08 Aralık 2018

Kurtuluş Savaşı ile ilgili İngiliz Belgeleri




Kurtuluş Savaşı ile ilgili İngiliz Belgeleri

İSTİKLAL HARBİMİZ KAZIM KARABEKİR



İSTİKLAL HARBİMİZ
KAZIM KARABEKİR

HİTLER FAŞİZMİNİN KURALLARI





HİTLER FAŞİZMİNİN KURALLARI

Firavun ve İsrailoğulları’ndan Mele’si



Firavun ve İsrailoğulları’ndan Mele’si





Yüce Allah’ın her türlü eksiklikten münezzeh isimleriyle başlarım.
Bismillahirrahmanirrahim

Firavun ve İsrailoğulları’ndan Mele’si

Giriş

Rivayetlerde anlatılan firavun ve İsrailoğulları kıssası şu şekildedir; Hz. Yusuf zamanında Mısır’a yerleşen İsrailoğulları zaman içinde Firavunların kölesi durumuna düşmüşlerdir. 
Erkek çocuklarını öldürerek İsrailoğullarını bir soykırıma tabi tutan firavunun karşısına dikilen Hz. Musa uzun mücadeleleler sonucu kavmini Mısır’dan çıkarmıştır. Firavun ise ordusuyla beraber denizde boğulmuştur.
Bu temel üzerine oturtulan kıssada Firavun ve İsrailoğulları iki ayrı kutuba oturtulmuştur. 
Bir tarafta köleleştirilmiş, erkek çocukları öldürülen, öldürüresiye firavunun hizmetinde çalıştırılan mazlum israiloğulları, diğer tarafta her türlü sapkınlığı yaşam biçimi haline getirmiş zalim Firavun…
Rivayetlerin bu kıssada önümüze koyduğu boyut bu kadardır. 
Her şey bu temel üzerinden peşinen kabul edilince kimsenin aklına bu kıssanın başka boyutlarının olabileceği gelmemiştir. 
Hatta zaman zaman Kur’an’da anlatılan ilgili kıssalarda karşımıza çıkan çok önemli detayların bile üstünden geçilmiştir. 
Mesela hiçbir hakları olmayan israiloğulları arasından Karun gibi tarihin gördüğü en zengin insanın nasıl olupta çıkabildiğine ve beşikteki bebeleri bile öldüren firavunun nasıl olupta buna göz yumduğuna asla dikkat edilmemiştir.
Daha en baştan Hz. Musa’ya verilen görev İsrailoğullarını Mısır’dan çıkarmak iken ((7/105-20/47-26/17), Firavunun etrafında duran Mele’sinin her defasında “sen bizi yurdumuzdan mı çıkarmak istiyorsun”(26/35-7/110-7/123) demelerinin nedenleri üzerinde durulmamıştır.
Bir Mısırlıyı öldürdüğü için öldürülme korkusuyla Medyene kaçan Musa geri döndüğünde her türlü zülmüne rağmen nasıl olupta Firavun tarafından öldürememiş hatta bunun için etrafındaki Mele’den neden izin istemiştir.
Beşikteyken ölümden nasıl kurtulduğunu ayetlerin anlatımı ile bildiğimiz Musa’nın ana bir kardeşi Harun’un nasıl sağ kalabildiği ve yaşamını nasıl sürdürdüğü konusu hiç sorgulanmamıştır.
Mü’min suresi 23-45 ayetleri arasında anlatılan “firavunun sarayında imanını gizleyen bir mümin” kıssasında konuşan Mü’minin şu sözünde anlatılan detay da hiç üzerinde durulmaya değer görülmemiştir. 

"""Daha önce Yusuf da size o açık belgelerle (mucizelerle) gelmişti. 
Getirdiği şeylerden hep şüphe duymuş, öldüğü zaman da “Ondan sonra Allah, artık elçi göndermez” demiştiniz. Allah, aşırı şüpheci birini işte böyle sapık sayar."""
Rivayetler öylesine kalın bir perde oluşturmuştur ki, tarih boyunca kendilerini mazlum olarak göstermeyi beceren İsrailoğullarının aslında firavunla iş birliği içinde olabileceklerini kimse aklına dahi getirmemiştir.
Ayetleri rivayetler üzerinden manalandırma merakı ne yazık ki yüzyıllar boyunca çok boyutlu anlatılan kıssanın birçok boyutunun görülmesine engel olmuştur. 
Firavun ve Mele’si bunlardan sadece bir tanesidir. 
Evet Firavun ve Mele’sinin izini her türlü rivayet ve İsrailiyat baskısından uzak Kur’an’dan sürmek bizi bilinen hikayenin bilinmeyen boyutları olduğu sonucuna götürmüş, konuyu farklı bir bakışla değerlendirmeye yönlendirmiştir.
Kur’an’a tarihselci ve geleneksel bakanlar için ulaşılan sonuçlar başlangıçta şaşırtıcı olabilir. 
Yüzyıllardır yazılmış tefsirlerin, yüzlerce mealin tersine söz söylemenin zor olacağı açıktır. 
Elbette oluşmuş önyargıların kırılması da kolay olmayacaktır.

