23 Ağustos 2013

AMAK-I HAYAL BÖLÜM YEDİ.....Filibeli Ahmed Hilmi

Ne kadar doğru! Gerçekten insanlarda mercimek kadar akıl olsaydı, değil ebedî hayatı aramak, bu berbat ve geçici hayata bile katlanmayıp, sonu bir
eyvahtan ibaret olan bu zevkleri ve hayat külahını Yokluk Sultanı'na sunarlardı.
Bununla beraber bir kaza ve rastlantıdan ibaret olan bu hayatta, hafif delileri eğleyecek kadar zevk bulunduğu da inkâr edilemez. İnsanlar, cahillik ve
vahşilik devirlerinde icat edilen kelimelere ruh vere vere, bunları hayallerindeki renklerle boyaya boyaya bir duygu zinciri meydana getirmişlerdir. Bunlar
binlerce asırdır gelişe gelişe, miras yoluyla bize kadar gelmiştir. Bizler de, gerçekliği olmayan, yalnızca hayalden ibaret olan bu zincirle, hiçbir meziyeti ve
hiçbir mahiyeti olmayan bu varlık âlemine binbir çeşit güzel renk veriyor ve kendimizi bir güzel aldatıyoruz. Böylece hayata bir mânâ yüklüyoruz. İşte olanca
tiksindiriciliğiyle hayatın gerçek yüzü!
Zavallı Dostum! Sen ne arıyorsun? Sanki bu yoğunluk, bu maddeler, bu görünür hayaller bir ruhu ezmeye, bir vicdanı zıt fikirlerin çarpıştığı bir savaş
alanı hâline getirmeye, bir idraki boğmaya yetmiyormuş gibi bir de görünmeyen hayaller peşinde mi koşmak istiyorsun?
Zavallı Dostum! Zavallı Üstad! Bilmem ki, bu mektubu okuyacak, kalbimden kopan ümitsizlik ve acıma feryadını duyacak hâlde misin?
Bana dediler ki... Fakat buna inanmak istemiyorum. Hiçbir zaman da istemedim. Bu yüzden sana bu mektubu yazmaktan kendimi alamadım. Bana
cevap ver. Eski günler ve tatlı anılar aşkına! Ne olur bana cevap ver!..
Raci'den Sami'ye Mektup
Sevgili Sami!
Mektubunu aldım. Hatrın için beş on dakika derin hayallerimi terk ederek karanlık bir çukura benzeyen bu âleme ayak bastım.
Ey Çocuk! Madem ki bu dünyanın bir tımarhane, insanların deli olduğuna inanıyorsun, öyleyse benim deliliğimi niçin garipsiyorsun. Herkes gibi bir deli
olmamamdan kaynaklanıyor bu sanırım.
Evet azizim! Ben hayallerin arkasına gizlenmiş olan hayaletleri arıyorum. Ne yazık ki bulamıyorum. Tam olarak "bulamıyorum" demek de yanlış. Bunu
nasıl anlatacağımı bilmiyorum.
İlmî gerçeklere kimsenin birşey demeye hakkı yoktur. Yalnız bir hakikatin varlığı, diğer bir hakikatin varlığına engel olamaz. Bazı vicdanlar, başlangıç ile
sonu birbirinden ayıran bir çizginin önünde durup, orada kalamaz. Ben bu hayatı; dünyaya niçin geldiğimizi, ne olacağımızı, bizi bu dünyaya göndereni
anlamadan terk etmemeye niyet ettim. Keşke bu sorulara olumlu ya da olumsuz bir cevap bulabilseydim.
Benim vicdanımı yaralayan soruların cevabı kolay değil, olamaz da. Sonunda ne olacağımızla ilgili gerçekleri inkâr etmek için insanın hayvanca bir
beyne, hissiz bir kalbe sahip olması ya da ilim ve fenni bilmemesi gerekir. Bu gerçekleri bilmeden onaylamak da saçmalıktır. Derdime ilim ve fende ilâç
aradım, bulamadım. Sonunda garip bir âlemin içine girdim. Bu âlemde bulduğum şeyler birçok kimsenin derdine deva olmaya yeterdi. Fakat benimkine
yetmedi. Teleskopların göremediği dünyaları, benim mânâ gözlerim görüyor. Araştırıcıların mahiyetini henüz bilmediği yıldızlarla iletişim kuruyorum. Sizin
inceden inceye yaptığınız gözlemlerle göremediğiniz sönük gök cisimlerini, benim, görmek için ışığa ihtiyaç duymayan gözlerim görüyor. Artık ben öyle bir
ruh oldum ki, benim için, uzak, yakın, görünen, görünmeyen diye bir şey kalmadı. Madde âlemi benim emrime mahkûm, mânâ âlemi irademin esiri. Böyle
olmasına rağmen ben yine de açım. Ruhum, kendisini doyuracak gıdayı henüz bulamadı. Arıyorum... Arıyorum... Neyi diyeceksin. Hiçi!
Sevgili ve aziz dostum Sami! Bu tımarhaneye benim gibi bir deliyi niçin çok görüyorsun? Anladığım kadarıyla bana acıyorsun; teşekkür ederim. Fakat
bazı afyonkeşler, hastalık başlangıcına, zayıflık ve güçsüzlüğe benzeyen sarhoşluğu nasıl sever ve bundan zevk alırlarsa ben de öyleyim. Yaptığım
araştırmalardan büyük bir zevk alıyorum.
