Varoluşumuzun Kökenlerine Düşünsel Yolculuk
"Benim manevi mirasım ilim ve akıldır."
Çocukluğumuzda, yıllar önce henüz kamuoyu üzerinde dinin hipnoz etkisi bu denli etkin değilken, bize dini telkinlerde bulunmak isteyen bazı büyüklerimizin, öğretmenlerimizin “bizim dinimiz akıl dini” dediklerini hatırlıyorum. Atatürk’ün akıl konusuna dikkat çeken, vurgu yapan nice sözü de var. Felsefenin de merkezinde, varoluşa dair tartışmalar arasında, gene akıl kavramı ve tartışmaları yer alıyor.
Peki din demek, dogma demek değil mi? Bize böyle öğretmediler mi? Din ile akıl bağdaşır mı? Bu sorunun yanıtını vermeden önce de mutlaka, ama mutlaka sormak zorunda olduğumuz soru gene aynı: Sözünü ettiğiniz, hangi din? Büyüklerimiz “akıl dini” terimini kullanmışlarsa, demek ki dinler en azından iki gruba ayrılıyor: Akıl dini olan ve akıl dini olmayanlar. Öyle mi; bu yaklaşım sizce doğru mu? Eğer “akıl dini” terimi gerçeği yansıtıyor ise, vaktiyle toplumsal hafızamızda yer bulmuş bir gerçeği nasıl oldu da sonradan unutmayı becerebildik? İslam’ın kitabını açıp bakıyoruz, bir takım ayetlerden oluşuyor. Eğer İslam akıl dini ise, akıl kavramı ve olgusu, dinin temelinini oluşturan bir takım ayetlerde açık seçik görülebilmeli; hatta dinin ilk ayeti olmalı. İslam’ın kitabınında akıl kavramına atıf yapan ve onu en yüksek bir yerlere koyan nice ayetler var. “İlk ayet” deyince hepimizin aklına ilk gelen, Kuran’ın oku veya çağır anlamına gelen ikra terimi ile başlayan, Alak suresinin ilk ayetidir, öyle değil mi? Ayet deyince nedense aklımıza hemen Kuran ayetleri geliyor.
Peki din demek, dogma demek değil mi? Bize böyle öğretmediler mi? Din ile akıl bağdaşır mı? Bu sorunun yanıtını vermeden önce de mutlaka, ama mutlaka sormak zorunda olduğumuz soru gene aynı: Sözünü ettiğiniz, hangi din? Büyüklerimiz “akıl dini” terimini kullanmışlarsa, demek ki dinler en azından iki gruba ayrılıyor: Akıl dini olan ve akıl dini olmayanlar. Öyle mi; bu yaklaşım sizce doğru mu? Eğer “akıl dini” terimi gerçeği yansıtıyor ise, vaktiyle toplumsal hafızamızda yer bulmuş bir gerçeği nasıl oldu da sonradan unutmayı becerebildik? İslam’ın kitabını açıp bakıyoruz, bir takım ayetlerden oluşuyor. Eğer İslam akıl dini ise, akıl kavramı ve olgusu, dinin temelinini oluşturan bir takım ayetlerde açık seçik görülebilmeli; hatta dinin ilk ayeti olmalı. İslam’ın kitabınında akıl kavramına atıf yapan ve onu en yüksek bir yerlere koyan nice ayetler var. “İlk ayet” deyince hepimizin aklına ilk gelen, Kuran’ın oku veya çağır anlamına gelen ikra terimi ile başlayan, Alak suresinin ilk ayetidir, öyle değil mi? Ayet deyince nedense aklımıza hemen Kuran ayetleri geliyor.
Oysa Kuran’da, Allah’ın tüm “iş”leri birer ayet, birer mucize olarak tanımlanır, bu nedenle “ayet” deyince sadece Kuran ayetlerini düşünmemeliyiz. “Ayet”in bir anlamı da “mucize”. Genellikle doğa-dışı güçlerce oluşturulduğuna inanılan, doğa-üstü olarak tanımlayabileceğimiz, beş duyumuz ile algılanamayan veya anlaşılamayan olaylara mucize diyoruz; örneğin İncil’de İsa Peygamberin gerçekleştirdiği şifa ve bereket mucizeleri veya Musa Peygamberin, Firavunun sihirbazları önünde gerçekleştirdikleri illüzyon mucizeleri gibi.
