Bahadır ve ben üç ay sonra şehrimize ulaştık. Şehre gelişimiz ejderhanın geleceği günün bir gün öncesine rastladı. Babam yaşlanmıştı. Halk büyük bir
üzüntü içinde ertesi günü bekliyordu. Ben ve Bahadır yedi yıl süren bu yolculukta çok değişmiş, tanınmaz bir hâle gelmiştik.
Bahadır'ı babama gönderip: "Ejderhanın sorularını cevaplayacak bir derviş geldi. Sabahleyin bütün halk şehir dışına çıksın. Şenlik hazırlıkları yapılsın"
şeklinde bir haber yolladım.
Babam sevincinden ne yapacağını şaşırmıştı. Alimleri ve vezirleri toplayarak onlarla konuşmuş ve ertesi gün şehir dışına çıkılmaya karar verilmişti. Tan
yerinin ağarmasıyla birlikte halk kalabalıklar hâlinde şehir dışına çıkmaya başladı. Ben de Bahadır'ı yanıma alarak padişahın huzuruna çıktım. Bana çok
büyük iz-zet-ü ikramda bulundular. Babam, ne yapacağını şaşırmış durumdaydı. Derken korkunç ejderha göründü. Halkın toplanmış olduğunu görünce
şaşırdı:
-Vay, vay! Benimle savaşmayı mı düşünüyorsunuz yoksa. Ağzımdan çıkaracağım küçücük bir ateşle hepinizi kül ederim, diye bağırdı.
Ejderhaya gönderilen bir elçi, buraya toplanmaktaki amacın savaş olmadığını, soruya cevap verecek bir adamın ortaya çıktığını bildirdi. Ejderha:
-Yollayın bakalım o adamı bana, dedi.
O sırada ben yerimden kalkıp, ejderhanın karşısına çıktım.
-Ey insanoğlu! Eğer soruma cevap veremezsen seni yerim. Ayrıca yedişer değil, yetmişer erkek ve kızı kurban ederim iyice bilesin, dedi.
Bu durum padişaha bildirildi. Padişah biraz tereddüt ettikten sonra kendisine garanti vermem üzerine, buna razı oldu. Ve ejderha klâsik sorusunu
sordu:
-Bu kervan nereye gidiyor?
Herkesin ruhu âdeta bedeninden çıkmış, iki dudağım arasından çıkacak söze doğru uçmaya başlamıştı.
-Ey beyinsiz ifrit! Olgunlaşmaya ihtiyaç duyan bu kâinat, her daim yürümeye mahkum bu kervan, hayal bile edilemeyecek eşsiz bir sırra, her şeyi
kendine çeken Hakk'ın cemalinin nuruna doğru gitmektedir, dedim.
Ejderha bu cevabı işittiği zaman akıllara durgunluk veren korkunç bir nâra atarak silkindi. O sırada, onbeş-onaltı yaşlarında,melek yüzlü bir kız şekline
döndü. Bu durum karşısında herkes son derece şaşırdı. Kız yanıma gelerek bana dedi ki:
-Ben Allah'ın kudretiyle yaratılmış yaratıkların en güzeliyim. Ve, her zaman onaltı yaşındayım. Yalnız kaderin cilvesiyle ejderha oldum. Bu durumdan
kurtuluşum sorduğum soruya doğru cevap verilmesine bağlıydı. Siz bu sorunun cevabını verdiniz. Böylece beni o çirkin görüntüden, birçok insanı da benim
şerrimden kurtardınız. Artık sizin cariyenizim. Size hizmet etmek benim için büyük bir mutluluktur efendim!
Herkes sevincinden göklere uçuyordu. Askerler halka susmalarını söyledi. Ve, padişah konuşmaya başladı:
-Sevgili halkım! Bu fazıl ve kâmil delikanlı sizleri büyük bir dertten kurtardı. Size daha büyük hizmetlerde bulunacağına eminim. Saltanat yükünü
şimdiye kadar taşımamın sebebi, yerime geçmeye lâyık birini bulamamamdı. Bildiğiniz gibi zavallı oğlumu da kaybettim. Bu asil genci bize Allah gönderdi.
Onun aracılığıyla sizi kurtardı. Ben de yerimi ona bırakıyorum. Allah, tacını ve tahtını ona mübarek etsin! dedi.
Beni yanına çağırdı. Kucakladı. Sonunda dayanamadım ve ellerine sarılarak:
-Babacığım! Oğlunu tanıyamadım mı? dedim.
Babam bir sevinç çığlığı atarak bayıldı. Herkes, benim, kendilerini kurtarmak için yolculuğa çıkan şehzade olduğumu anladı. Halkın sevinci doruk
noktasına çıkmıştı. Herkes birbirini kucaklayıp, tebrik ediyordu.
İfrit kılığından kurtulmuş olan peri kızıyla evlendim. Bizim düğünümüzle, ejderha için ayrılmış yedi erkek ve kızın düğünleri birlikte yapıldı. Babam
inzivaya çekildi. Ben de Bahadır'ı vezir tayin ederek, memleketi idare etmeye başladım.
