımızı özlüyoruz. Esas vatanımız neresidir? Neresi olacak, büyük gönül âlemidir...

İkinci Kâbe ise: “Beyt-i Mamur” adını alır ve “Gökteki süruş (Haberci) meleklerinin yurdu” olarak nitelendirilir. Esas imar edilmesi gereken beyt (Ev) budur.
Beyt-i Mamur, aslında imar edilip gelmiştir. İnsana düşen, onun bu muammeriyetini (Canlılığını) ömrü boyunca devam ettirebilmektir. 

Beyt-i Mamur'daki tavaf süresi de, Kâbe'deki tavaf süresi gibi, merkezden uzaklaşıldıkça uzar. “Arş-ür rahman melâikesinin iki kulağı arası beş yüz yıllık mesafedir” sözü, bu durumu anlatabilmek için söylenmiştir.

Allah, kalbin nakşını daima yapmaktadır. İnsana düşen; oradaki putları, yani kendi düşünceleriyle meydana getirip, ilâhlaştırdığı fikirleri temizlemek, atmaktır. Allah, âyetlerini âfakta ve enfüste geçerli kılmıştır. 

Örneğin: Mekke'yi mübarek kılıp, orayı insanların toplanma yeri yapması işin âfaki yönüdür. Enfüste ise, herkesin kendi Kâbe'si ve o Kâbe'de kendi putları vardır.
Âfaki olan Kâbe'yi Mekke'de Allah yaptırmıştır. Ama, onu kullarının eliyle yaptırdığı halde, Beyt-i Mamur olan kalbi, kulun hiç bir dahli olmaksızın, bizzat yapmıştır. 

Ana rahmindeki hayatın dördüncü ayında kalbin atmaya başlamasında, insanın hiç bir etkinliği yoktur. İnsanı, nasıl ana rahminde elli, ayaklı, gözlü, kulaklı, yani her şeyi tam ve yerli yerinde yarattıysa, onun kalbi olan Kâbe-i muazzamayı da, içindeki nokta-yı süveyda denilen Hacer-i Esvet'iyle birlikte, bizzat oluşturmuştur. 

Nokta-yı süveyda denen o nokta, nazargâh-ı İlâhidir. “Kalbin aksi kâinat” dendiğine göre, kevnuniyet âlemindeki Mekke de, kalbin aksinden olma bir keyfiyettir. O halde, kalp denen şey: aslında bir manadır ve görünen âlem, o mananın zuhuruyla ortaya çıkıp, bu adı almış, o kalpteki insanlar da bu âlemde: “Mübarek Mekke” <3-96> demeye başlamıştır.

İnsanın ıslah olması, kalbini okumaya başlaması ile mümkündür. Bu, kişinin her şeyi, her zaman doğru söyleyen vicdanına danışarak yapması demektir. Çünkü, vicdan, insanın kusurlarını gösterir. Eğer kişinin vicdanı rahatsa, o zaman kendisi de huzurludur, rahattır ve mutludur, yani cennettedir.

Kusur işleyen bir kimse kendini affetmediği sürece, Allah da onu affetmeyecekir. Burada: “İnsan kendini nasıl affedecektir” sorusu ortaya çıkar. Bunun yolu, iyi huylar kazanmak ve kötülüklerden kurtulmaktan geçer.
Her insanın yaptıklarını vicdanına danışarak yapması ve vicdanının emirlerine göre davranışlarını düzeltmesi halinde, esas amaç olan: “Din-i tabii” hayata geçmiş olur. Böylece, insanlarda şüphenin doğmasına neden olan yalan ortadan kalkacağından, yalansız ortamda her şey doğru ve düzgün gider. Çünkü, beka âleminin tüm sırları kalpte tecelli etmektedir. 

Bunu: “Zat sırrının yansıdığı yer kalp aynasıdır”, yahut: “Beka sırları bu aynadan görünmektedir” diyerek de anlatabiliriz. Bu duruma göre: yok, varda; var da, yokta görünmektedir. Yani, göremediğimiz için yok zannettiğimiz varlık, görüp de var zannettiğimiz yokta (gölgede) göründüğü gibi, bunun tersi de olmaktadır. 

Çünkü, burası masdar (sudur, çıkış yeri) dır ve “O evveldir, o ahirdir, o zahirdir o bâtındır, ve o her şeyi tüm olarak bilendir” <57-3> âyeti gereği; evvelinin, ahirinin, zahir ve bâtınının birleşme yeridir. Bu nedenledir ki: kalp, Muhammediyet makamıdır ve Muhammed oradan tecelli eder. İşte, manen kalbe çok fazla önem verilmesinin nedeni budur.

Kalp, insanın maddi ve manevi hayat noktasıdır. Allah'ın iki parmağı arasında oynatarak takallüb ettirdiği (yönünü değiştirdiği) ve kâh cemal, kâh celaliyle tecelli ettiği yer burasıdır. İnsanın; kâh neşeli, kâh sıkıntılı oluşunun sebebi de, bu tecellilerin birbirini takip etmesidir. 

Çünkü kalp, hangi esma etkisinde olursa olsun kendine, yani aynasına yansıyan tecelliyatı, sema-yı arşın icmaldeki temsilcisi olan beyne aksettirmektedir. Bu yüzden beyin kapasitesi hudutlu, kalp kapasitesi, yani aşk ve istekler ise hudutsuzdur diye bilinir. Böyle olunca da, kaybolmuş bir hazine olan hikmeti nerede bulursak almamız gerekir.

