26 Nisan 2016

Haricîliğin Ortaya Çıkışı ve Haricî Zihniyetin Özellikleri


Haricîliğin Ortaya Çıkışı ve Haricî Zihniyetin Özellikleri

Prof. Dr. H. İbrahim Bulut
Haricîler, İslâm'a inanmış olsalar da dar ufuklu, düşünce fakiri insanlardı... Onlar için hareket her zaman bilgiden, marifetten önce geliyordu.
Haricîlik, İslâm'ın ilk asrında siyasî gayelerle ortaya çıkan, dinî ve siyasî konularda aşırı görüşleri ve faaliyetleriyle tanınan bir fırkadır. Başlangıçta Hz. Ali ile birlikte hareket eden bu grup, Sıffin Savaşı sırasında Kur'ân'ın hakemliği iddiasını desteklemiş; ancak savaş sonrasında gerçekleşen tahkim çözümüne karşı çıkmış, neticede hakemleri ve bunu tasvip edenleri tekfir etmiştir. 

Başlangıçta tamamen siyasî maksatlarla vuku bulan bu hareket, kısa bir zaman sonra kendisini haklı göstermek ve taraftar toplayabilmek için başta "Allah'tan başka hüküm verecek yoktur/ Hüküm Allah'ındır" (bkz. el-En'an 6/ 57; Yusuf 12/ 40, 67) mealindeki âyetleri sloganlaştırarak bunları kendi çıkarlarını destekleyen bir araç olarak kullanmıştır. 

Haricîler, var oldukları her dönemde marjinal bir hareket olmanın ötesine geçememekle birlikte, hemen her asırda farklı isim ve görüntülerle varlıklarını devam ettirebilmişlerdir. Günümüzde de farklı isim yahut görüntüler hâlinde ancak aynı zihniyetle hareket eden benzer marjinal yapılanmalar, pek çok İslâm ülkesinde faaliyetlerine devam etmektedir. Bu makalede Haricîliğin teşekkül süreci ve bu zihniyetin temel özellikleri hakkında kısaca bilgi verilecektir.
Haricîliğin Doğuşu ve Teşekkül Süreci
"Haricî"; "insanlardan, dinden, haktan veya meşru halifeye karşı çıkan ve yönetime isyan ederek ana bünyeden ayrılan" kimselere verilen bir isimdir.
1-Bunlara, okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkanlar anlamında "Mârika" da denilmiştir.
2-Mezhep mensupları kendilerini ifade edebilmek için "Allah ve Peygamber'inin rızasını kazanmak uğruna canlarını satanlar" (bk. el-Bakara 2/207; et-Tevbe 9/111) mânâsına gelen "şârî/şurât" sıfatlarını kullanmayı tercih etmiştir. Bununla birlikte onlar, "haricî" ismini, muhaliflerin kullandığı mânâda değil, "Kâfirlerin arasından çıkarak Allah'a ve peygamberine hicret edenler" (en-Nisâ 4/100) mânâsında da kullanmışlardır.
3-Hz. Peygamber'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) vefatından sonra devletin başına geçecek yöneticinin kim olacağı, nasıl belirleneceği, görev ve sorumluluklarını yerine getirmediğinde meselenin nasıl çözüleceğiyle ilgili olarak Kur'ân'da ve sahih hadîslerde açık ifadeler bulunmadığından bazı problemlerle karşılaşılmıştır. 
İlk halife Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) ve halefi Hz. Ömer (radıyallâhu anh), karşılaştıkları siyasî problemlerin çözümünde dönemin şartlarını dikkate alarak İslâm toplumunun birlik ve beraberliğini pekiştirecek, devleti güçlendirecek politikalar izlediler. 

