23 Ağustos 2013

AMAK-I HAYAL BÖLÜM BEŞ.....Filibeli Ahmed Hilmi

Artık çaresiz kadere razı olmak gerekiyordu. Anka'nın oda genişliğinde ve pamuk gibi yumuşak olan sırtı oldukça rahat olduğu için düşmekten
korkmuyordum. Biraz obur bir insan olduğumdan sağdaki yemek dolaplarına uzanıp, oldukça nefis İngiliz bisküvilerinden alarak yedim. Biraz da su içtikten
sonra sigaramı yaktım. Derken canım kahve istedi. Meğer Anka Kuşu insanların aklından geçen şeyleri bilme özelliğine sahipmiş.
-Dolaplarda kahve, çay, ne istersen var. Ocak da var. Kahveyi pişir, dedi.
Hayretler içinde kahvemi içtim. Akıllara durgunluk veren bir hızla yükseliyorduk. Anka:
-Sondaki dolapta büyük bir şişe var. Ondan bir kadeh iç. Yanındaki küçük şişeden gözlerine sürme çek. Zira yakında atmosferin dışına çıkacağız, dedi.
Söylediklerini yaptım. Havanın mavi rengi, koyu laciverde döndükten sonra birdenbire bir karanlık ortaya çıktı. Benzeri hiç görülmemiş bir karanlık
içinde kaldım. Fakat gözlerime çektiğim acayip sürme sayesinde gökkubbeyi aydınlatan milyonlarca yıldızı, Anka'yı, sırtındaki malzemeleri ve kendimi
oldukça net görmekteydim. Yıldızlardan daha parlaktım. Kısa bir süre sonra, iri çakıl taşlarından yapılmış gibi görünen, pek geniş olmayan fakat oldukça
uzun olan bir şose yolu gördüm. Gökyüzünde böyle garip bir yola rastlayacağımı aklımın ucundan bile geçilmemiştim. Hayretimi Anka'ya da söyledim. Anka
güldü. Büyük bir çekim gücüne sahip olan pençesini kaldırarak, büyükçe bir çakıl ele geçirdi.
Taşı bana vererek:
-Sana mânâ dilinden anlama gücü verdim. Taşla konuş, dedi.
Sigaramı yaktıktan sonra taşı karşıma alıp: -Ey taş! Sen nesin? Nereden geldin? Nereye gidiyorsun? dedim.
Taştan, inleyen bir ses duyuldu:
-Ey insan! Yine yaralarımı deştin. Yine hüzün kapılarını açtın. Ah! Ben neyim, neyim? Geçmişte ne olduğumu bilmiyorum. Yalnız bir zamanlar, kâinatta
sayılamayacak kadar çok olan bir binanın parçası olduğumu biliyorum. Küçük olmama rağmen vücudumu teşkil eden yirmi otuz tanesi, ilim ve kemaliyle
meşhur olmuş âlimlerin, cihangirlikle tanınmış padişahların vücudunda bulunmuştu. Ben de, benzerlerim gibi, o binada gam ve kederden uzak bir yaşam
sürüyordum. Bir gün şiddetli bir fırtına binayı yerle bir etti. O koca bina milyarlarca parçalara ayrılarak, parçalardan her biri ayrı bir yere uçtu. Ben de
milyonlarca arkadaşımla beraber acayip ve meçhul bir yolda yürümeye mecbur oldum. Milyonlarca sene bir ışık ve ısı kaynağının etrafında dolaşarak, bazen
parlayıp, bazen sönerek vakit geçirdim. Gün oldu, bilinmeyen birtakım sebeplerle o ışık kaynağından uzaklaşmaya başladık. Tarafsız bir bölgeye, iki kâinat
arasına geldik. Heyhat! Yürüten elin kamçısı yine "Yürü!" dedi. Bu sefer başka bir ışık kaynağının, başka bir güneşin esiri, olduk. Milyonlarca sene sonra
başka bir derde müptelâ olduk. Yeni güneşimizin etrafında dönerken bazen bir ateşin içine düşmekteyiz. Bu ateşin içine düşen arkadaşlarım feryatlar içinde
inleyerek, ahlar vahlar çekerek yanmakta. Biz de her an böyle bir felâketi beklemekteyiz. Heyhat!.. Bilmem ki yandıktan sonra yok olup rahat edecek miyiz?