Kur’an’da MELE kavramı ve Firavun’un Meleleri

Mele, bir görüş üzerine bir araya gelenler. 
Görüş ve duruşları itibariyle gözleri dolduran, heybet ve saygınlık yönünden kalplerde saygı oluşturan topluluk. 
Saygınlık, yücelik uyandıran topluluk. (El Müfredat. MLE maddesi)
Bu kelime Yüce Kur’an’da 40 defa geçmektedir. 
Bu 40 kullanımın 11 tanesi “bir şeyi doldurmak” manasında, geri kalan 29 tanesi ise “ileri gelenler” anlamında kullanılmaktadır. 
Bu 29 kullanımın 12 tanesi ise Firavun ve İsrailoğulları kıssası bağlamında geçmektedir. 
Bu kavramın İsrailoğulları ve Firavun kıssası bağlamında bu kadar yoğun kullanımı ve kullanımların diğer yerlerdekinden farklılık arz etmesi çok dikkat çekicidir.
Bu farklılığı şöyle anlatabiliriz. Nuh, Hud, Salih, Şuayb kıssaları bağlamında bu kavram geçtiği her yerde “kavme” atfedilmiştir.
Nuh kıssası bağlamında 7/60-11/27,38-23/24 ayetlerinde geçmektedir ve geçtiği her yerde istisnasız şöyle geçmiştir.
(Araf 7/59)
لَقَدْ أَرْسَلْنَا نُوحًا إِلَىٰ قَوْمِهِ فَقَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللَّهَ مَا لَكُمْ مِنْ إِلَٰهٍ غَيْرُهُ إِنِّي أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ عَظِيمٍ
Nuh’u halkına elçi göndermiştik. Onlara şöyle demişti: “Ey halkım! Allah’a kul olun; sizin başka ilahınız yoktur. Ben başınıza zor bir günün azabının gelmesinden korkuyorum.”
(Araf 7/60)
قَالَ الْمَلَأُ مِنْ قَوْمِهِ إِنَّا لَنَرَاكَ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ
Halkının ileri gelenleri dediler ki “Bize göre sen gerçekten açık bir sapkınlık içindesin.” 
Yine Hud kıssası bağlamında geçtiği 7/66, Salih kıssası bağlamında 7/75, Şuayb kıssası bağlamında 7/88-90 yerlerde hep yukarıda kırmızıyla işaret ettiğimiz gibi “mele’e min kavmihi” şeklinde geçmektedir.
Aynı kavram Firavun ve İsrailoğulları bağlamında 12 defa geçmektedir ve bu kullanımlar iki farklı kullanım şeklinde gelmektedir.
  • Firavun ve onun ileri gelenleri. فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِ
  • Firavun kavminden ileri gelenler. الْمَلَأُ مِنْ قَوْمِ فِرْعَوْنَ
Bu farklı kullanım sadece dilsel bir ayrım değildir. Kıssa ortamında bu iki ayrı Mele’nin söyledikleri de ciddi farklılıklar ortaya koymaktadır. Bu farklılığı ortaya koymak için Firavun ve İsrailoğulları kıssasına ve bu kavramın geçtiği ortama, o ortamlarda geçen olaylara, sözlere bakmak zorunluluğu vardır.
Bilindiği gibi İsrailoğullarının Mısır’a gelmesi Hz. Yusuf zamanında olmuştur (12/93-101). Geçen zaman içinde (tevrata göre 430 yıl) İsrailoğulları Firavun ve onun önde gelen (mele’si) adamları tarafından bir soykırıma tabi tutulmuşlardır (2/49-14/6-7/141). Kendi halkını fırkalara bölen firavun ve adamları bu gruplardan bazısına ağır işkenceler uyguluyordu (28/2-6). Yüce Allah ise mustazafların kurtulmasını ve öncüler olmasını dilemişti (28/5-6). Yeni doğmuş bebeğini soykırımdan kurtarmak isteyen Musa’nın annesi onu bir sepete koyup nehre bırakmıştı (20/38-39). Nehirde yüzen sepetin içindeki bebeği Firavunun karısı bulur ve onu yetiştirmek için saraylarına alırlar (28/8-9).
Yetişip güçlü çağına erişen Musa gizlice geldiği bir yerde bir kavgaya karışır ve istemeden bir adamı öldürür (28/15-19).
İşte tam burada ilk defa “Mele” kavramı gündeme gelir.
(Kasas 28/20)
وَجَاءَ رَجُلٌ مِنْ أَقْصَى الْمَدِينَةِ يَسْعَىٰ قَالَ يَا مُوسَىٰ إِنَّ الْمَلَأَ يَأْتَمِرُونَ بِكَ لِيَقْتُلُوكَ فَاخْرُجْ إِنِّي لَكَ مِنَ النَّاصِحِينَ
Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi ve “Musa! Mele (ileri gelenler) aralarında seni öldürmeyi tartışıyorlar, hemen çek git; ben senin iyiliğini isteyen biriyim.”
Burada okuyucunun dikkatini çekmek istiyoruz.
Musa’nın öldürülmesini Firavun değil Mele tartışıyor. 
Bu durum, Mele olan bu kişilerin ülke yönetiminde ne kadar güçlü olduğunun göstergesidir. 
Bir şeye dikkat çekmek istiyoruz. Genelde Musa’nın bir Kıptiyi (mısırlı) öldürdüğü için öldülmek istendiği söylenir. 
Oysa Musa haksız yere bir adam öldürmüştür. 
Haksız yere adam öldürmenin cezası da ona kısas uygulanması yani öldürülmesidir. Haksız yere bir adamın öldürülmesine uygulanan cezanın kısas olması Hz.Muhammed ile başlayan bir şey değildir. 
Tüm elçilere bildirilen emirler aynıdır. 
Allah tek bir din göndermiştir (4/163).
İster Kıpti olsun ister başka biri fark etmez, sonuçta Musa haksız yere bir adam öldürmüştür. Zaten kendisi de bunun farkındadır ve itiraf etmektedir (28/16-17).
Kendisine kısas uygulanacağını anlayan Musa bu cezadan kurtulmak için Mısır’dan kaçarak Medyen denilen bir yere gelir ve orada yıllarını geçirir. 
Orada evlenip aile kurar (28/21-32). 8 ya da 10 yıl sonra Medyen’den ayrılır.
İki kere Mukaddes kılınan vadide (bu yer Mekke’dir. Tuva vadisi makalesine bakınız) yüce Allah tarafından elçi olarak seçilir (20/11-14). Burada ona verilen görev, İsrailoğullarını Mısır’dan çıkarmaktır.
(Ta Ha 20/47)
فَأْتِيَاهُ فَقُولَا إِنَّا رَسُولَا رَبِّكَ فَأَرْسِلْ مَعَنَا بَنِي إِسْرَائِيلَ وَلَا تُعَذِّبْهُمْ ۖ قَدْ جِئْنَاكَ بِآيَةٍ مِنْ رَبِّكَ ۖ وَالسَّلَامُ عَلَىٰ مَنِ اتَّبَعَ الْهُدَىٰ
Hemen gidin de ona deyin ki “Biz senin Rabbinin elçileriyiz. 
İsrail oğullarını serbest bırak da bizimle gelsinler. 
Onlara eziyet edip durma. Bak, biz sana Rabbinden bir belge (ayet) getirdik. O’nun yoluna giren esenlik ve güvenliğe (selamete) erer. 
(Araf 7/105)
حَقِيقٌ عَلَىٰ أَنْ لَا أَقُولَ عَلَى اللَّهِ إِلَّا الْحَقَّ ۚ قَدْ جِئْتُكُمْ بِبَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ فَأَرْسِلْ مَعِيَ بَنِي إِسْرَائِيلَ
Üzerimdeki görev, Allah hakkında sadece gerçeği söylemektir. 
Size Rabbinizden bir belge de getirdim. 
Artık İsrailoğullarının benimle birlikte gönder.” 
(Şuara 26/16)
فَأْتِيَا فِرْعَوْنَ فَقُولَا إِنَّا رَسُولُ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Firavun’una varın da deyin ki: “Biz, varlıkların sahibinin elçisiyiz,
(Şuara 26/17)
أَنْ أَرْسِلْ مَعَنَا بَنِي إِسْرَائِيلَ
İsrailoğullarını bırak da bizimle gelsinler.” 
Bu ayetlerden Musa’nın görevinin İsrailoğullarını Mısır’dan çıkarmak olduğunu anlıyoruz. 
Musa’ya Mısır’ı ele geçirmek, oranın halkıyla savaşmak, oranın yerli halkını oradan çıkarmak ile alakalı bir görev verilmemiştir. 
Zaten Mısır yerlisi olmayan İsrailoğullarını Yusuf zamanında geldikleri Mısır’dan çıkarıp Mekke’ye getirmektir (bknz. Tuva Vadisi makalesi).
Musa bunu açıkça deklere etmesine rağmen Firavun’un kavminden olan Mele çok farklı ve sanki alakası olmayan bir cevap vermektedir.
(Araf 7/109)
قَالَ الْمَلَأُ مِنْ قَوْمِ فِرْعَوْنَ إِنَّ هَٰذَا لَسَاحِرٌ عَلِيمٌ
Firavun’un kavminden olan Mele dediler ki 