3. Halife Hz. Osman (radıyallâhu anh) dönemi bazı problemlerin gün yüzüne çıktığı bir devir olarak bilinir. Halife, on iki yıllık hilafeti döneminin ilk altı yılında selefleri gibi ülkeyi adaletle yönetmiş; ancak ikinci altı yılında bazı valilerin hatalı icraatları halk arasında infiale sebebiyet vermiş ve valilerin sebep olduğu bu olumsuzluklar doğrudan Hz. Osman'a mal edilmiştir. 
Bunlara ilâveten siyasî, sosyal, ekonomik ve kültürel yapıda meydana gelen değişimler, yönetimden rahatsız olanların sayısını artırmıştır. Nihayetinde -gayrimüslimlerin de katkısıyla- Kûfe, Basra ve Mısır gibi eyaletlerde güç kazanan muhalifler, Medine'ye gelerek halifeyi eleştirmiş, tehdit etmiş ve sonunda şehit etmişlerdir. 

Bu vahim hâdisenin sonrasında Hz. Ali, hilâfet makamına geçmek zorunda kalmış ve Müslümanların birliğini sağlamaya çalışmıştır. Onun önemli ilk icraatı, Hz. Osman döneminde atanan valileri değiştirmek olmuş; ancak Şam valisi Muaviye, Osman'ın ölümünden Ali'yi sorumlu tutarak ona biat etmemiş ve iktidarı Hâşimîlere bırakmayacağını açıklamıştır.
Bu hâdiselerin akabinde Hz. Ali, ümmetin birlik ve beraberliğini sağlamak maksadıyla kendisine itaat etmeleri için Şamlılar üzerine yürüme kararı almış, Sıffin Savaşı'na uzanan elîm hâdiseler bu sürecin neticesi olarak vuku bulmuştur. Böylece Müslümanlar arasında siyasî açıdan bir otorite boşluğu ortaya çıkmıştır. Haricîlerin ortaya çıkışında, bu bunalımlı dönemin ve otorite boşluğunun rolü büyüktür.Haricîliğin ortaya çıkışında sosyal, iktisadî, siyasî, dinî olmak üzere pek çok faktör tesirli olmuştur. 

Doğrusu hiçbir dinî-politik hareket, tek bir sebebin neticesinde oluşmaz ve birdenbire ortaya çıkmaz. Sosyal içerikli akımlar, bir dizi hâdisenin akabinde ve pek çok sebebin tesiriyle uzun bir süreçte oluşur. Nitekim Haricîliğin ortaya çıkmasında da sosyal değişimin ve özellikle şehirleşme sürecinin etkili olduğu görülür. Haricîler, önceleri çölde bedevî bir hayat sürerken, İslâm'ı kabul ettikten sonra, yavaş yavaş yerleşik hayata geçen kabileler arasından çıkmıştır. Onların önemli bir kısmı bu büyük sosyal değişimi hazmedememiştir. 

Çünkü badiyede kabile hayatı ve kabilenin çıkarları her şeyin önünde olduğundan kabile merkezli bir anlayış belirleyicidir. Buna göre kabile mensupları her şartta birbirlerine güvenmeli, destek olmalı ve başkalarına karşı kendi kabilesini savunmalıdır. Bu yüzden onlar, kendilerinden yana olmayanları düşman kabul etmiş; renkleri siyah ve beyazdan ibaret görüp dost-düşman tanımlamasını bu çerçevede yapmışlardır. Bu zihniyetin, zamanla, sadece kendilerini "kurtuluşa eren fırka" olarak tanımlamalarına, kendileriyle birlikte hareket etmeyen diğer Müslümanları düşman (kâfir) olarak görüp her fırsatta onları cezalandırma anlayışına zemin hazırladığı anlaşılmaktadır.
Netice olarak, Hz. Osman'ın şehit edilmesi ile başlayan siyasî hâdiseler ve özellikle Emevî-Hâşimî mücadelesi, hızlı sosyal değişim ve şehirleşmenin getirdiği problemler, fetihlerle birlikte İslâm coğrafyasının genişlemesi ve yeni toplumların İslâm'a girmeleri gibi faktörler "Haricîler" diye isimlendirilen böyle bir grubun ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir.
Haricîliğin tarihi Sıffin Savaşı (36/ 657), hakemlerin kabulü ve bunun neticesinde Hz. Ali'nin ordusundaki bölünmelerle başlatılır.
4-Cemel Savaşı'ndan sonra Kufe'ye giderek ülkeyi buradan yönetmeye başlayan Müminlerin Emiri Hz. Ali, Müslümanların siyasî birliğini sağlamak için Şamlıları bir kere daha kendisine biat etmeye çağırmıştı. Ancak onlar biat çağrısını kabul etmeyince savaş kaçınılmaz hâle gelmişti. 
Nihayetinde Sıffin'de Hz. Ali idaresindeki Irak ordusu ile Şam ordusu karşılaşmış, uzun süren bir mücadelenin sonunda Hz. Ali üstünlüğü ele geçirmişti. Muaviye, Amr b. el-Âs'ın teklifiyle askerlerine yanlarında bulunan Kur'ân sayfalarını havaya kaldırarak Iraklıları Kur'ân'ın hükmüne çağırmalarını emretmiş, Kufelilerden bir kısmı -ki onlara daha sonra "Haricî" denilecektir- bu siyasî hamleye kanarak Hz. Ali'yi tahkime zorlamış, gelişen hâdiseler neticesinde bu zümre Hz. Ali'den ayrılmıştı. 