Kalbin manevi kısmı sun-u ilâhidir ve zübde-i kâinattır. Mevlüt'te: “Hülâsa-yı mevcudat, zübde-i kâinat” dendiği zaman, eli kalp üzerine koymak âdet haline getirilmiştir, ama çok kimse bu hareketi, nedenini bilmeden yapar. Nedeni: Hazret-i Muhammed'in gerçekten orada bulunuşudur. 

İnsanlar da O'nu kalplerinde arayacaklardır. İnsan kendi kalp aynasına dikkatle nazar ettiğinde kendini görür, ama kalp, gaflet örtüsüyle örtülü olursa, o zaman hiç bir şey görülemez.
Aynada görünen birdir, ama iki görünür. O Bir, çekiliverdiği anda, evvelce şaşı çırak hikâyesinde anlattığımız gibi, aynadaki görüntü de kaybolur ve hiç bir şey görünmez olur.

İnsan, Allah'ı kalbinde bulabilirse mirac etmiş olur. Bulamadığı takdirde ise, kalbinin Beytullah değil, şeytanın evi olacağını unutmamalıdır. Kur'an okumaya başlarken Şeytanın adı neden Rahman'dan önce anılıyor, yani niçin önce: < Euzubillahimineşşeytanirracim > “Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım” denip, sonra besmele çekiliyor diye düşünmek lazımdır. 

Bunun nedeni: Peygamberimiz'in Kâbe'de yaptığı işlemi, kendi kalp Kâbemiz'de tekrarlamaya çalışmamız gerektiğini anlatmaktır. Peygamberimiz Kâbe'yi fethettiğinde, önce içindeki putları atmıştır. Biz de Beytullah olan kalp Kâbemiz'i açmadan evvel, içindeki şeytanı çıkarabilmek için, önce onu anıyor ve “Sığınırım” diyerek, ondan, Allah'a sığınıyoruz.

Şeytan veya şeytanın putları nelerdir? Kötü huylar, dedikodular, fesatlıklar v.s... Bu tip kötü huylar, insanın kalbinde şeytan işi olan birer puttan ibarettir. Allah'ta böyle şeyler olmadığı için, Allah, sadece temiz yüreklere girer. Kalp temizlenmeden, orada Allah'ı bulmak mümkün değildir. 

Onun için önce: <Euzubillahimineşşeytanirracim>“Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım” diyerek, şeytanın eserlerini kalbimizden atıyor, sonra da: <Bismillahirrahmanirrahim> “Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla” diyerek, Kur'anı okumaya başlıyoruz.

Kalp, manevi yönden, evvelden ayarlanmış ve kendisine yüklenmiş olan programını gerçekleştirmek için zuhur âlemine gelmiş, ilâhi bir kompüter olarak da düşünülebilir. Kaza ve kader, yahut yazılanın başa gelmesi meselesi de buradan çıkmaktadır. Bu noktada, meselenin aslını anlayamayanlar pek çok mezhebin türemesine neden olmuşlardır. Kaderiye, Mu'tezile v.s. bunlara örnek olarak gösterilebilir.

İnsanın aklı da kalbine, vicdanına bağlıdır. Bu bağlılığın ispatı vecd halidir. Kalp “Gördüğünü kalbi yalanlamadı” <53-11> olduğu için, bir şeyin iyi mi, kötü mü olduğunu insana haber verir. Onun için: “İnsan içinden çıkamadığı bir durumda kalbine danışmalıdır” denmektedir. 

Ama, insan bile bile yalan söylerse, o zaman Allah'a iftira etmiş olur ki, bunun Kur'an'daki karşılığı: “Allah'a iftira eden ve O'nu yalanlayanlar”<6-21>,<7-37> vb. âyet-i kerimeleridir. Allah, her şeyi bilir, kul ise, kalbi nazargâh-ı ilâhi olduğu için, sezer. 

Çünkü, Allah kalbe nazır olduğundan, bu nazarının bir ucu kendinde, diğer ucu ise kulunun kalbinde demektir. İyilik ve kötülüğün, insanın kalbine ferahlık ve sıkıntı, yahut genişlik ve darlık olarak aksetmesinin sebebi budur. İnsana ferahlık veren şey iyi, sıkıntı veren şey ise kötüdür.

Kalbin anatomik, yani maddi kısmı; daha basit tabiriyle et kısmı da mühimdir. Çünkü, on ulur. İsmi de çoktur. Bunlar arasında en bilinenleri: Gönül, Fuad, Yürek ve Kalptir.
Maddi yönden bakıldığında kalp bir pompadan ibarettir. 

Bu öyle bir pompadır ki, devamlı olarak kanı bir taraftan temizlenmek üzere akciğerlere gönderirken, diğer tarafından da akciğerden gelen temiz kanı, oksijenlenebilsin ve beslenebilsin diye vücudun tüm hücrelerine sevk etmektedir.

İnsanın kanı akciğerlerde, nefesle alınan oksijenle adeta yanarak, oksijenize olup, temizlendikten sonra kalbe döner ve oradan tekrar vücuda pompalanır. 

Vücutta kirlenen kan da kalbe döner ve yine temizlenmek üzere akciğerlere pompalanır. Orada karbondioksiti atılıp, nefes-i rahmanla temizlendikten sonra tekrar kalbe döndürülür. Böylece bir, iki ile haşir neşir olmuş ve üçleme ortaya çıkmış olur.