Bir cuma günü atla gezintiye çıkmıştım. Nasıl olduysa atın ayağı sürçtü. Ben de yere düştüm.
Ve, uyandım...
Azamet Deryası
"İlim bir noktadır. Fakat onu cahiller çoğaltmıştır"
Hz. Ali
Bugün Aynalı Baba çok neşeliydi. Hatta ne kadar sevinçli olduğunu herkese göstermek için külahına kocaman bir ayna parçası, zırhına da iki san
teneke eklemişti. Bir müridin, şeyhine karşı hürmet duygularıyla dolu olduğu gibi, Aynalı'ya karşı iyi hislerle dolu olduğum için, cübbesinde teneke parçaları
değil de kocaman bir gaz tenekesi taksa bile ona saygımdan en ufak bir eksilme olmazdı. Ona niçin bu kadar neşeli olduğunu sordum. Cevaben dedi ki:
-Bizim Berber Hacı Molla'yı bilirsin. Kedisi doğurmuş. Hem de nur topu gibi beyaz ve çok sevimli bir yavru!..
-Afedersiniz azizim! Hacı Molla'nın kedisinin doğurmasına bu kadar sevinmenizin sebebini anlayamıyorum.
-Bunda anlaşılamayacak birşey yok. Sağ salim doğum yaptığı için biz bugün şenlik yapacağız.
-Bir kedi yavrusu için şenlik yapmak ha! Bu çok muhterem yavruya isim verildiği gün de merasim yapılacak mı?
-İsmi konuldu. Hacı Molla her ne kadar ismini... İnsanların yüzbinlerce sene yeni kelimeler türetmek için uğraşmasına rağmen hâlâ gerektiği kadar
kelimenin olmayışı tuhaf değil mi?
Biraz aptallaşmıştım.
-Ne gibi efendim?
-Yavrunun annesinin ismi Pamuk. Yavruya da "Pamuk" ismini vermek fazlaca tekdüze olacaktı. Fakat Hacı Molla yavruya da, beyazlık ifade eden bir
isim koymak istiyordu. Tam dört saat tartıştık. "Kar" koyalım dedik, biraz soğuk kaçtı. "Beyaz" ismi de tekrarlanmaya pek müsait değildi. "Sefît"i de Hacı
Molla kabul etmedi. Çocukken coğrafya dersinde Bahr-i Sefît (Akdeniz) yüzünden dayak yediği için bu kelimeden nefret ediyordu. "Ak" isminin konulmasını
teklif ettim.
Molla kızdı, "Yavruyu: "Ak! Ak! Ak!" diye çağırdığım zaman herkes beni ördek zanneder" dedi. Pamuğun Farsça karşılığı olan "Pembe" olsun dedim.
Hacı Molla "beyaz bir kediye kırmızı demek olmaz" diyerek bunu da reddetti. Sonunda yavrunun adını "Zararsız" koyamaya karar verdik.
Gülümseyerek dedim ki:
-Tamam, şenlik yapılacak. Bir kedi yavrusu için...
-Azizim! İnsanlar mantığı, kendi söyledikleri doğru görünsün diye icat etmişlerdir. Şimdi sana desem ki, "falan memleketin kralının bir oğlu dünyaya
geldi. O millet şenlik yapıyor." Bu duruma hiç şaşırmaz, belki de bunu son derece normal bulursun. Fakat bir düşün! Birinci olarak, bu çocuğun yaşayıp
yaşamayacağı meçhul; ikinci olarak, iyi birisi olup olmayacağı meçhul; üçüncü olarak, insan olduğu için iyiye değil de kötüye meyletmesi ihtimal dahilinde;
dördüncü olarak, kral çocuğu olduğu için kibirli, zalim, bencil, hatta cahil olması bile olası. Bu özelliklere sahip olma ihtimali yüksek bir çocuk için şenlik
yapılmasını normal karşılarken, Zararsız'ın dünyaya gelişine, iki kişinin sevinmesini niçin garipsiyorsun?
Alayları bile hikmetli bir ders niteliğinde olan bu garip adama, ister istemez hayranlık duyuyordum. Derken Aynalı neyi üflemeye başladı:
Ey dil! Cihanda sen şulezensin,
Meçhulü her an tayin edensin,
Ayine eşya, manzur sensin!
Vahdetle her şey maruf-ı vicdan,
Vicdanla âlim eşya-yı insan,
Ayine eşya, manzur sensin!
Bâtın tecelli eyler şuûnda,
Zahir taayyün eyler butunda,
Ayine eşya, manzur sensin!
Elvah-ı kevnin tevhidi sensin,
Ayât-ı Hakk'ın tecvidi sensin,
Ayine eşya, manzur sensin!*
*"Ey gönül! Şu cihanda parlayan sensin.
Bilinmeyeni her an belirli kılan sensin.
