23 Ağustos 2013

AMAK-I HAYAL..BÖLÜM DÖRT......Filibeli Ahmed Hilmi

Bugün de, geçen iki günde olduğu gibi ney sesiyle mest oldum. Kendimi on iki yaşında bir çocuk olarak görüyordum. Büyük bir şehrin geniş bir
caddesinde bulunan güzel bir evde oturuyordum. Henüz uyanmamıştım.
Güneşin parlak ışıkları, Tanrının güzellik nurunun yansıması olan eşyayı yeni yeni okşamaktaydı. Yataktan kalkacağım sırada odanın kapısı açıldı. Bir
hizmetçi, babamın beni beklediğini söyledi. Kalktım, hizmetçiyi takip ederek yürümeye başladım. Büyük bir odaya girdik. Babamla karşılaştım. Babam yüz
on yaşlarında yaşlı bir ihtiyardı. Sanskritçe konuşuyorduk. Babam dedi ki:
-Oğlum, on iki yaşına bastın. Artık kendini ve kâinatı öğrenme zamanın geldi. Seni büyük bir üstada götüreceğim. Varlığın sırrını anlama çağma
geldiğin için üç gün, üç gece şenlik yapacağım. Sen bu şenlikte hizmet edeceksin. Orada sana rehber olacak bir adam göreceksin, dedi.
Gerçekten tantanalı, gösterişli bir şenlik başladı. Birinci gün bütün Brahmanlar ve asiller, ikinci gün asker ve tüccarlar, üçüncü gün fakirler bu şenliğe
davet edildi. Üçüncü gün, seksen yaşında bir fakir benim rehberim oldu. Dördüncü gün babam bizi erkenden yola çıkardı. Rehberim bir eşeğe bindi. Ben ise
arkasında yaya yürüyordum. Rehberim:
-Oğlum! ilim ve hikmetin değerini anlaman gerekiyor. Bu yüzden yaya yolculuk yapacaksın. Karşılığında yüksek ücret ödenmeyen birşeyin değeri
anlaşılmaz, dedi.
İlk günlerde çok sıkıntı çektim. Fakat yavaş yavaş alıştım. Kırk günlük bir yolculuktan sonra bir kulübenin önünde durup, biraz dinlendik. Rehberim beni
elimden tutarak kulübeye soktu. Kulübede su ile dolu bir çanak vardı. Rehberim beni doğuya döndürerek, çanağı önüme koydu.
-Ey Brahma! Ey gerçek varlık! Ey en büyük nur! Varlığının basamaklarını, ruhunun derecelerini göster! diye dua etti.
Anlayamadığım birtakım sözler mırıldandı. Kulübeden çıkıp kapısını kapadı. Her taraf kapkaranlık olmuştu. Yalnızca, önümdeki çanakta duran suyun
parlaklığını görebiliyordum. Rehberimin tembih ettiği şekilde yalnızca suya bakıyordum. Kısa bir süre sonra nereden geldiğini bilemediğim gizemli birşey
işitmeye başladım, işittiğim ses miydi, inilti mi, ilham mı, vehim mi, işaret mi? Hangi dildendi? Nasıl birşey olduğunu bilmiyorum. Bunu tarif etmem imkânsız.
Aklım ya da kalbim bu harfsiz cümleleri, bu titreşimsiz sesi şöyle anlıyordu.
Ey dayf-ı bezm-i vücud
Anla nedir sırr-ı şuûn
Yok dem—i vahdette hudud
Her ne desen nâmı ânın
Cümlede o nokta-i nihan
Kâhi esir, kâhi cihan
Mevt-ü hayat camı ânın
Kâhi güneş, kâhi kamer
Kâhi matar, kâhi sehap
Kendi ateş, kendi şehap
Kendi gece, kendi seher
Kâhi hacer, kâhi nebat
Kâhi nemi, kâhi esed
Kendisi ruh, kendisi cesed
Kendi hayat, kendi memat
Devr ile adem olacak
Kendini kendinde bulur
Mutlak iken, nokta olur
Adem imiş mazhar-ı Hak*
*"Ey varlık âleminin misafiri! Gerçeklerin sırrının ne olduğunu anla. (.........)