“Bu gerçekten bilgin bir sihirbaz!”
(Araf 7/110)
يُرِيدُ أَنْ يُخْرِجَكُمْ مِنْ أَرْضِكُمْ ۖ فَمَاذَا تَأْمُرُونَ
“Sizi ülkenizden çıkarmak istiyor; ne diyeceksiniz?” 
Dört ayet önce Musa’nın dediği “İsrailoğullarını benimle gönder” olmasına rağmen Mele “sizi ülkenizden çıkarmak istiyor” demektedirler. 
Musa’nın Mısır’da kalmak ve oranın halkını oradan çıkarmak gibi bir görevi olmadığına göre firuvun kavminden olan Mele kime “sizi ülkenizden çıkarmak istiyor” demiş olabilir? 
Bu sorunun tek makul cevabı İsrailoğullarından birtakım insanların da Firavunun çevresinde bulunduğudur. 
Araf suresinde anlatılan kıssanın bu kısmı başka surelerde biraz farklı versiyonlarla yine anlatılır. 
Dikkat çektiğimiz bu durum orada da vardır.
Şuara suresinin 10-69 ayetleri bu kıssaya ayrılmıştır. 
Burada da elçiliğe seçilen Musa İsrailoğullarını kendisiyle göndermesi için firavuna gelir. 
Ona kendisinin elçi olarak seçildiğini ve görevinin İsrailoğullarını Mısır’dan çıkarmak olduğunu bildirir. 
Musa ve Firavun arasında geçmişte yaşanmışlarla ilgili konuşmalar geçer. 
Firavun ona alemlerin Rabbini sorar. Musa kim olduğunu anlatır (26/10-25). 
Tam burada Firavun etrafında bulunan Mele’ye dönüp şunu söyler.
(Şuara 26/27)
قَالَ إِنَّ رَسُولَكُمُ الَّذِي أُرْسِلَ إِلَيْكُمْ لَمَجْنُونٌ
Firavun; “size gönderilen elçiniz, gerçekten delinin teki” dedi. 
Musa görevinin İsrailoğullarını çıkarmak olduğunu firavuna söylemişti. 
O zaman Firavun “size gönderilen elçi” diyerek o an etrafında bulunan İsrailoğullarından başkasına seslenmiş olamaz. 
Şuara suresindeki kıssa Firavunun tehditleri ile devam eder. 
Musa burada anlatılan kıssada da asa ve yed-i beyda mucizesini gösterir (26/28-33). Bu mucizeyi gören Firavun etrafındakilere dönüp şöyle der.
(Şuara 26/34)
قَالَ لِلْمَلَإِ حَوْلَهُ إِنَّ هَٰذَا لَسَاحِرٌ عَلِيمٌ
Firavun, çevresindeki devletlilere dedi ki: “Bu, gerçekten bilgin bir büyücü.
(Şuara 26/35)
يُرِيدُ أَنْ يُخْرِجَكُمْ مِنْ أَرْضِكُمْ بِسِحْرِهِ فَمَاذَا تَأْمُرُونَ
Büyüsüyle sizi ülkenizden çıkarmak istiyor; ne emredersiniz?” Firavunun etrafındaki mele israiloğullarından olduğu için “sizi ülkenizden çıkarmak istiyor” diyor. Firavunla iş birliği içinde olan ve Mısır’dan gitmek istemeyen İsrailoğullarından olan mele, Musa’yı durdurmak için tedbirler düşünüyor. Düşünebildikleri çözüm Musa’nın karşısına sihirbazları çıkarmayı Firavuna önermek oluyor. Sihirbazlarla karşılaşma Taha suresinde de anlatılıyor. Firavun İsrailoğullarından olan Mele’nin tavsiyesine uyarak yine İsrailoğullarından olan sihirbazları Musa’nın karşısına diker. Sihirbazlara vadettiği şey onların da yakın çevresine girip, diğer İsrailoğulları gibi Firavun’un Melesi olmalarıdır (26/41-42). Bu umutla kendi aralarında şöyle konuşurlar.
(Ta Ha 20/63)
قَالُوا إِنْ هَٰذَانِ لَسَاحِرَانِ يُرِيدَانِ أَنْ يُخْرِجَاكُمْ مِنْ أَرْضِكُمْ بِسِحْرِهِمَا وَيَذْهَبَا بِطَرِيقَتِكُمُ الْمُثْلَىٰ
Dediler ki “Bu ikisi (Musa ile Harun) iki büyücüdür. 
Sizi büyüleriyle yerinizden yurdunuzdan çıkarmak ve örnek düzeninizi ortadan kaldırmak istiyorlar.  Musa defalarca görevinin İsrailoğullarını alıp gitmek olduğunu söylemesine rağmen sihirbazların da “sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor” demelerinin onlarında İsrailoğullarından olmasından başka bir nedeni olamaz. Müsabakada Musa’nın kendi sihirlerini yutan asasının sihir olmadığını Yüce Allah’ın takdiriyle gerçekleşen mucize olduğunu anlayan sihirbazlar Musa’ya iman edip yanlışlarından dönerler. (7/115-122). Buna çok sinirlenen firavun şöyle haykırır.
(Araf 7/123)
قَالَ فِرْعَوْنُ آمَنْتُمْ بِهِ قَبْلَ أَنْ آذَنَ لَكُمْ ۖ إِنَّ هَٰذَا لَمَكْرٌ مَكَرْتُمُوهُ فِي الْمَدِينَةِ لِتُخْرِجُوا مِنْهَا أَهْلَهَا ۖ فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ
Firavun dedi ki “Ben izin vermeden ona inandınız ha? Besbelli ki bu gizli bir düzendir. Ülkede bu düzeni kurdunuz ki halkını buradan çıkarasınız. Ben size göstereceğim. 
(Ta Ha 20/71)
قَالَ آمَنْتُمْ لَهُ قَبْلَ أَنْ آذَنَ لَكُمْ ۖ إِنَّهُ لَكَبِيرُكُمُ الَّذِي عَلَّمَكُمُ السِّحْرَ ۖ فَلَأُقَطِّعَنَّ أَيْدِيَكُمْ وَأَرْجُلَكُمْ مِنْ خِلَافٍ وَلَأُصَلِّبَنَّكُمْ فِي جُذُوعِ النَّخْلِ وَلَتَعْلَمُنَّ أَيُّنَا أَشَدُّ عَذَابًا وَأَبْقَىٰ
Firavun: “Benden izinsiz ona inandınız, öyle mi? Demek ki size bu sihri öğreten büyüğünüz oymuş. Öyleyse ben de tereddüt etmeden ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım. Hangimizin azabının daha ağır, daha kalıcı olduğunu iyice öğreneceksiniz.” Kıssanın bir başka versiyonuda Yunus süresinde şöyle anlatılır.
(Yunus 10/75)
ثُمَّ بَعَثْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ مُوسَىٰ وَهَارُونَ إِلَىٰ فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِ بِآيَاتِنَا فَاسْتَكْبَرُوا وَكَانُوا قَوْمًا مُجْرِمِينَ
Sonra onların ardından da Musa’yı ve Harun’u, âyetlerimizle birlikte Firavun’a ve ileri gelen adamlarına gönderdik. Onlar da büyüklenmişlerdi. Zaten bir suçlular topluluğu idiler.
(Yunus 10/76)
فَلَمَّا جَاءَهُمُ الْحَقُّ مِنْ عِنْدِنَا قَالُوا إِنَّ هَٰذَا لَسِحْرٌ مُبِينٌ
Bizim katımızdan olduğu belli olan o gerçek onlara gelince “Bu apaçık bir sihir!” dediler.
(Yunus 10/77)
قَالَ مُوسَىٰ أَتَقُولُونَ لِلْحَقِّ لَمَّا جَاءَكُمْ ۖ أَسِحْرٌ هَٰذَا وَلَا يُفْلِحُ السَّاحِرُونَ
Musa şöyle dedi: “Gerçekle yüzleşince mi bunu söylüyorsunuz? Bu şimdi sihir mi? Eğer öyleyse sihirbazlar umduklarına kavuşamazlar.”
(Yunus 10/78)
قَالُوا أَجِئْتَنَا لِتَلْفِتَنَا عَمَّا وَجَدْنَا عَلَيْهِ آبَاءَنَا وَتَكُونَ لَكُمَا الْكِبْرِيَاءُ فِي الْأَرْضِ وَمَا نَحْنُ لَكُمَا بِمُؤْمِنِينَ
Dediler ki “Atalarımızdan görüp bildiğimiz yoldan bizi çevirmek için mi geldin? Bu yerin büyüğü ikiniz olacaksınız öyle mi? Biz ikinize de inanmıyoruz.” 
Bu ayetlerde Musa Firavun ve Mele’ye gönderilir. 78. Ayette Mele “atalarımızın yolundan çevirmek için mi geldiniz” demişlerdir. Onlar Mısır’dan gitmek istemeyen, firavunun etrafında refah içinde şımarmış ve güç elde etmiş İsrailoğullarından başkası değildir.
İşte bu Meleler İsrailoğulları Musa’ya inanmasın diye firavunla beraber her türlü düzeni çevirirler, her türlü baskıyı yaparlar.
(Yunus 10/83)
فَمَا آمَنَ لِمُوسَىٰ إِلَّا ذُرِّيَّةٌ مِنْ قَوْمِهِ عَلَىٰ خَوْفٍ مِنْ فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِمْ أَنْ يَفْتِنَهُمْ ۚ وَإِنَّ فِرْعَوْنَ لَعَالٍ فِي الْأَرْضِ وَإِنَّهُ لَمِنَ الْمُسْرِفِينَ