Yoksa yine başka bir mahiyet ve suretle sonsuz bir sahada dolaşıp duracak mıyız? dedi.
Taşı uzaya attım. Anka Kuşu düşüncelerimi anlayarak: -Evet, bu taş, eskimiş, parçalanmış bir âlemin arta kalan parçalarındandır. Birkaç kuyruklu
yıldızın bünyesinde hizmet etti.
Şimdi de güneşin etrafında özel bir işle vazifeli. Atmosfere girerse kayan bir yıldız olacak, dedi.
Derin düşüncelere dalmış, yorulmuştum. Biraz uyudum. Uyandığım zaman nemli bir havanın ciğerlerime akın ettiğini hissediyordum. Yüksek bir tepenin
üzerindeydik. Etrafımızdaki manzara hayret vericiydi. Alemi, büyük bir okyanus kaplamıştı. Okyanustaki adacıklar kuşbakışı olarak çiçek saksıları gibi görü-
nüyor, hbş bir manzara oluşturuyordu. Adaları kaplayan güzel otlar, acayip çiçek ve ağaçlar arasında somaki mermerden yapılmış muhteşem evler
bulunuyordu. Anka Kuşu aklımdan geçenleri anladı.
-Burası Merih gezegeni, dedi.
Hayretten kendimi alamadım:
-Bizim yaşadığımız dünyaya ne kadar da benziyor, dedim. -Evet, fazlaca benzer. Yalnız burası biraz daha mükemmeldir. Zira daha eskicedir. Yine
sordum:
-Burada bizim kıtalarımız gibi büyük kıtalar yok mu? Gezegeni büyük bir okyanus kaplamış. Küçüklü büyüklü binlerce adadan başka birşey
görmüyorum.
-Bu gördüğün okyanus değildir. Şimdi yağmur mevsimi olduğundan, her tarafı sular basmış. Senin ada sandığın yerler suyun erişemediği yüksek
tepelerdir. Sular çekildiği zaman karalar ve denizler ayrılır. Yalnız yağmur mevsiminde sulann sürekli olarak taşması yüzünden yüksek tepelerden başka
yerlerde canlı yaşamaz. Bu sebeple Merih gezegeninde zararlı, vahşi ve lüzumsuz canlı kalmamıştır. Burada yaşayan akıllı bir mahlûk yani insan, karaların
bu şekilde adaya dönüşmesinden yararlanarak vahşi ve zararlı hayvanlarla büyük bir mücadeleye girişti. Sonuçta galip geldi. Yalnızca faydalı olan birkaç
hayvan bıraktı. Bunlar da ıslah edilip çoğaltıldı. Böylece mükemmel bir yaşama kavuştular. Bu gezegende büyük şehirler, hükümet ve saire gibi dünyaya
özgü şeyler yoktur. Buradaki insanlar oldukça zeki olduğundan sizin gereksinim duyduğunuz şeylere ihtiyaç duymazlar. Dürbünü eline alıp buradaki
insanları biraz seyret! Zira birazdan hareket edeceğiz, dedi.
Dürbünü mermer evlerden birine çevirdim. Dünyadaki insanlara benzeyen yaratıklar gördüm orada. Onların bizden farklı noktaları daha çok organa
sahip olmalarıydı. Hayretimi Anka'ya söyledim.
-Bunda hayret edilecek ne var? İnsanlar en güzel şekilde yaratılmıştır. Alemin yapısının, ufak tefek farklılıklar bir yana hemen hemen aynı olduğunu
görmüyor musun? İnsan bilincinin ortaya çıkardığı geometrik şekillerle tabiatın eşsiz yaratılışı arasında tam bir uyum vardır. İşte bu, insanın âlemin özü
olduğuna; gerçek yaratıcı ile maddî ve manevî bağlarının bulunduğuna en büyük delildir.
Daha sonra yeniden sonsuz alanda gezintiye başladık. Yüzlerce, binlerce küçük gezegene, birçok kuyruklu yıldıza, gökyüzünün şose yollarını meydana
getiren sayısız yıkılmış âlemlerin kalıntılarına rastladık. Bir gün, Himalaya dağlarına tepe dedirtecek kadar büyük ve yüksek dağları olan, acayip bitkileri
bulunan, sıcak bir gezegene vardık.