Eşya bir aynadır. O aynada görülen sensin!
Vicdan her şeyi vahdet sayesinde bilmektedir.
İnsan eşyayı vicdan ile tanımaktadır.
Eşya bir aynadır. O aynada görülen sensin!
Hadiselerde varlığın iç yüzü görünmektedir.
Varlığın dış yüzü de iç yüzü sayesinde ayırt edilebilmektedir.
Eşya bir aynadır.O aynada görülen sensin!
Kâinat levhalarının bir araya getirilmiş hülasası sensin.
Hakk'ın âyetlerinin tecvidi sensin.
Eşya bir aynadır. O aynada görülen sensin!"
Daldığım uykudan tellâlların sesiyle uyandım.
-Cabilsa şehrine ("Batının en uzağında bulunan, bir tane kapısı olan efsanevî bir şehir. Tasavvufta, insanın ulaşması gereken en son hedefi ifade
eder." [Haz.]) giden kervan akşam yola çıkacak. Yolcuların akşama kadar kervana katılması gerekmektedir.
Taberi Tarihi'de böyle acayip bir şehrin bulunduğunu okumuştum. Fakat coğrafya kitaplarında bu şehrin ismi geçmiyordu. Sonunda, bu şehrin hayal
mahsulü olduğuna hükmetmiştim.
Şimdi ise bu şehre kervan gidiyordu. Kafam acayip bir meseleyi çözmekle uğraşırken, daha acayip birşey dikkatimi çekti. İçinde bulunduğum odanın
tavanı ve duvarları gümüştendi. Acayip bir ses çıkararak ayağa fırladım. Karşımdaki aynada kendimi gördüm Bu sefer çıkardığım ses, yalnızca hayret çığlığı
değildi;hayret, hiddet, üzüntü ve can sıkıntısından kaynaklanan, ta canevimden gelen bir feryat idi. Nasıl bağırmazdım ki, alnımın ortasında bir tek göz
görüyordum. İki kolumun yerine göğsümden çıkmış bir kol vardı, ayağım da tekti. Gerçi bu tek ayakla yürüyebiliyor, daha doğrusu zıplayabiliyorsam da, eski
yürüyüşümü anımsayınca bu tarz bir yürüyüşü fazlasıyla çirkin buluyordum. Tek kolum ve tek gözüm de oldukça canımı sıkıyordu. "Ya Rab! Bu ne hâl, bu
nasıl iş?" diye düşünürken kapı açıldı. Seke seke, içeri bir kadın girdi.
-Kervan kalkıyor. Her şey hazır. Haydi artık vedalaş, dedi.
Bunun üzerine gümüşten yapılmış evden çıktım. Dışarı çıkınca bütün şehrin gümüşten olduğunu gördüm. İki ayaklı bir eşeğe binerek, şehrin dışındaki
kervana yetiştim. Herkes benim gibiydi. Yanıma yaklaşan birine Cabilsa şehrine kaç günde varabileceğimizi sordum.
-Yedi senede, cevabını verdi.
İki ayaklı bir eşekle, yedi sene yol gitmek her babayiğidin harcı değildi doğrusu. Arkadaşıma tekrar sordum:
-Buranın adı ne?
-Cabilka. ("Uzak Doğu'da bulunan, bir tane kapısı olan efsanevî bir şehir. Tasavvufta, insanın Allah'a yönelişinin ilk durağını ifade eder." [Haz.])
Kendi kendime: "Vay, vay! Taberi Tarihi'nde okuduğum fakat coğrafya kitaplarında ismi geçmeyen iki şehirden biri. İşin tuhaf tarafı ben de bu şehrin
halkındanım. Öbür şehre gidişim de zaten oldukça garip" diye düşündüm ve arkadaşıma:
Cabilsa şehrine niçin gidiyoruz? diye sordum.
-Oraya gideceğimize dair hakimlerin hakimine dilekçe vermedik mi?
-Verdik mi?
-Elbette!
-Niçin dilekçe verdiğimi bir türlü hatırlayamıyorum. -İşte bu çok garip! İki gözlü, iki kollu, iki ayaklı olmak için dilekçe verdik.
Bunu duyunca neredeyse sevincimden çığlık atacaktım. Bir anda, oraya gitmek için her türlü sıkıntıya katlanmaya karar verdim. Lâfı uzatmayalım. Tam
yedi sene sonra Cabilsa'ya ulaştık. Bu şehir altından yapılmıştı. Oradaki halkın hepsi bizi karşılamaya geldi. Herkes:
-Maşallah, maşallah! İşte tek gözlü kalmaya razı olmayanlar, tek ayakla gezemeyenler, tek kolla kalmak istemeyenler! diyordu.
Cabilsa şehrine gelişimizle büyük bir şenlik başladı. Kırk gün, kırk gece devam etti. Sonunda ak sakallı bir ihtiyarın yönetiminde "Cennet-i lrfan"a gittik.