Ancak Kuran’a göre her biri ayet olarak tanımlanan Allah’ın tüm bu işleri, “Allah’ın iş görme tarzı” olarak tanımlayabileceğimiz, “Sünnetullah” denen kurallara göre gerçekleşir ki, bunların başında doğa yasaları ve ahlak yasaları gelir.
Dolayısıyla, o bildik “mucize” türü olgular aslında “yoktur” diyebiliriz; veya mucize dediğimiz işlerin de öyle doğa üstü, doğa dışı olmayan, nedensellik çerçevesinin dışına çıkamayan olağan ve doğal süreçler ve işler olduğunu görüyoruz ki, akılcı ve bilimsel yaklaşım da zaten bunu gerektirir.
Bu bağlamda, Allah’ın bizlere indirdiği “ilk ayet” deyince, sadece “ikra” ile başlayan ayet değil, insanın varoluşuna ilişkin olan Allah’ın diğer ayetleri de akla gelebilir; mucize meraklıları için, mucizeler işte bunlardır.
Örneğin -yaklaşık- 15 milyar yıl önce evrenin “ol!” emriyle, büyük patlama ile yaratılması; veya dünyamızın yaklaşık 5 milyar yıl önce güneşten koparak yörüngesinde yüzmeye ve yavaş yavaş soğumaya başlaması; veya dünyamızda ilk tek hücreli yaşamın yaratılışı ile evrim sürecinin başlaması; veya yaklaşık iki milyon yıl önce, insansı türün yaratılışı, gibi insanlığın bugününe varan oluşum ve gelişim sürecindeki önemli kilometre taşları olarak, Allah’ın yaratma sürecinin birer parçası ve aşaması olarak, evrene, gezegenimize, dünyamızdaki doğal yaşama yönelik “ol” ayetleridir ve her biri de birer “ilk ayet” olarak kabul edilebilir.
Nasreddin hocaya dünyanın merkezini sorduklarında verdiği cevabı bilirsiniz; değneğini yere vurmuş ve “işte burası” demiş. Öyle ya, inanmazsan kendin ölçer bakarsın!
Yüzyıllar öncesinin zeki hocası, bu cevabıyla temel bir gerçeği vurgulamış: Herkesin dünyaya bulunduğu yerden, kendi konumundan ve açısından baktığını ifade etmiş.
Peki, evrene, dünyaya, doğaya, tarihe, toplumlara, kendi penceremizden baktığımızda, kendi bakış açımızdan gördüğümüz ilk ayet ne olabilir? Herkes için, “bana özel” diye niteleyebileceği ilk ayet, Allah’ın doğrudan insana indirdiği “ilk” mucizesinden söz edeceksek, bu tanıma en uygun olan ayet, kanımca “akıl” olmalı.
Aklımızla, düşünür ve sorgularız; aklımızla gerçeğe ulaşırız; aklımızla yaratırız.
Kuran’daki “Tanrı insanı kendisine yardımcı seçti” ifadesini de en iyi açıklayan, gene bu “akıl” ve “yaratıcılık” özelliğimiz değil midir? “Oku” ayeti ile başlayan 6236 ayetin, Alemlerin Rabbinden gelen söz mü, yoksa bir beşerin sözü mü olduğunu, veya kitapçıdan aldığımız bir Kuran mealinin dürüst, ehil, nitelikli bir müminin çevirisi mi, yoksa kendi fikirlerini Kuran’a onaylatmak isteyen bir müşrikin taraflı yorumları mı olduğunu belirleyebilecek ve doğrulayabilecek olan da aklımız, -yani herkesin kendi aklı!- değil midir.