Anka:
-Burası Jüpiter gezegenidir, dedi.
Jüpiter'deki canlıların iriliği ve şekil bakımından garipliği, yeryüzünün ikinci devir fosillerine benziyordu, fakat daha büyüktü. Burada durmadık. Sonunda
güneş sisteminin sonuna vardık. Zira güneşin çekim gücü aklımızın almayacağı bir denge içinde kaybolmuştu. Daha sonra tek ve çift güneşli birçok güneş
sistemi, üzerinde bir sürü canlı yaşayan binlerce âlem seyrettik. Bunların yaşam tarzları ve kuruluş şekilleri birbirine benziyordu. Asıl itibariyle aynıydılar.
Sonunda bıkkınlık geldi ve durumumu Anka'ya arz ettim.
-Yolculuğa çıkalı neredeyse bir yıl oldu. Acaba bu âlemlerin sonuna vardık mı? dedim.
Güldü:
-Hey çocuk! Alimlerimizin gezdiği âlemlerden milyonda birini bile görmedik. Heyhat! Milyonlarca sene olanca hızımızla dolaşsak bile kâinatın ancak bir
mahallesini gezmiş sayılırız, dedi.
-Ya Rab! Ya Rab! Bu nedir? Bu, idraki paramparça eden büyüklük ve genişlik nedir? dedim.
-Buna Kaf Dağı derler. Allah'ın yüceliğinin ve büyüklüğünün alâmeti olup, sonsuzdur, dedi.
Bu cevap karşısında sustum. Sonunda Anka dedi ki:
-Üçüncü dolaptaki şişeden de biraz iç ve bütün cesaretini topla. Korkma! Zira bugüne kadar hiçbir insanın görmediği bir manzara göreceksin. Şu
karşımızdaki güneşi görüyor musun? Bu güneş sizin güneşinizden binlerce kat daha büyüktür. Şimdi onu yakından seyredeceksin.
Ve, hızla uçmaya başladı. Dolaptan şişeyi çıkarıp, içindeki sudan biraz içtim. Korku ve titremeler içinde, gittikçe büyüyen güneşe bakakaldım. Güneş ilk
önce büyük bir tarla gibi görünüyordu. Sonunda ufku kapladı. Karşımda her türlü düşünce ve hayalin ötesinde bir ateş deryası duruyordu. Biz güneşten hayli
uzak ve nur gibi bir havanın içinde bulunduğumuzdan, yüzeyindeki ateş dalgaları dağ gibi görünmekteydi. Fakat güneşin yüzeyine yaklaştıkça alevli
dalgaların büyüklüğü, insanın görme gücünün ve vicdanın kuvvetinin üstüne çıkmaya başladı. Anka dedi ki:
-Güneşteki patlamaların meydana getirdiği gürültünün şiddetini hayal etmeye gücün yetmez. Dünyanızda oluşan gök gürültülerini milyon kere
büyütürsen, bu konuda yaklaşık bir fikir edinmiş olursun.
Anka Kuşu'na geri dönmek istediğimi söylemeye karar verdim. Zira her biri yüzlerce kilometre yüksekliğindeki bu dalgalar insanın dayanamayacağı bir
cehennem gibiydi.
Sanki o ara o ateş kaynağı, o semavî cehennem titredi. Yüzeyindeki ateş dalgaları birbiriyle çarpışarak bir an için sonu görünmeyen ateş dağlan
meydana getirdi. Güneş yarıldı. Yeryüzü büyüklüğündeki bir yarıktan, binlerce kilometre uzunluğunda dalgalar ortaya çıktı. Bu korkunç manzara karşısında
büyük bir nâra atıp bayılmışım. Gözümü açtığım zaman kendimi kavuklu zatın kabri üstünden yuvarlanmış, yerde yatıyor gördüm. Aynalı kahve pişiriyordu.
Yanına gittim. Ciddî bir yüzle:
-Kaynak bir olduktan sonra pire de, fil de aynıdır. Onun için arif kimseler Anka Kuşu gibi, sonsuzluk sahasında boşu boşuna dolaşmazlar. Boş
şeyler bunlar. Bu, vicdanı paramparça eden büyüklük, bu uçsuz bucaksız derya Cenab-ı Hakk'ın büyüklüğü karşısında bir nokta bile değildir. Hele kahveni
iç! dedi.
