YARADANI TANI
Bazı dinsel metinlerde, baştan aşağı şirk kokan
“Tanrı insanı kendi suretinde yarattı” ifadesi geçer ya,
aslında bunun tam tersi doğrudur, yani asıl insanlardır, tanrılarını kendi suretlerinde yaratanlar.
Tarihsel çağlarda da, tarih öncesinde de, insanların tanrı’yı her zaman “kendi suretlerinde” betimlemiş oldukları gerçeği, müzelerde sergilenen heykel ve kabartmalara bakıldığında açıkça görülebilir. Belki de en eski heykelciklerden biri olan, Neolitik döneme ait Çatalhötük buluntusu Ana Tanrıça heykelciği, bu konuda verebileceğimiz en güzel örnektir.
Anaerkil dönemin tanrısı da kadın suretinde, “ana” suretinde betimlenmiş. Ortada Ana Tanrıça, doğurganlık göstergesi olarak kalçaları ve göğüsleri abartılı halde betimlenmiş, olgun bir kadın görünümünde, başında bir taç ile tahtında oturur vaziyette, her iki yanında da, güç ve egemenlik sembolü olarak leopara benzeyen iki vahşi hayvan.
Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde görebileceğiniz, binlerce yıl öncesine ait ve çok bilinen bu eserin resmini Müze Rehberi’nde veya bir yayında görmüş ve hatırlıyor olabilirsiniz. İnsanların, geçmiş medeniyetlere ilişkin bilgi ve görgüsünü artırmak amaçlı bu tür kültürel faaliyetlerin Kuran tarafından özellikle önerilen, teşvik edilen faaliyetler olduğunu da, bir kez daha belirtmeden geçmeyelim.
Anadolu, Mezopotamya, Mısır ve Akdeniz havzasındaki tüm uygarlıklarda, bakırtaş, tunç ve demir çağlarında da, daha sonraki Pers, Helen ve Roma dönemlerinde de aynı anlayış doğrultusunda, tanrı, tanrıça ve kutsal yaratıklara ilişkin ikon, kabartma ve heykellerinin insan ve hayvan suretlerinde, kimi zaman da insan ve hayvan parçalarından oluşan karma mitolojik karakterler halinde betimlendiğini görüyoruz. Hatta, bazan soyut kavramların bile, kişileştirilerek gene insan suretinde betimlenerek heykel ve kabartmalara işlendiği de bir gerçek.
“Semavi” Hristiyanlığın devlet dini olduğu Bizans’ta da, aynen günümüzde kiliselerde gördüğümüz gibi, İsa ve Meryem Ana’ya ilişkin tasvirler içeren ikon, mozaik, fresk ve heykeller bile, -Hristiyanlığın Teslis (üçleme) inancını dikkate alırsak- aynı bağlamda değerlendirilebilir. Yakınımızdaki bir örnek olarak Ayasofya’da, ortada mor giysiler içinde İsa, altın ve mücevher işlemeli tahtta otururken her iki yanında Bizans imparator ve imparatoriçesi’nin bulunduğu mozaikleri görmediyseniz, fırsat bulduğunuzda görmenizi öneririm. Günlük yaşamda ise mor giysi sadece imparator ve imparatoriçeye özgü bir statü sembolüydü.
Bizans dönemindeki tasvirler 9000 yıl öncesinin Ana tanrıça heykelciğine ne kadar da benzer motifler içeriyor?
Hani “semavi” din diyorlar, ama üslup aynı!
Ne kadar ilginç, değil mi?
Kültürel, dinsel, toplumsal yaşamdaki değişimleri izlerken tanık olduklarımız, onca politik ve sosyolojik kesintiye direnen kültürdeki bir tür sürekliliğini de yansıtmıyor mu?
Üzerinden çağlar gelip geçiyor, doğudan veya batıdan gelen ordular Anadolu’nun üzerinden defalarca geçiyor, onca medeniyetler ve dinler değişiyor ama ilginçtir ki, aynı kültürel doku, binlerce yıl sonra gene karşınıza çıkabiliyor.