Vahdet anının sınırı yoktur. Söylediğin her şey onun adıdır. Çünkü her şeyde gizli olan nokta odur. Bazen fezayı dolduran cevherdir, bazen cihandır.
Ölüm ve hayat onun kadehidir. Bazen güneş, bazen aydır. Bazen yağmur, bazen buluttur. Ateş de kendi, alev de kendidir. Gece de kendi, seher de kendidir.
Bazen taş, bazen bitkidir. Bazen karınca, bazen arslandır. Ruh da kendisi, ceset de kendisidir. Hayat da kendisi, ölüm de kendisidir. Zamanla yok olunca,
kendini kendinde bulur. Mutlak iken nokta olur. Yokluk, Hakk'ın kudret eserlerinin göründüğü yerdir."
Çanaktaki su yavaş yavaş parlaklığını kaybetti. Her taraf kapkaranlık oldu. Hiçbir şey göremez oldum. Buna rağmen garip bir seyre koyuldum. Hangi
organımın gördüğünü tayin etmekten acizdim. Kendimi kontrol ediyor fakat bu durumdan hiçbir şey anlayamıyordum. Yalnız görüyordum. Bunu anlatmak
mümkün değil. Sonsuza bakıyor, sonsuz bir meydan görüyordum. Sanki bir saniyede milyonlarca kilometre uzaklıktaki yerleri gezip gördüğüm hâlde sabit bir
noktada duruyordum. Duygu ve idraki paramparça eden bir azamet, vicdanı mahveden bir gerçek görünmeye başladı. Yapıp yapmadığımı bilemediğim bu
yolculukta kendimi kaybettim. Bir an hiç oldum.
Kısa bir süre sonra bu sonsuz meydanı iyice fark etmeye başladım. İzahı mümkün olmayan garip bir duygu ile her şeyi içimde duymaya başladım.
içinde kaybolduğum bu uçsuz bucaksız meydanı sanki ben kaplamıştım. Sonunda bir yorgunluk hissettim. Görünmez bir-şey çıktı ortaya. Aslında
görünürde hiçbir şey yoktu. Ne aydınlık, ne karanlık, ne de herhangi birşey... Hiç!.. Fakat ben birşeyin var olduğunu hissediyordum. Bu şey, bir anda
sabahın ilk va-kitlerindeki gibi bir ışık oldu. Bu zayıf ışık, kalbim gibi titriyordu. Bu hoş varlığın gizli müezzini, harflerden meydana gelmeyen bir sesle ezan
okuyordu. Bu ses, İsrafil'in sûrundan çıkan sese benziyordu
Allahu ekber! Allahu ekber! Ey sırr — ı vücud — ı bî vücud!
 Marufsun amma bilinmezsin Zahirsin amma görünmezsin.*
*"Allahu ekber! Allahu ekber! Ey varlığın vûcutsuz sırrı!
Bilinensin ama bilinmezsin. Görünensin ama görünmezsin."
O sırada saatler, seneler, asırlar bir an idi. Bir anda milyonlarca asır geçti. Yorulmuş gibi oldum. Gözlerimi kapadım. Bir an hiçbir şey göremedim.
Gözümü açtığım anda, avucuma sığacak kadar küçük bir âlem gördüm. Bu gezinti esnasında bir yer dikkatimi çekti. Bu yer, tamamen su ile kaplı bir küreydi.
Suya baktığım anda, akıl almaz bir güç beni oraya doğru çekti. Ilık suyun içine girer girmez kendimi milyonlarca canlıyı içimde toplamış gibi hissettim. Bu
canlıların ne organları, ne de belli bir şekilleri vardı. Milyonlarca odası olan bir hapishaneye benzeyen bu canlıların varlığına bağlı olmaktan kendimi
kurtarmaya çalışıyordum. Fakat bir türlü başarılı olamıyordum. Milyonlarca sene devam eden bu durum içerisinde, hapishane vazifesi gören bu odalardaki
canlılarda garip değişiklikler meydana geliyordu. Fakat benim canımı sıkan şey bu canlıları bünyemde topladığım hâlde onların dışında olmak değildi.