Aynalı'nın mübarek ellerini, eşine ender rastlanır bir şekilde ciddî ve samimî bir hürmetle öptüm. Bana dedi ki:
Ey vahdet! Bahr—i bîpâyân! Sensin mevcezen
Kesret—i emvac içinde rûnüma sensin yine
Bin isim, yüzbin çeşit vermişsen de kendine
Her ne dense, asuman, eflâk, ervah-ı beden
 Yalnız sensin, sen!
Dikkat—ü im'anla baksa çeşm—i insan âleme
Asumane, kubbe—i minaya, mihr—i envere
Alem-i balâya, arşa, bir de bu esfel yere
Dürbûn-i marifetle baksa vech-i Ademe
 Yâlnız sensin, sen!
Sûmbül-ü reyhanda da şevke ve gülanda da
Dilhıraş—ı feryad—ı arslanın, nevası bülbülün
Gonce-i şevk-bahsi, bûy-i ruh-nüvazı bir gülün
Zerre-i camitte de, en ufak hayvanda da
 Yalnız sensin, sen!
Cümle havâssımda, kalpte, akl-ü vicdanımda
Şevk-i aşkla mest-ü bîhuş olduğum demlerde
Derdnak yârdan mehcur kaldığım demlerde
Hasret—ü firkatle sûzan, bıkar ar canımda
 Yalnız sensin, sen!
Ağuş-ı vuslatımda mehlika lerzan iken
Cavidanî bir hayatı sığdırırken âne
Bîhuş nigeran olurken kar gibi gerdâne
Havi—i ulviyette ruhum valih—ü hayran iken
 Yalnız sensin, sen!*
*"Ey Vahdet! Sonsuz deniz! Dalgalanan sensin. Dalgaların çokluğu içinde görünen yine sensin. Kendine bin, yüzbin çeşit isim vermişsen de, gökyüzü,
felekler, bedendeki ruh yalnız sensin, sen!
nsanın gözü dikkat ve titizlikle âleme baksa; gökyüzüne, billur gibi kubbeye, nur saçan güneşe, yedi kat göğe, arşa, bir de bu dünyaya baksa; insanın
yüzüne marifet dürbünüyle baksa varolan, yalnız sensin, sen!
Sümbülde, reyhanda, diken ve gülde, arslarının yürek parçalayan kükreyişinde, bülbülün sesinde, neşe veren goncada, bir gülün ruhu okşayan
kokusuda, ufacık bir cisimde ve küçücük bir canlıda varolan yalnız sensin, sen!
Bütün duygularımda, kalbimde, akıl ve vicdanımda, aşkın şevkiyle sarhoş olup kendimden geçtiğim zamanlarda, yârdan ayrı düşüp dertli olduğum sı-
ralarda, hasret ve ayrılıkla yanıp kararsız hâle gelen canımda varolan yalnız sensin, sen!
Vuslat kucağımda ay yüzlü güzel titrerken, ebedî bir hayatı bir âna sığdırırken, kendimden geçmiş bir hâlde kar gibi gerdanı seyrederken, ulvî âlemin
etrafında hayran bir hâldeyken varolan yalnız sensin, sen!"
Kaf ve Anka
"Rahman olan Allah, arş'ı kapladı."
Kuran
Onsekiz yaşında, Hint padişahının oğluymuşum. Bir gün şehirde bir gürültü duyuldu. Herkes telâşa düşmüştü. Hatta saray halkı bile endişelenmişti.