Firavun’un ve kendi önderlerinin baskısından korkmaları sebebiyle Musa’ya halkının gençleri dışında kimse inanmadı. Firavun orada tam bir hâkimiyet kurmuştu ve aşırılıklar içindeydi. Bu ayet çok açık bir şekilde Firavunun etrafındaki insanların İsrailoğullarından olduğunu göstermektedir. Gençler Musa’nın kavmindendir yani İsrailoğlu. “Meleihim” ibaresi o iman eden gençlerin Mele’si demektir. Gençler İsrailoğullarından olduğuna göre bu Mele’nin İsrailoğullarından başkası olması mümkün değildir. Firavunun etrafında bulunan Mele’nin İsrailoğullarından olduğunu daha açık bir şekilde ortaya koyan ayetler Mü’min suresindedir. Kıssanın bambaşka boyutlarının anlatıldığı ayetler sadece Mele’nin değil bizzat firavunun dahi İsrailoğlu olduğunu düşündürmektedir.
(Mümin 40/23)
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مُوسَىٰ بِآيَاتِنَا وَسُلْطَانٍ مُبِينٍ
Musa’yı, mucizelerimizle ve açık bir delille gönderdik.
(Mümin 40/24)
إِلَىٰ فِرْعَوْنَ وَهَامَانَ وَقَارُونَ فَقَالُوا سَاحِرٌ كَذَّابٌ
Onu Firavun’a, Haman’a ve Karun’a gönderince “yalancı büyücü” demişlerdi. Bu ayetlere baktığımızda en azından rahatlıkla firavunun mele’si arasında bir İsrailoğlu olduğu kesin olan Karun’un olduğunu söyleyebiliriz (28/76). İlerleyen ayetlerde sadece Karunun değil ondan başkalarının da Firavunun Mele’si olduğunu görülecektir. Açık beyanlarla Firavuna kendisiyle beraber İsrailoğullarını göndermesini söyleyen Musa büyücülükle suçlanır. Firavun beraberindekiler eskiden uygulanan soykırımı hatırlayarak Musa’ya inananları şöyle tehdit ederler.
(Mümin 40/25)
فَلَمَّا جَاءَهُمْ بِالْحَقِّ مِنْ عِنْدِنَا قَالُوا اقْتُلُوا أَبْنَاءَ الَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ وَاسْتَحْيُوا نِسَاءَهُمْ ۚ وَمَا كَيْدُ الْكَافِرِينَ إِلَّا فِي ضَلَالٍ
Onlara, katımızdan verilen gerçeklerle gelince dediler ki “Onun yanındaki müminlerin oğullarını öldürün, kadınlarını sağ bırakın.” Ama gerçekleri görmezlikten gelenlerin tuzakları boştur. Bu tepki Mele tarafından verilen bir tepkidir. Tepkinin daha ilgincini firavun göstermektedir. Zulümde sınır tanımayan Firavun sanki acizmiş gibi bakın ne diyor.
(Mümin 40/26)
وَقَالَ فِرْعَوْنُ ذَرُونِي أَقْتُلْ مُوسَىٰ وَلْيَدْعُ رَبَّهُ ۖ إِنِّي أَخَافُ أَنْ يُبَدِّلَ دِينَكُمْ أَوْ أَنْ يُظْهِرَ فِي الْأَرْضِ الْفَسَادَ
Firavun: “Bırakın beni, ben Musa’yı öldüreyim, o da Sahibini yardıma çağırsın. Çünkü sizin dininizi kendininki ile değiştireceğinden veya kurulu düzeni bozmasından korkuyorum.” dedi. “Bırakın beni Musa’yı öldüreyim”. Acaba firavunu kim tutabilir ki? Beşikteki bebeleri bile öldürmekten çekinmeyen Firavun için Musa’yı öldürmek neden bu kadar zor olabiliyor? Üstelik Musa, zamanında bir adam öldürmüş kısas uygulanmasını da hak etmiş biridir. Tüm bunlara rağmen tarihin gördüğü en büyük tiranlardan biri olan Firavun, Musa’yı öldüremiyor. Hatırlanacağı gibi Yüce Allah Musa’yı elçi olarak seçip O’nu İsrailoğullarını Mısır’dan çıkarmak için görevlendirildiğinde aynı endişeyi Musa’da dile getirmişti.
(Şuara 26/14)
وَلَهُمْ عَلَيَّ ذَنْبٌ فَأَخَافُ أَنْ يَقْتُلُونِ
Bir de sorumlu tuttukları bir suçum var; beni öldürmelerinden endişe ediyorum.”     Bir kişinin kısastan kurtulması ancak şu şartlarda mümkündür.
  • Öldüren kişi öldürülen kişinin birinci dereceden yakınları ile diyet ödeme konusunda anlaşırsa.
  • Öldürülen kişinin kısas isteyecek birinci dereceden yakınları mahkemeden önce kalmaz ise.
(bu konu başka bir makalede daha detaylı ele alınacaktır)
Yukarıdaki durum olmasına rağmen Mele, Firavun’un Musa’yı öldürmesine müsaade etmemektedir. İlerleyen ayetler firavunun sarayında imanını gizleyen bir Mü’min’in ortaya çıkmasından bahseder. Bu Mü’min; sırf “Rabbim Allah’tır” dediği için bir insanın öldürülemeyeceğini söyleyerek imanını açığa vurur (40/28).
(Mümin 40/29)
يَا قَوْمِ لَكُمُ الْمُلْكُ الْيَوْمَ ظَاهِرِينَ فِي الْأَرْضِ فَمَنْ يَنْصُرُنَا مِنْ بَأْسِ اللَّهِ إِنْ جَاءَنَا ۚ قَالَ فِرْعَوْنُ مَا أُرِيكُمْ إِلَّا مَا أَرَىٰ وَمَا أَهْدِيكُمْ إِلَّا سَبِيلَ الرَّشَادِ
Ey halkım, bugün yetki sizdedir, bu toprak sizin hâkimiyetiniz altındadır. Başımıza Allah’tan bir bela gelirse bize kim yardım eder?” Firavun dedi ki “Size sadece kendi gördüğümü gösteriyorum. Size sadece doğru yolu gösteriyorum.”
(Mümin 40/30)
وَقَالَ الَّذِي آمَنَ يَا قَوْمِ إِنِّي أَخَافُ عَلَيْكُمْ مِثْلَ يَوْمِ الْأَحْزَابِ
O mümin kişi sözlerini şöyle sürdürdü: “Ey halkım! O güçlü toplulukların yaşadıkları kötü günlerin sizin başınıza da gelmesinden korkuyorum.
(Mümin 40/31)
مِثْلَ دَأْبِ قَوْمِ نُوحٍ وَعَادٍ وَثَمُودَ وَالَّذِينَ مِنْ بَعْدِهِمْ ۚ وَمَا اللَّهُ يُرِيدُ ظُلْمًا لِلْعِبَادِ
Nuh, Ad ve Semud halkının, bir de onlardan sonrakilerin başına gelenler beni endişelendiriyor. Allah kullarına yanlış yapmaz. 
Bu Mü’min kendi kavmine Nuh, Ad, Semud kavimlerini hatırlamalarını öğütlüyor. Bu durum, karşısındaki insanların neden bahsedildiğini çok iyi bildiklerini gösterir. Mü’min karşısında bulunanlara kendi tarihlerinde yaşadıkları ve çok iyi bildikleri bir şeyi daha hatırlatır.
(Mümin 40/34)
وَلَقَدْ جَاءَكُمْ يُوسُفُ مِنْ قَبْلُ بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا زِلْتُمْ فِي شَكٍّ مِمَّا جَاءَكُمْ بِهِ ۖ حَتَّىٰ إِذَا هَلَكَ قُلْتُمْ لَنْ يَبْعَثَ اللَّهُ مِنْ بَعْدِهِ رَسُولًا ۚ كَذَٰلِكَ يُضِلُّ اللَّهُ مَنْ هُوَ مُسْرِفٌ مُرْتَابٌ
Daha önce Yusuf da size o açık belgelerle (mucizelerle) gelmişti. Getirdiği şeylerden hep şüphe duymuş, öldüğü zaman da “Ondan sonra Allah, artık elçi göndermez” demiştiniz. Allah, aşırı şüpheci birini işte böyle sapık sayar. 
Firavun ve onun etrafında bulunanlara söylenen bu söz Yusuf’u bilmeyenler için bir şey ifade etmezdi. Ama Yusuf kıssasında O’nun elçiliğine karşı yukarıdaki ayette bahsedilen tavrı gösteren Yusuf’un kardeşleridir. Ki Yusufla beraber 12 kişi olan bu kardeşler lakabı İsrail olan Yakub’un oğullarıdır. Yani İsrailin oğulları, İsrailoğullarıdır.
Sonuç
İşte tüm bu ve bağlantıları araştırıldıkça ortaya konulabilecek diğer ayetler, şu gerçeği gözler önüne seriyor. Tarihe özellikle dinler tarihine bakışımızda önemli bir eksiklik söz konusu. O da Kur’an’ın arkeolojik kesin bir bilgi olarak değerlendirilmemesidir. Bu eksiklik Kur’an kıssalarına rivayet ve israiliyat üzerinden bakışın yolunu açmaktadır. Yüce Kur’an Firavun ve İsrailoğulları kıssasını çok boyutlu olarak anlatırken, İsrailiyatın anlattığı kıssa temel alınarak, anlam tahrifatı Kur’an’a da taşınmıştır. Dikkat edilirse bu açıklamalarda hiçbir tefsircinin görüşüne yer verilmemiştir.
Çalışmayı böyle yapmadaki amaç, Kur’an tefsir ve meallerinin tamamında görülen; olmayan kelimeleri metne ekleme olan kelimeleri çevirmeyip ya da en olmayacak manayı tercih ederek çevirerek rivayetlerin çizdiği tabloyu Kur’an’a onaylatma çabasına karşı bir yaklaşım ortaya koymaktır.