Kendimi onlarda hapsolmuş hissetmemdi. Akıl ve idrak bir yana, her türlü duyumdan uzaktım sanki. İçlerine hapsedildiğim bu canlılar, türlü türlü şekillere
giriyorlardı. Benim için bir gün hükmünde olan binlerce yüzyılın geçmesiyle her şekil başka bir gelişim gösteriyordu. Su içinde hapsedilmiş olduğumdan,
gözlerimin garip görüşünden ve kulağımın sağırlığından rahatsız oluyordum. Ben bu durumdayken, ne kadar zaman geçti, neler olup bitti bilmiyorum. Birden
kendimi, karadaki birçok canlının vücudunda gördüm.
Temiz havanın ciğerlerime doluşunu hissettikçe, zevkten dört köşe oluyor, milyonlarca bedende koşup oynuyordum. Belli belirsiz, fakat gerçek bir sevgi
tüm bedenlerimi kaplamıştı. Her ne kadar gördüklerimi tam olarak anlayamıyorsam da, onların varlığını hissediyor, zararsız olanlarını seviyordum. Her an,
milyonlarca bedenim işe yaramaz hâle geliyor, şekil değiştiriyor, toprak oluyordu. Fakat onların yerine milyonlarcası ortaya çıkıyordu. Bu devredeki oluşların
gizli bir sebebi yoktu. Bunlar, birbirleriyle manen birleşip, sevgi anında tuhaf bir zevke dalıyorlardı.
Bedenim ne erkek, ne de kadın bedeniydi. Fakat hem erkek, hem de dişi sıfatlara sahipti. Her biri bazen baba, bazen anne, bazen de hem anne hem
baba oluyordu.
Günlerin geçip gitmesiyle, hapsedildiğim bedenler o kadar_ çoğalmış, o kadar çeşitlenmişti ki, bunların biri diğerine görünüşte hiç benzemiyordu. Bazısı
gözle görülemeyecek kadar küçük ve basitti. Bazısı havada uçuyor, bazısı yerde sürünüyordu. Bazısı da oldukça iri, güzel ve akıllıydı. Bu bedenler arasında
rekabet ve faydacılık bir kanun hâline gelmişti.
Ne kadar zaman geçti, neler oldu bilmiyorum. Bir gün bir bedende hapsedildiğimi hissedip, acı bir duyguyla inlerken sanki kâinatın her zerresindeki
sırlar birer birer bulunduğum bedende toplanıyordu. Manevî bir soluk, rengi ve yeri belli olmayan bedenimi kapladı. Doğuya dönmüş, yüzümü ağarmaya
başlayan ufka çevirmiştim. Sanki her zerre beni selâmlıyor, her taraftan burnuma amber kokusu geliyor, bütün vücudum bir aşk rüyasının tesiri altında
titriyordu.
Kendimin bilincindeydim. Etrafımı hem görüyor, hem de gördüğümü fark ediyordum. Sanki her şeyi biliyordum. Kendimden geçer gibi oldum. Mânâ
diliyle "Elhamdülillah" dedim. Gaipten gelen bir ses kâinata şöyle diyordu:
Doğdu şimdi şems-i idrak âleme
tstivagâhtır dimag-ı Ademî
Nur-i Haktır şeb-çerağ-ı Ademî
Ey melâik! Baş eğin hep Adem'e.*
*"İdrak güneşi şimdi doğdu âleme. Adem'in aklı, saltanat yeridir. Adem'in karanlıkları aydınlatan cevheri, Hakk'ın nurudur. Ey melekler! Hepiniz Adem'e
secde edin!"
Bu büyük emirden bütün âlemler ve içinde bulunan yaratıklar titredi. Her varlık insanın önünde eğildi. Her zerre lisan-ı hâl ile şöyle diyordu:
Merhaba!..
Merhaba, ey pertev-i sırr-ı vücud! Merhaba, ey zübde-i cümle şuûn! Merhaba, ey memba — ı fehtn — ü fünûn! Merhaba, ey mazhar-ı ikram-ü cûd!
