23 Ağustos 2013

AMAK-I HAYAL BÖLÜM SEKİZ.....Filibeli Ahmed Hilmi

Benim kararım kesindi. Bir an önce imtihana girmek istediğimi, istediğime kavuşmanın veya bu uğurda ölmenin benim için bir lütuf olduğunu dile
getirdim.
Vezirler kısa bir konuşmadan sonra ertesi gün saraya gelmemi söylediler. Sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Sabahleyin erkenden kâhinle birlikte
saraya gittim.
Son derece görkemli bir salona geçtik. Ortadaki büyük perde salonu iki bölmeye ayırıyordu. Ortadaki koltuğa ben oturdum. İhtiyar kâhin de yanıma
oturdu. Diğer koltuklara vezirler, nazırlar ve memleketin ileri gelenleri oturmuştu. Salonun çevresinde büyük bir kalabalık vardı.
Etrafa yayılan sarhoş edici güzellikteki kokular Aşk Ayna-sı'nın salona girdiğini haber veriyordu. Kısa bir süre sonra perde kaldırıldı. Yüksek bir taht
üzerinde oturan Banu'nun yüzü peçeliydi. Etrafını yüzlerce melek yüzlü cariye çevrelemişti; elleri göğüslerinde, büyük bir saygıyla ayakta duruyorlardı.
Kız uzun süre beni dikkatle süzdü. Konuşmaya cesaret edemiyor gibi bir hâli vardı. Sonunda, kulağa musikî gibi gelen hoş bir ses tonuyla konuşmaya
başladı:
-Ey genç! Gel bu sevdadan vazgeç. Şimdiye kadar hiç kimse sorularıma cevap veremedi. Cevap verecek yeterlilikte olanlar beni arzulamazlar. Beni
arzulayanlar ise bu soruları asla cevaplayamazlar.
-Ey Banu! Ben vatanımdan ayrılırken "ya sevgili, ya ölüm" dedim. Yemin ettim buna. Ey Aşk Aynası! Ben sensiz yaşayamam.
-Ey Genç! Yazık! Eğer mümkün olsa sana kayıtsız şartsız varırdım. Ne yazık ki bu mümkün değil. Vuslata erdiğimiz takdirde ikimiz de yok oluruz.
-Ey Banu! Üzme beni, merhamet et! Sorularını sor!
Aşk Aynası derin bir ah çekti.
-Söylediklerimi can kulağıyla dinle genç adam! İlk sorum şu: Elif mi noktadan, nokta mı eliften çıktı? İkincisi; bu ne zaman oldu? Üçüncüsü; elif ve
noktanın birliğini gösterebilir ve bunu ispat edebilir misin?
Bu soruları sorduktan sonra yüzündeki peçeyi kaldırdı. Ben o eşsiz güzellikteki yüzü görünce, onun parlaklığına dayanamayarak "Allahuekber!" diye bir
çığlık atıp, bayıldım.
Gözümü açınca Aynalı Baba'nın her zamanki gibi gülümsediğini gördüm.
-Elif üstün (e), elif esre (i), elif ötre (ü)... İşte bir yığın soru sana! Elif nasıl olur da hareke kabul eder. Elife hemze demekle bu işi halletmiş olur muyuz?
Ya Rabbi! Bu "elif-ba" meselesi amma da çetin bir konu. İnsanlara okuma yazma öğretenler çok. Fakat içlerinde "elif-ba"yı bilen yok.
Biraz daha sohbet ettikten sonra, ertesi gün görüşmek üzere birbirimizle vedalaştık.
Leyla'sız Mecnunlar
Dün kararlaştırdığımız gibi ikindiye doğru buluştuk. Aynalı cezveyi ocağı koydu. Oradan buradan konuşup, kahvelerimizi içiyorduk.
Kısa bir süre sonra ben bayıldım. Hayalim, dün kaldığı yerden başladı. Benden sonra Banu da derin bir ah çekerek bayıldı. Onu saraya, beni eve
götürdüler. Kendime geldiğimde kâhinin yüzüme üzüntü içinde baktığını gördüm. Kararımı vermiştim. Eğer Banu'nun sorularına cevap veremezsen intihar
edecektim.
Kâhinle sorular üzerine konuştum. Bunlara nasıl cevap vermem gerektiğini sordum. Dedi ki:
-Oğlum! Bu soruların cevaplarını yalnızca Cünûn (delilik) Vadisinde yaşayanlar bilir.
-Eee, nerede bu vadi?
-Her yerde.
-Anlamadım.
-Oğlum! Cünûn Vadisi adında belli bir yer yoktur. Bu vadi dünyanın her yerindedir.
-Peki, bu vadileri nasıl bulacağız?
-Bu çok kolay. Hazırlanın. Yarın yola çıkıp arayalım.
Ertesi gün yola çıktık. Üç ay, bir sürü şehir ve kasabayı boşu-boşuna dolaştık. Cünûn Vadisi'ni çağrıştıran bir yere rastlamadık. Ümitsizliğe düşmeye
başlamıştım.