Geçen günlerin birinde, benim gibi dertlilerin bir tür gözlemevi olan bir mezarlıkta geziniyordum. Orada bir deli gördüm. Elindeki bir teraziyle oynuyordu.
Ne yapıyorsun diye sordum. Bana şu cevabı verdi:
-Ahmaklıkla bilgeliği tartıyorum.
-Bundan maksadın nedir?
-Mal varlığımı tespit etmek.
-Ee, nasıl bir durumda? .
-Ahmaklığım o kadar, o kadar ağır geldi ki, sanırım bu zamanın Karun'u benim.
Bunun ne anlama geldiğini sana anlatmak çok zor. Fakat işte benim hâlim bu. Bu dünyada bir şeye ihtiyacım olsaydı sana başvururdum. Lâkin yok.
Artık senden bir ricam var. Lütfen beni unut ve meşgul etme!
Sami, yazdığı mektubun elime geçişinden bir ay sonra Manisa'ya geldi. Gayesi üstadı ve değerli dostu Raci ile görüşüp, onu bu berbat yaşantıdan
kurtarmaktı. Onu Ayn-ı Ali Sultan Mezar-lığı'nda buldu. Raci umduğunun aksine sağlıklı görünüyordu. Dilencilerin elbisesine benzeyen alelade bir elbise
vardı üzerinde. Sami mezarlığa girince onu ebegümeci otlan arasındaki bir mezara yaslanmış olarak gördü. O sırada bir kadının da Raci'ye doğru gitmekte
olduğunu farketti. İkisi aynı anda Raci'nin yanına vardı. Raci ikisini de hayret edilecek bir umursamazlıkla karşıladı. Sami boş yere bu heykeli öpücüklerle
canlandırmaya çalışıyor, boş yere o sönük gözlerde sevgi ışığı arıyordu. Nihayet Raci sordu:
-Sami niçin geldin? Mezar taşı seyretmeye mi?
Sami gerçekten çok şaşırdı. Bir zamanlar birçok gencin kendine örnek olarak benimsediği, kendisine benzemeye çalıştığı Ra-ci'nin, bu Raci olduğuna
inanmadığını ifade eden üzgün gözlerle üstadı gözden geçirdi. O sırada Raci:
-Kadın! Sen niçin geldin? dedi.
Kadıncağız, dertli kimselerin birşey isteyecekleri vakit takındıkları hâle benzer bir tavır takınarak ağlamaya başladı. Ve dedi ki:
-Ah Şeyhim! Meczup Efendi! Evliya Bey! Zavallı Nefisem! Zavallı kızım!.. Aman Ya Rabbi! Onbeş yaşında delirdi. Nereden bilirdim böyle olacağını?
Meğer zavallı kızım sevdalanmış, sevmiş yavrucak, fakat Platonik bir sevgiyle... Lütfullah Bey'in oğluna âşık olmuş. Sevdiği delikanlı geçenlerde attan düştü.
Başı bir taşa çarparak paramparça oldu. Kız bu haberi duyunca çıldırdı. Üzüntüden kendini yerden yere atmaya, kendi kendini ısırmaya başladı. Konu
komşu bir araya gelip zor bela zaptedebildik. Yalnız kızın feryadı göklere ulaşıyordu. Tımarhaneye koymaya mecbur olduk. Şimdi biricik kızım, Nefisem
tımarhanede. Elimde avucumda ne varsa sattım. Adaklar verdim, okutup üflettim, muskalar yazdırdım bir faydası dokunmadı. Sonunda seni tavsiye ettiler.
"Git o adamın eteğine yapış" dediler. "O adamın cinleri var. Kızını iyi eder" dediler. Ah! Evliya Baba! Allah aşkına kızımı iyileştir!
Zavallı kadıncağız hüngür hüngür ağlıyordu. Raci bu durumdan etkilenmiş gibi görünmüyordu. Sami ise son derece şaşırmıştı. Zavallı annenin acı hâli
ok gibi işlemişti yüreğine. Hâlbuki bu inlemeler, Raci'yi bir kaval sesi kadar bile etkilememişti. Sami bu kadar duygusuzluk karşısında nefret duymaya
başladı. Kendini tutamayarak, kaba bir dille:
-Eğer aklî durumunun iyi olmadığını, bu yüzden mazur olduğunu bilmesem, bu duygusuzluğundan dolayı seni alçaklıkla vasıflandırırdım, dedi.
Raci ayağa kalkıp, delilere özgü bir şekilde cevap verdi:
-Benim mi? Benim mi aklî dengem yerinde değil? Behey divane! Sen, aptallar gibi bu facianın karşısında ezilirken, ben, aşkı, bir kimsenin kendini nasıl
sevebildiğini düşünüyordum. Düşünüyorum da, ben, sen, hava, taş, demir, aslında aynı şey olmasına rağmen niçin demir ağlamıyor, taş çıldırmıyor da
insan... (Acayip bir kahkaha atarak) Eğer insan sizin gibi delilerle yakınlık kurarsa, ne düşüneceğini bilemez. Demir ağlamaz, dedim. Kim demiş? Demirle şu
kadın arasında ne fark var? Şu hâlde ağlayan kim? Ağlamayan kim? (Sami'nin kolunu bükerek) Bak, kolunu büktüm, senden başka biri olmasa kolun nasıl
bükülecekti? Fakat bükülüyor. Niçin? Bu niçin'e cevap yok. Neden aşk var? Neden sefalet var? Neden zevk ve acı var? Niçin, niçin?.. Cevap yok, değil mi?