Kâinattan sen idin maksud, seni Ey zekâ! Bizler senin miratınız. Nokta sensin, biz senin âyâtımz. Secdegâh sen, kıble-i mabud sen!"*
*"Merhaba! Merhaba ey varlık sırrının nuru! Merhaba ey tüm oluşların özü! Merhaba ey anlayış ve ilimlerin kaynağı! Merhaba ey Hakk'ın iltifat ve
ikramına nail olan! Kâinattan gaye sen idin, sen! Ey Zekâ! Bizler senin aynanız. Nokta sensin, biz senin büyüklüğünü gösteren birer işaretiz. Secde edilecek
yer sensin. Hakk'ın kıblesi yine sen!"
Gözlerimi açtım. Aynalı Baba'mn hüzün dolu gözleri üzerime çevriliydi. Çocukların, gördükleri rüyayı hemen söylemesi gibi:
-Hepsi secde etti, dedim.
-Evet!.. Yalnız nefsindeki gurur, yani şeytan hariç! dedi Aynalı Baba.
Arifler Meclisi
"Ya Maruf! Seni hakkıyla bilemedik. Noksan sıfatlardan seni tenzih ederiz."
Hazret-i Seyyid
Daha önceki günlerdeki gibi Aynali'nın kulübesine gitmiş, günlük gıdamı almıştım. Bugün kulübenin önüne oturmadım. Aynalı beni alıp, mezarlığın en
ücra ve caddeye uzak bir köşesine götürdü. Büyük bir mezar taşını göstererek:
-Git, şu mezarın üstüne uzan. Adamın başındaki kavuğun büyüklüğüne bakılırsa büyük bir âlim olmalı. Git, o yüce âlimin ruhaniyetinden feyiz al! dedi.
Gidip mezarın üzerine uzandım birkaç dakika. Kavuk hayalimde bin bir türlü şekil aldıktan sonra Aynalı'nın çaldığı neyin hazin nağmeleriyle hayallere
daldım. Kendimi zifirî karanlık bir odada, bir yatakta yatıyor gördüm. İçerisi fena hâlde karanlıktı. Bir müddet bekledim. Karanlık sinirime dokunuyordu.
Nerede bulunduğumu kestirmeye çalıştığım bir sırada odanın kapısı açıldı. Bir adam içeri girdi:
-Kalktın mı oğlum? dedi.
Karanlıktan içeri giren adamı göremiyordum. Daha doğrusu bizim bildiğimiz şekilde göremiyordum. Ancak, acayip bir his ve görüş oluştu o sırada.
Babam öleli uzun zaman olduğu için bu adamın bana "oğlum" demesine şaşınyordum. Adam tekrar:
-Oğlum kalktın mı? dedi.
-Evet, dedim. Ancak sen benim babam mısın?
Adam hayretle:
-Oğlum sen çıldırdın mı? dedi. -Hayır! Fakat babam öleli...
-Vah, vah! Oğlumu cinler çarpmış! Zavallı saçmalıyor.
Kısa bir süre sonra kendime geldim. Delilere her yerde iyi dav-ranılmadığını anımsayarak, yaptığım gafı düzeltmeye çalıştım.
-Şaka yapıyorum baba! Fakat bir lâmba yahut mum emretse-niz. İçerisi cehennem gibi karanlık da...
Adam ağlamaklı bir sesle:
-Aman Allahım! Oğlum çıldırıyor. Sonsuz güneş doğmuş, âlem nura boğulmuşken o içerisinin karanlık olduğunu söylüyor. Aman oğlum! Fenalaşmaya
başladım, dedi.
Odanın oldukça karanlık olmasına rağmen, bu adam son derece aydınlık olduğunu iddia ediyordu. Babam olduğunu söyleyen bu adamın deli olduğuna
kanaat getirmeye başladım. Adamı kızdırmayıp, durumu idare etmeyi düşündüm.
-Babacığım! Doğru söylüyorsun, gerçekten güneş doğmuş. Fakat, pencereler kapalı olduğu için ışık odaya girmiyor.
-Aman Allahım! Eminim ki bizim oğlan çıldırıyor. Oğlum! Güneşin ışığına birşey engel olabilir mi? Sen deli misin, nesin?