Bir gün büyük bir şehre vardık. Yalnız vakit çok geç olduğu için kale kapılan kapalıydı. Bu yüzden surların bitişiğindeki mezarlığın yanına çadır kurduk.
Yolculuğun verdiği yorgunlukla hemencecik uyumuştum. Uyandığımda şafak sökmeye başlamıştı. Kâhinle kahvelerimizi içerken mezarlıktan bir kahkaha
geldi. Sonra şöyle bir ses duyduk:
Mekansız olan iki yer var ki, meskendir
Biri Vadi-i Hayret, birisi Şehr-i Cunûn. *
*"Mekânı belli olmayan iki yer vardır ki, yaşanacak yer orasıdır.
Bunlardan biri Hayret vadisi, diğeri Cunûn şehridir."
Kâhin gülerek:
-Evlâdım! Cünûn şehrim bulduk. Haydi kalk! Orada oturanlarla konuş tanış olalım, dedi.
Kalkıp mezarlığa girdik. Orada yedi kişi vardı. Bir mezarın üzerine halka şeklinde oturmuşlardı. İçlerinden biri kahkaha ve şiir sebebiyle uyanmış gibi
görünerek:
-Ne var, ne oluyor? Ezan mı okunuyor, dedi.
Kâhin bu kimsenin bir mütehayyir (hayrete düşmüş kişi) olduğunu söyledi.
Diğer biri, birinci adamın söylediğine cevap olarak:
Giremez beldemize dağdağa-i reyb-ü güman
Ne biliş var, ne akıl var, nefünun, dedi.
Bunu işiten başka biri:
-İmam, Kâfirûn sûresini mi okuyor? diye sordu. Bir diğeri:
-Sanırım bülbül ötüyor. Başkası:
-Hayır! Çorba kaynıyor. Bir diğeri:
-Ne buyurdunuz? Cezvedeki kahve mi taşmış? Öbürü:
-Dalga sesi olmalı. Sonuncu kişi:
-Helvacı bağırıyor galiba. Biraz alsak, dedi ve ekledi:
Ah cümle halette yine kendini zevk ederek
Küllü hizbin remzini hatemine çekmiş ferihun.*
*"Ah! Her halükârda eğlenip böbürlenenler, 'Her grup yanlarında olanla (inanç ve kanaatiyle) böbürlenir' âyetiyle işaret edilen şeyi kendilerine mühür
yapmış."
O sırada birisi bağırdı: -Ne o, ne bu, ne de şu.
Bunun üzerine hepsi sustu. Biz kâhinle beraber, içlerinden birinin yanına yaklaştık. Edepli bir şekilde elini öpmek istedik. Güldü ve şöyle dedi:
Hacer-i Esved’i var öp, eğer öpmekse muradın
Hiçi pus etmek için hâlet-i bîşan gerek.
Can derağuş olunur mu mûtenahi sözlerle
Leb değil öpmek için ah-ı can gerek... **
**"Eğer birşey öpmek istiyorsan git Hacer-i Esved'i öp!
Hiç olmuş bir kimsenin elini öpmek için kendi varlığından sıyrılman gerekir.
Belli sayıdaki sözlerle can ve ruh kavranabilir mi? ir şeyi öpmek için dudak değil, tâ gönülden gelen bir "ah" lâzımdır."
Sonra başka birine yaklaştık.
-Ey bütün ilimleri kendinde toplamış hikmet sahibi kimse! Maruzatımızı. .. der demez büyük bir kahkaha patlattı ve şöyle dedi:
Ve körün unvanını arif koyarak
Görenin ismine divane denildi.
Nice efsaneleri saydırmış ilim
İlm-ü irfanına efsane denildi.
Sonra üçüncü kişiye giderek, ziyaretimizin sebebini söyleyip, yardımcı olmasını rica ettik. Sürekli yalvarıyordum. O da dinliyormuş gibi görünüyordu.
Sonunda konuşmamı kesip vereceği cevabı beklemeye başladım. Şöyle dedi:
-Yağmur mu yağıyor? Aa!.. Bunu isteyen var, istemeyen var. Kimi zaman isteyip, kimi zaman istemeyen var. İsteyip istememekte kararsız olan var.
Acaba "var" ne demek?
Sonunda bu vatandaşlarla konuşamayacağımızı anladık. Bir köşeye çekildik. Kâhin:
-Biraz sabır! Hele dur bakalım! dedi.
İçlerinden biri bize doğru geldi.
-Hah! İşte konuşabileceğimiz biri, diyerek yanma yaklaştım ve:
-Efendim! Hoş geldiniz! dedim.
-Hoş gelmedim, dedi.
-İsminiz nedir efendim?
-Bu her saniye değişir.
-Peki kimsiniz efendim.
-Ne bileyim ben? Eğer bunu bilsem hiç burada aşçılık yapar mıydım?