Yoksa sizce de, pek o kadar şaşırtıcı değil mi?
En yakınlarımızda, sözünü etmeden geçemeyeceğimiz ilginç bir örnek daha var: kötülüğü uzak tuttuğu varsayılan ve günümüzde, 21. yüzyılın başlarında bile geniş kitlelerin medet umduğu bir şirk geleneği olarak muska ve nazar boncuğu. Bu konuda kitaplar yazılmış, Orta Asya’dan Afrika’ya kadar geniş bir alana yayılan nazar boncuğu geleneğinin folklorik temellerine dair araştırmalar yapılmış.
Nazar inancının tarihsel süreçte önümüze çıkan kökenlerinden biri de antik helen mitolojisinden bir dişil karakter olan Medusa. Gözleri ateş koru, saçları yılanlarla bezeli bu hanımefendi, kendisiyle gözgöze gelenlerin taş kesildiği denli korkunç bir görünüme sahipmiş.
“Tapınağa kötü niyetliler yaklaşmasın, girmeye kalkarsa da taş kesilsin, giremesin; aksi halde tanrılar kızar” şeklinde bir kör inanç temelinde, tapınakların çatı alınlığına veya giriş tarafındaki sütunlara medusa kabartması yerleştirmek antik dönemde adeta bir endüstri standardı olmuş. Pagan simgesi ya; hristiyan Bizans’ın, bu sembolü aşağılamak için mi, yoksa gözlerden uzak tutmak amacıyla mı, nedense, sadece sarnıçta yüzen balıklarının görebileceği bir yerde, yerebatan sarnıcın içinde, sütun altlarında destek olarak kullandığını, görenler hatırlayacaktır.
Üzerinden binlerce yıllık pagan dönem, artı, bin küsür yıllık Hristiyan Bizans dönemi, ardından bin yıllık İslam dönemi gelmiş geçmiş, Medusa’nın gözü bu zaman zarfında stilize olmuş ve nazar boncuğuna dönüşmüş, ama inanç bağlamında işlevi ve anlamı, zerrece değişmeden bugüne dek ulaşmış.
İslama ve tevhid ilkesine aykırı olduğu gün gibi aşikar olan bir gelenek, en koyu dinciler arasında bile yaygın biçimde varlığını sürdürebiliyor; dilleriyle “Allah’a emanet” diyenlerin çocukları, yakınları, evleri, dükkanları, arabaları bugün bile nazar boncuğuna veya muskalara emanet olmaya devam ediyor.
Burada söz konusu olan masum ve basit bir süs eşyası değildir; ister renkli bir cam parçası, isterse Allah’ın adının veya ayetinin yazılı olduğu bir kağıt veya cisim olsun, hatta isterse Kitap’ın bizzat kendisi olsun, eğer bir “cisim”den medet umuluyorsa, kazayı, belayı, kötülüğü uzak tutacağına inanılıyorsa, o bir put değil de nedir; ondan medet uman inanç ise müşriklik veya putperestlik değil de nedir?
İncelediğimiz her dinde karşımıza çıkan, Tanrı’ya şekil biçme, Tanrı’yı cisimleştirme, zamana mekana sığmayan, kalıba, şekile girmeyen Yaradana, Alemlerin Rabbi’ne yer, yön, şekil, cinsiyet, vs biçme hastalığı, “müslüman dünya”ya da ne yazık ki bulaşmış. Aslında geleneksel “İslam” bu sorunu kökten halletmek amacıyla, “suret yasak” diyerek, bu hastalığa son vermek isterken ne yazık ki abartmış ve işin ucu sanat düşmanlığına kadar uzanmış ama gene de sorunu çözememiş.
Yaradana yer ve yön biçme alışkanlıklarının İslam kültüründeki örneklerine bakalım.