Meşhur bir âlim ve bilge bir hekim olan lalama bu telâş ve endişenin sebebini sordum. Durumu şöyle izah etti:
-Şehzadem! Hint ülkesine çoktan beri bir ejderha musallat oldu. Bu ejdarha yedi başlı, yetmiş ayaklı, hiçbir savaş âletinin işlemediği acayip bir zırhla
kaplı, ağzından ateş püsküren ve her dilden konuşan müthiş bir mahlûk. Her yedi senede bir gelip bizlere: "Bu kervan nereye gidiyor?" diye sorar, bu soruya
kimsenin aklı ermez. Hangi kervanı sorduğu belli değil. Bu soruyu yedi defa tekrar eder. Yedincide de cevap alamayınca, yirmi yaşında olan yedi delikanlı ve
yedi bakire kız kendisine kurban olarak verilir. Onları afiyetle yutar. Sonra da: "Yedi sene sonra tekrar geleceğim. Bu sorunun cevabını Kaf dağındaki
Anka'dan öğrenebilirsiniz" deyip gider, işte vakit geldi. Yedi yıl geçti. Ejderha bugün gelecek. Biz de istemeye istemeye, kurayla yedi delikanlı ve yedi kız
belirleyip ona vereceğiz.
Lalamın söyledikleri karşısında şaşırdım. Bu konuda daha fazla bilgi edinmek istedim. Dedim ki:
-Lalacığım! Acaba bu Kaf dağı nerede? Anka da kim?
-Şehzadem! Kaf dağı hakkında birçok söylenti var. Yalnız hakikatini bilen ve bu dağı gören hiç kimseye rastlamadık.
Kimilerine göre Kaf dağı, dünyamızı çepeçevre kuşatan zümrütten bir dağ. Kimilerine göre dünyanın tam ortasında, semaya doğru uzanan büyük bir
dağ. Fakat bu dağı kimin gördüğünü bilen yok. Oraya nereden gidilir, dünyanın neresindedir? Bunu kimse bilmiyor. Bazıları Kaf dağının varlığını inkâr eder.
Dünyada böyle bir dağ yok, derler. Anka'ya da aynı gözle bakarlar. Kaf dağında yaşayan bir kusmuş. Hem de öyle bir kusmuş ki konuşur, milyonlarca
seneden beri yaşar, hiç ölmezmiş. Alim kimselerin bile bilmediği şeyleri bilirmiş. Fakat onu ne gören ne de bilen var.
Ejderha o gün gelip alışılageldiği üzere sorusunu sordu. Kimse cevap veremediği için kurbanlarını alıp gitti. Şehir büyük bir mateme gömüldü. Ben bu
durumdan son derece müteessir oldum. Geceleri gözüme uyku girmemeye başladı. Sabahlara kadar Kaf dağını ve Anka'yı düşünüyordum. Sonunda kesin
bir karar vererek babamın huzuruna çıktım. Memleketimizi ejderhadan kurtarmak için Kaf dağını aramaya çıkacağımı, Anka'yı bulup, bu sorunun cevabını
öğreneceğimi söyledim. Babam oldukça âdil ve akıllı bir hükümdar olduğundan, benim bu uğurda öleceğimi bilmesine rağmen buna engel olmadı.
-Bir görevi üstlenip, onun uğrunda ölmek padişahlara ve oğullara yakışır bir durumdur. Haydi oğlum! Hazırlıklarını tamamla! Ben de ne gerekiyorsa
yapayım, dedi.
Kararım halka duyurulunca, minnet ve sevinçten sarayın eşiğini öpmeye, başarılı olmam için sabahlara kadar dua etmeye başladılar. Babam, ne kadar
âlim varsa hepsini saraya topladı. Onlara kararımı bildirerek ne yöne gitmem gerektiğini sordu. Birçok görüş ortaya atıldı. Uzun tartışmalardan sonra yaşlı ve
kamil bir hekim ortaya çıkarak:
-Padişahım! Böyle bir yolculuk kalabalık bir şekilde yapılmaz. Bir iki kişi kemerine koyacağı değerli mücevherlerle, gerekirse sadaka toplayarak
senelerce bu yolculuğa devam edebilir. Fakat bir sürü kalabalığın yabancı memleketlerde yiyip içmesi ve rahatça seyahat etmesi mümkün değildir. Öyleyse
şehzademizin bu yolculuğa yanına birini alarak çıkması daha doğru olur. ne tarafa gitmesi gerektiğini bilmiyoruz. Bu hususta doğru bir karar vermekten biz
de aciziz. Yalnız bunun bir çaresi var. Himalaya dağlarının ötesinde inziva hayatı yaşanan bir yer biliyorum. Orada ilim sahibi, bizim bilmediğimiz pek çok
şeyi bilen bir hekim oturmaktadır. Şehzademiz önce onun yanına gitsin. Ona hizmet edip, onun sevgisini kazansın. Daha sonra da bu meçhul yeri ona
sorsun. İhtimal ki talih yüzüne güler, dedi.