KAYIP SEMBOL DAN BROWN



KAYIP SEMBOL DAN BROWN

RUS KAYITLARINDA ERMENİ SORUNU BİRİNCİ CİLT



RUS KAYITLARINDA ERMENİ SORUNU BİRİNCİ CİLT

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN SOYAĞACI






MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN SOYAĞACI

AGARTA MAHATMALAR MİSYONU





TARİHİN İZİNDE İLBER ORTAYLI

Arz-ı Mev’ud (Vad edilmiş Topraklar)



Arz-ı Mev’ud (Vad edilmiş Topraklar) – 1





Kullarına lütfedip her türlü karanlığı aydınlatan Kur’an’ı gönderen yüce Allah’ın adıyla.

Giriş

Kur’an’da en fazla ayetin tahsis edildiği kıssa hiç şüphesiz yaklaşık bin ayetle Hz. Musa, İsrailoğulları, Firavun kıssasıdır. Musa ismi Kur’an’da 136 defa, Firavun ismi 74 defa, İsrailoğulları ismi ise 43 defa geçer.
Bu kadar yoğun kullanımı olan kıssada odak nokta İsrailoğullarıdır. “İsrail” kelimesi aslında Hz. Yakub’un lakabıdır. İsrailoğulları dendiğinde kastedilen Yakub’un oğullarıdır. Yusuf süresinde Hz. Yusuf ile birlikte sayılarının on iki olduğunu öğrendiğimiz Yakup oğullarının (İsrailoğulları) kıssası tarihsel süreç olarak da Kur’an’da anlatılan en uzun dönemdir. Yakup, Yusuf, Musa, Harun, Davut, Süleyman, Üzeyr, Yunus, Zekeriyya, Yahya, İsa (as) kıssaları hep İsrailoğulları bağlamındadır. Bunun yanında Hz. Muhammed döneminde de bahsedilen olayların yarısından fazlası yine İsrailoğulları bağlamında anlatılır.
Bu yoğun kullanımların hepsini göz önüne aldığımızda neredeyse Yüce Kur’an’ın yarısı İsrailoğulları tarihiyle alakalıdır. Kıssa hakkında bu kadar çok ayet olması ve bu kadar uzun bir döneme yayılması bir yana, konuyu anlamak için rivayetlere ve İsrailiyata başvurulması, zaman zaman İsrailiyatın belirleyici olarak kabul edilmesi birçok Kur’an gerçeğinin görülmemesine, görülse bile yanlış görülmesine neden olmuştur.
Örneğin Musa’nın elçiliğe seçildiği yer olan Mukaddes Tuva Vadisi tamamen İsrailiyat üzerinden anlaşıldığı için bu yerin Mekke olması gerektiği hatta başka bir yerin mümkün olamayacağı gerçeği hiç görülmemiştir. (Bkz. Mukaddes Tuva Vadisi – Mekke)
Yine bunun gibi İsrailoğullarının Mısır dönemi sadece Yahudi kaynakları üzerine temellendirildiği için, o dönemi konu alan Kur’an ayetlerinde anlatılan ve Firavunun hemen yanı başında duran, onunla birlikte hareket eden, onunla birlikte zulmeden İsrailoğullarının Mele’si hiç görülmemiştir. (Bkz. Firavun ve İsrailoğulları’ndan Mele’si)
Kur’an kıssalarına İsrailiyat ve rivayet üzerinden anlam vermenin en büyük etkisi Yahudilerin şabat dedikleri Kur’an’da sebt olarak geçen kavram üzerinde kendini belli eder. Yüce Allah’ın asla emretmediği, vazgeçilmemesi halinde kıyamete kadar lanetle tehdit ettiği Şabat, bu sebeple İslam alimleri tarafından da Allah’ın emri olarak takdim edilmiş, hatta buna uymayanların azabı hak edeceği söylenmiştir. (Bkz. Kur’an’da Sebt (Şabat) Meselesi)
Bu çalışmada yine İsrailiyat ve rivayet üzerinden anlaşılmaya çalışıldığı için yanlış mecralara sürüklenmiş “Arz-ı Mevud / Va’d edilmiş Topraklar” konusu ele alınacak ve yetkin kişilerin bu yönde araştırma yapmaları için dikkatleri çekilmeye çalışılacaktır.
………..
Bilindiği gibi Yahudiler kuzeyde Harran, doğuda Musul, batıda Akdeniz sahilleri, güneyde Sina yarımadası arasında kalan geniş bir bölgeyi; Yehova tarafından va’d edilmiş ve bir gün mutlaka kendilerinin olacaklarına inandıkları topraklar olarak görürler.
Güneş batıp karanlık çökünce, dumanlı bir mangalla alevli bir meşale göründü ve kesilen hayvan parçalarının arasından geçti. O gün Rab Avram’la antlaşma yaparak ona şöyle dedi; “Mısır Irmağı’ndan büyük Fırat Irmağı’na kadar uzanan bu toprakları –Ken, Kenz, Kadmon, Hitit, Periz, Refa, Amor, Kenan, Girgaş, ve Yevus topraklarını- senin soyuna vereceğim.” (Tekvin 15/17-21)
Bugün Filistin ve orta doğuda estirilen terörün alt yapısında artık bir tutkuya dönüşmüş olan bu istek yatar. Kendilerini Hz. İbrahim’in doğal ve haklı mirasçısı kabul eden Yahudiler va’d edilmiş toprakların hakları olduğunu tarih boyunca savunmuşlar, bu uğurda her türlü zorluğu ve olmadık entrikaları çevirmekten geri durmamışlardır.
Hz. Yusuf’tan sonra gelen hemen hemen tüm elçilere ve Yüce Allah’ın vahyine ihanet etmeyi tıynet haline getirmiş olan Yahudilerin tüm yaptıkları, kendi uydurdukları dini ve ahlaki anlayışlarına paralellik arz eder. Bu nispeten anlaşılır bir durumdur. Anlaşılamayan ise; Yahudilerin bu vad edilmiş topraklarla ilgili tüm uydurma ve saptırmalarına, İslam müfessirleri tarafından meşruiyet zemini sağlanmış olmasıdır.
Yüce Kur’an’da “Va’d edilmiş toprakları” konu alan ayetler Maide süresinin 20-26 ayetleridir.
Maide 5/20-21
وَإِذْ قَالَ مُوسَىٰ لِقَوْمِهِ يَا قَوْمِ اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ جَعَلَ فِيكُمْ أَنْبِيَاءَ وَجَعَلَكُمْ مُلُوكًا وَآتَاكُمْ مَا لَمْ يُؤْتِ أَحَدًا مِنَ الْعَالَمِينَ
(20) Bir gün Musa halkına dedi ki “Ey halkım, Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. İçinizden nebîler çıkardı ve sizi melikler (önderler) yaptı. Bu alemde kimseye vermediğini size verdi. 
يَا قَوْمِ ادْخُلُوا الْأَرْضَ الْمُقَدَّسَةَ الَّتِي كَتَبَ اللَّهُ لَكُمْ وَلَا تَرْتَدُّوا عَلَىٰ أَدْبَارِكُمْ فَتَنْقَلِبُوا خَاسِرِينَ
(21) Ey Halkım, Allah’ın size yazgısı (emri) olan şu kutsal toprağa girin; gerisin geri dönmeyin; yoksa elinizde ve avucunuzda olanı kaybedersiniz.” 
Bu ayetlerin tefsiri sadedinde Fahruddin Er-Razi, meşhur tefsiri Mefatihu’l Gayb adlı eserinde şunları aktarır.
Rivayet edildiğine göre, Hz. İbrahim (a.s), Lübnan Dağı´na çıktığı zaman, Allah Teâlâ ona şöyle der: “Bak, gözünün alabildiği yerler mukaddestir ve oralara senin zürriyetin vâris olacaktır.” Yine şöyle denilmiştir: “Hz. Mûsâ (a.s)´nın kavmi Mısır´dan çıktığı zaman, Allah onlara Şam topraklarında oturmalarını vaadeder. İşte Benî İsrail, bundan dolayı, Şam diyarının topraklarını, “Arz-ı Mev´ûd” (Vaadolunmuş topraklar) diye isimlendirirler Sonra Mûsâ (a.s), bu toprakların durumunu araştırıp, kendisine haber getirmeleri için, güvendiği oniki kişiyi oralara gönderir. Bunlar, o topraklara girdikleri zaman, çok heybetli ve ürkütücü insanlar görürler.” Müfessirler bu hususta şöyle demişlerdir: “Hz. Mûsâ (a.s), teftiş ve tedkîk için oniki nakîbi oralara gönderdiğinde, oranın zorba (dev gibi) halkından biri, bunları görür ve yakalayıp bahçesinden getirmekte olduğu (devâsâ) meyvelerle birlikte, elbisesinin yenine kor. Onları, krallarına getirir. Sonra onları, hükümdarlarının huzuruna saçarak, şaşkınlığını gösterip, krala “Bunlar, bizimle savaşmak istiyorlarmış” der. Bunun üzerine kral, bu oniki nakîbe şöyle der: “Varın arkadaşınız (Musa´ya) gidin ve ona gördüklerinizi anlatın” Nakîbler dönüp, Hz. Musa´ya gelirler ve O´na olup bitenleri haber verdiler.
Bunun üzerine Hz. Musa onlara, gördükleri ve yaşadıkları şeyleri, diğer insanlardan gizlemelerini emretti ise de, ikisi dışında onlar Hz. Musa´nın sözünü tutmadılar. O iki kişi de, Yûşâ İbn Nûn ve Kâleb İbn Yûfannâ idi. Bu ikisi, durumu halklarına daha cazip gösterip, “Oralar, son derece güzel ve nimetleri bereketli ve bol olan topraklardır. Oraların ahâlisinin bedenleri her ne kadar iri ise de kalpleri (cesaretleri) çok küçük” dediler. Diğer on kişi ise, insanların içine korku attılar ve onlarla savaşıp (galip gelmenin) imkânsız olduğunu söylediler. Bunun üzerine Benî İsrail, Hz. Musa (a.s)´ya, “Onlar orada oldukça, biz oraya kesinlikle girmeyiz. Binâenaleyh sen ve Rabbin gidin ve (onlarla) savaşın. Biz burada oturuyoruz” (5/ 24) dediler. Hz. Mûsâ (a.s) da onlara beddua etti. Bunun üzerine Allah Teâlâ onları, kırk yıl çölde bırakmakla cezalandırdı.” Alimler şöyle dediler: “Bu nakîblerin, araştırmak için, kavimlerinden uzak kaldıkları süre kırk gûn idi. İşte bundan dolayı, çölde kırk yıl kalma ile cezalandırıldılar. Bu asî insanlar çölde iken öldüler. Allah o on naklbi çölde, çok sert cezalar vererek helak etti.” Bir kısım âlimler ise, “Hz. Mûsâ ile Hz. Harun (a.s) da, çölde iken ölmüşlerdi” derken, diğer bir kısım âlim, “Hz. Musa (a.s), çölden sağ olarak kurtuldu ve onunla birlikte, Yûşâ ile Kalib de sağ çıktı. Hep birlikte o zorba (dev)lerle savaşıp, onları yendiler ve o topraklara sahip oldular” demişlerdir. İşte, kıssa böyledir. İşlerin nasıl olduğunu en iyi bilen ise Cenâb-ı Allah´dır.]