Aynı olay, insandaki şekliyle, âfakta da tafsili olarak meydana gelmektedir. Kâinatın bekası olan nefes-i rahman da, arzda kirlenenleri böyle temizlemektedir. Bu nedenle pislenmeye: “Dünya cifedir, talibi köpeklerdir”, temizlendikten sonraki haline de: “Allah, semalar ve arzın nurudur” <24-35> denmektedir.

Kâinata: “İnsanın kalbi”, onun özetine de: “İnsan-ı kâmil” denmesinin nedeni bu, yani kâmil'in, kâinatın küçültülmüş bir modeli gibi olmasıdır. Kalp fonksiyonlarının benzerliği de bu söylediklerimizi desteklemiyor mu?

Kalbin maddi olan kısmı transplantasyonla değiştirilebilmektedir. Bunu ilk kez Barnard yapmış, sonra pek çok kalp nakli daha yapılmıştır. Bu nakiller kişilerde şahsiyet değişikliklerine neden olmamaktadır. Onun için maddi kalbin değiştirilmesinin manevi kalple ilişkisi olmadığı artık ispatlanmıştır.

Beyin ve Sinir Sistemi

Beyin ve Sinir Sistemi ile ilgili görsel sonucu
Beyin ve Sinir Sistemi 

Varın yok, yokun var olması; maddi ve manevi, sagır ve kebir kavramları bir simetrinin sonucudur. Allah, aynı simetriyi insan vücudunda da meydana getirmiştir. İnsan beyninin sol yarısı, bedenin sağ tarafına; sağ yarısı ise, bedenin sol tarafına komuta eder. Bu ikisinin birleşme yeri omurilik soğanıdır ki, buraya iğne batırılsa insan ölür. Allah'ta da, insandaki omurilik soğanına benzer birleşme noktaları vardır.
İnsan beyni, levh-i mahfuzun temsilcisidir. Kalpten yansıyan her şey beyindeki hücrelerce zapt edilir ve böylece bu hücrelerin her biri birer âlem olur.

Yazılanlar beyine yazılmaktadır. Tıpkı levh-i mahfuz gibi... Burada kalp bir yansıtıcıdır. Kalpten yansıyanlar beynimize, aklımıza yansımaktadır. Beyin hücrelerinin her biri birer âlem olduğuna göre, herkes, önce kendini bilmelidir. İnsanın kendini bilebilmesi için; bedenine bakması, onu esaretten kurtarıp, kendi kumandası altına alması icap eder. 

Kişi, kendine verdiği “Yeme”, “İçme” gibi emirleri uygulayıp, kendini esaretten kurtardığında, bu durum onun için bir huy haline gelir ve artık, kişinin kapıları açılmış olur.
Beyin, bir ağacın kökleri gibidir. Gözle görülmez, ama ağacın beslenmesini sağlar. İnsandaki ruhsal fonksiyonların ayarlanması ve insanın dünyaya adaptasyonunun sağlanması beynin görevidir.

Beyindeki, yahut tasavvufi tabiriyle: “Arş-ür Rahman”daki tüm hücreler, A'yan-ı Sabite görevi yapar ve tıpkı bir düşünce kitaplığı gibidir. Bu düşünceler zamanı geldiğinde, beyinden fikir olarak alınır, harf elbisesi giydirildikten sonra kelime ve cümle haline getirilip, mananın tecellisi (Meydana çıkarılması) sağlanır. 

Mana tecellisi, muhabbet-i ilâhinin zuhuru için kendinden kendine olur, yani bu anda kişi bir taraftan konuşan, diğer taraftan dinleyen, yahut veren ve alan durumundadır. Bunu: “Bir taraftan seven, diğer taraftan sevilen yine kendisidir” diye de ifade edebiliriz. 

Çünkü, O'nsuz bir zerre yoktur. Böyle olduğu için de, büyük nezafet (Temizlik, tam sağlık ve selamet) gereklidir. Allah'ta eğrilik, hastalık gibi kusurlar olamayacağı için, O'nun aynası olan insanda da manen bunların olmaması lazım gelir.

İnsan, her zaman söylediğimiz gibi, kâinatın özetidir. O halde insanda da Kurb-u feraiz ve kurb-u nevafilin örneği olması lazımdır ki, bu da: beynin, emirlerini, ilgili organlara sinirlerle ulaştırması ve o sinirler vasıtasıyla dış uyarıların kendisine iletilmesidir. Tabii, emirlerin ulaştırılmasının kurb-u feraiz, sinirler vasıtasıyla dış uyarıların beyne iletilmesinin de kurb-u nevafile karşılık olduğunu ayrıca söylemeye hacet yoktur sanırım.

Tıp adamları insan beyninin en çok yüzde on beşinin fonksiyonel durumda olduğunu, yüzde seksen beşinin ise, ne işe yaradığının bilinmediğini söylemektedirler. Beyindeki her hücrenin bir âlem olduğu düşünülürse, beyin hakkında öğrenilmesi gereken ne kadar çok şey bulunduğunu anlamak zor değildir.

İnsanın sinir sistemi, kâinatın çaılşma düzeni gibi tam bir intizam içindedir. 

Örneğin: Beyinden “Kolunu kaldır” emri çıktığında, kolu kaldıracak kaslara “Kasıl” emri verilirken, karşıt grup adalelere de “Gevşe” emri verilir. Kol, bu iki emrin birlikte uygulanmasıyla kalkar. Aynı durum kâinatta da vardır. Bir emir çıktığı anda, o emri yerine getirecek sisteme ait tali (yan) emirler de birlikte çıkar ve yerine ulaşır. Böylece, emir bir denge içinde yerine getirilir.