Ben büsbütün ümidimi kesmiştim. Fakat kâhin sabretmemi tavsiye ediyordu.
-Bizim amacımız bunlara bildirilmiştir. Biraz bekle bakalım. Birkaç gün burada kalıp, riyazete çekilelim. Bakalım zaman ne gösterecek, diyordu
Denildiği gibi yaptım. İştahsız olduğum için günde birkaç zeytinle yetiniyordum. Tam otuz gün bu şekilde geçti. Kırkıncı gün delilerden biri, başka bir
deliyi yanına çağırdı. Bu Mütehayyir'di. Hilâl şeklinde halka oldular. Mecnun ortaya oturmuştu. Mütehayyir ise onun tam karşısındaydı. Bir müddet sonra
hepsi kendinden geçmiş bir hâlde iç dünyalarına daldılar. Sonra, Mecnun ve Mütehayyir konuşmaya başladılar.
-Ey Mütehayyir! Okudun, yazdın ve mânâsını da anladın. Söyle bakalım, mânâyı nasıl anladın?
-Elif-ba ile.
-Mânâ ne demektir?
-Birin iki, ikinin bir olmasıdır.
-Buna ne denir?
-Bir'in bir olması mümkün müdür? Parçalara.ayrılabilir mi? Birleşik mi?
-Hayır! "Bir" yalın, arızasız, engelsizdir ve de parçalara ayrılamaz.
-Öyleyse bir nasıl iki olur? Bir'in niçin iki yönü var?
-Bu iki yönün biri ikrar, diğeri inkârdır. İnkâr, ikrarın gölge-sidir. Bu yüzden, aslında bu iki yönün hakikati birdir. Eğer bir-tek yön olsa, o zaman ikilik
olabilirdi.
-Peki, bunun adı ne?
-Üç ismi var: Yaratma sanattı, Cilve-i Zuhur (ilâhî vasıfların çeşitli şekillerde tecelli etmesi), Melabe-yi Vahdet (bir tek olan Allah'ın varlıkları yaratılış
şekli).
-Bunlar ne zaman gerçekleşmiştir?
-Zaman, inkâr tarafında olan birşeydir. Varlıkta zaman olmaz "an"olur.
-Pekâlâ, "an" dediğin nedir?
-Sırf inkârdır, sırf yokluk. İkrarda zamansızlık demektir. İkrarla inkârı ayırmak da mutlak zaman demektir. -Peki, Elif-ba ne demek?
-Kâinattaki realiteler...
-Asıl olan hangi harftir?
-Elif.
-Bu harf neyin aslıdır? Varlığın mı, hadiselerin mi?
-Varlığın değil, hadiselerin aslıdır.
-Elifin aslı nedir?
-Nokta.
-Elif'e mi, yoksa noktaya mı varlık diyorsun?
-Noktaya. Nokta sessiz varlıktır, ancak Elifle konuşur.
-Öyleyse iki tane varlık var?
-Hayır! Elif ve nokta birdir.
-Peki, Elif nasıl meydana geldi.
-Bunu sözle anlatmak mümkün değildir.
-Bir benzerini göstererek anlat.
-Eşi ve benzeri yoktur.
-Öyleyse bir örnek ver.
-Bu konuda verilen bir örneği, ancak zaman ve mekandan uzak olanlar anlar yalnızca.
-Peki, bunu anlamamızı kolaylaştıracak bir şey söyle.
- An.
-An ne yapar?
-Bal yapar, sevdirmek için.
-Başka ne yapar?
-Balmumu yapar, bildirmek için.
Mecnun büyük bir sevinç içerisinde:
-Allah senden razı olsun ey Ariflerin Sultanı! Sen hem Hayret Vadisinde, hem de Cünûn vadi'sinde yaşayan birisin. Son bir sorum var, ne olur cevapla,
dedi.
Bu konuşma yapılırken ben hayretten hayrete düşüyordum. Artık Aşk Aynası'nın sorularının cevabını biliyordum. Fakat içimde Aşk Aynası'na karşı en
ufak bir istek kalmamıştı. Kalbim, Aşk Aynası olmuştu. Artık kelimenin tam anlamıyla seviyordum". Ben, ben'le sevdiğime kavuşmuştum.
Ben böyle bir durumdayken, Mütehayyir cebinden bir parça balmumu çıkardı. Oradakilere göstererek:
-Ey Cemaat! İşte nokta, dedi. Sonra onu nefesiyle ısıtıp uzatarak:
-İşte Elif, dedi.
O sırada Mecnun ayağa kalktı:
-Elifin başka adı var mı? diye sordu.
Mütehayyir:
-Evet, var. Gel de kulağına söyleyeyim, dedi.
Sonra kulağına bir şeyler fısıldadı. Kucaklaştılar. Daha sonra Mütehayyir bana dönerek:
-Ey Genç! İşte arttık Leyla'sız Mecnun oldun. Çünkü Mecnun Leyla oldu. Aradan Leyla'yı da çıkarırsan, Elifin diğer ismini de öğrenebilirsin, dedi.