Mukaddes Belde Mefhumu
Mukaddes belde, “temizlenmiş toprak” demek olup, buralar âfet ve belâlardan temizlenmiş yerlerdir. Müfessirler, bu beldenin, şirkten temizlenmiş olduğunu ve peygam­berler için bir mesken,bir ikâmetgâh kılındığını söylemişler­dir ki bu görüş üzerinde biraz düşünmek gerekir. Çünkü bu topraklar, “Hz. Musa (a.s), “Arz-ı Mukaddes´e girin” dediği zaman, ne şirkten temizlenmiş vaziyette idi, ne de peyamberler için bir ikâmetgâh idi” Buna, “Bu topraklar çok daha önceki devirde böyle (şirkten temizlenmiş) idi” diye cevap verilebilir.
Üçüncü Mesele
Âlimler, âyette bahsedilen, “Arz-ı Mukaddes´in neresi olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir: İkrlme, Süddî Ibn Zeyd, “O, Erîha beldesidir”; Kelbî İse, “O, Şam diyarı ile, Filistin ve Ürdün´ün bir kısmıdır” demiştir. Bu mukaddes yerin, Tûr Dağı olduğu da söylenmiştir. [276]
Dördüncü Mesele
“Allah´ın sizin için yazdığı” ifâdesi ile ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır:
a) Allah, Levh-i Mahfuz´da, o beldenin sizin için olduğunu yazmış, takdir etmiştir.
b) Allah, onu size bahsetmiştir.
c) Allah, oraya girmenizi yazıp, emretmiştir.
İmdi eğer; “Cenâb-ı Hak niçin Önce, “sizin için yazdığı…” buyurup, sonra da, “Muhakkak kî orası (o belde), kendilerine kırk yıl haram edilmiştir” (Mâide. ) buyurmuştur?” denilir ise, buna şu şekilde cevap verilir: Ibn Abbas (r.a): “Bu belde, Allah Teâlâ tarafından onlara bağışlanmıştı. Allah Teâlâ daha sonra, hak dini hususunda diretip, âsî olmaları yüzünden, o beldeyi onlara haram kılmıştır” demiştir. Şu da söylenmiştir: “Bu her ne kadar umûmî bir ifâde ise de, bununla husûsi bir mâna kastedilmiştir. Sanki bu belde, onlardan bazıları için yazılmış, bir kısmı için de haram kılınmıştır.” Şu görüş de söylenmiştir: “Âyetteki, “Allah´ın sizin için yazdığı…” ifadesi, onların itaatkâr olmaları şartına bağlanmıştır. Binâenaleyh şart yerine gelmeyince, meşrut da (şarta bağlanan şey) de) tahakkuk etmez ” denilmiştir.
Tefsir adı altında İslam müktesebatına dahil olan bu alıntıya hiçbir eleştiri getirilmeyecektir. Eleştiri veya kabul, okuyucunun taktirindedir.
Aslında; Kur’an ayetlerini, ayetlerle açıklamak, Kur’an’ı anlama yöntemlerinden bir yöntemi tercih etmek değildir. Bu bir zorunluluktur. Kur’an’ı anlamak için tercih edilebilecek onlarca yol yoktur. Kur’an’ı anlamanın bir tek yolu vardır. O da Kur’an’da bahsedilen konuları, geçen isimleri, belirtilen mekanları yine Kur’an’da aramaktır.
Eğer Yüce Allah Maide 5/21 ayetinde “Allah’ın size yazdığı Mukaddes toprak” buyurmuş ise bu toprakların neresi olduğu, niye, ne zaman, nasıl yazıldığı ve kutsal yaptığı gibi soruların cevapları, yüce Kur’an’dan başka yerlerde aranamaz. Hele bu yerin neresi olduğu bilgisini rivayetlere bırakmak olacak şey değildir.
Temel soru şu olmalıdır;
Yüce Allah’ın kutsal kıldığı ve İsrailoğullarına va’d ettiği topraklar neresidir?
Yüce Allah; bu vaadi ne zaman, kime, hangi koşullar karşılığında yapmıştır?
Bu soruların cevabını bulmak için, konuya; Va’d edilmiş topraklar ibaresinin gündeme geldiği Maide süresinin ilgili pasajından başlamak gerekmektedir.
Maide 5/20-26
وَإِذْ قَالَ مُوسَىٰ لِقَوْمِهِ يَا قَوْمِ اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ جَعَلَ فِيكُمْ أَنْبِيَاءَ وَجَعَلَكُمْ مُلُوكًا وَآتَاكُمْ مَا لَمْ يُؤْتِ أَحَدًا مِنَ الْعَالَمِينَ
(20) Bir gün Musa halkına dedi ki “Ey halkım, Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. İçinizden nebîler çıkardı ve sizi melikler yaptı. Bu alemde kimseye vermediğini size verdi. 
يَا قَوْمِ ادْخُلُوا الْأَرْضَ الْمُقَدَّسَةَ الَّتِي كَتَبَ اللَّهُ لَكُمْ وَلَا تَرْتَدُّوا عَلَىٰ أَدْبَارِكُمْ فَتَنْقَلِبُوا خَاسِرِينَ
(21) Ey Halkım, Allah’ın size yazgısı (emri) olan şu kutsal toprağa girin; gerisin geri dönmeyin. Yoksa elinizde ve avucunuzda olanı kaybedersiniz.” 
قَالُوا يَا مُوسَىٰ إِنَّ فِيهَا قَوْمًا جَبَّارِينَ وَإِنَّا لَنْ نَدْخُلَهَا حَتَّىٰ يَخْرُجُوا مِنْهَا فَإِنْ يَخْرُجُوا مِنْهَا فَإِنَّا دَاخِلُونَ
(22) Dediler ki “Bak Musa! Orada bir topluluk var, hepsi de zorba kimseler; onlar çıkmadıkça biz oraya giremeyiz. Eğer çıkarlarsa biz de gireriz.” 
قَالَ رَجُلَانِ مِنَ الَّذِينَ يَخَافُونَ أَنْعَمَ اللَّهُ عَلَيْهِمَا ادْخُلُوا عَلَيْهِمُ الْبَابَ فَإِذَا دَخَلْتُمُوهُ فَإِنَّكُمْ غَالِبُونَ ۚ وَعَلَى اللَّهِ فَتَوَكَّلُوا إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ
(23) O korkanlardan Allah’ın nimet verdiği iki kişi dedi ki “Onlara şu kapıdan hücum edin; oradan girerseniz galip gelirsiniz. Eğer inanıp güveniyorsanız yalnız Allah’a dayanın.” 
قَالُوا يَا مُوسَىٰ إِنَّا لَنْ نَدْخُلَهَا أَبَدًا مَا دَامُوا فِيهَا ۖ فَاذْهَبْ أَنْتَ وَرَبُّكَ فَقَاتِلَا إِنَّا هَاهُنَا قَاعِدُونَ
(24) (Musa’nın halkı) Dediler ki “Bak Musa! Onlar orada olduğu müddetçe biz asla oraya giremeyiz. Sen ve Rabbin gidin, savaşın. Biz burada oturuyoruz.”
قَالَ رَبِّ إِنِّي لَا أَمْلِكُ إِلَّا نَفْسِي وَأَخِي ۖ فَافْرُقْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ الْقَوْمِ الْفَاسِقِينَ
(25) Musa dedi ki “Ey Rabbim, benim gücüm sadece kendime ve kardeşime yeter. Artık bizimle o yoldan çıkmış topluluğun arasını ayır.” 
قَالَ فَإِنَّهَا مُحَرَّمَةٌ عَلَيْهِمْ ۛ أَرْبَعِينَ سَنَةً ۛ يَتِيهُونَ فِي الْأَرْضِ ۚ فَلَا تَأْسَ عَلَى الْقَوْمِ الْفَاسِقِينَ
(26) Allah buyurdu ki “Artık orası kırk yıl onlara haram kılınmıştır. Oturdukları yerde şaşkın şaşkın dönüp dolaşsınlar. Sakın o yoldan çıkmışlar topluluğuna acıma.” 
Yukarıdaki ayetlerde anlatılanların yaşandığı dönem; İsrailoğullarının, Musa (as) önderliğinde Mısır’dan çıkmalarından hemen sonrasıdır. Olayın tarihsel bağlamı bu döneme denk gelir. Maide 5/21 ayetine bahsedilen Mukaddes Toprakların neresi olduğu sorusunu sormadan önce “Mukaddes” kelimesinin anlamı bilinmelidir.[1]
Kur’an’da 10 defa geçen ve Mukaddes kelimesinin kök kavramı olan KaDeSe Müfredatta açıklanmıştır. Gözle görülen necasetten tathirden/temizlikten farklı olan ilahi temizliktir.
Mukaddes kelimesi “biri tarafından kutsal kılınmış” manasına gelir. Kelimenin gizli öznesi olan “biri” kimdir sorusunun cevabı hep Allah olarak verildiği için bir yanlış anlaşılma oluşmuştur. Eğer Mukaddes kelimesinin gizli öznesi Allah olsaydı, Cebrail’e de Ruhül Kudüs değil Ruhul Mukaddes denmesi lazımdı. Bu durum bir şeyin Mukaddes olmasının değil de, Kuddüs olmasının Allah’a bağlı olduğunu; Mukaddesliğin ise insanın Kuddüs olanı kabul etmesiyle ortaya çıktığını gösterir. Dolayısıyla Allah’tan başka hiç kimse bir yeri ya da bir şeyi Kuddüs yapma yetkisine sahip değildir. Allah’ın Kuddüs yaptığı şeyin/yerin, insanlar tarafından tanınması ile onun/oranın mukaddesliği başlar. Yani Mukaddes kelimesinin öznesi Allah değil insan olmalıdır.
Bu şöyle misallendirilebilir. Kuddüs kelimesi manevi kirden temizlenme manasına geldiği için temizlik üzerinden bir misal getirelim. Temizlik deterjanı bünyesinde kirleri temizleme özelliği barındırır. Bunu yapan kimyager o maddenin içine kirleri giderme (temizleme) potansiyelini koymuştur. 
Ama o temizlik deterjanı insanlar tarafından alınıp içindeki temizleme potansiyeli kullanılmadan temizlik gerçekleşmez. Temizlik deterjanı, içindeki temizleme potansiyeliyle ambalajında öylece durduğu sürece insanlar kirli kalır. Oysa temizlik deterjanının yapılış amacı insanları kirden temizlemektir dolayısıyla açılıp kullanılmalıdır. İşte tıpkı bunun gibi bir yerin Kuddüs olması da oranın manevi kirlerden temizleme potansiyelidir. İnsanın bu temizleme potansiyelini kullanarak temizlenmesi, o şeyi mukaddes hale getirir.
Görünen görünmeyen tüm canlı türleri Allah’a kulluk yapsa da yapmasa da O, El Kuddüs’tür,  Kuddüs olarak kalır. El Mukaddes olmaz! Fakat insan Mukaddes olur. Bu Allah tarafından Kuddüs kılınan şeyi tanıdığı ve edindiği içindir.
Bu durumda bir yerin Mukaddes olması; insanların Yüce Allah’ın Kuddüs olarak bildirdiği şeyin kabul edilip, o şeye has kuralların uygulaması ile olur.
………..
Şimdi bu çalışmanın konusu olan Arz-ı Mev’ud’a dönerek, neresi olduğu sorusunu “Mukaddes” kelimesinin anlamıyla birlikte soralım.