Onbeş yaşında bir kız, yirmi yaşında bir delikanlı... Bu delikanlı bu kızı alsın ve mutlu olsunlar. Fakat hayır! Oğlan attan düşer, kız çıldırır. Niçin? Yine cevap
yok. Peki bu ihtiyar kadın niye yaşıyor? Ben niçin yaşıyorum? Ben bundan zevk mi alıyorum? Hâl böyleyken delikanlı ölür, kız çıldırır. Fakat ben ve ihtiyar
kadın yaşar. İşin tuhaf tarafı bunun niçin böyle olduğunu bilen yok, yok, yok! Bu ihtiyar kadına acıyorsun, bana acımıyorsun. Evet, onun kızı çıldırmış, iyi de
benim ruhum, benim kâinatım çıldırdı. Fakat insan her şeyin en basit olanını görür. Ah! Beni nereden buldunuz? Ben ki, şu âlemdeki zıtlığı yok etmek
üzereydim. Bakın, beni ne hâle getirdiniz. Beni yine "niçin-li" bir âleme niçin indirdiniz. Of! Niçinsiz varlık! Söyler misin, seninle çıldırmış kızın, benimle şu taş
parçası arasında ne fark var? Niçinsiz varlık!
Raci'nin psikolojik durumu, tehlikeli delilerinkine benzeyen bir vaziyet gösterdiği için tımarhaneye gönderilmişti. Birkaç gün sonra sinir krizinden
kurtulduğu için orta hâlli ve hafif delilerle birlikte avluya çıkmasına izin verildi. Bu avlunun ortasında bir havuz vardı. Deliler bu havuzda ulu orta yıkanır, çoğu
zaman avluda çıplak dolaşırdı.
Bu olayın yaşandığı sıralarda Manisa Tımarhanesi gerçekten berbat bir durumdaydı. Yataklar pislik içindeydi. Verilen yemekler son derece adî idi.
Avlunun önündeki demir parmaklıklardan içeriyi seyredenler, delilere öteberi verirlerdi. İyi ve kötüyü ayırt edemeyen deliler bazen yenilmeyecek şeyleri de
yerlerdi. Hasta-hanede, havuz tedavisinden başka bir modern tedavi yöntemi uygulanmıyordu. Hâlâ delilere pösteki saydırılıyor, aşırı delilere eşek sudan
gelene kadar dayak atılıyordu. Kader, işte böyle bir tımarhaneye düşürmüştü Raciyi.
Bu tımarhaneye girmek çok kolaydı. Tımarhane hizmetlilerine göre tımarhaneye getirilen herkes deliydi. Bu akıllı adamların elinde delilere dair bir ölçü
olmadığı için buradan çıkmak son derece zordu. Hele bir de arayıp soranınız yoksa...
Râci bu yerin yabancısıydı. Sinir nöbetlerinden kurtulmuştu. Fakat Raci gibi bir adamın nazarında bir mezarlıktan sonra en rahat yer ancak bir
tımarhane olabilirdi. Delilerin acayip acayip konuşmaları onun düşüncelere dalmasını engelliyordu. İşte bu yüzden oradan çıkmak için hiçbir girişimde
bulunmadı.
Raci tımarhaneye gireli onbeş gün olmuştu. Bir gün tımarhaneye yeni bir deli gelmişti. Hafif deliler bu deliyle ilgileniyorlardı. Çünkü bu deli onların çok
hoşuna gitmişti. Yeni deli, ağır adımlarla avluda yürürken, yirmi otuz deli hep bir ağızdan:
-Aynalı, Aynalı, Aynalı!., diye bağırıyorlardı.
Bu sesleri duyan Raci başını kaldırdı. Birden sevinç çığlıkları attı. Gördüğü adam, bulmak ümidiyle Anadolu'nun yansını dolaştığı hâlde bir türlü izine
rastlayamadığı Aynalı Baba idi. Büyük bir cezbeye kapılarak Aynalı'nın ellerine sarıldı.
(... ) şehri mezarlığında başlayan serüven Manisa Tımarhanesi'nde devam etti. Zira delileri incelemek, belki de, akıllı olduklarını iddia eden
kimselerin yaptığı en akıllıca iştir.
Makam Düşkünü Bir Deli
Tımarhane arkadaşlarımın içinde incelenmeye değer birçok adam vardı. Bu delilerden bazısının durumu, deliliğin bir mutluluk mu, yoksa bir felâket mi
olduğu noktasında beni çok düşündürdü. Dünyada, her şey göreceli... Dolayısıyla delilik de bazı durumlarda mutluluk, bazı durumlarda felâket sayılabilir.