İnsanlardaki tikler merkezden gelen uyarılır sonucu oluşmaktadır. Bunlardan kurtulmanın yolu şühudtan geçer. Beyindeki hücreleri fazla boş bırakmaya gelmez, çünkü boş bırakıldığında ortaya çıkan başıboş emirler “Tik” dediğimiz hareketlerin huy haline gelmesine neden olur. Yani, vücut, o hareketleri meleke haline getirir. Her hareketi yaptıran bir melek vardır. 

O melek beyindeki bir hücre veya hücre grubundan çıkan emirleri yerine iletir ve o adalelerin kasılmasını sağlar. Hareketi engelleyebilmek için, onu doğuran merkeze şühud etmek lazımdır. Tabii, bu şühud dış gözle değil, iç gözle olacaktır. Bunu yapamayanlar; Efendi'lerini rabıtaya alıp, bu işi onun nazarıyla gerçekleştirebilirler. 

Bu nazar devamlı olarak uyarıyı doğuran hücrelere tevcih edilirse, o hücre veya hücreler baskı altına girer ve istediğini yapamaz olur. Boş bırakıldığındaysa tekrar eski durumuna döner.
İnsanı, iyi veya kötü, harekete getiren şey, merkezdeki hücrelerin faaliyetidir. O hücreler terbiye edilirse mesele yoktur, ama terbiye edilmedikleri takdirde, bildiklerini yapmaya başlarlar. 

Çünkü, her hücre bir esmanın etkisindedir. Her esmayı faaliyete geçiren bir melek vardır. Her meleğe de, emir veren daha üstün bir melek vardır. En üstün melek ise, insanın kendisidir. İşte, insanın meleklerden üstün oluşu budur.

Öyle insanlar vardır ki, bu bahsettiğimiz ihtiyari veya gayrı ihtiyari hareketlerin yanında, diğer kimseler için tamamen irade dışı diye nitelendirilen hareketleri bile geçici olarak kontrolleri altına alabilirler. 

Buna örnek olarak Hint Fakirlerini göstermek mümkündür. Bunların içinde, bir süre için kalp atışlarını durdurabilenler bile vardır. Bu yaptıkları iş, gayrı ihtiyari olan bir hareketin bir süre için ihtiyari hale getirilmesidir. 

Biz de, kısa bir süre için nefesimizi tutarak, bunun bir benzerini gerçekleştirebiliriz. Bu hususta ihtiyari ve gayrı ihtiyari kelimeleri yerine, iradi ve gayrı iradi tabirlerini kullanmak ta mümkündür.

Bazı gayrı iradi fonksiyonların iradi hale getirilmesi olanaksızdır. Mesela: Karaciğer, böbrek, mide, barsak, pankreas v.s. gibi organ fonksiyonları iradi olarak durdurulamaz. Çünkü, bunların fonksiyonel merkezleri beynin derin tabakalarında ve omurilik soğanındadır. 

Bu kısımlardan çıkan emirler, düşünce fonksiyonlarıyla ilgili beyin korteksinin kontrolü altında değildir.

İnsan vücudunda kontrol dışı oluşan, vücudun korunmasına yönelik hareketlere: “Refleks” denir. Refleksler, omuriliğin kontrolü altındadır. Bunların da bir kısmını iradi kontrol altına almak mümkündür. Çünkü, kontrol altına alınamayan hareketler beynin derin tabakalarından ve omurilik soğanından doğan hareketlerdir.

İnsanların otonom sinir sistemi Allah'ın emrindedir. Bir heyecan anında adrenalin salgısını arttıran Allah'tır ve bunun amacı, kişiyi şokun etkisinden kurtarmaktır. Keza, kalp atım sayısını ihtiyaca göre ayarlayan da, yine Allah'tır.

İnsanda, iki türlü irade vardır. Biri; bizim: “Kendi irademiz” dediğimiz hareket ettirme gücümüz, diğeri ise; tıp dilinde: “Refleks” diye bilinen ve biz istemesek bile, bizi korumaya yönelik hareketleri yaptıran iradedir. Bu ikinci durumda düşünecek zamanımız yoktur. O ânla iş yapar, biz ise zamanla...

İnsanda beyin âna, beden ise zamana çalışır. Dünyanın da ahiretin de insanda, beyinde oluşunun nedeni bu, yani, beynin ânda oluşudur. Allah, zamandan münezzeh olup, anda bulunduğu için, geçmişi de, şu anı da, geleceği de kendinde toplar.

İyi düşünceler, hormonların dengeli salgılanmasını sağlar. Kötü düşünceler ise; vücuttaki asit karakterdeki salgıların artmasına, ve bu yolla en azından gastrit ve ülser gibi hastalıkların ortaya çıkmasına yol açar.