Adamın bu cevabı karşısında, bir tımarhanede olduğumu düşünmeye başladım. Biraz sonra içeriye annem olduğunu iddia eden bir kadın, amcalar,
dayılar ve bir sürü akrabam girdi. Babam onlara yana yakıla çıldırmış olduğumu söylüyordu. Bunun üzerine onlar başıma üşüşerek bana birtakım saçma
sapan sorular sormaya başladılar. Söylediğim her kelimenin aleyhime delil olarak kullanılıp, deli olduğuma hükmedeceklerini bildiğim için susmayı yeğledim.
Babam, yanımda oturmuş, kederinden ağlıyordu. Bense ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilmez hâldeydim. O sırada cebimde bir kiprit olduğu aklıma geldi.
Hemen çıkarıp bir tanesini yaktım. Karşılaştığım manzara o kadar tuhaftı ki uzun kahkahalar atarak iki yanıma yuvarlanıyordum. Babam olduğunu iddia
eden adamın, annemin, amcalarımın, dayılarımın gözlerinin yerinde birer arpacık soğanı ya da ona benzer şeyler vardı. Yani bu zavallıların hepsi en önemli
duyu organından, gözden yoksundular. O esnada odadakilerin manzarası o kadar garipti ki kahkahalarım büsbütün arttı ve neredeyse hastalık boyutuna
ulaştı. Babalık, analık ve diğerleri dörder ayağa sahipti ve olanca kuvvetleriyle zıplıyorlardı. Bir süre böyle zıpladıktan sonra babalığım yanıma geldi. Elimi
tuttu ve öptü:
-Ey beyaz ifritin san şeytanı! Saltanatın mübarek olsun! Bin senedir bütün âlem seni beklemekteydi. Sonunda büyük bir mucize eseri sanki benim
soyumdan dünyaya geldin. Bin senedir beklemekte olduğumuz sesi çıkardın. Şimdi bütün kızıl şeytanlara haber vereyim de gelip elini öpsünler. Her yere bu
durumu bildirsinler, dedi.
Yakınımda bulduğum bir zeytinyağı ile kandil yaptım. Sonra, biraz atıştırmaya niyet ettim. İşte tam o sırada memleketin padişahı, vezirleri, âlimleri eve
akın etti. Hepsi bana: "San Şeytan Hazretleri" gibi acayip bir unvan vererek, son derece büyük hürmet göstermekteydiler. Sokaklarda dolaşarak insanlara
Sarı Şey-tan'ın geldiğini müjdeliyorlardı. Memleketin en büyük ve en süslü sarayını bana tahsis ettiler. Emrime yüzlerce hizmetçi verdiler. Ben yavaş yavaş
bu acayip halkı incelemeye koyuldum. Bunlar tamamen kör değildi. Işığı bizler gibi algılamamaları ve sürekli karanlıkta bulunmalarına rağmen kendilerine
özgü bir görme şekilleri vardı.
Şehirleri oldukça güzel inşa edilmiş olup, sanatta da hayli ilerlemişlerdi. Özellikle edebiyat, teoloji ve felsefeye büyük bir önem veriliyordu, sayısız
üniversiteleri, meşhur âlimleri, hocaları bulunuyordu. Bir gün, İlahiyat fakültelerinin final imtihanına gittim. Öğretmenler ve öğrenciler ne yapacağını
şaşırmıştı. Üniversite dekanı; ilim, kemal ve hakikat bilgisinin yalnızca San Şeytan'da bulunduğunu, kısa bir süre sonra kendisinden mevcut tüm bilgilerin
incelenmesini rica edeceklerini açıkladıktan sonra imtihan başladı. Birinci sırada oturan "Bibi" isimli zeki bir öğrenciye sorular soruldu. Bibi, âlemin yaratılışı
hususundaki soruya şöyle cevap verdi:
-Bundan seneler önce yaşamış olan "Tâtâ" adlı âlimin söylediğine göre, onbeş bin yıl önce Beyaz İfrit altın semada, mor şeytanlarla beraber
oturuyormuş...