Örneğin daha çocukluğumzda öğretildiği şekliyle “Allah Baba”ya dua ederken yüzümüzü göğe çevirmek veya elleri göğe açmak gibi davranışların kökeni nedir? Gök deyince, hani İsa peygamberin “Göklerin egemenliği yakındır” derken söz ettiği gökler, veya Kuran’da anlatılan hani o yedi kat halinde düzenlenmiş gök değil, baktığımızda gördüğümüz o masmavi göğü kastediyoruz. Gökyüzüne yönelişin nedenini antropolojik açıdan araştırdığımızda, pagan dönemdeki fırtına tanrısına yönelik yağmur duası ritüeli ile karşılaşırız. Düşünün, aylarca kuraklık çekmiş, su rezervleri tükenmiş bir topluluğun, günlerce belki haftalarca yağmur duasına çıkmasının ardından, fırtına bulutları toplanıyor ve susuzluktan kavrulmuş insanlar, gökten düşen ilk damlaları avuçlarına alarak yüzlerini ıslatıyor. Böylece ıslak ellerini yüzlerine sürerek, kendilerine yağmur veren fırtına tanrısına, beden diliyle, eylemsel bir tür teşekkür ifadesi sergiliyorlar. Tanıdık geldi, değil mi?
Gene Ankara’da Anadolu Medeniyetleri Müzesinde, Hitit dönemine ait, aynen bugünkü müslümanlar gibi, veya ikonlardaki Meryem Ana gibi, dua ederken ellerini açan bir insan kabartmasını görebilirsiniz.
Secde de bir tür yön biçme olarak değerlendirilebilir; bir kralın tahtının önünde, bir tapınaktaki tanrı veya tanrıça heykelinin önünde teslimiyet ifade eden bir bedensel harekettir. Secdeyi, Ortadoğu’da Roma döneminde “Mitra” olarak anılan güneş tanrısına özgü ritüellerle de ilişkilendirmek mümkündür.
Bilim adamlarının dinsel ritüeller hakkında, arkeoloji, antropoloji dallarında bugüne dek yaptıkları ve gelecekte yapacakları çalışmalar, din, kültür, mitoloji gibi alanlardaki araştırma ve incelemeler bize, dinsel motiflerin, ritüellerin, tanrı fikrinin, kutsal metinlerin insanlık tarihi boyunca nasıl geliştiğine ilişkin çok değerli bilgiler sunması bakımından önemsenmelidir. Bu tipik olarak biraz entel biraz da fuzuli bir akademik faaliyet olarak görülmemelidir; Kuran’da yer alan “yeryüzünde geziniz, eski uygarlıklara neler olduğunu öğreniniz” yolundaki öneri çerçevesinde, geçmişi ve bugünü anlamaya yönelik bir bilimsel faaliyet, yani İslami anlamda bir tür ibadet olarak görülmelidir.
İnsanlık tarihi boyunca, bir toplumsal değer olarak tanrı fikrinin gelişimi bir yana, İslam insanlığa bambaşka bir Tanrı tanıtır. Şekil biçmeyin der; çünkü Tanrı’yı gözümüzde canlandırmamız mümkün değildir; varlığımızın yeti ve sınırları buna elvermez; topu topu 3+1 boyutlu dünyamızda, 4 boyutlu bir şekli dahi gözümüzde canlandıramazken, boyutun üstüne bir de 7 kat gök ekleyip, 11 boyutlu uzay geometrisini düşünmeye veya hayalinizde canlandırmaya çalışmak boşuna bir çabadır.
Yön de biçmeyin der; her yön Allah’ındır der, ama ibadet ederken “kıble”ye dönün der. İnsanlığı bir amaç doğrultusunda biraraya getirmeyi çağrıştıran, sembolik bir yön gibi durur. Ancak, namaz kılarken döndüğümüz yönün adının, Ana tanrıça’nın adını (Kibele / Sibel) çağrıştırması sizce de ilginç değil mi?