Bu görüş herkes tarafından kabul edildi. Kısa bir süre sonra babam, vezirler, vekiller ve âlimlerle vedalaşarak halkın gözyaşları arasında Hindistan'ın
kuzeyine doğru yola çıktım. Yanımda lalamın oğlu Bahadır vardı. Keseme yükte hafif, pahada ağır bir sürü mücevher almıştım. Fakir bir kılıkta yolculuk
ediyorduk. Başlangıçta çok sıkıntı çektik fakat zamanla buna alıştık ve Himalaya'nın karlı tepelerini aştık. Uzun bir yolculuktan sonra inziva hayatı yaşayan
adamın yerini bulduk. Huzuruna girip, isteğimi kendisine söyledim, durumumu izah ettim. Elini ak sakalına uzatarak düşünmeye başladı. Sonunda dedi ki:
-Evlâdım! Biz pek çok şey bilirsek de Kaf dağının yerini bilmeyiz. Yalnız buradan yedi aylık bir uzaklıkta Miset şehri harabeleri vardır. Orada bir kuyu
vardır. Ağzı, çok değerli bir taş kapakla kapalıdır. Bu kapak bazen bilinmeyen sebeple açılır. Gidip kuyunun başında bekle. Eğer kısmetin var da kapak
açılırsa bir iple kuyuya in. Orada bir delik göreceksin. Onu takip ederek yürü. İleride bir meydan çıkacak karşına. Meydanın ortasında bir saray vardır.
Saraya gir. Gördüğün şeylere hiç iltifat etme. Ne dur, ne dinlen, ne de kork. Üst katta, mermer bir dolap içinde küçük bir sandık bulacaksın. Onu alıp kuyuya
dön. Eğer kapak açıksa iple dışarı çık ve sandığın içindeki levhayı oku.
İp ve gerekli malzemeleri ayarladıktan sonra hekimin elini öpüp, duasını aldım ve yola koyulduk. Sora sora, sonunda Milset harabelerini bulduk.
Aradığımız kuyunun başına oturduk. Bahadır'a gerekli talimatı verdim. Nihayet, oraya gelişimizin kırkıncı gününde kapak açılmaya başladı. Hiç zaman
kaybetmeden, Baha-dır'la vedalaşıp, kendimi iple kuyuya sarkıttım. Ayaklarımın yere değmesiyle, ipi belimden çözüp deliği aramaya başladım ve buldum.
Bir dakikalık bir tereddütten sonra içine girerek yürümeye başladım. İnsanın içine hoşluk veren bir bahçenin ortasında, altından yapılmış bir saray gördüm.
Hemen kapısından içeri girip, yüzlerce odasında ne var, ne yok diye merak edip araştırmaksızın doğruca üst kata çıktım. Odayı buldum. Dolaptan sandığı
çıkardım. Azamî hızla kuyuya döndüm Kapak yavaş yavaş kapanıyordu. Bahadır avazı çıktığı kadar bağırıp çağırmakta, kapağın kapanmak üzere olduğunu
haykırmaktaydı. Hemen ipi belime bağlayarak, Bahadır'a ipi çekmesini söyledim. Sonunda dışarı çıktım. Birbirimizle kucaklaştıktan sonra sandığı açmak için
uğraştık. Binbir güçlükle sandığı açmayı başardık. İçinde çelik bir levha vardı. Üzerinde iki gazel yazılıydı:
SIRRIMDAN BANA HİTAP
Matla—ı şems—i hüviyyet menşe—i ekvan benim,
Memba— ı mânâ—yi kesret mahzen—i ebdan benim.
Ben oyum ki, kendi emrimden yarattım âlemi,
Hep şuûnumdur bu mevcut, dehr-i bîpayan benim.
Ben oyum ki, lâ-mekâmm, lâ-zamanım, lâ-kuyud,
Her zamandan, her mekândan münceli imkân benim.
Arş benim, kürsi benim, asuman-ı seb'a benim,
Madde-û cevher-ü unsur, camid-û hayvan benim.