Konuşmasına devam edecekti ki dinleyiciler arasından biri itiraz etti:
-Üç bin yıldır bu yanlış fikirde ısrar edip duruyorsunuz. Beyaz ifrit'in beraberindeki şeytanlar mor değil, açık maviydi. Üniversite dekanı:
-Efendi, şu anda imtihandayız, itiraz etmeyin! Başka bir zaman Sarı Şeytan Hazretlerinin huzurunda, âlimlerimizle bu konuyu tartışabilirsiniz, dedi.
Meğer çoğunluğun fikrine aykırı düşen birtakım yeni fikirlere sahip olduğu için hükümet tarafından baskıya maruz kalan "Tantan" adında meşhur bir
âlimmiş itiraz eden kişi. Benim orada bulunmamı fırsat bilerek itiraz etmeye cesaret etmişti.
Öğrenci konuşmasına devam etti:
-Mor Şeytanlar, Beyaz İfrit'e karşı son derece itaatkâr olmalarına rağmen çok aptal olduklarından Beyaz İfrit birazcık akıllı bir mahlûk yaratmaya niyet
etti. Gökyüzünün süprüntüleri ile sekiz köşeli bir meydan yaptı. Fezaya tükürdü. Bu tükrükten bir deniz meydana geldi. Meydanı denizin ortasına koydu. İşte
bu bizim yaşadığımız âlemdir. Yalnız deniz suyu dondu. Alem buzlarla doldu. Bunun için bir kazan yapıp üstüne yerleştirdi. Onu tükrüğü ile doldurup, nefesi
ile kaynattı. Böylece âlem ısındı. Daha sonra mor şeytanlardan bir ikisini yontarak küçülttü. Sonra bir delik açıp onu şişirdi. Bunları ortalığa salıverdi. İşte
bunlar bizim atalarımızdır.
Bunun üzerine, itiraz eden âlimin sesi yine yükseldi: -Kazan, kazan! Bir kazan patırtısı aldı başını gidiyor. Ancak, bu kazanın kaç kulpu olduğunu,
nereye asıldığını, ne ile asıldığını bilen, bu sırra eren bir Allah'ın kulu yok. Sizi cahiller sizi!
Nihayet her iki taraftan da gürültüler yükselmeye başladı. Padişahın onayıyla öğrencinin imtihanı ertelendi. Ve, bir hafta sonra bütün meşhur âlimlerin
bir araya gelip fikirlerini belirtmeleri kararlaştırıldı. Ben hangisini doğru bulursam, doğru ve gerçek ilim onun ilmi olacaktı. Sonra meclis dağıldı.
Bir hafta sonra şehrin en büyük meydanına büyük bir meclis kuruldu. Ben kocaman çanakların içine zeytinyağı doldurarak kandiller yapmış, bunları
meydanın her tarafına koydurtmuştum. Alimler iki kısma ayrılmıştı. Bir kısmı Tantan'ın başkanlığında toplanmış olan, dinde reformu savunan kimselerdi.
Diğerleri Tonton adlı bir âlimin etrafında toplanmıştı. Sonunda Tantan ve Tonton karşıma geldiler. Tonton dedi ki:
-Ey Tantan! Binlerce yıllık bir araştırma ve inceleme neticesinde elde edilen bilgilere fuzulî yere itiraz etmek caiz değildir. Artık şarlatanlık devri sona
erdi. Haydi bakalım Sarı Şeytan Hazretlerinin huzurunda tüm itirazlarını dile getir.
Tantan cevap verdi:
-Ey Tonton! Ben size her konuda karşı çıkmıyorum. Fakat siz ilerlemeye düşmansınız. Araştırmıyorsunuz. Bilgilerinizi genişletmiyorsunuz. Örneğin,
hâlâ Beyaz îfrit'in yanındaki şeytanların mor olduğunu iddia ediyorsunuz.
-Bize ulaşan bilgiler böyle.
-Evet ama bu yanlış. Zira, binlerce yıl Beyaz îfrit'in huzurunda bulunan şeytanların rengi aslen mor olsa bile, onun ışığının etkisiyle renklerinin açılıp,
maviye dönmesi gerekmez mi? Ey Tonton! Birazcık insaflı ol!
-Dediğin doğru olabilir, ancak bu hususta elimizde her hangi bir delil yok.