Bunlar, Ali, Muaviye ve Amr b. el-As başta olmak üzere tahkimi kabul eden bütün Müslümanları da tekfir etmişlerdi.Hz. Ali'den ayrılan bu grup, Müslümanlar arasında terör estirmeye, kendileri gibi düşünmeyenleri öldürmeye başladılar. Hz. Ali, Haricîlerin bu tutumunu çok tehlikeli bulduğundan Muaviye ile mücadeleye devam etmeden önce, Haricî probleminin çözülmesini zorunlu görmüş ve bu doğrultuda Nehrevan ve Nuhayle savaşlarıyla onlara çok ağır bir darbe indirmiştir. Ancak savaştan kurtulan bazı Haricîler, Hz. Ali'ye suikast düzenleyip onu şehit etmiştir (21 Ramazan 40/ 28 Ocak 661). Böylece Haricîler, başlangıçta lider olarak seçtikleri, uğrunda canlarını verdikleri halifeyi, kendi düşüncelerine ve şablonlarına uymadığı gerekçesiyle önce tekfir etmişler, sonra da şehit etmişlerdir.
Emeviler döneminde Hâricî isyanlarının ardı arkası kesilmedi. Bu ayaklanmalar, özellikle Hz. Hasan'ın hilâfeti Muâviye'ye teslim etmesinden sonra daha bir hız kazandı. Onlar, sadece kendilerinin tertip ettikleri isyanlarla yetinmediler, Emevîlere karşı olan diğer isyanlara da destek verdiler. Ancak valilerinin sıkı takibi ve sert tedbirleri sebebiyle söz konusu isyanların önemli bir başarı elde edemediği söylenebilir. Abbasiler dönemi de Haricîler açısından pek parlak değildir. Bazı isyan girişimlerine yönetim yerinde müdahalelerle fırsat vermemiştir. 

Kendi içinde pek çok fırkaya ayrılan Haricîler, ilk iki asırda yok olup gitmiştir. Ancak Basra merkezli İbaziyye grubu kendisini zamana ve zemine uydurarak, aşırı görüşlerini esneterek günümüze kadar yaşamayı başarmıştır. Bu gruba mensup olanlar Kuzey Afrika'da Tâhert'te Rüstemîler Devleti'ni kurarak bir buçuk asır kadar varlıklarını koruyabildiler. Günümüzde Uman Sultanlığı İbaziliğin merkezi kabul edilmektedir. Ayrıca Cezayir'in iç kesimlerinde, özellikle Berberî kabileler arasında ve de Zengibar'da İbaziliğin yaygın olduğu bilinmektedir. 