Büyük bir sevinç içerisinde gözlerimi açtım. Aynalı o davudi sesiyle şu şiiri okuyordu:
Ona Mecnun mu denilir ki onun Leyla'sı
Yeni bir cilve-i şevket ile Mevla olmuş.
Alemin Nasibi
Hava çok güzeldi. Aynalı ile oturuyorduk. Adet olduğu üzere cezveyi ateşe sürdük. Bol şekerli kahvemi henüz bitirmemiştim ki hayal âleminde
dolaşmaya başladım. Bugünkü yolculuğuma uçarak başlamıştım. Rüyada uçmaya bile dayanamadığını için bu hayalî uçuş beni fazlasıyla yoruyor ve
sersemletiyordu. İşin tuhaf tarafı ileri doğru değil, yukarı doğru uçuyordum. Güneş ve gezegenler tamamen gözden kaybolmuştu. Sonunda bir yere geldim.
Burada istediğim şekilde hareket edebiliyor, bir balon gibi boşlukta durabiliyordum.
Kısa bir süre dinlendikten sonra sağ tarafa doğru uçmaya başladım. O sırada benim gibi avare avare uçan bir kişiye rastladım. Selâm verdim. Durdu.
Ve bana kim olduğumu sordu. Sorduğu soruyu cevapladıktan sonra, buralara nasıl geldiğime dair en ufak bir fikrim olmadığını konuşmamın sonuna ilâve
ettim. Bana:
-Burası Berzah âlemidir. Ben Pisagor'um, dedi.
-Pisagor mu? Hani bizim şu meşhur Pisagor. Filozof Pisagor ha!
-Evet.
-Ey büyük üstad! Sizi gördüğüme çok sevindim. Sizinle tanışmak benim için büyük bir şeref. Benim gibi, binlerce problemi olan bir öğrencinin, sizin gibi
büyük bir üstadla karşılaşması büyük bir şans.
-Evladım burası dünya değil. Yalan söylemene gerek yok. Lütfen bana "büyük üstad" deyip durma. Dünyada gece gündüz kafa patlattığım yetmiyormuş
gibi, bir de asırlardan beri şu Berzah âleminde o bilmeceyi düşünüp duruyorum. Varlıkların aslının bir olduğunu biliyorum. Çünkü sayıların aslı bir sayısıdır.
Konuya başka bir açıdan bakınca, kâinatta büyük bir uyum olduğunu görüyorum. Yalnız, anlayamadığım noktalar var. Burada düşünmek ve yazmak
istiyorum. Fakat bu garip boşlukta ne bir yazı tahtası, ne de bir kalem var. Üzerinde bir parça kağıt ve bir kalem var mı?
Üstadın söyledikleri bana tuhaf gelmişti. Sonunda, Berzah âleminde bile vesveseden kurtulamayan bu adamdan ayrıldım. Bir süre sonra başka bir
gölgeye rastladım. Ona selâm verdim. Fakat o selâmımı almadan önce bana:
-Talebem Platon'u ve onun talebesi Aristo'yu gördün mü? diye sordu.
Bu soru karşısında son derece hayrete düşmekle beraber ona bu iki büyük filozofu niçin aradığını sordum.
-Onları niçin arıyorsun?
-Burada dalga geçip, kendilerini tuzağa düşüreceğim Sofistler yok. Canım çok sıkılıyor. Bizim Platon ve Aristo'yu bulsam, onları birbirine takıp, biraz
eğleneceğim.
Bu adamın konuşma tarzından, büyük filozof Sokrat olduğunu anladım. Sonra uçup gitti. Burada yalnızlıktan sıkılmıştım. Tam oradan sıvışacağım
sırada oldukça güzel bir gölge yolumu kesti. Gayet hoş bir üslûpla şiirimsi bazı sözler söylemeye başladı.
-Evet. Dünyada görülen şeyler, Yüce Alem'de gördüğümüz gerçek varlıkların sönük birer hayalinden başka bir şey değildir.
-Siz kimsiniz efendim?
-Ben Platon'um.
-Bendeniz, burada bir tane bile gerçek varlık görmedim. Bilakis gördüğüm her şey, dünyada gördüklerimin sönük bir hayalinden ibaret.
-Çünkü burası Yüce Alem değil. Berzah âlemi. Gerçi burada ruhumuz dünyada olduğu gibi tamamen bedene bağlı değil fakat sadece ruh olmadığımız
da ortada. Dünyada cismimiz vardı. Burada yoğun değil, lâtif bir cismimiz var. Bu yüzden Berzah âleminde görülenler hayalin hayalidir.
-Peki, Berzah âlemi denilen bu boşlukta niçin bir yere saplanıp kalıyor, "Yüce Alem" diye adlandırılan yere gitmiyoruz?