Yer de biçmeyin der; O her yerdedir der, öyle ki boşluğun her noktası, varlığın her zerresi onunla doludur, o kadar ki bize kendi içimizden, içimizdeki şah damarımızdan da yakındır.
Tanrıya ilişkin Kuran’da yer alan tasvirler bir araya geldiğinde, nasıl bir resim çizer; nasıl bir varlığı tanımlar; hiç düşündünüz mü?
Evrensel Enerji’yi tanımlar adeta, doğru mu?
Enerji zaten madde ile aynı şeydir ve madde, zamanı ile mekanı ile kendi uzay geometrisini yaratır; varlığın maddi ve manevi diye nitelediğimiz türlü çeşitli özelliklerini de yaratır.
Evrendeki herşey O’dur.
Tevhid ilkesi, zaten bu değil midir?
Kuran’da tanımlanan Tanrı, eski çağların tanrı kavramlarına ne kadar da uzak, değil mi? Çömlekçi çarkının başına geçip çamurdan insan yaratan “tanrı” başka, Alemlerin Rabbi bambaşka; aynı cümle içinde hani böyle yanyana getirmek bile insanın tüylerini ürpertiyor.
İslam’ın yani Kuran’ın tanıttığı Tanrı, yani Allah deyince, insanların inandığı ve onların inançlarında yaşayan bir “tanrı” değil; yani insanların yaratmış olduğu “tanrılardan bir tanrı” değil; insanlar inansa da inanmasa da “Tanrı” olan bir Tanrı’dan söz ediyoruz.
Yani o bizim ilahlaştırdığımız, biz inandığımız için ve/veya biz inandığımız zaman ilah olan, biz tapındığımız için Tanrı olan bir kavram veya nesne değil.
İslam dininin Tanrı’sı, biz ona inansak da inanmasak da Evrenin Yegane Gerçeği ve Yaratıcısı olan, zamanıyla, mekanıyla, enerjisiyle, iradesiyle, sevgisiyle, bilgisiyle, amaçlarıyla, ahlakıyla, yönetimiyle, adaletiyle, her şeyiyle evrenleri kuşatan, Alemlerin Rabbi olan Tanrıdır.
Yani söz konusu olan aslında, ismiyle de cismiyle de “nesnel gerçek”tir.
Bize ilişkin, öznel veya sanal bir kavramdan değil; bizim bilgimizden, inancımızdan, irademizden bağımsız bir nesnel gerçek olan bir varlıktan söz ediyoruz.
Evrenin ilk ve son ve tek ve herşeyi kapsayan gerçeği!
İnsanın yarattığı “tanrılardan bir tanrı” değil; ilahlardan bir ilah değil, “el-ilah” olan; veya “a god” değil “the God” olan “Tek Tanrı”dan söz ediyoruz.
Makrokozmozdan mikrokozmoza değin tüm enerji seviyelerindeki tüm varlıkları; duyularımızla algıladığımız ve algılamadığımız, görüp bildiğimiz, bilmediğimiz herşeyi yaratan ve “sonsuz” rahmetiyle kuşatan, canlı ve cansız tüm varlıkların enerji kaynağı, ezeli ve ebedi varlık ve yaşam kaynağı olan “Bütün Alemlerin Rabbi”.
Gözünüze hızla yaklaşmakta olan foton parçacığının da Rabbi, olasılık dalgalarının da; protonun içindeki quarkın da, hücrenin de, kuşun da, insanın da, madendeki kömür tozunun da, gökten inen suyun da, güneşten kopan alevden gaz bulutlarının da, samanyolunun da, tüm kainatın da, big bang öncesindeki enerji birikiminin de, kıyamet sonrasının ve din gününün de Rabbi; bizim makrokozmoz veya mikrokozmoz olarak tanımladıklarımızla sınırlı değil, dört boyutlu uzay zaman ile de sınırlı değil, görüp görmediğiniz herşeyin, her tür enerji formunun Rabbi. Düşünmesi bile ürpertici değil mi?