Zararsız deliler arasında bir jandarma eri vardı. Kendini albay sanıyordu. Her gün bir köşeye oturur, derin düşüncelere dalardı. Saatlerce düşündükten
sonra hâlinden memnun bir eda ile ayağa kalkardı. Bir gün kendisine ne düşündüğünü sordum. Şöyle cevap verdi:
-Bin kadar eşkıya var. Kara Efe, Ak Efe, Yeşil Efe, Mor Efe,.. Hepsi de dağa çıktı. Ben de Türk albayı olduğum için sadrazam bana bu haydutların
yakalanmasını emretti. Emrimdeki askerleri bin bölüğe ayırdım. Aklımı çıkarıp, bir tabağa koyarak bin parçaya ayırdım. Her birini bir çavuşun heybesine
koydum. Çavuşlar, bir şeye akıl erdiremezlerse heybedeki aklımı çıkanp, ne yapmaları gerektiğini ona sordular, işte bu şekilde ne Kara Efe kaldı, ne de Mor
Efe, hepsini yakaladım. Derken durum padişaha bildirilmiş. Bunun üzerine padişah bana kırk cariye, bir deve yükü altın, beş yüz tane de nişan verdi. Şimdi
bu meseleyi düşünüyordum. Önceden aldığım nişanlarla bu son nişanlar yirmi oda dolduruyor. Bunları nasıl taşıyacağımı düşünüyordum. Fakat sonunda bir
çözüm buldum. Bir tren kiralayacağım. Gittiğim yere, onu da götüreceğim. Nişanlan vagonlara astıracağım. Ve oldukça büyük harflerle: "Bu nişanlar Albay
Cırlak Efe'nin nişanlandır" diye yazdıracağım. Başka yolu yok bunun. İnsan sahip olduğu nişanları beraberinde götürmezse, nişanlar neye yarar?
Bu zavallı, mutlu deliler grubuna giriyordu. Bu şekilde binlerce deli olduğunu düşünüp, sakın âlem büyük bir tımarhane olmasın? dedim kendi kendime.
İki Hafızın Hikâyesi
Tımarhanede iki deli dikkatimi çekti. Bunlardan biri gerçekten hafızmış, diğeri ise arabacı. Bunlara "İki Hafız" denmesi, arabacının diğerini sürekli taklit
etmesinden kaynaklanıyordu.
Demir parmaklıkların önüne deli seyretmeye gelen akıllılar(!) bütün müslümanlara özgü olan şefkat ve ihsan âdetiyle delilere tütün, şeker gibi öteberi
veriyorlardı.
Pis boğaz deliler parmaklık önünde seyirci gördükleri zaman onların yanına giderek, uzmanlık alanı içine giren konularda saçmalayıp, onlardan bir
şeyler isterlerdi.
Hafız, cenazelerde, hastaların başı ucunda, evlenme törenlerinde aşır okuyup, cer etmeye alışkın olduğundan bir seyirci görür görmez parmaklığın
önüne gidip diz çökerek Kuran okumaya başlardı. Arabacı da, hafızın kazancından yararlanmak için hemen onun yanına diz çöker ve hafızın ağzından
çıkan kelimeleri mümkün olduğu kadar taklit etmeye çalışırdı. Zavallı hafız ara sıra seyircilere:
-Bu adam hafız değildir. Onu dinlemeyin, derse de arabacı seyirciye göz kırparak:
-Ona kulak asmayın. Delinin biridir, derdi.
Bir gün bu yalancı hafız ile konuşurken, niçin hafızlık tasladığını sordum. Bana dedi ki:
-Hafızı dinleyenlerin yüzde doksanı, benim okuduğumun mu, yoksa onun okuduğunun mu doğru olduğunu bilmekten aciz kimseler. Kendilerine tecvitle
okunan her şeyi Kuran sanır bunlar. Yalnızca kafa sallarlar. Zaten bizim hafız da okuduğunu anlamaz. Bu seyircilerin çoğunun benim hafız olduğuma yemin
edeceklerinden eminim.
Akıllı Olduğunu Sanan Bir Deli
Öyle insanlar vardır ki yalnızca bilmediğini bilmemekle kalmaz, her şeyi bildiğini iddia eder. Doktor değildir. Fakat doktorları küçük görür. Önüne gelene
ilâç tavsiye eder. Yanlış evlilik yapmış, içi-dışı çirkin bir kadın almıştır. Fakat herkese evlilikte dikkat edilecek hususları öğretir. Bir ton para harcayarak ahır
gibi bir ev yaptırmıştır. Fakat Mimar Sinan'ı beğenmez.
İşte bu tip insanlardan birinin üzüm bağlan vardı. Ekonomi ve siyaset hakkında sağlam bir fikri olmadığı için servetinin büyük bir kısmını kaybetmişti. Bu
kayıp, zavallıyı çok etkilemişse de uyanmasını sağlayamamıştı. Bu adam bir gün asma filizlerine zarar veren şeyin filiz biti olduğunu duymuş. Ziraat
mühendislerinin söylediklerini saçma bulduğu için kendi birtakım ilâçlar yapmaya kalkışmış. Şöyle düşünmüş: "Civa bitleri kaçırıyor; telli sürür uyuzu ve
rastık taşı birtakım yaraları iyileştiriyor." İşte bu düşünceden hareketle, bunlara bazı maddeler de ekleyerek bir macun yapıp, kütüklere sürmüş. Netice mi?
Doktor Kuru Sıkı'nın diş tedavisinde elde ettiği neticenin aynısı. Bilindiği üzere bu filozof diş ağrısından kurtulmanın tek yolunun çene kemiklerinin sökülmesi
olduğunu söylerdi.
Birinci Bölüme İlâveler
"İnsanın bilmesi gereken tek şey, bir şey bilmediğini bilmesidir."
Aynalı'yı görmeyeli uzun bir zaman geçmişti, ilk fırsatta Namazgah Mezarlığındaki kulübesine gittim. İlk sözü:
-Evlât nerelerdeydin? Gözlerimiz yollarda kaldı, oldu.