-Nasıl yok! Bir ateşin bile karşısına konan katı cisim zamanla yumuşuyor, hatta bazıları eriyor. Öyleyse mor şeytanların da şimdiye kadar mavi olmaları
gerekir.
-Dedim ya, olabilir.
-Alemin üstüne asılan kazandan bize ısı geldiğine inanıyorsunuz.
-Bize gök kazanından ısı geldiği; gece ile gündüz sıcaklıklarının farklı olması ve de mevsimlerin durumuyla sabittir.
-Peki, gök kazanının kaç kulpu vardır?
Bu önemli soruya Tonton cevap veremedi. Tonton dedi ki:
-Susuyorsunuz. İşte ben, sizin bilmediğiniz bu sırrı keşfettim. O kocaman gök kazanının tam yedi yüz altmış sekiz buçuk kulpu vardır.
Artık sabrım tükenmişti. Kendimi tutamadım. Güneşe "Gök Kazanı" adını verip, onu nefesle kaynatmak, ona yedi yüz altmış sekiz buçuk adet kulp
takmak ve bunları ilim saymak gibi saçmalıklara dayanamayıp, kahkahayı patlattım. Fakat bizim kahkaha onların birlerce senedir beklediği semavî ses
hükmünde olduğundan, bu kahkaha Tantan'ın haklı ve ilminin gerçek olduğuna bir işaret sayıldı. Kahkahayı işitince kendilerine özgü birtakım ibadetlere
başladılar. Başta Tantan ve Tonton olmak üzere hepsi dört ayaklı olup, zıplamaya başladı.
Kahkahalarla uyandım. Karşımda Aynalı'nın güleç yüzünü gördüm.
-Bu kamil kişilerin mukayesesine ve bu âlimlerin fikirlerinin tazeliğine ne diyorsun? işte eşyanın hakikatine nispetle, insanların ilmi, Tantan'ın keşfine
benzer. Bu, kıyamete kadar da böyle olacaktır. Çünkü insanların gözü, hakikati görme noktasında arpacık soğanına benzer, dedi.
Azamet Sahası
"Allah'ın kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır. Onları koruyup, gözetmek O’na ağır gelmez-O, çok Yüce ve çok Büyüktür."
Kuran
Bugün hava biraz sıkıntılıydı. Fakat hoş bir serinlik hakimdi her yere. Aynalı'nm elinde bir çanak dolusu irmik helvası vardı. Erkenden kulübemin önüne
uzandım. Alışılageldiği üzere tuhaf bir uyku ve seyre daldım. Kendimi Ayasofya camiinin müezzini olarak görüyordum. Saatime baktım. Sabah ezanının
okuma vakti gelmişti. Minareye çıktım. Yalnızca bir kere "Allahu ekber" demiştim ki, bir kuş minareye yaklaşıp beni pençesiyle kaptığı gibi sırtına oturttu ve
uçuşuna devam etti. Korku ve şaşkınlığım biraz azalınca etrafı seyre başladım. Güneşin parlak ışıkları havayı yeni yeni aydınlatmaya başlamıştı. Aşağıya
bakınca, minarenin tepesini görebilecek kadar yüksekte olduğumu farkettim. Kuşun sırtı büyük bir oda kadar geniş ve düzdü. İnsana lâzım olan yiyecek,
giyecek gibi şeyler iki taraftaki dolap gibi yerlere yerleştirilmişti. Hayretle:
-Ya Rab! Bu ne hâldir? Bu nasıl bir kuş? Beni nereye götürüyor? diye bağırdım.
Kuş, söylediklerimi duyup başını çevirdi:
-Ben meşhur Anka Kuşu’yum. Korkma! Benden sana zarar gelmez. Ben kendi cinsimin lideriyim. Arkamda zahire yüklü elli tane anka kuşu daha var.
Hiç tasalanma! ihtiyacın olan her şey var, dedi.
Üzüntü ile:
-Peki, beni nereye götürüyorsun? Niçin kapıp kaçtın? dedim.
-Hatırını kıramayacağım biri böyle yapmamı emretti. Sana kâinatı seyrettireceğim

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...