Mısır’dan çıktıktan sonra İsrailoğullarının hemen yanı başına geldikleri, onlardan önce de insanların kutsallığını bilip tanıdığı, Musa (as) ve İsrailoğulları tarafından da tanınması istenen Mukaddes Topraklar neresidir?
Bu sorunun cevabı zor ve gizemli değildir. Bu yerin Mekke’den başka bir yer olması da mümkün değildir!
Zira; insanlığın başlangıcından itibaren Yüce Allah’ın Kuddüs kıldığı, insanların da bu Kuddüsü kabul ederek sadece oraya has ritüelleri ve sadece oraya has haramları yerine getirip Mukaddes olan tek yer “Mekke”dir.
Bir yerin mukaddes olup da bilinmemesi olacak şey değildir. Mukaddes kelimesinin anlamı, oranın bilinmemesini mümkün kılmaz. Yüce Allah’ın bir yeri Kutsal ilan etmesi insanlar içindir. Yeryüzünde sınırları Yüce Allah tarafından belirlenen, sadece o bölgeye has ritüelleri ve uyulması gereken kuralları olan, Yüce Allah tarafından emin kılınan tek yer Mekke’deki Harem bölgesidir.
Bugün yaşadığımız çağda Mekke’nin kutsallığına inanan ama Hac vazifesini yapmak için oraya hiç gitmemiş olanlar içinde sadece orası Mukaddes topraklardır. Ne zaman ki oraya gidilir, oradaki ritüeller ve uyulması gereken kurallar bizzat yapılırsa; işte o zaman, o topraklar Muharrem topraklar olur. Bir yerin Kutsallığını kabul edip oraya hiç gitmemek başka bir şey, bir yerin kutsallığını kabul edip oraya gitmek, sadece oraya has haramları işlemeyip sadece oraya has ibadetleri yapmak başka bir şeydir.
Daha basit bir dille söylenecek olursa; Hacca hiç gitmemiş ama oranın Yüce Allah tarafından Kutsal ilan edildiğine iman etmiş biri için Kabe’nin de içinde bulunduğu bölge, sadece kutsal topraklardır. Bu orasının “Mukaddes” olarak bilmesi, her sene insanların Hac vaktinde oraya gittiğinin, oradaki ibadetleri yaptığının, oranın kurallarına uyulduğunun bilmesinden dolayıdır. Kişi kendisi gitmese, insanlardan hiç kimse de oraya gitmemiş olsa, yine de o bölge herkes için Kutsal topraklardır. Bu sebeple Musa (as) o yeri halkına tanıtırken “Mukaddes topraklar” demiş olmalıdır.
Çalışmanın başında büyük Müfessir Razi’den yapılan alıntı ile Va’d edilmiş topraklar konusundaki rivayetlere değinilmişti. Va’d edilmiş topraklar konusunda tüm müfessirlerin aynı şeyleri söylediği bilinmektedir. Bu anlayışların hepsinde ön plana çıkanlar şunlardır.
  1. Va’d edilmiş topraklar Yüce Allah tarafından Hz. İbrahim’e Va’d edilmiştir. Bu topraklar Yüce Allah tarafından kutsal kılınmıştır ve Yahudiler bu toprakların doğal mirasçısıdır.
  2. Her ne kadar bu topraklar Yüce Allah tarafından kutsal kılınmışsa da nerede olduğu, sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği bilinmemektedir. Bugün Filistin dediğimiz bölge olması ve Yahudilere Tevrat’da bildirilen yer isimlerine göre sınırların belirlenmesi doğrudur.
  3. Yahudilerin Musa (as)’a karşı çıkıp Va’d edilmiş o topraklar için savaşmaması büyük bir suç teşkil etmiş ve bu yüzden çölde başıboş dolaşmaya mahkum edilmişlerdir.
  4. Yahudilerin o topraklar için savaşmaması, o bölgede yaşayan ve bildiğimiz insanlardan çok daha büyük devlerden oluşan halkından korkmalarından dolayıdır.
Müfessirlerin Maide 5/20-26 arasındaki ayetlere getirdikleri tefsirlerin arka planındaki anlayış bu çerçevededir. Bu söylemlerle aktarılan söz konusu rivayetlerin ve başvurulan İsrailiyatın, Kur’an ayetlerini açıklamaktan ziyade, gizemli hale getirdiği ortadadır.
Yüce Allah’ın bir yeri kutsal kılmasından bahsetmesine rağmen o yerin insanlar tarafından bilinmediğini söylemek aklın alacağı bir şey değildir. Yahudileri İbrahim (as)’in doğal mirasçısı sayıp, onun İsmail (as)’den gelme soyunu göz ardı etmeleri de olacak şey değildir.
Bu anlayış, halen Yahudilerin Va’d edilen topraklar adına yaptığı mücadeleleri ve bu uğurda gerçekleştirdikleri kıyımları dolaylı olarak meşrulaştırmaktadır. Zira Yahudiler bugün; “Atalarımız Musa zamanında Va’d edilmiş topraklar için savaşmadı. Ama biz onların hatalarını tekrarlamıyoruz. Atalarımızın hatasını düzeltmek ve Va’d edilmiş toprakları ele geçirmek için savaşıyoruz.” diyorlarmış konumuna getirilmektedir. Nitekim, söz konusu o toprakların Va’d edilmesinin kaldırıldığına dair bir söylem de yoktur. Bu durumda o va’d hala geçerli olmaktadır. Nasıl ki Müslümanlar, Muhammed (sav)’e Va’d edilenleri geçerli kabul ediyorsa, onlar da Musa (as) ve atalarına Va’d edileni kendileri için geçerli saymaktadırlar. Yahudilerin bu yaklaşımlarının meşruluğu böylelikle bizzat müfessirlerimiz eliyle Kur’an’a onaylatılmış olmaktadır.
Filistin’de, Gazze’de kıyımlar yapan, Ortadoğu’da kendilerine va’d edilen toprakları ele geçirmek için her türlü entrikayı çeviren Yahudiler, bu sayede kendilerini; Allah’ın emrini yerine getiren, kendilerine Va’d edilen toprakları ele geçirmek için savaşanlar durumunda olma noktasında haklı konumda saymaktadırlar.
Temelinde Tevhid olan bir din nasıl olurda insanların bölünme sebebi olacak farklı farklı kutsalları emredebilir ki!
Razi’den yapılan alıntıda sanki Musa (as)’a gönderilen din ile Muhammed (sav)’e gönderilen din arasında bir farklılık olabilirmiş gibi anlaşılmaktadır.
Halbuki yüce Allah ilk Nebi olan Adem (as)’den son Nebi olan Muhammed (sav)’e kadar tek bir din göndermiştir. İlk Gönderdiği Nebî’ye neyi kutsal kılmışsa son gönderdiği Nebî’ye de aynı şeyi kutsal kılmıştır.
Enam 6/84-90
وَوَهَبْنَا لَهُ إِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ ۚ كُلًّا هَدَيْنَا ۚ وَنُوحًا هَدَيْنَا مِنْ قَبْلُ ۖ وَمِنْ ذُرِّيَّتِهِ دَاوُودَ وَسُلَيْمَانَ وَأَيُّوبَ وَيُوسُفَ وَمُوسَىٰ وَهَارُونَ ۚ وَكَذَٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ
(84) Biz ona İshak’ı ve Yakub’u armağan ettik; bunlara ve onun soyundan gelen Davud’a, Süleyman’a, Eyyub’a, Yusuf’a, Musa’ya ve Harun’a doğru yolu gösterdik. Daha önce Nuh’a da doğru yolu göstermiştik. Biz, güzel davrananları işte böyle ödüllendiririz. 
وَزَكَرِيَّا وَيَحْيَىٰ وَعِيسَىٰ وَإِلْيَاسَ ۖ كُلٌّ مِنَ الصَّالِحِينَ
(85) Zekeriya, Yahya, İsa ve İlyas; bunların hepsi iyilerdendi. 
وَإِسْمَاعِيلَ وَالْيَسَعَ وَيُونُسَ وَلُوطًا ۚ وَكُلًّا فَضَّلْنَا عَلَى الْعَالَمِينَ
(86) İsmail’i, Elyesa’ı, Yunus’u, Lut’u; bunlardan her birini çağdaşlarından üstün kıldık. 
وَمِنْ آبَائِهِمْ وَذُرِّيَّاتِهِمْ وَإِخْوَانِهِمْ ۖ وَاجْتَبَيْنَاهُمْ وَهَدَيْنَاهُمْ إِلَىٰ صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ
(87) Babaları, soyları ve kardeşleri… Onları da seçtik ve onlara da doğru yolu gösterdik. 
ذَٰلِكَ هُدَى اللَّهِ يَهْدِي بِهِ مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ ۚ وَلَوْ أَشْرَكُوا لَحَبِطَ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
(88) İşte bu, Allah’ın yoludur. O, tercihini doğru yapan kullarına bu yolu gösterir. Eğer (bu nebiler) ortak (şirk) koşsalardı bütün yaptıkları boşa giderdi. 
أُولَٰئِكَ الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ وَالْحُكْمَ وَالنُّبُوَّةَ ۚ فَإِنْ يَكْفُرْ بِهَا هَٰؤُلَاءِ فَقَدْ وَكَّلْنَا بِهَا قَوْمًا لَيْسُوا بِهَا بِكَافِرِينَ
(89) Adı geçenler, kendilerine kitap, hikmet ve nebilik verdiğimiz kimselerdir. Eğer şu insanlar bütün bunları görmezlik ederlerse, biz onları, görmezlik etmeyecek bir topluluğun korumasına bırakırız. 
أُولَٰئِكَ الَّذِينَ هَدَى اللَّهُ ۖ فَبِهُدَاهُمُ اقْتَدِهْ ۗ قُلْ لَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ أَجْرًا ۖ إِنْ هُوَ إِلَّا ذِكْرَىٰ لِلْعَالَمِينَ
(90) Bunlar, Allah’ın yola gelmiş saydığı kimselerdir; sen de onların yoluna gir. De ki “Ben Kur’ân’ı tebliğe karşılık sizden bir karşılık beklemiyorum. O, herkes için sadece bir öğüt ve doğru bilgidir, o kadar.” 
Bu ve benzeri ayetler çerçevesinde ilk Nebî’den son Nebî’ye kadar gönderilen dinin değişmediği ama her Resüle gönderilen şeriatın -yani uyulması gereken kuralların, kaçınılması gereken haramların- değişebileceği anlaşılmaktadır. Bundan yola çıkarak Mukaddes bölgelerin de farklılık gösterebileceği gündeme getirilmektedir.
Bu yaklaşımda ihmal edilen husus; Şeriatler arasında bir değişme oluyorsa bunun mutlaka açıklanmış olması gereğidir. Yüce Kur’an’da bunun çok sayıda örneği vardır.
Bakara 2/183
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