Burası, Cabilsa şehrinin bir mil ötesindeydi. Cennet-i İrfan'ı tarif etmem imkânsız. Fakat her hayalin ötesinde olan bir müşahedeyi söylemek zorundayım.
Buranın batısında bir deniz vardı. Bu deniz bir bahçenin kenarından başlıyordu. Fakat yüzeyi bahçeyle aynı seviyede değildi. Sonsuz bir yüksekliğe sahipti
ve ucu bucağı görünmüyordu. Denizden bu bahçeye bir damla bile su sıçramıyordu. Sanki bahçe ile deniz arasında görünmeyen bir Çin Seddi vardı.
Durgun, sessiz ve sonsuz olan bu denizin manzarası insanın tüylerini ürpertiyordu. Cennet—i İrfan'da zevk—ü sefa içinde sayısız günler geçirdikten
sonra bir gün, "Tecelli Şelâlesi"ni görmeye gittik. Şimdi söyleyeceğim şeyi akla ve hayale sığdırmak mümkün değildir. Bu uçsuz bucaksız denizden cennete
bir şelâle akıyordu. Azamet denizinin bu şelâlesinin adı "Tecellî Şelâlesi"ydi. Bu şelâleden akan sular bir fındık kabuğunun içine giriyor ve kayboluyordu.
Akıl ve fikre durgunluk veren bu manzara karşısında ben ve arkadaşlarım şaşırıp kaldık.Birazcık aklım başıma gelince:
-Ya Rab! Bu ne hâl! Bu uçsuz bucaksız deniz, bir fındık kabuğunun içine sığıyor ve onu doldurmuyor. Bu nasıl iş Ya Rabbi! dedim.
Rehberimiz bu sözleri işitti ve bana dedi ki:
-İşte gördüğünüz gibi bu azamet denizi, kibriya girdabında sanki yokmuşcasına kaybolup gidiyor. Ezelden beri, bu sonsuz denizin suyu kibriya
girdabına akıyor...
Bu hayret verici sırrın etkisi altında kendimizden geçmiş, ap-tallaşmıştık. O sırada rehberimiz yeniden konuşmaya başladı:
-Şimdiye kadar hiç duymadığınız bir gürültü duyacaksınız biraz sonra. Tecellî Şelâlesinin gürültüsünü... Sakın korkmayın!
Kısa bir süre sonra büyük bir gürültü duyarak ölü gibi yere serildik. Bir müddet sonra kendimize geldik. Bir de baktık ki, ellerimiz ve ayaklarımız iki tane
olmuş. Sevinçten birbirimizin boynuna sarılıyorduk. O sırada uyandım. Aynalı bir yandan neyi üflüyor, bir yandan da şiir okuyordu:
Hep ikilik birlik için
Bak, iki göz bir görüyor!
Birlik ise dirlik için
Bak, iki göz bir görüyor!
Ruh-u cesed, arş-u felek
İns-ü peri, cinn-ü melek
Birlik için hep bu emek
Bak, iki göz bir görüyor!
Şirkten eyle hazer
Vaktini boş etme güzer
Aleme bir eyle nazar
Bak, iki göz bir görüyor!
Sende seni, sende seni
Bil ki budur "allemenî"
Birleye gör can-u teni Bak,
iki göz bir görüyor!*
*"ikilik birlik içindir.
Bak, iki göz bir görüyor!
Birlik ise dirlik içindir.
Bak, iki göz bir görüyor!
Ruh, ceset, arş, felek, insan, peri, cin, melek...
Tüm bunlar birlik içindir.
Bak, iki göz bir görüyor!
Allah'a ortak koşmaktan sakın.
Vaktini boş yere geçirme.
Aleme bir bak.
Bak, iki göz bir görüyor.
Sen, kendini kendinde bil.
"Bana öğretti" sözünün anlamı budur.
Ruh ve bedeni bir olarak gör.
Bak, iki göz bir görüyor!"
Sonsuz Bilmece
"İlimde derinleşenler 'biz ona inandık der."
Kuran
Gözümü yumduğum zaman kendimi bir medresede, büyük bir üstadın karşısında buldum, içeride birkaç yüz talebe vardı. Bir ara elimi başıma
götürdüm. Bir de ne göreyim tepemde kuyruk gibi bir saç var. Bu durum karşısında bir Çinli olduğumu anladım. Daha başka şeyler de anladım: Ben, Nankin
şehri halkından olan, ilim ve marifet peşinde koşan bir gençtim. Çin'i baştan başa dolaştığım hâlde, kafamdaki problemleri çözemediğim için yolculuğumu
Hindistan'a kadar uzatmıştım.
Hindistan'da bir sürü meşhur âlimi dolaşarak problemimi halletmeye çalıştım. Fakat hiçbiri sadra şifa olacak bir yanıt veremedi. Sonunda bana,
Brahmanlar içinde parmakla gösterilen, fazilet sahibi, dünyadan elini eteğini çekmiş bir âlimi tavsiye ettiler.