-Ben de iki bin yıldır bu konu üzerinde kafa patlatıyorum. Niçin bu yerde yaşamak zorundayız? Eğer bu sorunun cevabını bulabilirsen ne olur bana da
söyle. Öğrencilerim beni bekliyor. Derse gitmek zorundayım. Hoşçakal!
-Ey filozof! Allah aşkına biraz bekle! Bu âlemde ders almak, ders vermek gibi bir zorunluluk var mı?
-Eğer bu tür eğlenceler de olmasa insan burada can sıkıntısından patlar. Hem niçin saklayayım, talebem Aristo'nun itirazlarına cevap vermek beni
mutlu ediyor.
Platon da gitti. Ben, belâlardan, takıntılardan, arzu ve isteklerden Berzah âleminde de kurtulamadığıma çok şaşırmıştım. O sırada gözümü açtım.
Aynalı:
-Ne kuş var, ne de uçan. Fakat tuhaf bir zevk içerisinde her ikisi de yaşanıyor. Evlât! Safran kabarmıştır. Sana bir kahve pişireyim, dedi.
Kahveyi içtikten sonra yine uçmaya başladım. Etrafımda, uçan bir sürü gölge vardı. Ben de bunların arasında başıboş dolaşmaktaydım. Belli bir süre
oraya buraya uçtuktan sonra diğer uçanlarla bir araya geldik. Bir sürü düşünür vardı burada; ahlâkçılar, şairler, filozoflar... Sohbet ediyorlardı. Doğal olarak,
bu sohbete ben de katıldım. İçinde bulunduğumuz bu yer hakkında fikirlerimiz birbirine yakın olmasına rağmen, hiçbirimiz kesin bir şey söyleyemiyor, hiçbir
problemi halledemiyorduk. Bir taraftan uçuyor, diğer taraftan sohbet ediyorduk. En çok konuşan, bir ahlâkçıydı. Söylediklerini bazen kabul, bazen
reddediyorlardı. O sırada söze uzun çehreli ve uzun sakallı "Çata" adında meşhur
bir edip karıştı. Herkes büyük bir aşk ve şevkle bu adamı dinliyordu. Bu adam şöyle diyordu:
-Değerli Ahlâkçı kardeşim! Bu konuda yanılıyor ve hepimize iftira ediyorsunuz. Sizi temin ederim ki ufak tefek oynamalar yaptığınız takdirde eserleriniz
halk tarafından benimsenecek ve yüzlerce baskı yapacaktır. Hatta bu eserler yeni nesillere tavsiye edilecek, tiyatrolarda oynanacaktır. Böylece ölümsüz
olacaklardır.
Herkes edibin konuşmalarını ağzı açık dinliyordu. Edebiyatçı bu manzara karşısında iyice coştu.
-Evet kardeşler! Sizleri düşünmeye davet ediyorum. Zira, içinde bulunulan durum gerçekten düşünülmeye değer. Artık hakkında yazı yazılacak hiçbir
konu kalmadı. Çünkü zihniyet değişti. Her konuda tuhaf bulgular elde edildi, değişiklikler oldu. Eskiden garip karşılanan durumlar artık garip karşılanmıyor.
Zamane insanları, birçok alanda yeni şeyler icat etti. Bunlara yenilik mi, delilik mi diyeceğimi tam olarak bilmiyorum. Geçmişte yazılan en ciddî eserler yeni
nesil tarafından komik karşılanıyor ve onlarla dalga geçiliyor. Nitekim dünyayı bir makine, ruhu bir hayal, vicdanı bir gelenek olarak görmek, yaşamı
fedakârlık ve vazife gibi kelimelerle açıklayan âlimlerle eğlenmek demek değil midir? Ey değerli Üstad! Ey Ahlâkçı! Bu demek oluyor ki; siz, yazdığınız
nadide eserlerinizle bir gün meşhur bir komedi yazarı olacaksınız.
Bu nutuk devam ederken bir meydana yaklaşmıştık. Zavallı Ahlâkçı'nın sırtında, bir çuval dolusu yayınlanmamış eser vardı. Ahlâkçı, uçuşun
şiddetinden mi, yoksa nutkun tesirinden mi bilmiyorum, birdenbire "pat" diye yere düştü. Hepimiz etrafına üşüştük. Uçanlar arasında Pataban adında bir
doktor vardı. Ahlâkçı'yı muayene etti!
-Sübhanallah! Mide bomboş. Bu baygınlık açlıktan meydana gelmiş, dedi.
Bu konuşmanın tatsız devam etmesi üzerine, az ileride bulunan bir topluluğun arasına karıştım. Orada bulunan iki kişi şöyle konuşuyordu:
-Azizim! Herkes havayı aynı oranda solumuyor. Her şeyden vergi alınan bu dünyada, solunan havadan vergi alınmaması biraz tuhaf değil mi?
-Azizim! Ağzına sağlık! Gerçekten çok doğru söyledin. Hükümete böyle bir vergi konulmasını teklif etmeli. Bu iş sonunda, en az birkaç yüz milyon frank
gelir elde edilir.