Vücudun Korunma Mekanizmaları ve Hastalık


Vücudun Korunma Mekanizmaları ve Hastalık ile ilgili görsel sonucu

Vücudun Korunma Mekanizmaları ve Hastalık

Bedeni, insanın gerçek varlığı olan ruhun elbisesi olarak nitelendirmek mümkündür. Bu elbisenin eskimesine: “Hastalık”, eskiyen yerlerine konan yamalara: “İlaç”, yamama işini yapan terziye de: “Doktor” demek yanlış olmayacaktır.
Beden elbisesi iyice eskiyince, terzi ne kadar usta, yama ne kadar bol olursa olsun, yama tutmaz ve kullanılamaz olur ki, buna da: “Ölüm” diyoruz. Ama, şunu hiç bir zaman unutmamak lazımdır ki, insana: “Geri dön” emri gelmeden ölüm denen olay gerçekleşemez.
Bu anlattıklarımızı Mevlâna, Mesnevi'de bir kocakarı hikâyesiyle anlatmıştır. Hikâyeye göre: Eski bir evde oturan yaşlı kocakarının evi bir yağmurda akmaya başlar. Kadın bir tamirci bulup, çatıyı aktartır. Bir süre sonra duvarından bir çatırtı duyulur. Yine bir tamirci bulunup, oraya bir destek konur. Sonra yine bir başka yerden bir başka çatırtı duyulur. Yine tamirci çağırılır. Bu durum bir kaç kez daha tekrarlandıktan sonra, bir gün şiddetli ve ters taraftan esen bir rüzgâr evi yerlebir ediverir.
İşte, insan bedeni de bu kocakarının evi gibidir. Hastalık, ilaç, ameliyat derken, bir ecel rüzgârı onu toptan götürüverir.
Allah, insanı hasta yaratmamış, hastalık istidadı ile yaratmıştır. İnsanı hasta eden ef'alidir. Kendini korumayan hastalanır.
Çiftçiler, berekettir diye kar yağışını severler. Çünkü kar, toprağın ve tohumun üstünü örterek, onları yavaş yavaş suya doyurur. Karın, mikrop kırıcı bir etkisi de olduğu için, çok kar yağan memleketlerde ve karın çok olduğu mevsimlerde nezle, grip gibi hasalıklara pek sık rastlanmaz.
Hastalık insan için dertir diye algılanır. Ama, Allah bu derdi kullarına kendini hatırlatmak için merhametinden verir. Çünkü, insan, sağlığı ve refahı yerinde olduğu sürece Allah'ı pek anmaz. Allah, ufak bir dert verip, insana kendini hatırlattıktan sonra, o derdin devasını da verir.
İnsan vücudu saate benzer. Sıcak, soğuk ve ani hava basıncı değişikliklerinden etkilenir. İnsanların da, saatler gibi bu etkenlerle ayarı bozulur. Bozulan, yani hastalanan bir vücudun düzelmesi için akla ve ilme ihtiyaç vardır.
Her şey Allah'tandır. Biz, burada kulluk vasfında ve ikilik âlemindeyiz. Her türlü belâ insan içindir. Çünkü, Kur'an'da: “Biz emaneti semalara, arza ve dağlara teklif ettik, onlar yüklenmekten ürküp, telaşlandılar, ve insan yüklendi” <33-72> denmekle, insanın her türlü sıkıntıya direnip, dayanacağı anlatılmaktadır. Bunun anlamı şudur:
Çevremizde milyonlarca, gözle görülmeyen, mikrop adı verilen canlı bulunmaktadır ve biz her an bunlarla temas halindeyiz. Bunların bir miktarını da devamlı olarak vücudumuza almaktayız. Ama, Allah öyle bir sistem kurmuş ki, vücudumuz, o aldığımız mikroplarla bir taraftan mücadele ederken, diğer taraftan da kendini onlara bağışık duruma getiren antikorlar üretmektedir. Buna biz: “Aşılanma” diyoruz ve çoğumuz, ağız, burun veya ciltten vücudumuza giren pek çok mikroba karşı bağışıklık kazanmış durumdayız.
Bağışıklık; vücudumuza dışardan gelen mikrop adlı misafirlerin tanımasını ve onların faydalı mı, zararlı mı olduğunun anlaşılmasını sağlar. Evvelce karşılaşılmayan değişik bir mikrop alındığında, vücut onun dost mu, düşman mı olduğunu anlamakta tereddüt eder. Bu kararsızlık ve tanıyamama, yani bağışıklık olmaması, mikropla mücadeleyi bir süre durdurur ki, bu da hastalığa yol açar.
Vücuda giren mikropların faydalı, yani dost olanları da vardır. Bunlara örnek olarak; sütü yoğurt haline getiren mayadaki mikropları gösterebiliriz.
İnsan vücudu zararlı mikropları hemen muhasara altına alır. Mesela: Kolumuzda bir çıban çıksa, koltuğumuzun altında bir beze meydana gelir. Bu beze dediğimiz şey, vücudun kendini korumak için oluşturduğu bir kaledir. O beze veya bezeler mikropları tutup, onların kana karışmasını ve tüm vücudu işgal etmesini engellemeye çalışır. Ama, engelleyemediği zaman doktora müracaat etmek lazımdır.
Hastalık insan için bir arazdır. Gölge gibidir, geçicidir. Bazı hastalıklar çabuk geçer, bazıları uzun süre devam eder. Hatt insanı öldürebilenleri bile vardır. Ama, insanla birlikte gitmeyeceği için, kişi ölse bile hastalık burada kalmaya mahkûmdur.
İnsanın bedeni de bir arazdır. Çünkü, esas olan o beden değil, bedenin içindekidir. İnsanın özünde hastalık olmaz, çünkü, öz cevherdir. Hastalık özde değil, araz durumunda olan bedende veya düşüncede olur. Onun için insanın tüm hastalıkları maddi değildir. Bu maddi hastalıkların yanında bir de manevi olanları vardır. Bunlara örnek olarak halk arasında delilik diye nitelendirilen rahatsızlıkları ve hallusinasyonları gösterebiliriz.
Allah insanı, bedensel kapasite itibariyle, belirli frekanslar arasında cereyan eden olayları algılayabilecek bir yapıda yaratmıştır. Bu frekans hudutları aşıldığında, aşanlar anormal olarak kabul edilir ve “Deli” diye nitelendirilir. Ama tabii bu hudutlar Allah'ı bağlamayacaktır.
Hallusinasyon ise: “İnsanın iç âlemindeki olayların dış âlemde müşahede edilmesidir” diye tarif edilebilir. Hallusinasyonlar tıpkı rüyalara benzer. Rüyadan farkı, uykuda değil uyanıkken görülmesidir. Olay: kişinin, hayalindekini karşısında, yahut dışında görmesinden başka bir şey değildir. Nasıl insana rüyasında bir şeyler yaptırılıyor, veya bir şeyler yedirilip, içiriliyorsa; hallusinasyonda da aynı şeyler kişi uyanıkken yaptırılmaktadır.
İnsan vücudu; doktoru, eczacısı, eczanesi kendinde olan bir yapıya sahiptir. Pek çok hastalığın tedavisini bu vücut yaptığı için, hastalıkların çoğu kendi kendine geçer. Bu yolla geçmeyen hastalıklar için dışardan yardım gerekir ki, bunun için de doktora gidilir. O halde esas doktor bâtınîdir ve içeridedir. Dışardaki doktorlar bunun yansımasından oluşmuşlardır. Ancak bu dışardakileri de inkâr etmemek lazımdır, çünkü, onlar aslın temsilcisidir.