Hindistan'ın kaplan, yılan ve binbir türlü zehirli otlarla dolu olan ormanlarından birindeki bir mabette yaşayan Brahman'ı buldum. İşte şu anda onun ilk
dersinde bulunuyordum. Brahman, uzun bir süre suskun kaldıktan sonra, mezardan gelen iniltiye benzeyen bir sesle konuşmaya başladı.
-Ey Çinli Talebe! Nedir problemin? Neyin peşindesin?
-Sonsuz bilmeceyi çözmek istiyorum.
O an, talebeler şaşkınlık içinde birbirlerinin yüzlerine baktılar. Anlaşıldığı kadarıyla hepsinin isteği buydu. Brahman tekrar konuşmaya başladı:
-Hangisini?
-Hangisini mi?
-Evet, hangisini?
-Ruhun hakikatini.
Bunun üzerine Brahman sustu. Zaten cenaze yüzü gibi solgun ve hareketsiz olan çehresi büsbütün donuklaştı.
-Ruhu, yaşayanlar bilemez. Ölmeye razı mısın? dedi.
-Evet!
-Yanıma gel!
Yanına gittiğimde kulağıma şunları söyledi:
-Elinden geldiği kadar nefesini tutacak, sürekli "om, om, om" diyeceksin. Haydi seni halvethaneye götürsünler.
Brahman'ın emri üzerine beni alıp halvethaneye götürdüler. Burası bir adam sığacak kadar dar ve karanlık bir odaydı. Orada akşama kadar "om, om,
om" diye zikrettim. İçimde, tarifi imkânsız bir sıkıntı vardı. Karnım da çok acıkmıştı. Odanın kapısı kapalıydı. Dışarı çıkmak için birkaç defa kapıya vurdum.
Fakat kimse aldırmadı. Nihayet uzun bir süre sonra bir hizmetçi geldi. Beni beş dakika dışarı çıkardı. Bir avuç kavrulmuş mısır ve bir fincan da su vererek:
-Her ne kadar bunlar nefsi güçlendirecek şeylerse de riyazete alışkın olmadığın için, birkaç gün verilmeye devam edecek, dedi.
Yedi sene bu halvethanede kaldım. İlk önceleri günde bir verilen bir avuç mısır daha sonra iki günde bir, daha sonraları üç günde bir verilmeye
başlandı. Aradan beş sene geçince haftada bir verilen bir avuç mısırla ve onbeş-yirmi günde bir verilen bir fincan suyla yetinmeye başladım. Yedi sene
dolunca Brahman'ın huzuruna götürüldüm. Yüzlerce brahman ve binlerce talebe toplanmıştı.
Bu süre zarfında tuhaf bir hâle gelmiştim. Kendimi havada uçuyor gibi hissediyordum. Son derece dikkat etmedikçe, eşyayı göremiyordum. Farklı
renkleri algılayamıyordum.
Başka bir tuhaflık daha vardı üzerimde. Bir şeye sürekli baktığım zaman, o şey yavaş yavaş yok oluyordu. Kendimi bir cisim ve madde olarak
hissetmiyordum, sanki yalnızca kuvvetten ibarettim. Yüzüne baktığım kimselerin, içinden geçenleri okuyabiliyordum. Brahman'ın huzuruna girince yanına
gidip, elini öptüm. Bu kadar basit bir hareket karşısında büyük bir gürültü başladı.
Herkes "Evim, Evim, Brahma, Brahma" diye bağırıyordu. Etrafıma baktığım zaman bu yaygaranın sebebini anladım. Brahman ve ben havada
duruyorduk. Brahman elimden tuttu. Havada yürüyerek duvara kadar geldik ve duvarın ötesine geçtik. Duvar yarıldı da öyle mi geçtik, yoksa yoğunluğunu
mu kaybetti, bunu bilmiyorum. Odaya girdiğimizde Brahman sordu:
-Şimdi sonsuz bilmeceyi çözdün sanıyorum. Ruhun ne olduğunu anladın mı?
-Hayır! Anlamadım.
-Yüce Brahma! Kendinin ruh olduğunu hâlâ anlamadın mı?
-Ben! Ben mi ruhum?
-Yüce Brahma! Havada uçtuğun, duvardan geçtiğin hâlde, hâlâ bundan şüphe mi ediyorsun?
-Şüphe mi? Şüphem yok. Kendimin ruh olmadığından eminim. Bir cesedim ben. Ve, yarın bu ceset dağılacak. Ve, benliğim bir hiç olacak, yani ben diye
bir şey olmayacak.
Brahman bir nâra attı. Birkaç defa: "Yüce Brahma!" dedi ve yere düşerek öldü.