Sonu gelmeyecek gibi görünen bu konuşmayı dinlemekten vazgeçtim. O sırada ayakta duran, temizce giyinmiş bir kişi gördüm. Edebiyatçı ve yazar
olan bu adamla biraz oradan buradan konuştuk. Bana, faydalı eserler yazmayarak ömrümü boş yere geçirdiğimi söyledi. Bu yıl bir eser yazıp yazmadığımı
sordu. Karalamaya çalıştığımı, fakat pek fırsatım olmadığını söyledim. Bana alaysı bir şekilde gülümsedikten sonra:
-Bak, ben bu sene mükemmel bir eser yazdım, ismi önemli değil. Zaten söylesem de pek anlaşılmaz. Şunu unutma ki ilim bizzat kıymetli bir şey
değildir. İşi bilen adamların elinde bir değer kazanır. Bu gerçeği bilmeyen âlimler belki züğürtlerin takdirini kazanabilir fakat kendisi züğürtlükten kurtulamaz.
Ucunda para olmayan kuru alkışlar ve övgü, züğürt tesellisinden başka bir şey değildir.
Az ileride büyük bir meydan vardı. İnsanlar küme küme toplanmıştı orada. Berzah âlemi beni meraklı bir insan hâline getirmişti. Uçarak meydana gittim.
Meydanın ortasına yüksek bir yer yapılmış, orta yere büyük bir macuncu fırıldağı asılmıştı. Meseleyi kavramaya çalışırken yanıma kambur bir adam geldi.
Hem önünde hem arkasında kamburu vardı. Ömrümde, böyle iki kamburu olan bir insan görmemiştim. Kimbilir belki de şaşılacak bir şey yoktu bunda? Ön
kamburu şeffaf olduğu için, adamın içi görünüyor, içerisi bir mağazaya benziyordu. İçinde bir sürü şey vardı. Bakışlarım acayipleşmişti. Kamburun içini
Mescid-i Aksa avlusundan daha büyük bir mağaza gibi görüyordum. Büyük bir hayret içerisindeydim. O sırada kör bir adamı, elinden tutarak getirdiler.
Fırıldağın yanına oturttular. O esnada daha önce görüştüğüm Ahlâkçı, Edebiyatçı ve Doktor Pan da oraya geldi. Yanımda olan biri şöyle fısıldıyordu:
-Bu kambur "felek", şu kör de "talih"tir. Fırıldağın etrafına halka şeklinde dizildik. Kör adam fırıldağı çeviriyor, fırıldak döndükçe, kambur adam ön
kamburundan çeşitli şeyler atıyor, etraftakiler de bunları kapışıyordu. İşin garip tarafı herkese kısmetinde olan isabet ediyordu. Sıra yazar ve edebiyatçılara
gelmişti. Ben memur ve yazarların arasında bir yerde bulunuyordum. Memurların çokluğu karşısında, bana düşen payın az olacağı gibi bir sanıya kapıldım
ve yazarların bulunduğu tarafa geçtim. Tesadüf bu ya Ahlakçı da sol tarafımdaydı. Kambur herkese bir şeyler atıyordu. Sıra bize gelmişti. Başıma ağır bir
şey isabet ettiği için yere yuvarlandım. O sırada Ahlâkçı Çat da yere yuvarlandı. Kendime gelince ilk iş olarak, nasibime neyin düştüğünü öğrenmek istedim.
Bir de ne göreyim! Bir küfe çürük domates. .. Domatesler yüzüme gözüme bulaşmıştı. O şaşkınlık içerisinde etrafıma bakarken, daha tuhaf bir manzara
gözüme ilişti. Ahlâkçı Çat'ın yere yuvarlanmasının sebebi, bir sepet yumurtanın kafasına isabet etmesiydi. Ahlâkçı Çat'ın kafasına isabet eden yumurtaların
hemen hemen hepsi kırılmıştı. Bu haliyle, kızartılmak üzere tavaya konmuş yumurtalı dil balığına benzi yordu. Kanaatkar bir insan olan Çat, büyük bir
ciddiyetle orasına burasına bulaşmış yumurtaları parmaklayarak tıkınmaya çalışıyordu. Kendi hâlimi unutarak bastım kahkahayı. Çat kendi kendine
söyleniyordu:
-Bine yakın yumurta... Bari kırılmasalardı... Böylece bir sene bunlarla idare eder, sırtımda senelerdir taşıdığım şu eserlerin hiç olmazsa üç-beşini
bastırabilirdim.
O sırada eserinin isminden bir şey anlaşılamayacağım söyleyen, felsefî konulardan bahseden temiz elbiseli kişi, elinde bir kese altında yanımıza geldi.