-Ne yapalım dünya hâli. Yoksa sizden uzaklarda olmak benim için, katlanılması zor birşey.
Biraz havadan sudan konuştuktan sonra:
-Eee, Erenler! Arttık birer kahve içsek, diyerek âdet olduğu üzere cezveyi ocağın üstüne koydu. Bol şekerli kahvelerimizi içmeye başladık. Bir süre
sonra kendimi karınca kılığında gördüm. Binlerce yolu olan bir karınca yuvasında, karıncaların arasındaydım. Şaşkın şaşkın etrafa bakmaya ve çevreyi
incelemeye başladım. Karıncalar, çeşitli sosyal sınıflara ayrılmış insanlar gibi birtakım kısımlara ayrılmıştı. Fakat onlar arasındaki sınıflaşma, insanlar
arasındaki sınıflaşmaya benzemiyordu. Yönetenler ile yönetilenler arasında bir mevki farkı yoktu. Yuvada en az birkaç yüzbin karınca vardı. İşin tuhaf tarafı,
bunlar, her türlü ihtiyaçlarını rahatça anlatabilecek gelişmiş bir dile sahiptiler. Yuvamızda, oldukça güzel okullar, ambarlar, yatakhaneler, hapishaneler, dinlenme ve yemek salonları, toplantı yerleri vardı. Kısacası, modern bir toplum için gerekli olan şeylerin hepsi mevcuttu. Daha tuhaf tarafı, karınca topluluğu
insanlara oranla çok ileriydi. Her-şeyden önce onlardaki işbölümü ve çalışma düzeni insanlara göre daha ileri bir konumdaydı, iktisat ve ekonomide de
korkunç derecede ilerideydiler. İnsanlardan çok üstün oldukları diğer bir taraf da eğitimdi. Karıncalar eğitim konusunda insanları sollamışlardı. Adalet
bakımından da durum böyleydi. Okullar en güzel ve en geniş yerlerde bulunuyordu. Hapishaneler sıhhî idi ve çok küçüktü. Çünkü hapis cezasına
çaptırılanlar yok denecek kadar azdı. Bir karınca için en önemli şey vazife duygusuydu. Bu duygu, her duygudan önce geliyordu. Şahsî ihtiyaç ve arzular için
vazife terk edilmez, vazifede tembellik edilmezdi.
Ben, beylerden birinin oğluydum. Eğitim ve öğretimim için işçi sınıfından yedi meşhur âlim seçilmişti. Bu seçim müşavere yoluyla gerçekleşmişti. Bu
yedi âlim yalnızca bizim yuvamızda değil, komşu yuvalarda da, ilim ve faziletinin üstünlüğüyle tanınmış kimselerdi. Yaşam merdiveninin son basamaklarına
gelmiş bu ihtiyarlar beni vatana millete faydalı bir eleman olarak yetiştirmek, arkalarında hayırlı bir talebe bırakmak ümidiyle çalışıyorlardı. İyi bir öğretim
sistemi uygulayarak ilim ve fenlerin tümünü öğretmişlerdi. Artık sık sık yolculuk yapıyor, öğrendiklerimi hayata geçirmeye uğraşıyordum.
Bir gün, uykudan uyandığımı gören hizmetçiler, sofraya semiz bir karafatma budu ve yarım buğdaydan oluşan sabah kahvaltımı getirdiler. Henüz
kahvaltımı bitirmemiştim ki hocalarımdan biri yanıma gelip, konuşmaya başladı:
-Ey Şehzadem! Bildiğiniz üzere şehrimizin kuzeyinde bulunan sert ve çorak arazide tuhaf tabiat olayları oluyor. Bir lise öğrencisine bu sene
yaptırdığımız ilmî gezintiler neticesinde elimize ulaşan raporlardan, âlimlerimizin bir türlü çözemediği hava olayının yeniden başladığını ve her güm düzenli
olarak tekrarlandığını öğrenmiş bulunuyoruz.
Bu yerde, güneş tüm şiddetiyle parlarken birdenbire gökyüzünü kalın bulutlar kaplıyor. Bunu duymuş olmalısınız. Bu bulutlar belli zamanlarda tekrar
yok oluyor. Siz de biliyorsunuz ki bu tür tabiat olayları akıl ve mantıkla çözülemez. Deney ve gözlem yapılması gerekir. Uzun süreden beri, birçok konuda,
sayısız araştırma ve inceleme yapıldığını biliyorsunuz. Geçmişte çözülemeyen bir sürü tabiat olayı bugün çözülmüş durumda. Bu verilere yüzde doksan
oranında güveniyoruz. Fakat bu acayip hava olayını şimdiye kadar doğru bir şekilde çözen olmadı. Bugün büyük bir hocamız bu konuda yaptığı derin
incelemeleri içeren bir konferans verecek. Eğer müsaitseniz beraber gidelim. Konferans arazi üzerinde verilecek ve bütün lise ve üniversite öğrencileri orada
bulunacak.
Büyük bir kalabalıkla, bu acayip araziye doğru yola çıktık. İşin garip tarafı ben hem insan, hem de karınca sıfatlarına sahiptim. Sonunda oraya geldik.