Bazılarının: “Bana Allah bakar, doktor gerekmez” demesi ham bir hayalden başka bir şey değildir. Bu sözü söylemeleri de Allah'ı bilmediklerini gösterir. Çünkü, doktor bir anlamda: “Ben size şah damarınızdan daha yakınım” <50-16> Diyen'in hüvezzahir esmasından gayrı değildir. Bize o doktor vasıtasıyla bakıp, şifa veren ve onu derde deva için halk edip, Lokmanlık vermiş olan yine Allah'tır. Allah böylece, dıştan doktorun verdiği ilaçlarla, içten de kendi yardımıyla kulunu tedavi eder.
Lokmanlık diye nitelendirilen şey; Allah'ın Lokman'a verdiği tıp bilgisidir.
Ama bu bilgi, Lokman Hekim'i ölümden kurtaramamıştır. Lokman Hekim tüm hastalıkların devasını ve eczaların özelliklerini bildiği halde, kendisi dizanteriden ölmüştür. Bu hastalığa yakalandığında öğrencileri, her ilacın özelliklerini bildiği halde, kendini niçin tedavi etmediğini sorduklarında: Lokman Hekim, ilacı suya atıp, onun suyu katı bir madde haline getirdiğini gösterdikten sonra: “Siz ilacın etkilediğini zannediyorsunuz, ama o ilacın etkisi, ona o emri verendendir. Esmasını alıverdiği anda o ilacın etkisi kalmaz” diyerek, işin aslını anlatmıştır. Sonra kendisi de ilacı almış, ama ilaç onu etkilememiş, neticede ölmüştür.
İlaçların etkisi kişiden kişiye değişir. Bir insana iyi gelen bir ilaç bir başka kişide, velev ki hastalıkları aynı bile olsa, aynı etkiyi göstermeyebilir. Birini iyileştiren, bir diğerini iyileştirmeyebilir, hatt ona zararlı olabilir. Onun için rastgele ilaç almaktan kaçınmak lazımdır.
Bugün pek çok hastalık vardır ki, daha doktorlar bile ne olduğunu bilmemektedir. Aynı şekilde daha laboratuvara girmemiş ve etkisi tespit edilmemiş nice ilaçlar vardır. Bunların pek çoğunu da, bizim haberimiz bile olmadan beyin ve karaciğer adını verdiğimiz laboratuvarlarımız imal edip, bedenimizin istifadesine sunmaktadır.
Yeni bir hastalık çıktığında herkes şaşırıyor. Bugün herkesin adını bilip, tedavisini bilmediği iki hastalık vardır. Bunlardan biri vücut hücrelerindeki itidalin bozulması sonucu oluşan kanser, diğeri AİDS'tir. Allah, bunların da devasını verecektir. Çünkü, O: “Ben devası olmayan hastalık vermedim” demektedir. Ancak, çarelerinin bulunması için biraz zaman geçecektir.
Zaten bu hastalıklar, her ne kadar Allah'ın insanlara verdiği bir ceza olarak nitelendirilse de, aslında, insanlığı felaketten korumak için Allah'ın merhametinden verdiği, birer uyarı olarak düşünülmelidir.
Her hastalık bize sağlığımızın değerini bilmemiz için birer derstir. Bu dersler olmasa, biz hep sağlıklı kalacağımızı düşünüp, şükründen uzaklaşır ve Allah lafzını unutuveririz. Ama hastalığa yakalanınca, sabaha kadar “Allah Allah” diye inleyip O'nu hatırlayıveriyoruz. O da, böylece, bağırta bağırta bize Kendi'ni hatırlatıyor.
Allah, insanların hayvanca değil, insanca bir hayat sürmelerini sağlamak için kurallar koymuştur. İnsanlar bu kurallara uymayıp, hayvan gibi yaşamakta ısrar edince, bu kez karşılarına AİDS denen hastalığı çıkartmıştır. Bazıları bunun virütik, yahut anormal proteinden kaynaklanan bir hastalık olduğunu söyleyecektir. Doğrudur, ama, o etkeni yaratan Allah değil midir?
Her davranışın mükâfatını da, mücazatını da verecek olan Allah'tır. İşte, insanın hayvanca yaşamakta ısrarının cezası bu AİDS olmuştur. Bir süre sonra bunun çaresi bulunacaktır. Ama, o zamana kadar da insanlar, seks konusunda insanca hareket etmeyi öğrenmiş ve benimsemiş olacaklardır. Nitekim, bugün çok kimse hastalığa yakalanma korkusundan dolayı atipik ilişkilerden uzaklaşmakta ve doğru olan eski evlilik yöntemine dönmektedir.
AİDSin kanla bulaşması bile, insanların, kötülüklerden korunmak için dikkatli olması ve zararlı kimselerden uzaklaşması gerektiğini gösterir.
Doğuştan gelen bedensel rahatsızlıklar ve anomaliler genetik hatalardan kaynaklanır. Burada akraba evliliği yapmak gibi hatalı düşüncelerin temessülü (Bir şekle bürünüp, görünmesi) rol oynamaktadır. Normal bir bedenle yaşayanların, daima, kendilerini noksansız ve kusursuz yarattığı için Allah'a şükretmeleri gerekir.
Dünya da, şehirler de, bedenimiz de her an yıkılıp, yapılmaktadır. Şehirlerdeki yıkılıp, yapılmaları görüyoruz. Kendi bedenimizdekileriyse göremiyoruz. Vücudumuzdaki tüm kan hücreleri, her yüz yirmi günde bir tamamen yenilenmektedir. Kâinatın özeti olduğuna göre, insan vücudunda ne kadar hücre değişiyorsa, kâinatta da o kadar yıldız değişiyor ve ölenlerinin yerine yenileri meydana geliyor demektir.
Bu değişim ve hücre yenilenmesi, neden aklımıza yeni şeyler getirip, eskileri götürmüyor? Çünkü, O'nun güneşinin hüzmeleri hep oraya vurup durmaktadır da ondan. Bu da gösteriyor ki: iş bizde değil, Allah'tadır. Zaten, baki olan da; o görünmeyendir. Çünkü, mana O'dur. Burada akla: “Madde O'nun değil midir” sorusu takılacaktır. Madde, O'nun evidir ve kendini oradan gösterecektir. Çünkü: “Kalb-i mümin Beytullah”tır.
İnsan bedensel bakımdan zayıf veya şişman olabilir. Şişmanlar fazla üşümez. Genelde zayıf kimseler daha fazla üşürler. Şişmanlarda kömür yerine geçen yakıt, yani yağ daha fazladır. Yağın, kanın oksijeniyle yanması sonucu ortaya çıkan enerji sayesinde insanın vücut ısısı sabit tutulur. Yakıt fazla verilmişse, enerji fazlalaşır ve insan terlemeye başlar. Çünkü, terleme vücudu soğutma yöntemlerinin başında gelir. Tıpkı terleyen testinin içindeki suyu soğuk tutması gibi...
Alınan gıdalardaki enerji fazla geldiğinde vücut bu fazla enerjiyi, gereğinde kullanmak üzere yağ haline çevirir ve depo eder. Gerektiğinde de o depodan alır ve yine enerji haline çevirerek kullanır. Bu çevirme işini yapan organ karaciğerdir. Enerji kuvvet demektir. Kuvvetin karşılığı ise melektir.
Aşırı şişmanlık gibi, aşırı zayıflık da iyi değildir. İnsan her konuda olduğu gibi bu konuda da: “İşlerin en hayırlısı vasat olanıdır” prensibini benimsemelidir. Ayrıca, fazla kiloların kısa zamanda verilmesi de doğru değildir. Zayıflama yavaş yavaş olmalıdır.