Ahlâkçı'nın yumurtaları parmakladığını, benim de kahkahalarla güldüğümü görünce şöyle dedi:
-Yahu! Siz ne kadar budala insanlarsınız. Dünyadaki her şeyden faydalanmanın bir yolu vardır. Fakat siz bunun tersini yapıyorsunuz. Elimdeki bir kese
altını size versem eminim ki bunu da çarçur edersiniz. Haydi birbirinizin yüzünü yalayın. Böylece domatesli yumurta yemiş olursunuz. Haydi durmayın, vakit
geçirmeyin!
Bu sözlerin bitmesinin ardından Ahlâkçı hemen üzerime atlayıp, kollarını boğazıma doladı. Güney Amerika'da yaşayan, karınca yiyen hayvanın
hortumuna benzeyen diliyle yüzümü yalamaya başladı. Kedi dili gibi tırtıllı olan bu dil yüzüme dokundukça o kadar gıdıklanıyordum ki, deli gibi gülüyordum.
Kafasındaki yumurtaları yalamaktan vazgeçeli çok olmuştu. Kendimi aç Ahlâkçının boynuma yapışmış kollarından kurtarmaya çalışıyordum. Yerde
yuvarlanıyorduk. Sonunda kendimi kurtarmayı başardım.
O sırada gözlerimi açtım. Aynalı elinde bir tabakla, gülerek yanıma doğru geliyor ve şöyle mırıldanıyordu:
Alem bir deniz
Sen bir gemi
Aklın yelkeni
Fikrin dümeni
Kurtar kendini
Ha göreyim seni.
Tabağı önüme koyup oturdu. Zembilinden biraz ekmek çıkarıp bana verdi. Tabakta, yumurta dilimleriyle süslenmiş domates salatası vardı. O an
Berzah âleminde yaşadıklarım aklıma geldi. Aynalı gülümsedi:
-Evet, onunla bu aynıdır. Yalnız bir fark var aralarında. O fark ortadan kalkınca problem çözülür. Bu salatayı senin başına isabet eden domateslerin
sağlam kalan üç-beş tanesinden ve Ahlâkçı'ya isabet eden yumurtaların kırılmayan üç-beş tanesinden yaptım. Haydi kaşıkla. Nasibinde ne varsa, kaşığında
o çıkar. Alem yine o âlem, devran yine o devrandır evlât! dedi.
Aynalı Baba'nın Ebediyyen Ayrılışı
İçimde tuhaf bir sıkıntı vardı. İşlerimi bitirmeden, Aynalı'ya uğradım. Beni görünce gülümsedi. Fakat her zamankinden farklı bir çehre ile:
-Ee, evlât! Arttık bu diyardan göçüyorum. Görünen o ki ayrılmamız gerekiyor. Allah yardımcın olsun! Sana zahmet yarın sabah bir uğra. Sana heybeyi
ve içindekileri hatıra olarak bırakıyorum. Fakat, her an seninle birlikte olduğumu unutma! deyince davayı çaktım ve elimde olmayarak ağlamaya başladım.
Aynalı da ağlayarak beni bağrına bastı.
-Ne yapalım evlât! Bu âlem fani. Dış görünüşe aldanma. "O, her gün bir işle meşguldür." Biz Allah'ın emrinin dışına çıkamayız ki!
Geç vakte kadar yanında kaldım. Saatler ne kadar da çabuk geçmişti; bir şimşek gibi... Son derece üzgün bir şekilde ayrıldık birbirimizden.
Seher vaktinde mezarlığa gittim. Seher yeli, en dertli gönülleri bile hoş bir nağmeyle dolduruyordu. İçimde bir ürperti vardı. O ihtiyar Aynalı, o sırf nur
olan zat, bir ağaç dibinde, o çok sevdiği çitlembiğin altında, kolları göğsünde, sanki güzel bir rüya görüyormuş gibi gülümser bir şekilde yere uzanmıştı.
Yanına yaklaştım. Özlem ve sevgi gözyaşlarıyla mübarek ellerini ıslattım. Ağladım, ağladım... Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Gönlüm ayrılmaya bir türlü
razı olmuyordu. Bir sarhoş gibi kalktım ayağa. Onu, küçük bir cemaatle, sevdiği ağacın altına defnettik. İçimde büyük bir sıkıntı vardı. Bu hâlde, akşama
kadar serserice dolaştım.
Geceyi düşünerek ve geçmişi yâd ederek geçirdim. Ertesi sabah Aynalı'nın bana bıraktığı hediyeyi hatırlayıp, hüzünlü kulübemize gittim. Küçük meşin
heybeyi aldım, içinde; bir büyük, iki küçük cezve, dört-beş fincan, yüz gram kadar şeker ve kahve, bir tane elyazması Kuran ve küçük bir defter vardı.
Kulübeyi tamir ettirdim. Dünyevî işlerden arta kalan vakitlerimi burada geçirmeye başladım.