O, canlı cansız tüm yaratıkları yaratmış olandır;
Tüm varlığın, varlığını borçlu olduğu tek “var eden”dir;
Ama o kadarla kalmaz Yaradan, kulunu yaratıp, var edip bırakmaz; çayıra salıp kendi haline terketmez, çayırda da onunla birliktedir, besler, korur, gözetir; yaşamını sürekli destekler;
Rahman’dır; evrendeki tüm varlığın, tüm alemlerin, enerji kaynağıdır;
Sadece “var eden” de değil, yarattıktan sonra da, sürekli olarak canlı ve cansız yaşamı enerjisiyle destekleyen, “rahmeti her şeyi kuşatan”dır;
Rahim’dir; merhametlidir, alemleri “sevgiyle” yaratır, sevgiyle gözetir, varlığı, yaşamı sevgiyle destekler.
Gözünüzün önüne getirebilmek kolay mı?
Tüm evreni kapsayan ve kucaklayan bir enerji düşünün, ama günlük yaşamda bildiğimiz ve kullandığımız türden cansız, edilgen türden bir enerji değil, aksine canlı bir enerji, Y.Nuri Hoca’nın deyişiyle “sürekli bir iş ve oluşta;
bir iradesi olan ve bir amacı olan evrensel enerji;
kuralları olan, etik yasaları olan, ahlakı olan, herşeyi kucaklayan bilgisi olan, ilmi olan -yani dini olan- bir muazzam enerji;
ve düşünün ki yaklaşık 15 milyar yıl önce evrenimizdeki herşeyi “alaka” ile, yani sevgi ile merhamet ile yaratıyor ve yaratış süreci asla son bulmaksızın ve kesintiye uğramaksızın halen sürüyor, bir kez değil, her gün de değil her an yeniden ve yeniden yaratıyor.
Gözünüzün önüne getirebilmek kolay mı?
Yaklaşık 15 Milyar yıl önce Big-Bang ile içinde bulunduğumuz (3 uzay boyutu ve 1 zaman boyutu ile) 4-boyutlu evrenimiz, “yaratılışı başlatan ve iade eden (yineleyen)” Allah’ın “Ol” emriyle yaratıldı ve ve hen an yeni yaratılışlarla, bir başka deyişle yeni oluşumlar ile doğal süreç devam ediyor.
Big-Bang öncesinde ne vardı?
Peki 15 milyar yıl önceki patlamanın ardından gelen ve halen devam etmekte olan bu süreç, evrenin sürekli genişlemesi süreci nereye kadar sürecek? Bu genişlemenin ardından aynı şekilde bir büzülme süreci de olacak mı?
O da 15 milyar yılı aşkın bir zamanı mı kapsayacak, yoksa o da bir anda mı olacak…. gibi sorular, insanoğlunun merakla yüklenmiş aklına takılabilir.
Gerçek şu ki, küçücük aklımızla, varlığımızın sınırlı kapasitesi dolayısıyla, Allah’ın muazzam işlerine aklımız pek ermiyor, değil mi?
Yoksa, öyle fazla uçmadan, hani kelebek misali ortalama 70 yıl süren ömrümüzde, daha ziyade bizi ilgilendiren sorunsal ile mi ilgilensek?
Evet, bence de.
Usta ne demiş: insanlık önüne çözebilecekleri sorunları koyar !
Ama diğer yandan da, Yaradanını tanımayan insanın, evreni de, doğayı da, kendini de tanıyamayacağını, derya içinde olup da deryadan bihaber bir balıktan farklı olamayacağını da unutmamalıyız.
Hiç olmazsa kendimize saygının gereği olarak, gücümüz kapasitemiz yettiğince, Yaratıcımızı tanımaya gayret etmeliyiz.