Maddi Beden - Manevi Beden

Maddi Beden - Manevi Beden ile ilgili görsel sonucu
Maddi Beden - Manevi Beden  

İnsanda beden görünen, ruh ise görünmeyen âlem olarak yaratılmıştır. Görünmeyen âleme günümüzde enerji adı verilmektedir. 
Eskiden Şems-i Mutlak denirdi ve insanın, bu güneşin bir ışın hüzmesinden ibaret olduğu söylenirdi.
Mananın hakimiyeti madde sayesinde belli olur. 
Bu nedenle, beden; ruh ve aklın kendini gösterebilmesi için gerekli bir kap, bir alet olarak düşünülmelidir. İnsan bu alete iyi bakarsa, o zaman: “Aletyapar, el övünür” atasözü gereğince; ruh da, akıl da kendini daha iyi göstermeye başlar.
Kâinatta genel bir kural olarak: hakikat, hayalde gizlenmiş; hayalse, hakikate perde olmuştur. Hakikat tecelli etmezse, hayal ne kımıldayabilir, ne de konuşabilir. Onun için Hakk, halk ilişkisi aynen, karagöz oyunundaki karagöz oynatıcısı ile karagöz ilişkisine benzer. Hakk perde arkasından kitabını okumazsa, halkın gıkı bile çıkamaz.
Beden, Hakk'ın suretidir. Ama onda nefis, yani şehvet de olduğu için, şehvete esir olan beden çok süflidir. Ancak, aynı bedenin, süflilikten kurtulduğu takdirde çok ulvi olduğunu da bilmek gerekir.
Maddi insan bedeninin kâinattan meydana gelmiş olduğu kimsenin itiraz edemeyeceği bir gerçektir. Son zamanlarda bu bedende altmış trilyon hücre, yüz bin kilometre kan damarı, ve her kadının yumurtalıklarında kırk bin yumurta hücresi bulunduğu söylenmektedir.
Darwin ve taraftarları, sadece bu bedeni görüp, içteki nefha-yı İlâhi'yi gözardı ederek, insanın maymundan geldiğini iddia ederler. Biz ise: bu bedenin, içteki o nefha için bir elbiseden ibaret olduğunu söyleriz. Çünkü, bizi insan yapan şey, ilk yaratılan olarak zikredilen o cevherdir. Gerisi sonradan ve nur olan insan için yaratılmıştır. Darwin'cilerin anlattıkları sadece elbisedir.
“Dünya denilen iki kapılı bir handır bu
Her gelen camesin kor, bir camekândır bu”
diyen, dünyanın; bir ucundan girilip, diğer ucundan çıkılıncaya kadarki süre içinde, girerken bize bir elbise verdiğini, bizim de çıkarken bu elbiseyi asıp, gittiğimizi anlatmak istemiştir.