Bu yere karınca gözüyle baktığımda, burasının, gerçekten hakkında konferanslar verilecek kadar acayip bir yapıya sahip olduğunu gördüm. Fakat
insan gözüyle baktığım zaman burasının, iki yanında büyük mağazalar bulunan, Napoli taşlarıyla döşenmiş geniş bir cadde olduğunu gördüm. Bu iki durum
arasındaki korkunç farkı düşünüyordum ki tabiatçı bir âlim bu garip arazi hakkında konferans vermeye başladı.
Efendiler! Burada en çok dikkat çeken şey bu odacıkların şekli ve aralarındaki kanalların düzenidir. Odacıklar yaklaşık olarak düz, kanallar ise
mükemmel denilecek kadar düzgün çizgilerle dolu. Bu düzenliliğin sebebini âlimler bir türlü çözemiyor. Buradakilere benzer şeyler tabiatta yoktur ve olamaz.
Konferansın en tatlı yerine gelinmişti ki, yüz binlerce dinleyici arasından birdenbire bir çığlık koptu. Gökyüzünün açık olmasına rağmen, yağmurla kıyas
edilmesi mümkün olmayan müthiş bir sıcak sel binlerce karıncayı sürüklemeye başladı. Kimileri sele kapılıp sürükleniyor, kimileri kaçmaya çalışıyordu. Ben
bir dakikalık bir panikten sonra bu garip sel tufanının sebebini anlamak istedim. O sırada damlalar ara ara düşmeye devam ediyordu. Bu müthiş olaya insan
gözüyle bakınca, gülmekten ve hayret etmekten kendimi alamadım.
Garip arazi denilen bu caddede, bir kaldırımın kenarında bulunuyorduk. Bulunduğumuz yerde bir at arabası durmuş; arabacı uyuyor, hayvanlar ise
boyunlarına asılı torbadan yem yiyordu. Hayvanların ikisi de sanki anlaşmışlar gibi birden işemeye başlamışlardı. Zavallı karıncalan helak eden sıcak sel, bu
hayvanların sidiğinden başka bir şey değildi.
Bütün karıncalar, ümitsizlik ve üzüntü içinde benim cesedimle meşgul oluyorlardı. Zira ben de ölenler arasındaydım. Alimler ise garip arazide meydana
gelen sel tufanının sebeplerini araştırıyorlardı. Sonunda büyük bir tabiat âlimi, kütüphanesindeki bir eserde bunun sebebini buldu. Bu eserde şöyle
yazıyordu: "Garip arazide öyle güçlü bir elektriklenme var ki, bazen birdenbire bu elektriklenme şiddetleniyor ve havanın yoğunlaşmasına sebep oluyor.
Böylece bulutlardan acayip bir sel boşalıyor."
Bu açıklamayı duyduğum zaman, gözümün önüne yem yiyen yorgun beygirlerin işemeleri geldi ve kahkahalar atmaktan kendimi alamadım. Hemen
arkasından da uyandım.
O sırada Aynalı'yı gördüm. Bir yandan gülüyor, bir yandan garip bir oyun oynuyordu. Hem de mırıldanıyordu.
Güneş yanar, âlem döner,
Bir gün gelir hepsi söner,
Ey sahib-i ilm-ü hüner,
Bilir misin sebebi kim?
Ne gelen var, ne giden var,
Ne solan var, ne biten var,
Ne gül var, ne diken var,
Bilir misin, sebebi kim?
Her zerre ferd yoktur eşi,
Acep bunlar kimin işi?
Ey kendini bilmez kişi,
Bilir misin sebebi kim?
Haktır desen mânâsı ne?
Sebep midir bir kelime?
Soruyorum sana yine,
Bilir misin sebebi kim?
Leyla'lı Mecnun
Gündelik işlerden kurtulunca kendimi Aynalı'nın sohbetine atmaktan alamıyordum. Bu bende âdeta tiryakilik hâline gelmişti. Yine bir gün işi gücü
bitirdikten sonra, ikindiye doğru onun yanma gittim. Aynalı Baba asırlık bir çınarın altında oturuyordu.
-Evlaât! Bugün biraz coşkuluyum. Sana ney çalayım, dedi ve başladı ney çalmaya.
Aslında buna ney demek yanlıştı. Çünkü bu neyin sesiyle yer ve göğün inlediğini zannediyordum. Kısa bir süre sonra kendimden geçtim.
Emel şehrinin eşrafından ve hatırı sayılır zenginlerinden birinin oğlu olarak gördüm kendimi. Ailenin tek oğlu olduğum için annem ve babam
taparcasına seviyorlardı beni. Emel şehri halkı da yakışıklılığım ve terbiyemle iftihar ediyordu. On sekiz yaşında tam bir yiğit olduğum için her sabah atıma
biniyor, şehrin gül bahçelerini kıskandırıcı güzellikteki kırlarını dolaşıyor, ara sıra avcılık yapıyordum.
Ben sokaklardan geçerken, halk: "Yaratıcıların en güzeli olan Allah'ın şânı ne yücedir" diyerek güzelliğimi övüyorlardı. Şehrin en güzel kızları, bana
görünmek için yollara çıkmayı âdet hâline getirmişlerdi. Fakat ben, kolumda gezdirdiğim şahinim kadar gururlu olduğum için onlara tepeden bakıyor, bu
zavallıları görmemezlikten geliyordum. Atımı oynatarak geçip gidiyordum yanlarından. Fakat kalbime acayip bir ateşin düştüğünü hissediyordum. Bu ateşin
sebebini bilmediğim hâlde beni yakıp kül etmesi çok tuhaftı. Sonunda büyük bir hüzne kapılmaktan ve derin düşüncelere dalmaktan kendimi alamadım.