Nûr-i mahzım, sırr-ı mutlak, nokta-i ıtlak-ı nân,
Hem ruhum, hem meldife, Ademim, insan benim.
Ben o zat—ı mutlakım ki, vasf—u fiilimle ayan,
Ey!., tîalık-ı zîşan benim, Rahman benim.*1
*
1
"Hakikat güneşinin doğduğu, kâinatın çıktığı yer benim.
Çokluğun kaynağı, bedenlerin hazinesi benim.
Ben o varlığım ki, âlemi kendi emrimden yarattım.
Bu varlıkların hepsi benim çeşitli durumlarımdır, sonsuz zaman da benim.
Ben o, varlığım ki ne mekânım, ne zamanım vardır, hiçbir kayıt altında da değilim.
 Fakat her zaman, her yerde olagelen şeyler yine benim.
Arş benim,kürsü benim, yedi kal gök benim.
Madde, cevher, unsur, cansız, canlı her şey benim.
Ben sırf nurum; mutlak sır, nun'a konulan noktayım.
Ben hem ruhum, hem melekler; Adem, insan benim.
Ben hem sıfatları, hem de işleriyle besbelli olan mutlak zatım.
Ey Hak yolcusu! Şan ve azamet sahibi olan Halik ve Rahman benim."
BENDEN SIRRIMA CEVAP
Ben oyum ki, ben dedikçe maksadımdır kudretin,
Ben oyum ki, benliğimden zahir olmuş vahdetin.
Farzedersem benliğim senden cüdadır ey vücud,
Vehm-i mahzım, hiç vücudu var mı madumiyetin.
Bir fakirim ki neyim varsa senindir, bense hiç,
Fakr-ı fahrî eldedir ferman-ı vahdaniyetin.
Arş—ü kürsi, arz—ü eflâk hep senin emrinle var,
Suhf—i ekvan dest—i takdirinle mektup âyetin.
Sen o zat-ı bînişansın, lâ-mekânsın, bîzaman,
Her ne varsa fi'l-ü evsafın, kemal-i kudretin.
Sen o mevcutsun ki senden bir diğer yok müncelî,
Her vücuda oldu kayyum sırr—ı mevcudiyetin. *2
*2 "Ben öyle bir varlığım ki, "Ben" dediğim zaman bundan kastettiğim senin kudretindir.
Ben öyle bir varlığım ki, senin vahdetin benim benliğimde ortaya çıkmıştır.
Ey Yegâne Varlık! Benliğimi senden ayrı olarak düşünecek olursam, bu sırf kuruntudan ibaret birşey olur.
Çünkü yok olanın vücudu olmaz.
Ben öyle bir fakirim ki, neyim varsa hepsi senindir.
Ben yalnızca bir hiçim. Fakr-ı fahrî (gönüllü yoksulluk) senin tekliğine en büyük delildir.
Arş, kürsü, yeryüzü, gökler senin emrinle varolmuştur.
Kâinatın sayfalan, senin varlığına ve birliğine delil olup, senin kudret elinle yazılmıştır.
Sen, mahiyeti bilinmeyen, zaman ve mekâna muhtaç olmayan yüce zatsın.
Var olan her şey senin işlerindir, sıfatlarındır; kudretinin sonsuzluğunu gösteren delillerdir.
Sen öyle bir varlıksın ki, senden başka görülen hiçbir şey yoktur.
Her yerde kudretinin eseri görülür.
Senin varlığının sırrı kâinatın temelidir.
Her şey senin varlığınla vardır."
Bu iki gazelden hiçbir şey anlamamıştım. Üstelik bunlarda Kaf dağına dair birtek harf bile yoktu. Bu durum karşısında büyük bir üzüntüye düştüm. Ne
yapacağımı bilmiyordum. Nihayet, Bahadırla uzun uzun konuştuktan sonra doğuya doğru gitmeye ve uğradığımız her yerde Kaf dağını sormaya karar
verdik. İki sene kadar çeşitli milletler arasında dolaşıp, yüzlerce beldeye uğradık. Fakat Kaf dağı hakkında sağlıklı bir bilgi edinemedik. Bir gün büyük bir
şehre vardık. Bir eve misafir olduk. Birkaç gün sonra tellâlların şehrin sokaklarında dolaşarak şöyle bağırdıklarını duyduk:
-Ey Ahalî! Her kim Milset harabelerindeki kuyuda saklı bulunan levhayı getirip, âlimlerin reisine verirse, karşılık olarak kendisine üzerinde büyük bir sır
yazılı, çok önemli bir levha verilecektir.