Ey inanıp güvenenler! Oruç, sizden öncekilere yazıldığı şekliyle size de yazıldı ki kendinizi koruyasınız. 
Bu ayette oruç tutmanın Kur’an’dan önce de farz kılındığı anlaşılmaktadır. Bu ayetten sona sayılan kurallar önceki ümmetlerde belirtilen kurallarda aynıdır.
Bakara 2/187
أُحِلَّ لَكُمْ لَيْلَةَ الصِّيَامِ الرَّفَثُ إِلَىٰ نِسَائِكُمْ ۚ هُنَّ لِبَاسٌ لَكُمْ وَأَنْتُمْ لِبَاسٌ لَهُنَّ ۗ عَلِمَ اللَّهُ أَنَّكُمْ كُنْتُمْ تَخْتَانُونَ أَنْفُسَكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ وَعَفَا عَنْكُمْ ۖ فَالْآنَ بَاشِرُوهُنَّ وَابْتَغُوا مَا كَتَبَ اللَّهُ لَكُمْ ۚ وَكُلُوا وَاشْرَبُوا حَتَّىٰ يَتَبَيَّنَ لَكُمُ الْخَيْطُ الْأَبْيَضُ مِنَ الْخَيْطِ الْأَسْوَدِ مِنَ الْفَجْرِ ۖ ثُمَّ أَتِمُّوا الصِّيَامَ إِلَى اللَّيْلِ ۚ وَلَا تُبَاشِرُوهُنَّ وَأَنْتُمْ عَاكِفُونَ فِي الْمَسَاجِدِ ۗ تِلْكَ حُدُودُ اللَّهِ فَلَا تَقْرَبُوهَا ۗ كَذَٰلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ آيَاتِهِ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ
Oruç gecelerinde kadınlarınızla cinsel içerikli konuşmalar yapmak size helal kılındı. Onlar sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbisesiniz. Allah kendinize ihanet ettiğinizi bildi de yüzünüze baktı ve sizi affetti. Artık onlarla birleşebilirsiniz. Allah’ın sizin için yazacağını (çocuk sahibi olmayı) isteyin. Fecrin olduğu tarafta, ak çizgi kara çizgiden size göre tam seçilinceye kadar yiyin, için; sonra orucu geceye kadar tamamlayın. Mescitlerde itikâf halinde iken kadınlarınızla birleşmeyin. Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır, onlara yaklaşmayın. Allah âyetlerini insanlara böyle açıklar ki kendilerini korusunlar. 
Bu ayet ise önceki ümmetlere farz kılınan oruç ile son vahiy Kur’an’da belirtilen oruç arasındaki değişikliği belirtmektedir. Oruç gecelerinde kadınlarınızla cinsel içerikli konuşmalar yapmak size helal kılındı. İşte bu önceki şeriat ile sonraki şeriat arasındaki değişikliktir.
İsa (as) İsrailoğullarına gönderilmiş İsrailoğlu olan bir Resüldür. O geliş amacını ve önceki şeriatle kendisine bildirilen şeriat arasındaki değişikliği bildiriyor.
Al-i İmran 3/49-50
وَرَسُولًا إِلَىٰ بَنِي إِسْرَائِيلَ أَنِّي قَدْ جِئْتُكُمْ بِآيَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ ۖ أَنِّي أَخْلُقُ لَكُمْ مِنَ الطِّينِ كَهَيْئَةِ الطَّيْرِ فَأَنْفُخُ فِيهِ فَيَكُونُ طَيْرًا بِإِذْنِ اللَّهِ ۖ وَأُبْرِئُ الْأَكْمَهَ وَالْأَبْرَصَ وَأُحْيِي الْمَوْتَىٰ بِإِذْنِ اللَّهِ ۖ وَأُنَبِّئُكُمْ بِمَا تَأْكُلُونَ وَمَا تَدَّخِرُونَ فِي بُيُوتِكُمْ ۚ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَةً لَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ
(49) İsa, İsrailoğullarına elçi olarak geldiğinde (şöyle dedi:) “Size, Sahibinizin belgesi ile geldim. Sizin için çamurdan kuş heykeli yaratır, ona üflerim de Allah’ın izni ile kuş olur. Doğuştan kör olan ve alaca hastalığına tutulmuş olanı iyileştiririm. Allah’ın izni ile ölüleri diriltirim. Evlerinizde neler yediğinizi ve neleri biriktirdiğinizi size bildiririm. Eğer Allah’a güvenen kimselerseniz bunlar gerçekten, sizin için birer belgedir. 
وَمُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيَّ مِنَ التَّوْرَاةِ وَلِأُحِلَّ لَكُمْ بَعْضَ الَّذِي حُرِّمَ عَلَيْكُمْ ۚ وَجِئْتُكُمْ بِآيَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ
(50) “Önümdeki Tevrat’ı onaylamak ve size haram kılınmış bazı şeyleri helâl kılmak için geldim. Size, Sahibinizin belgesi ile geldim. Artık Allah’tan çekinin de sözümü dinleyin. 
İsa (as)’da önceki şeriat ile kendisine gönderilen şeriat arasındaki değişiklikleri bildiriyor. Böyle yapmazsa hem meşruiyeti hem de kendisinden önceki Resüllere inananların kendisine inanma zorunluluğu ortadan kalkar.
Nisa 4/160
فَبِظُلْمٍ مِنَ الَّذِينَ هَادُوا حَرَّمْنَا عَلَيْهِمْ طَيِّبَاتٍ أُحِلَّتْ لَهُمْ وَبِصَدِّهِمْ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ كَثِيرًا
Yahudilerin yanlış tutum ve davranışları sebebiyle onlara helal kılınmış temiz şeyleri haram kıldık. Çünkü onlar, birçok kimseyi Allah yolundan engellerler. 
Bu ayet zaman içinde haramların kapsamının genişleyebileceğini söylemektedir. Yani öncesi ile sonrası arasında hangi değişiklikler olduğu bildirilmektedir.
Enam 6/146
وَعَلَى الَّذِينَ هَادُوا حَرَّمْنَا كُلَّ ذِي ظُفُرٍ ۖ وَمِنَ الْبَقَرِ وَالْغَنَمِ حَرَّمْنَا عَلَيْهِمْ شُحُومَهُمَا إِلَّا مَا حَمَلَتْ ظُهُورُهُمَا أَوِ الْحَوَايَا أَوْ مَا اخْتَلَطَ بِعَظْمٍ ۚ ذَٰلِكَ جَزَيْنَاهُمْ بِبَغْيِهِمْ ۖ وَإِنَّا لَصَادِقُونَ
Yahudilere bütün tırnaklıları haram kıldık. Sığır ve koyunların sırtlarına ve bağırsaklarına yapışık olanlarla kemiklerine karışanlar dışında kalan iç yağlarını da haram kıldık. Bu, azgınlıklarına karşılık onlara verdiğimiz cezadır. Biz doğruyu söyleriz. 
Bu ayette de önceki şeriat ile sonraki şeriat arasındaki fark bildirilmektedir. Bunun gibi Yüce Kur’an’da daha onlarca örnek vardır. Anlatılmak istenen; önceki şeriat ile sonraki şeriat arasında bir farklılık olursa mutlaka bunun bildirilmiş olmasıdır.
Yüce Kur’an’da Kabe’nin kutsal kılınmasının çok eskilere dayandığı açıkça bellidir.
Al-i İmran 3/96-97
إِنَّ أَوَّلَ بَيْتٍ وُضِعَ لِلنَّاسِ لَلَّذِي بِبَكَّةَ مُبَارَكًا وَهُدًى لِلْعَالَمِينَ
(96) İnsanlar için kurulan ilk ev, Bekke’de olandır. Bereketli ve herkese doğru yönü (kıbleyi) göstersin diye kurulmuştur. 
فِيهِ آيَاتٌ بَيِّنَاتٌ مَقَامُ إِبْرَاهِيمَ ۖ وَمَنْ دَخَلَهُ كَانَ آمِنًا ۗ وَلِلَّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ إِلَيْهِ سَبِيلًا ۚ وَمَنْ كَفَرَ فَإِنَّ اللَّهَ غَنِيٌّ عَنِ الْعَالَمِينَ
(97) Orada apaçık göstergeler (ayetler), İbrahim’in (ibadet için) durduğu yerler vardır. Oraya kim girerse güvende olur. Bir yolunu bulup gidebilenlerin o Beyt’te, Ka’be’de hac yapması, Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır. Kim bunu göz ardı ederse bilsin ki Allah’ın kimseye ihtiyacı olmaz. Bunu göz ardı edenler bilsinler ki Allah’ın kimseye ihtiyacı yoktur. 
Müfessirlerimize göre bu ayetler, İbrahim (as)’den İsa (as)’ya kadar İsrailoğulları’na gönderilmiş Resulleri sanki hiç bağlamamaktadır. Yüce Kur’an’da Kabe’nin kutsallığının İsrailoğulları üzerinden kaldırıldığına dair tek bir ayet yoktur. Sadece bu durum; Mukaddes topraklar kelimesi İsrailoğulları bağlamında geçtiğinde, Kabe’den başka bir yerin anlaşılamayacağını göstermeye yeterlidir.
Yüce Kur’an’da İsrailoğulları üzerinden, Hac yapmalarının farziyetinin kaldırıldığına dair de herhangi bir bilgi yoktur. Ki Musa (as) Resül olduğu halde buna duyarsız kalsın!
Aynı müfessirler Va’d edilmiş toprakların Yüce Allah tarafından İbrahim (as)’e verildiğini, Musa (as) ve İsrailoğulları onun soyundan oldukları için doğal mirasçısı olduklarını söylemektedirler.
Farzedelim ki Va’d edilmiş mukaddes topraklar Kabe değil de başka bir yer olsun! İsrailoğulları İbrahim (as) soyundan geldikleri için bu toprakların doğal mirasçısı kabul ediliyor da neden Kabe konusunda mirascı görülmüyorlar. 
Kaldı ki Va’d edilmiş toprakların Yahudilerin belirttiği ve bizim müfessirlerimizin de tasdik ettiği Harran, Şam, Ürdün, Fırat nehri arasında kalan bölge olduğuna dair hiçbir delil de söz konusu değildir. 
Oysa Kabe’yi Hz. İbrahim’in yaptığına, Hac için insanlara çağrıda bulunduğuna dair inkârı mümkün olamayacak deliller vardır. 
İnsanlık Nuh tufanında kaybolan Kabe’sine İbrahim (as) vesilesiyle kavuşmuştur. 
Unutulmuş Hac ibadetini İbrahim (as)’a gönderilen vahiy aracılığıyla öğrenmiştir. 
Madem İsrailoğulları, İbrahim (as)’ın doğal mirasçılarıdır neden bu mirasa sahip çıkmazlar! 
Neden bizim müfessirlerimiz bunu hiç sorgulamazlar!..
Aslında bu açıklamalar dahi, Yüce Kur’an’da geçen ve Va’d edilen kutsal toprakların; Adem (as)’dan  bu yana tek din olan İslamı insanlar arasında yüceltecek olanlar için merkez olan belirlenip kutsal kılınan Kabe ve civarı ile başlayan ve tüm yeryüzünü kapsayan bir alan olduğunun anlaşılmasında yeterlidir. Buna rağmen mesele daha da derinleştirilerek, Yüce Kur’an’da anlatılan İsrailoğulları kıssasından hareketle üstü kapalı kalmış noktalara Allah’ın izniyle tek tek temas edilecektir.
Ramazan DEMİR
[1] Bkz; Mukaddes Tuva Vadisi – http://www.tuvavadisi.org/mukaddes-tuva-vadisi/

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...