Ancak burada şunu da ifade etmeliyiz ki, İslâm Mezhepleri Tarihi kaynaklarında İbazilik Haricîliğin bir uzantısı olarak gösterilmekle birlikte, günümüz çağdaş mezhepler tarihi araştırmaları İbazilerin bu iddiayı kabul etmediklerini, kendileri ile Haricîlik arasına mesafe koymaya çalıştıklarını ve her fırsatta erken dönem Hariciliğini eleştirdiklerini ortaya koymaktadır.5 Bu itibarla mezhepler tarihi kaynaklarındaki bu bakış açısının yeniden gözden geçirilmesi, İbazilerin kendilerini nasıl tanımlıyorlarsa o şekilde kabul edilmesi bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmıştır.
Haricî Zihniyeti ve Özellikleri
İslâm tarihi kaynaklarında erken dönem Hâricîleri, ibadete düşkünlükleri, züht, takva ve ihlâsları, fikrî ve dinî taassupları, buna bağlı olarak katılık ve taşkınlıkları, savaşmaktan ve ölümden hiç çekinmemeleri, Kur'ân'ı ezberlemekle ve çok okumakla beraber âyetleri anlamadaki sathilikleri, nassların zahirine sarılmaları gibi özellikleriyle tasvir edilirler. Onları böyle yapan asıl unsur zihniyet dünyalarıdır. Kendilerince doğru kabul ettikleri bir hususu, olabilecek tek doğru kabul eden ve inandıkları şeylere körü körüne bağlı kalan Hâricîler, düşmanlarının hiçbir deliline ikna olmaz; ne kadar açık-seçik ve hakka yakın olursa olsun muhaliflerin görüşlerini benimsemezlerdi. 

Diğer yandan bedevilikten gelmiş olmaları da tartışmalarda çok sert ve katı davranmalarına sebebiyet veriyordu. Bununla birlikte onların ibadetlere çok düşkün oldukları, gündüzleri oruç tuttukları ve geceleri ibadetle geçirdikleri bildirilmektedir. Söz konusu kaynaklarda onların bir taraftan takva ve ihlâs sahibi olduklarına vurgu yapılırken, diğer yandan sapkınlık, çılgınlık, katılık, inançlarına davet etmede taşkınlık, insanları baskı ve zorla kendi görüşlerini kabullenmeye icbar etme gibi aşırılıklara düştükleri ifade edilmektedir. 

Haricî zihniyetini biraz anlamaya çalıştığımızda, onların dünyasının fikrî derinliği olmayan düz bir dünya olduğunu, basit bedevi mantığı ile hareket ettiklerini görürüz. Bu basit çöl hayat tarzının sathî anlayışını dindarlıklarına da yansıttıkları ve dinin inceliklerini anlamakta güçlük çektikleri, bu bağlamda Kur'ân hükümlerini bilen ve anlayan kültürlü insanlar olmadıkları ve Kur'ân'a dâir bilgilerinin çok yüzeysel olduğu görülür.Haricîlerin sahip oldukları bu düz mantığın sadece kendileri dışındaki grupları değerlendirmek üzere kullanılmadığını, aynı şekilde grup içindeki değerlendirmelerin de bu doğrultuda yapıldığını görmekteyiz. 

Nitekim Nafî b. Ezrak, kendisi ile birlikte Emevilere karşı isyan etmeye yanaşmayan Basra Haricîlerini ve liderleri Abdullah b. İbad'ı tekfir etmiştir. Bir haricî olmasına ve bütün ömrünü bu uğurda harcamasına rağmen İbn İbad, liderlerinin dışlamasından ve tekfir etmesinden kurtulamamıştır.Dindeki vukûfiyetsizlikleri ve âyetleri anlamadaki sathilikleri Haricîlerin temel vasıflarındandır. Onların Kur'ân'ı anlamadaki sığlıklarını göstermesi bakımından Hz. Ali'nin Abdullah b. Abbas'ı onlarla görüşmeye gönderirken yaptığı tavsiye anlamlıdır.
Hz. Ali, İbn Abbas'tan, Haricîlerle tartışırken âyetlere nispetle daha müşahhas ve anlaşılır olan Hz. Peygamber'in fiilî sünnetlerinden delil getirmesini istemiştir. Çünkü Kur'ân'daki kelimelerin siyaklarına göre değişen mânâları vardır. Haricîler ise bunu anlamaktan uzak ve kendi doğrularını dine onaylatma mantığıyla hareket eden kimselerdir. Nitekim Hâricî liderlerinden biri olan Necde b. Âmir, "Kim küçük bir günah işler veya küçük bir yalan söyler ve bunda da ısrar ederse, o kimse müşriktir.