Bu durum dikkatimizi çekti. Levha yanımızdaydı. Zaten onların bir faydasını görmemiş, onlardan hiçbir şey anlamamıştık. Bunun üzerine âlimlerin
reisinin huzuruna gidip, aranan levhanın yanımda olduğunu söyledim. Sevincinden boynuma sarıldı. Bendeki levhayı alıp, diğerini bana verdi. Onda da şöyle
bir şiir yazılıydı:
Alemde meşhud olan bu devran,
Tekâmül içindir, kemale doğru.
Her nokta cevval, her zerre raksan,
Uçup giderler visale doğru.
Ekvan, insan koşup giderler,
Tutulmaz kapılmaz hayale doğru.
İnsan isen gel matlubu anla,
Yorulma, gitme celale doğru.
Ufk-i ezelde doğan bir güneş,
Gider mi acep zevale doğru?
îfâte etme kıymetli vakti,
Çevir yüzünü cemale doğru.*
*"Alemde görülen bu hareket, kemale ulaşıp, olgunlaşmak içindir. Her nokta ve zerre hareket etmekte olup, hepsi Yaratıcısına kavuşmak için
uçarak gitmektedir.
Kâinat ve insan belirsiz bir hayale doğru koşup gitmektedir. Eğer insan isen, gel, arzu edilmeye değer olan şeyin ne olduğunu anla da Allah'ın gazabına
sebep olacak yolda yorulma.
Ezel ufkunda doğan bir güneş acaba batıp kaybolur mu?
Değerli vaktini boşa geçirme! Yüzünü Hak Te-âla'nın cemaline çevir."
Bu şiiri okuyunca hayrete düşüp, meraklandım. Alimlerin reisine yolculuğumun sebebini anlattım. O da hayrete düştü ve dedi ki:
-Çok tuhaf! Ben de bu levhayı Nezarâ harabelerindeki bir kuyudan çıkarmıştım. Fakat mânâsını anlamadığım için istediğim şeye ulaşamadım. Yıllarca
seyahat ettim. Sonunda Serendip adasındaki Adem tepesinde, dünyadan el etek çekmiş bir adama rastladım. Bana: "Milset harabelerindeki levhayı ele
geçirirsen istediğine ulaşırsın" dedi. Yıllarca bu harabeyi aradım ama bulamadım. Sonunda büyük bir ümitsizliğe düşerek memleketime döndüm. Her yıl
tellâllar vasıtasıyla bu levhayı aramayı âdet hâline getirdim. Nihayet senin aracılığınla elime geçirmeye muvaffak oldum. Fakat ne yazık ki bu levhalarla da
problemimi çözemiyorum. Peki, ya sen?
-Ben de aynı durumdayım.
Beraberce Serendip'e gidip, Adem tepesindeki o adamı bulmaya ve elimizdeki levhaları ona göstermeye karar verdik. Uzun bir yolculuktan sonra Adem
tepesine varıp, adamı bulduk. Eürnizde-ki levhaları ona verdik. Biraz düşünceli, biraz da şaşkın bir tavırla dedi ki:
-Demek ki tevfik olmazsa, tarif bir işe yaramıyor. (Bana dönerek) Ey soru soran! Birinci levhadaki şiir Kaf dağını ve Anka'yı bildiriyor. İkinci levhadaki şiir
ise ejderhanın sorusunun cevabını içermekte. Bize sonsuz gibi görünen bu dünya, bu varlık kervanı, bu yıldızlar, bu güneşler, bu âlemler, sınırsız bir
boşlukta, Rahman olan Allah'ın arşı içinde, yeri ve mahiyeti bilinmeyen eşsiz bir sırra, aşk nuruna doğru uçup gidiyor. Bu yolculuk, bu dur durak bilmeyen
hareket ezelî ve ebedîdir.
Böylece reisin problemi de halloldu. Elini öpüp, sevinçli bir şekilde memleketlerimize gitmek üzere yola çıktık. Yolun yarısında reisle vedalaşıp,
ayrıldım.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...