Elime sazımı alıp hem söylüyor, hem ağlıyordum. Zamanla ağlayıp inlemeler alışkanlık hâline gelmiş, benzim sararıp solmuş, dünya ile alâkam kesilmişti.
Doğal olarak, bu hâlim anne babamın gözünden kaçmıyordu. Garip bir hastalığa tutulduğumu duymayan kalmamıştı. Herkes yas tutuyordu. Şehrin en
meşhur doktorlarının yaptığı türlü türlü ilâçlara, remilcilerin ve hocaların okuyup üflemelerine rağmen hastalığım günden güne artıyordu.
Sonunda, uzaktaki köylerden birinde oturan, kehanet ve ilmiyle meşhur bir adamı bulup getirdiler. Bu ihtiyar, doktorların yaptığı ilâçları kontrol etti.
Başını salladı. Usturlaba ('Yıldızların dünyaya yüksekliğini hesaplamakta kullanılan bir âlet.") baktı. Yıldızlarla konuştu. Cin çağırdı. Bir müddet düşündü.
Sonunda:
-Efendi! Oğlunuz seviyor. Aşk hastalığına yakalanmış, dedi.
-Muhterem Efendi! Kimi seviyor?
-Hiç kimseyi... Aşkın en öldürücü olan şekli budur.
-Ey Büyük Alim! Bize yol göster! Ne yapmamız gerekiyor? Bunun çaresi ne? Oğlumuzun kurtulması için canımızı vermemiz gerekiyorsa, verelim. Yeter
ki ciğerparemiz kurtulsun.
- Efendi! Oğlunuzun bağrını yakıp kül eden "mutlak aşk"tır. Önce bu aşka bir hedef bulmalıyız. Sonra, bu aşk ateşini vuslat âb-ı hayatıyla söndürmenin
bir yolunu düşünmeliyiz. Aksi tak dirde, ölmesi kaçınılmazdır.
Anne babamın sevincine diyecek yoktu. Onların düşüncesine göre bu işi halletmek çok kolaydı. Beni evlendirerek meseleyi çözeceklerini
düşünüyorlardı. Şehrin en güzel kızlarını bana göstermeye başladılar. Şehrimizde katı bir denklik sistemi uygulandığı hâlde, fakir ve aşağı tabakadaki
güzeller bile gösterildi. Ne çare ki bunların hiçbirini beğenmedim. Sonunda yatağa düştüm.
Günden güne sararıp soluyordum. Benim bu hâlimi gören zavallı annem ve babam delirme konumuna geldiler.
Artık, tamburumu tıngırdatıp, şarkı söyleyecek dermanım kalmamıştı. Bu yüzden, acımı hafifletir düşüncesiyle babam seçkin bir müzisyen topluluğunu
emrime verip; onları, hoşuma giden parçalan çalıp söylemekle görevlendirmişti.
Bir gün, dokunaklı bir faslın bittiği sırada sokakta dolaşan bir tellâlın: "Bin alttın değerinde, kapalı bir sandık satıyorum. İçinde ne olduğunu ben de dahil
kimse bilmiyor. Bu sandığı alan da pişman, almayan da..." diye bağırdığını duydum. Tellâlın söylediklerini anne-babam da duydu. Belki içinden, beni
eğlendirecek bir şey çıkar düşüncesiyle hemen satın aldılar.
Sandığın içinde ne olduğunu çok merak ediyordum. Aylardan beri ilk defa birşey arzuladığım için anne ve, babam çok sevindi. Sandığı yanıma
koydular. Bir sürü anahtar getirdiler. İki gün sandığı açmaya uğraştım. Hiçbiri uymuyordu. Sonunda zor belâ sandığı açmayı başardım. Sandıktan bir resim,
bir de kâğıt çıktı. Önce kağıdı okudum. Şöyle yazıyordu:
"Bu resim, Maksut şehri padişahı Sultan Keramet'in kızı Aşk Aynası Banu'nun resmidir. Onun yüzündeki parlaklığın yanında Zelihalar sönmüş yıldızlar
gibi kalır. Onun tatlı diline hatipler hayrandır. Onun aklı karşısında âlimler şaşkındır. Banu on beş yaşında olup, Maksut Şehri'nin gençleri ve Cabilsa'daki
herkes ona âşıktır.
Ey bu resmi görecek olan zavallı!.. Sen ona âşık olmakla başını belâya sokacaksın. Şunu iyi bil ki, Aşk aynası yeryüzünün âfetidir. Binlerce yiğidin ve
gencin ölümüne sebep olmuştur. Aşıklarının bazısı intihar etmiş, bazısı da verem olmuştur. Ey zavallı şehit! Sen de o şehitler arasına katılacaksın. Sen de
ona kavuşamamanın acısına dayanamayarak bu dünyadan göçüp gideceksin... "
Bu ürpertici yazıyı okuduktan sonra, hiç tereddüt etmeden resmi elime alıp baktım. "İnsan iki kere ölmez ki!.. Zaten uzun zamandır ölümcül bir hâlde
yaşamıyor muyum?" diye düşündüm. Resme baktığım zaman boğuk bir çığlık kopararak bayılmışım. Kendime geldiğimde anne-babam baş ucumda
ağlıyordu. Baygınlığım uzun sürdüğü için öldüğümü sanmışlardı. Durmadan ağlıyordum. Gözyaşlarını ilâç gibi geliyor, üzüntüm ve sıkıntım hafifliyordu.