 Fakat üzerinde ısrar etmeksizin zina eden, hırsızlık yapan ve içki içen biri, -kendi taraftarlarından biri olmak şartıyla- Müslüman'dır." dediği kaynaklarımızda kayıtlıdır.6 Kaynakların naklettiği benzer hâdiselerden anlaşılacağı üzere, Hâricîler dinî hükümleri Kur'ân ve Sünnet'e bütüncül yaklaşımdan çok parçacı bir yaklaşım içinde vermekte ve aceleci davranmaktadırlar. Bu durum, verdikleri kararlarda yanılmalarına, çelişkiye düşmelerine ve çoğu defa ihtilaf edip bölünmelerine yol açmıştır.

Öte taraftan Haricîler, "İyiliği emretmek ve kötülüklerden alıkoymak" prensibini tatbikte İslâm'ın ruhuna aykırı düşen uygulamalar içinde olmuşlar, İslâm'a davet adı altında Müslümanları katletmeye varan aşırılıklar göstermişlerdir. Onlar, gerçek imanın ancak kendilerinin yaptığı gibi olması gerektiğine inandıklarından, diğer Müslümanların yeniden dine ve imana davet edilmesinin lazım geldiğini, kabul etmedikleri takdirde katledilmelerinin kaçınılmaz olduğunu ileri sürmüşler ve imkân bulduklarında bunu fiiliyata dökmüşlerdir.Haricîlere göre ameller imana dâhildir. 

Diğer bir ifade ile ibadetleri eksik olanın ya da günah işleyen bir kimsenin imanı eksiktir.7 Bu itibarla onlar, ibadetlerini ifa etmeyen ya da günah işleyen bir Müslüman'ın küfre düştüğünü; imandan sonra küfre düşen bir kimsenin de tövbe etmediği takdirde öldürülmesi gerektiğini kabul ederler. Bu sebeple günahkâr Müslümanların katledilmesi onlara göre dinî bir vecibedir. Nitekim Hz. Osman ve Hz. Ali gibi bazı büyük sahabileri bu gerekçe ile katletmişlerdir.
Haricîlerin Şiddeti Meşrulaştırma Yolları
Haricîler, "emir bi'l-ma'ruf" ve "cihad" esaslarına dayanarak İslâm adına şiddet ve terörü temellendirmekte idiler. Aslında "iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak" prensibi İslâm'ın her bir Müslüman'a yüklediği bir görevdir. Kur'ân'da meâlen;"Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten alıkoyar ve Allah'a inanırsınız." (Al-i İmran 3/110) buyrulmaktadır. 

Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, "Sizden bir kötülüğü gören, onu eliyle düzeltsin, gücü yetmezse diliyle düzeltsin, buna da gücü yetmezse kalbi ile buğz etsin, ama bu imanın en zayıfıdır." (Müslim, "İman", 78) buyurmuştur. Müslümanlar bu emir gereği iyiliği tavsiye edecek, kötülüklerden ise sakındıracaktır. Bu genel bir görev olmasına karşın, Hâricî zihniyetinden etkilenen bir kısım cereyanların bu prensibi uygulayış tarzları farklılık göstermektedir."İyiliğin emredilmesi, kötülüğün engellenmesi" prensibinin uygulanmasında Ehl-i Sünnet âlimleri zor kullanmanın caiz olmadığı noktasında hemfikirdir. 

Meselâ Ebû Hanife, bu prensip adına İslâm ümmetinin başında bulunan ve ümmetin birliğini temsil eden devlet başkanına karşı isyan ederek, silâhlı mücadeleye girişen ve böylece cemaatin birliğini tehlikeye sokanların ıslahtan ziyade ifsat ettiklerini belirtmiş ve bu özellikleri sebebiyle Hâricîleri şiddetle eleştirmiştir. Ehl-i Sünnet âlimlerine göre, toplumda yeni haksızlıkların, fitne ve fesadın ortaya çıkmasını önlemek maksadıyla, "yaptırımlı fiilî müdahaleler" sadece resmi kurumlara bırakılmalıdır. 