İnsanların çoğu: “Beden” dendiğinde etten, kemikten yapılmış olanın dışında bir şey düşünemiyor. Halbuki, bedenin gerçeği bu değildir. Bedenimizin, isimlendirilmiş bir mana yönü vardır ki, esas beden budur. Yaptığımız bir hata kalbimizden çıkar mı? Benim çıkmıyor. 

Onun için de daima: “Allah affetsin” diyorum. Hazret-i Ömer'in: “İki şey var ki, aklımdan hiç gitmiyor. Hatırladıkça, biri için ağlıyor, diğeri için gülüyorum” diyerek anlattığı olaylar bu söylediğimizin delilidir. Kızını diri diri gömüşü, müslüman oluşundan sonra tüm günahları affedildiği halde, bir türlü kalbinden çıkmamıştır.

İnsanın maddi bedeni ve bu bedenle geçirdiği yaşamı Kur'an'da: “Gece” <92-1>, <93-2> diye geçmektedir. İnsanın karanlık olan kısmı budur. Ruh veya canı ise aydınlık âleme aittir. Bedenin de, ulvi ve süfli kısımları vardır. Bunlar göbekle birbirinden ayrılmıştır. Allah, insanları, ulvi taraftan verdiği sütle besleyip, geliştirmektedir.
Bedenin süfli taraflarını atamayız. Çünkü, oradan nesli idame ettiren nur yaratılmakta, yani: “Karanlıktan nur çıkarır” <2-257> gerçekleştirilmektedir. 

Bu sebeple karanlığı da inkâr etmemek, lüzumsuz saymamak lazımdır. Zira o karanlık, nurunun şiddetinden siyah görünmektedir ve Hacer-ül Esved gibi çok değerlidir. Bu yüzden örtme zarureti doğmuştur.
Beden denen bu yapı insanın, Allah tarafından yapılmış esas kabridir. Bunun içinde neler gizlidir neler... Onları gizleyen hicab-ı Kibriya'dır. Kimse kimsenin gönlünden geçenin ne olduğunu bilemez. İnsan-ı Kâmil hariç... Çünkü, onun, ilerde göreceğimiz gibi, sekiz çeşit görüşü vardır.
Beden denen bu kabirde “Bin bir adlı Mehmet” olarak nitelendirilen tüm esmalar vardır. Münkir, nekir melekleri (Pozitif ve negatiflikler) bu bedendedir ve her an insana zıt emirler vermektedir.

Münkir: İnkâr eden, nekir ise: Örtülmüş olan anlamına gelir. Bunlar insanda bulunan iki zıt duygunun ismidir. Nekir bilir, ama örtülü olduğu için kendini gösteremez. Sadece, insanı iyiliğe yöneltir. Münkir ise: adından da anlaşılacağı üzere inkârcı, yani negatiftir. Bu ikisinin çatışması insanı yakıp, kavurur ve cehennemde yaşatır. 

Kendini bilenlerin şüpheden arınıp, cennete kavuşması, bu iki zıt duygu arasındaki çatışmayı ortadan kaldırmış olmaları nedeniyledir.
İnsan bedeni davul gibidir. Tokmağı vurmadan ses çıkartmaz. Onu, içinden bir tokmaklayan vardır, ama biz tokmaklayanı göremediğimiz için, davuldan bu ses nasıl çıkıyor diye merak ediyoruz. Doğuşatlar ve ilhamlar, o içten gelen vuruşun sonucudur. 

Tokmak kuvvetli vurursa insanın konuşmaları bile vecize, yahut şiir şeklinde olur. İstek, arzu ve duaların amacı, bu tokmağı harekete geçirmektir.
“Deveye boynun neden eğri diye sormuşlar. Nerem doğru ki diye cevap vermiş” diye bir söz vardır. Burada deve diye nitelendirilen şey dışardan bakıldığında bir sürü eğrilikleri görülen bu bedendir. Ruhu uyanmış olanların bedeni hız kazanacağı için develeri, hecin devesi halini alır.
Bu sembollerin ortaya çıkarılışının nedeni insanları düşünmeye sevk etmek ve uyandırmaya çalışmaktır.

İnsanın: “Vücud-u Mevhube” diye adlandırılan ve kendinin hiç bir dahli olmaksızın, Allah tarafından ona bahşedilmiş olan bu kesif bedeni dışında, bir de; “Vücud-u Müktesebe” diye isimlendirilen ve yaşantısı boyunca kendi çabalarıyla meydana getirdiği latif bir ahiret vücudu vardır. Bu vücudun nasıl oluştuğundan ilerki bahislerde geniş bir şekilde bahsedileceği için burada sadece ismi verilmiştir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...