Ben büyük bir telâş içinde Brahman'ın cesedinin üzerine kapandım. Vücudu buz gibi soğuk, kalbi hareketsizdi. Buna rağmen gözlerini açtı ve
neredeyse işitilmeyecek kadar cılız bir sesle:
-Ruhu anladın mı? diye sordu ve gözlerini kapadı. Ben henüz "hayır" bile diyememiştim ki insanın yüreğini ağzına getiren bir kahkaha duyuldu. Başımı
kaldırdığımda, yerde yatan Brahman'ın, havada duran bir benzerini gördüm. Bana:
-Ruhu anladın mı? dedi.
Tam cevap verecektim ki kapı açıldı ve birisi içeri girerek:
-Sizi çağırıyorlar Efendim! dedi.
Onun peşi sıra gittim. Odaya girdiğimde, Brahman'ın kendine ait yerde oturduğunu gördüm. Beni yanına çağırıp:
-Ruhu hâlâ anlamadın mı? dedi.
-Hayır, anlamadım. Lütfedip anlatırsanız...
-Anlatmak! Anlatmak mı? Görmedin mi ki?
-Evet, gördüm. Fakat bir şey anlamadım. Bir şeyi görmek onu anlamak için yetmiyor.
-Ya?
-Olmak lazım.
-Ah!.. Ah!.. Olmak, olmak! işte bu mümkün değil.
-Niçin?
-Çünkü olmak için ilk önce olmamak gerekir. Benim ilmim bu kadardır. Sen bu kadarıyla yetinmedin. Şimdi tek çıkar yol kaldı. Ebedî hayatını feda
edecek güce sahip misin?
-Ebedî hayatımı feda ettiğim zaman ruhu bilmek bana ne kazandıracak?
-Hiç! Madem ki hiç olacaksın, elbette bir kazancın olamaz.
-Ebedî hayatta bize ne vaat edilmiştir?
-Brahma, dostlarına sonsuz bir mutluluk müjdeliyor.
-Bu ebedî hayatta, bendeki şu ruhu bilme düşüncesi devamlı kalacak mı?
-Bundan şüphe yok! Bütün varlığınla baki kalacaksın.
-Öyleyse bu dehşetli ebediyeti feda ediyorum. Ya Rabbi! Beni bir an bile rahat bırakmayan bu endişeyle ebediyen yaşamak istemem. İstemem.
İstemem.
-Öyleyse gel!
Brahman beni elimden tutup bir odaya götürdü. Çekmecelerin birinden bir liste çıkardı. Bunda yedi kişinin ismi yazılıydı. Bana dedi ki:
-Yedi bin sene içinde, marifet bilgisine sahip olmak için ancak yedi kişi ebedî hayatını feda etmiş. Sen sekizinci oluyorsun. İsmini buraya yaz.
İsmimi bu kâğıda yazdım. Brahman tekrar dedi ki:
-Nur Dağı'na git! Probleminin çözümünü orada bulacaksın.
Bunun üzerine Nur Dağı'na doğru yola çıktım. Kâh yürüyerek, kâh havada uçarak bu dağa vardım. Dağın eteğinde, bu fanî dünyaya yeni gelmiş bir
çocuk yolun ortasında yatıyordu. Bu zavallı yavruyu oraya kimin bıraktığını düşünerek ve de anne-babasını görmek ümidiyle etrafı kolaçan ederek çocuğa
doğru yürüdüm. Yanına yaklaştığımda çocuk bana:
-Ey Marifet Yolcusu! Ey kalbi endişeli kimse! Safa geldin! dedi.
Yeni doğmuş bu çocuğun konuşmasına şaşırmakla beraber cevaben dedim ki:
-Bu yaşta, daha doğrusu yaşına bile basmadan konuşuyorsun ha! Ne tuhaf çocuksun sen.
-Yalnızca konuşabildiğimi sanma sakın. Aynı zamanda çok gevezeyimdir. Öyle gevezeyimdir ki, sen sormadığın hâlde şimdi sana ismimi
söyleyeceğim. Bana "Marifet" derler.
-Ben, sonsuz bilmeceyi çözmek ümidiyle buraya geldim.
- Bunun için ebedî hayatını feda ettin değil mi? İçindeki endişeden kurtulmak istiyorsun.
-Evet, bu endişe...
-Zavallı deli! Bu endişe bütün kâinatın daimî endişesidir. Bu endişeden hiçbir ferdin, hiçbir zerrenin kurtulması mümkün değildir. Zira bu endişeden
kurtulmak için gereken şartları yerine getirmeye kimsenin gücü yetmez.
-Neymiş bu şart? Ben bunun için ebedî hayatımı feda ettim. Bundan daha ağır bir şart olacağını zannetmiyorum.
-Öyle mi sanıyorsun? Kanaatimce, ruhu bilmek için bu şart yeterli olsaydı, pek çok kimse ruhu bilebilirdi. Fakat özel şartını...
-Nedir bu özel şart?
- Yokluk ve varlığın bir tek şey olduğunu ispat etmek!..