Fertlerin ve sivil örgütlerin yetkileri ise eğitim, aydınlatma ve uyarma gibi barışçı teşebbüsler ve iyiliğe ortam hazırlamakla sınırlıdır.Haricîlerin "iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak" prensibini uygulamalarına gelince, bu konuda onlar, son derece sert ve acımasızdırlar. Onlar, devlet otoritesine karşı eylemlerinde "lâ hükme illâ lillâh/hüküm yalnız Allah'ındır" mealindeki âyetleri slogan olarak kullanırken; kişilere karşı tutumlarında "iyiliği emretmek kötülükten alıkoymak" prensibini esas almışlardır. Hz. Ali'ye, sonrasında Emevilere ve Abbasilere karşı çıkarken bu sloganı kullanmışlar; isyan ve terör faaliyetlerini bu sloganla meşru göstermeye çalışmışlardır. Kendileri gibi düşünmeyen bazı Müslümanları da "iyiliği emretme" prensibi gereğince katletmişlerdir. Onların bu prensibi uygularken ne denli aşırılığa düştüklerini göstermesi bakımından Hz. Abdullah b. Habbab b. Eret ile hamile hanımını şehit etmeleri hâdisesini örnek olarak göstermek yeterlidir: 

Bir grup Haricî, Basra yakınlarında Abdullah b. Habbab ve kafilesi ile karşılaşmıştı. Hâricîler, Abdullah'a kim olduğunu sorduktan sonra, ona kendisini güvende hissetmesini ve sorularını doğru olarak cevaplamasını istediler. İlk olarak, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer hakkındaki görüşlerini sordular. Abdullah, onları hayırla andı. Hz. Osman'ı sorduklarında ise, onun başlangıçta da sonrasında da haklı olduğunu ifade etti. 

Hz. Ali ile ilgili sorularına ise, "O, Allah'ı sizden çok iyi bilir ve sizden daha dindardır, görüşü de sizden daha isabetlidir." cevabını verdi. Bunun üzerine onlar, İbn Habbab'ın verdiği bu cevaplardan memnun kalmayıp öfkelendiler ve kızarak şöyle dediler: "Sen hevâya uyuyor ve kişileri işleri ile değil, adları ile tanıyorsun. Allah'a yemin ederiz ki, seni acımasız bir şekilde öldüreceğiz." Sonrasında Abdullah'ı ve hamile olan eşini katlettiler.

8-Haricîlerin bu aşırılıkları Hz. Ali'ye ulaşınca hâdiseyi soruşturmak üzere Hâris b. Mürre'yi görevlendirdi. Hâris, oraya varır varmaz, Hâricîler tarafından sorgusuz sualsiz öldürüldü... Bu ve benzeri hâdiseler, Haricî zihniyetinin ne denli tehlikeli olduğunu ve Hz. Ali'nin bunlarla mücadelesinin ne kadar önemli ve mânâlı olduğunu göstermektedir.

Hz. Peygamber'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) seçkin ashabını öldürecek kadar ileri giden Haricî zümreler, bunu kendilerince gaye edindikleri "iyiliği emredip kötülüğü yasaklama" prensibi adına yapıyorlardı. Ancak bu prensibi yerine getirirken büyük bir fitnenin fitilini tutuşturduklarının farkında da değillerdi. Zîrâ onlar, dini gerekçelerle Müslümanların katledilmesinin zeminini oluşturdular ve böylece benzer zihniyette olanlara kapı araladılar. Nitekim günümüzde etkin olan radikal grupların asıl hedeflerinin samimi Müslümanlar olduğu dikkate alındığında Haricî zihniyetinin Müslümanlara karşı şiddet ve terör uygulamasının hiçbir dönemde değişmeyerek hâlen devam ettiğini üzülerek söyleyebiliriz.
Sonuç ve Değerlendirme
Günümüzde İslâm coğrafyasının farklı kesimlerinde isimleri farklı olsa da dinî motifli şiddet hareketlerinin tesirli olduğu görülmektedir. Hiç şüphesiz dinî motifli şiddet hareketlerinin en önemli sebeplerinden biri İlâhî emirleri pratik hayata uygularken ortaya çıkan yorum farkları ve bazen de İlâhî emirlerin maksadının tamamen tersine yapılan yorumlardır. Yorumlardan birini sadece doğru olarak kabul etmek ve bu fikirleri, çevresindeki insanlara zorla kabul ettirme çabası insanları taassuba sürüklemektedir.