Deftere göz attığımda, Merhum Aynalı'nın yazısının inci gibi olduğunu, kendisi gibi yazısının da gözü okşadığım gördüm. Bu defterde arifane yazılmış
birçok şiir, hikmetle dolu yazılar vardı. Okumasında mahzur olmayan, bilakis faydalı olacağını umduğum birkaç yazıyı sizlere sunmak istiyorum:
Mutluluk
Her insan, akıl ve vicdan sahibi herkes, hatta basit bir hayvan bile, bu dünyada, ihtiyaç hissettiği andan itibaren mutluluğu aramaya başlar. Bu öyle bir
kanundur ki, bütün tabiat kanunları değişse bile bu kanun değişmez.
Hayvanlar yaratılışının elverdiği ölçüde mutlu olur. Zira hayvanların istekleri, zevkleri, düşünceleri sınırlıdır. Fakat insan -kâmil insan hariç- aradığı,
özlem duyduğu mutluluğu tam olarak bilmediği hâlde, bu konuda bir sınır tanımaz. Nice mutlu kimseler vardır ki, istek ve arzu yüzünden mutlu olamaz.
Böylece bu fani dünyayı kendine cehennem yapar. Çünkü en primitif bir insanın, hatta bir çocuğun bile içinde bitmek tükenmek bilmeyen bir hırs vardır.
Günümüzde pek çok şey açıklığa kavuşmuşken, insan hâlâ çözülemeyen bir bilmecedir. Nedense insan, yaratılış itibariyle ttuhaf bir varlıktır. İstediği bir
çok şeyi elde eder, fakat onları elde ettikçe hırsı artar.
Acaba mutluluk nedir? İşte bunu bilen yok... Belki de yalnızca bu dünyanın gürültü patırtısından uzak olan deliler mutlu sayılabilir.
Bilinmelidir ki bir şehri tiyatroya, halkını da sahnedeki aktörlere benzetmek mümkündür.
Bir gün "K" şehrinde bulunuyordum. Mecburiyete binaen herkesle irtibatım vardı. Bir sürü insanı tetkik ettim. Bu insanlar, hiçbir önemi olmayan pek çok
şeyi kendilerine problem yaptıkları için mutlu değillerdi.
Bu koca şehirde, üç kişi fazlaca dikkatimi çekti. Bunlardan biri oturduğum mahallenin imamı, diğeri ise (....) tekkesinin şeyhiydi. Her ikiside tuhaf
insanlardı.
İmam efendi epey mürekkep yalamış, hatta Ezher'e kadar gitmiş, hâli vakti yerinde, konuşkan, atak, nüfuzlu, aynı zamanda da mutaassıp bir kişiydi.
Şeyh efendi ise, babasından miras kalan tekkenin geliriyle düzenli ve rahat bir yaşam süren, İsrailiyata, menkıbelere vakıf, bir çok safsata ve hurafe
bilen, semâ ve âyin konularında tecrübeli, sürekli olarak rüya gören, cin çağıran, şeytan toplayıp onları bağlayan bir adamdı.
İmam efendi herkesi eleştirir, ahlâksızlığın arttığını söyleyerek kıyametin yakın olduğundan dem vurur, herkesin ayıbını araştırır, insanların aldığı
abdesti ve kıldığı namazı beğenmez, kendinden başka müslüman görmezdi. Bununla beraber tefecilik yapar, deveyi hamutuyla yutar, kadere teslimiyetten
bahsetmesine karşın gök gürlediğinde kulaklarını tıkar, vaktinin büyük bir kısmını gayri meşru eğlencelerle geçirirdi. Bu da elindeki mutluluğu kaybetmesine
sebep olurdu.
Şeyh cin çağırmakta usta olmasına rağmen, tuvalete bile karısıyla giderdi. Ailesiyle pek ilgilenmezdi. Mutlu olmak için her şeye sahipken, miskin bir
adam olduğu için sürekli sıkıntı çekerdi.
Benim için asıl önemli olan üçüncü kişi. Zaten konumuz da onunla ilgili. Gördüğüm kadarıyla bu adam hayatından memnun, düzgün bir aile yapısına
sahip birisiydi.
Şehirde dolaşırken, oturduğum yerin beş-on adım ilerisinde Hamdun adında bir marangoza rastlamıştım. Otuz kırk yaşlarında, sıhhatli görünen
birisiydi. Her zaman neşeli olan bu adama oradan geçerken hep selâm verirdim. Bir gün, ona selâm verdikten sonra, dükkânın bir köşesinde bulunan bir
sandalyeye oturdum. Memnuniyetle karşıladı beni. Çırağını kahve getirmesi için gönderdi. Hamdun ağa, bir yandan tahtayı zımparalıyor, diğer yandan da
benimle sohbet ediyordu.
-Baba! Bir marangoz boş durarak ve çene çalarak vaktini zayi etmemelidir. Kusura bakma! Yanımda çalışan bu üç kalfa ve çırak benim oğullarımdır.
Benim boş durup gevezelik etmem onlara kötü örnek olur. Bu yüzden bir taraftan çalışıp, diğer taraftan seninle konuşmak durumundayım. Kusura bakma!

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...