Bu özel şartı duyunca derin bir ah çektim. Ve, gözlerimi açtım. O sırada Aynalı'nın güleç ve sevimli yüzüyle karşılaştım. Ve ona dedim ki:
Yoklukla varlığın bir tek şey olduğunu kim ispat edebilir? Bunu söylemek bile bir deliliktir. Hâl böyleyken, bunu kim ispat edebilir?
-Kim mi? dedi Aynalı Baba. Bilmekle bilmemeyi bir tutan deliler.
Ulular Meclisi
"Yolları ne var ayrı ise hep sana aşık
Her birisi bir yol ile gülzâra gelirler."
Niyazi-i Misil
Bugün Aynalı'nın hâlinde bir durgunluk, bakışlarında biraz hüzün vardı. Uzun süre sessiz kalıp, düşüncelere daldık. Ben seyrettiğim garip manzaraları
düşünüyor, insanların fikirlerinin bu kadar değişik ve çok oluşuna şaşırıyordum. Aynalı'nın konuşmaya başlamasıyla düşüncelerden sıyrıldım ve kendime
geldim.
-Ben yalnızca ney değil, saz çalmasını da bilirim. Aslında bütün çalgıları çalmasını bilirim. Bugün sana biraz saz çalayım.
Kulübesine girip bir saz getirdi. Kalenderâne bir taksimden sonra okumaya başladı:
Zahid bize ta'n1
eyleme
Hak ismi okur dilimiz
Sakın efsane söyleme
Hazrete gider yolumuz.
Erenlerin çoktur yolu
Cümlesine dedik beli2
Ko desinler bize deli
Usludan yeğdir delimiz.
Muhyi3
sana da ola himmet
Aşık isen canan minnet
Elif Allah, mim Muhammed
Kisvemizdedir4 dallımız.5
1
Ta'n: Kınamak
2 Beli: Evet
3Muhyi: Hidayet veren Allah
4
Kisve: Elbise
5
Dâll: İşaret
Dalmışım... Büyük bir sarayın içinde, çok küçük bir pencerenin önünde bulunuyordum. Bu pencereden, içine binlerce kişinin sığabileceği genişlikte
büyük bir oda görüyordum. Odanın duvarları, benim pencerem gibi küçük pencerelerle doluydu. Her birinin önünde bir kişi oturmuş, odayı seyrediyordu.
Odanın içinde, zümrüt ve yakuttan yapılmış kürsülerin üstünde, başlarında taç olan, çoğunun yüzü peçeli, heybetli ve ağırbaşlı kimseler oturuyordu.
Kürsülerin ortasında, oturan zattın biri ayağa kalkıp:
-Beşeriyet gelmiş. Bize bir soru soracakmış. Uygun bulursanız gelsin, dedi.
Orada bulunanlar uygun bulduklarını söylediler. Konuşma yapan zattın emri üzerine Beşeriyet'i odaya aldılar.
"Beşeriyet" adındaki bu adam sakat ve sefil bir zavallıydı. Üzerindeki eski püskü elbiseleri ve sararmış yüzü, meclisin durumuyla büyük bir tezat
oluşturuyordu. Başkan vekili ona:
-Ey Beşeriyet! Otur, rahat et ve sorunu sor! dedi. Fakat Beşeriyet oturmadı ve dedi ki:
-Oturmak, rahat etmek mi? Yazık! Yüzbinlerce senedir oturup, rahat edecek zamanın oldu mu diye bir sorun hele. Bir taraftan geçim derdi, diğer
taraftan hastalıklar rahat etmek için vakit mi bırakıyor? Bu kadar sefil olmama rağmen, yine de intihar edemiyorum. Ben alçağın biriyim.
Bunları söylerken hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Bu durumdan son derece etkilenen meclisi hazin bir sessizlik kaplamıştı.
Bütün üyeler zavallı Beşeriyetin acısını paylaşıyormuş gibi görünüyordu. Başkan vekili:
-Bu çok büyük bir mesele. Çözüme kavuşturulması başkanın gelmesine bağlı, dedi.
O sırada Beşeriyet dedi ki:
-En azından bu kadar sefalete niçin katlandığımı, neden intihar etmediğimi anlasam.
Meclistekilerden biri ayağa kalkıp:
-İzin verirseniz şu zavallıyı teselli edeyim, dedi. Meclisin uygun görmesiyle, şunları söyledi:
Ya Rab! Hayatta nedir bu lezzet?
Hayata rabteden bu garip kuvvet!
Hayat ki bîbeka1
pür derd-ü keder,2
Yine emel o, nedir bu hikmet?
Bir an bırakmaz insanı rahat,
Bin türlü âlâm,3
derd-i maişet,
Çocukluğunda ağlar beşikte,
Feryatla geçer o vakt — i ismet, Civanlığında bin türlü âmâl,4
Şeyhudetinde5
bin türlü minnet,
Vakt-i ecelde mazı bir an,
Bir an için mi bunca sefalet!
Hatifi6
bir ses verdi cevabı,
Dedi: Hayatta bu zevk — ü kıymet
Akiller için seyr — i bedayi,7
Câhiller için yemekle şehvet.