Aklımızı kullanarak sorgulama ve doğrulama yapmaksızın, sadece “inandık” diyerek inanacaksak, ne kıymeti olur ki? Adeta bir hizibin veya bir takımın taraftarı olmak türünden, “abilerimiz, büyüklerimiz neye inanıyorsa ben de ona inandım” diyen taraftarca, partizanca, kişiliksiz bir aidiyet ile, onun tam zıddı olan “bilinçli bir mümin olmak” nasıl kıyaslanabilir ki?
Bilgiye dayanan inanç, yani “ilim” ile bilgisizce inanç, “kör inanç”, hurafe nasıl yan yana gelebilir ki?
Görüyoruz ki, insan olmanın ayırdedici özelliği akıldır.
İnsanı dört ayaklı mahlukattan ayırdığı gibi, diğer iki ayaklı mahlukattan da ayırır. Akıl bir madde olmadığı için, kullanılmaksızın bir cevher olarak sahip olunması yani “sadece var olması” bir değer taşımaz, önemli olan işletilmesidir. İnsanı insan yapan, Yaşar Nuri hocanın deyimiyle “işletilen akıl” olmaktadır. Ama en az işletilmesi kadar önemli olan husus ise, aklın “kimin için” işletildiği, yani kimin kullanımında veya hizmetinde olduğudur.
Sonuç olarak, “akıl” ayetini, Kuran’daki birinci ayet olan “oku” ayetinden de önce, herbirimize inen ilk ayet (deyim yerindeyse “sıfırıncı ayet”) olarak kabul edebiliriz. Böyle muhteşem bir ayet dururken, başka mucize aramaya gerek var mı?
Aklını kullanmamak demek, bu açıdan bakarsak, aslında Allah’ın en önemli ayetlerinden birini ihlal etmek, yani Allah’a isyan etmek demektir; Allah’ın dinini, hem de daha ilk ayetinden başlayarak inkar etmek demektir;
Allah’ın en değerli nimetlerinden birine, insanı insan yapan nimete nankörlük etmek demektir.
Akıl deyince, ne şeytana atfedilen kurnazca bir yetenek ne de robotlardaki, akıllı cihazlardaki gibi yapay akıl kastedilmiyor. Şeytanda gerçekten akıl olsaydı zaten Allah’a isyan etmezdi. Akıl deyince, egonun emrine girmeyen, Allah’ın kuluna yaraşır biçimde, insanca kullanılan aklı, Yaratılışın amaçlarına, Allah’ın iradesine, yasalarına, ahlakına uygun ve uyumlu biçimde kullanılan aklı, yaratıcı, sorgulayıcı, tasarımcı özellikteki aklı, kastediyoruz.
Akıl, insanı tüm diğer canlılardan süzüp ayırmakla kalmaz, beşeri dinler yani “kula kulluk” dinleri ile ilahi dini yani “sadece Allah’a kulluk” dinini de ayırdedebilen turnusol kağıdı işlevi de görür.
Akıl, insanı tüm diğer canlılardan süzüp ayırmakla kalmaz, beşeri dinler yani “kula kulluk” dinleri ile ilahi dini yani “sadece Allah’a kulluk” dinini de ayırdedebilen turnusol kağıdı işlevi de görür.
Aklını, Yaratıcının kurallarına, iradesine, ahlakına değil de başkalarının hizmetine sunmak ise, gene Yaşar Nuri hocanın deyimiyle “aklının tapusu kendisinde olduğu halde intifa hakkını başkasına devretmek” anlamına gelir ki, bunun sonu “kula kulluk”tan başka bir şey değildir.
“Sadece Allah’a kulluk” demek ise, aslında “hiç kimseye ve hiçbir şeye kul olmamak” demektir; yaygın deyişle, “kula kul” olmamak, yani onurlu ve özgür bir insan olmak demektir.
Açıkça görülüyor ki, akıl, din, özgürlük ve insanlık gibi kavramlar arasında, varoluşumuza ve yaradılışımıza ilişkin, ilahi, yapısal bir bağ söz konusu.
Elinizdeki eser, Allah’ın onurlu ve özgür kullarına adanmıştır.