O gece ilk defa yemek yemek istedim. Yemekten sonra, çoktan beri hasretini çektiğim tatlı bir uykuya daldım. Artık aşkımın bir nesnesi vardı. Tüm
benliğimle Aşk Aynası Banu'yu seviyordum.
Kısa sûrede kendimi toparladım. Sanki hiç hastalanmamış gibi oldum. Sevgilimin resmi elimden düşmüyor, hayali kalbimden gitmiyordu. Hep onu
düşünüyor, rüyalarımı onunla süslüyor-dum. Sonunda önemli bir karar verdim. Anne babamın odasına gidip, ellerini öperek dedim ki:
-Ey benim dünyaya gelişime vesile olan anne ve babacığım! Sevgilimi bulup, onunla görüşmek istiyorum. Eğer bunu yapamazsam kahrımdan ölürüm.
Bu yüzden Maksut şehrine, Cabilsa-ya gideceğim. Kararım kesindir.
Zavallı anne ve babam bu konuşmam karşısında çok şaşırdılar. Fakat kısa bir süre sonra, beni bu kararımdan döndürmenin imkânsız olduğunu
anladılar. Bu önemli meseleyi konuşmak için şehirdeki bilge kişileri eve çağırdılar. Benim kararımı tüm ayrıntılarıyla açıklayarak, onların bu konudaki
görüşlerini sordular.
Muhterem bir zat söz aldı ve şöyle dedi:
-Bu konuda birşeyler söyleyebilmek için Cabilsa bölgesini, Maksut şehrini bilmek lâzım. Ben böyle bir yeri ilk defa duyuyorum. Burada bulunanların da
benimle aynı durumda olduklarını zannediyorum.
Bu meclisteki yüce şahıslar, bu adamın söylediklerini doğrulayarak, şimdiye kadar böyle bir yerin ismini duymadıklarını söylediler. Sonunda bu konuyu,
daha önce hastalığımı teşhis eden yüce kâhine danışmaya karar verdiler. Kâhin çağrılıp, mesele kendisine anlatıldı. Kâhin biraz düşündükten sonra:
-Maksut şehri, Cabilsa bölgesinin, batısında bulunan bir şehirdir. Bu yerin ötesinde başka herhangi bir şehir yoktur. Biz ise doğunun en ucundaki Emel
şehrinde yaşıyoruz. Maksut şehrine, süratli gidildiği takdirde bir yılda varılabilir, dedi.
Yeniden şehrin ileri gelenleri bir araya getirildi. İhtiyar kahinin söyledikleri tartışıldı. Sonunda, beni kararımdan döndürmenin imkânsız olduğunu
anladılar ve Cabilsa'ya gitmem noktasında görüş birliğine vardılar. Bu yolculukta on beş tane sadık hizmetçi bana refakat edecekti. Babamın yalvarıp
yakarmalarına dayanamayan kâhin de benimle birlikte gelmeye razı oldu. Yirmi gün kadar, Sultan Keramet ve hanımına götürülecek hediyeleri ayarlamakla
uğraştık. Değerli kâhinin yolculuk edeceği taht-ı revanı hazırladık. Sonunda müneccimlerin uygun gördüğü bir günde anne babamla vedalaşıp erkenden yola
çıktık. Akrabalarım ve şehir halkı dualar ederek bizi şehir dışına kadar uğurladılar. Ermiş bir zatın hayır duasından sonra yola koyulduk.
Bir sene kadar yorucu bir yolculuk yaptıktan sonra sonunda Cabilsa bölgesine, Maksut şehrine vardık.
Şehirdeki büyük bir kervansarayda konakladık. Şehirdeki haberleşme ağı çok gelişmiş olduğundan, uzak doğudan geldiğimizi duyanlar bizi ziyarete
geldi.
Ziyaret sebebimizi anlayanlar, başlarını sallayarak üzüntülerini belirtiyorlardı. On gün kadar istirahat ettikten sonra kâhinle beraber Sultanın sarayına
gittik. Sultanın huzuruna kabul edildiğimizi bize haber verdiler. Hediyeleri verdikten sonra bu uzun yolculuğa niçin katlandığımız soruldu. Niçin geldiğimizi
söyleyince hepsinin yüzü karıştı. Derhal meclis üyelerinin toplanması emredildi.
Vezirlere de ne maksatla buraya geldiğimizi anlattık. Hepsinin yüzlerinde acı ve üzüntü belirtileri görülüyordu. Sultan dedi ki:
-Oğlum! Evlilik konusunda ona karışamam. Yalnız şu kadarını söyleyeyim ki, şimdiye dek binlerce delikanlı bu kız uğrunda yok olup gitti. Kızım,
kendisini isteyenlere bir şeyler soruyor. Bu soruları cevaplayamayanlar sonunda helak oluyor. Ancak, sorularına doğru cevap veren kimseyle evleneceğini
söylüyor. Fakat bu zamana kadar, on binlerce gencin arasından bu sorulara
doğru cevap veren biri çıkmadı. Senin gibi yakışıklı bir gencin helak olmasını istemem. Gel bu sevdadan vazgeç.
Sultandan sonra, vezirler ve nazırlar da bu işten vazgeçmemi söylediler

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...