1
Bîbeka: Ebedi olmayan, sona olan.
2
Pür derd-ü keder: Dert ve keder dolu.
3 Alâm: Acılar.
4
Amâl: Emeller.
5
Şeyhuhet: İhtiyarlık.
6
Hatif: Gizli
7
Bedayi: Güzellikler
Beşeriyet derin bir ah çekti ve:
-Doğru, Doğru!.. Lütfen bana söyleyin, merhamet edin. Madem ki hayattan tiksiniyorum, ama onsuz da yapamıyorum. Öyleyse saadetin ne olduğunu
bana söyleyin, dedi.
O sırada başkan geldi. Meseleyi anladı ve oradakilere:
-Haydi bakalım, şu zavallının sorusunun cevabını verin! dedi.
Oradakilerin bazıları şu şekilde cevap verdiler:
Hz. İbrahim:
-Saadet; çalışıp kazanmak ve kazanılanları başkalarıyla paylaşmaktadır. Hz. Musa:
-Saadet; nefsi, Firavun'un tutkuları gibi tutkulardan kurtarmaktadır. Hz. Adem:
-Saadet; şeytana ve Havva'ya uymamaktadır. Konfüçyüs:
-Bir tencere pirinç pilavına bütün lezzetleri sığdırmaktadır. Platon:
-Daima yüce şeyleri düşünmektedir. Aristo:
-Mantık! İşte saadet! Zerdüşt:
-Saadet, karanlıkta kalmamaktadır. Brahma:
-Saadet mi? Zannedilen şeyin aksidir. Hz. İsa:
-Saadet; Maziyi unutmak, içinde bulunulan anı iyi değerlendirmek, geleceği düşünmemekle mümkündür. Lokman Hekim:
-İnsanlar bu kelimeyi bütün dertlerini bir sözle ifade etmek için icat etmişlerdir. Hızır Aleyhisselâm:
-Saadet, tutkuların giremediği gönüllerde aniden görülen bir hayalettir.
Bu sözler üzerine Buda öfke ile ayağa kalkıp:
-Ey Beşeriyet! Saadet, yok olmanın güzel isimlerinden biridir. Nirvana! Ey Beşeriyet! Nirvana! dedi.
Sonunda Beşeriyet yorgun bir hâlde yere düşüp:
-Oooff! Hangisi? Hangisi? diye söylendi kendi kendine.
İşte o zaman Başkan* ayağa kalktı ve:
-Ey Beşeriyet! Saadet, hayatı olduğu gibi kabul edip, insana yüklediği yüklere razı olup, bunun daha iyi olması için gayret etmektir, dedi.
O sırada Beşeriyet ayağa kalktı ve:
-Ey Fahr-i Alem Efendimiz! Beşeriyet'in dertlerini anlayan ve bunun ilacını bulan yalnızca sensin! dedi.
Gözlerimi açtığımda, boşu boşuna Aynalı'yı aradı gözlerim. Derken yanımda bir kâğıt parçası gördüm. Üzerinde şunlar yazılıydı: "Elveda! Kim bilir gün
gelir belki yine görüşürüz."
Mezarlıkta akşama kadar ağladım...
İkinci Bölüm
Manisa Tımarhanesi
Azizim Raci!
Sarhoşluk devresinden sonra hastalık devresine gireceğini tahmin ediyordum. Bu tahminimde, esas bakımından değil de şekil bakımından yanıldım.
Senin anemi, verem gibi hastalıklara tutulacağını sanıyordum. Fakat, isim veremediğim, daha doğrusu kibar bir isim bulamadığım bir hastalığa yakalandığını
haber aldım. Yakalandığın bu hastalığa "Avanaklaşma" isminden daha uygununu bulamadım.
Azizim! Bu ne hâl? Hakikat yolunda rehberim ve üstadım olduğunu düşündükçe çıldırasım geliyor. Geçmiş günleri hatırlıyorum. Deniz kenarında
otururken müthiş bir edebiyatla, tarifi imkânsız bir tatlılıkla bize verdiğin pozitif ilimler ve felsefe derslerini bir türlü unutamıyorum. Bugünkü Raci, o zamanki
zarif üstad Raci midir? Yoksa yüz binlerce ahmaktan biri midir? Bunu bir türlü kestiremiyorum.
Ne arıyorsun? İstediğin nedir? Yeni keşfettiğin ilmî hakikatlerle, öteden beri muteber olan gerçekleri yıkmadığın müddetçe yaptıklarına sunturlu delilik
demekten başka çıkar yol görmüyorum.
Ne arıyorsun? Ebedî hayatı mı? Zavallı Dostum! Bu geçici hayatta ne buldun ki onun ebedîsini arıyorsun? Sana soruyorum: Bu hayatta ne var?
Ah! Filozof Taine ne kadar da haklı. Diyor ki: "İnsanlar yaratılış ve terbiye bakımından delidirler. Akıllı oldukları zamanlar çok nadirdir."