 Öte taraftan dinî metinler kendi bütünlüğü ve varlık gayesi dikkate alınmadan, parçacı bir bakış açısıyla ele alındığında ve özellikle bazı art niyetli kimselerin elinde şiddet, terör ve karmaşanın bir gerekçesi olarak sunulabilmektedir. Dinden beklenen yararın tam olarak elde edilebilmesi, öncelikle onun doğru anlaşılmasına bağlıdır. Zîrâ yanlış anlaşılan din; taassup, bağnazlık ve hayatın zorlaştırılması gibi olumsuz sonuçlar doğurarak, hem insanları sıkıntıya sokmakta, hem de onları dinden soğutarak dine zarar vermektedir. Dinin yanlış anlaşılması, zorlaştırılması, din taassubu ve din baskısı gibi, din adına sergilenen olumsuz davranışların dine verdiği zarar, dine karşı mücadelelerin ona verdiği zarardan daha büyüktür. 

Tarih göstermiştir ki insanları dinden soğutmanın en başarılı yolu din baskısı, en başarısız yolu ise dine baskıdır.Sonuç olarak denilebilir ki, Haricî zihniyetinin İslâm tarihinin belli bir döneminde zuhur edip sonradan kaybolup gittiğini söylemek imkânsızdır. Bu zihniyeti ortaya çıkaran benzer şartlar teşekkül ettiği her zaman ve zeminde dinî motifli şiddet hareketlerinin mücessem hâle gelmesi kaçınılmaz olmuştur. Haricî zihniyeti başta olmak üzere, şahsî çıkarlarına ulaşmak için dinî motifli şiddet anlayışını silâh olarak kullanan marjinal gruplara karşı takip edilmesi gereken en sağlam yol, hiç şüphesiz İslâm'ın güzelliklerini; sevgi, barış, kardeşlik ve huzuru temin etmeyi hedefleyen eğitim yoludur.
DİPNOTLAR
1. Toplandıkları yere nisbeten Harûrîler diye de adlandırılmışlardır. Şehristânî, Ebu'l-Feth Muhammed b. Abdulkerim, el-Milel ve'n-nihal, (nşr. Emîr Ali Menha- Ali Hasan Fâ'ur), Beyrut 2008, s.132.
2. Bir rivâyete göre Allah Resulü şöyle buyurmuştur: "Bu adamın soyundan, okun yaydan çıktığı (marika) gibi dinden uzaklaşacak bir topluluk ortaya çıkacaktır." (bk. Buhari, "Mağazî", 61; Müslim, "Zekat", 144, 145.)
3. Bulut, Halil İbrahim, Dünden Bugüne Siyasi-İtikadi İslâm Mezhepleri Tarihi, Ankara 2013, s.137 vd.
4. Geniş bilgi için bkz. Şehristânî, a.g.e., s. 131-160.
5. Bu konuda detaylı bilgi için bk. Orhan Ateş, Günümüz Umman İbadiyyesi, U.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bursa 2007, tür. yer.
6. Abdülkahir Bağdâdî, Mezhepler Arasındaki Farklar, (trc. E.Ruhi Fığlalı), Ankara 1991, s.64.
7. Bkz. Ebû Mutî' Mekhûl b. Fadl en-Nesefî, Kitâbu'r-red alâ ehli'l-bida' ve'l-ehvâi'd-dâlle, (nşr. Seyyit Bahçıvan), Konya 2013, s.149 vd.
8. Bağdâdî, a.g.e., s. 56.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...