Ergenekon Tertipi ..3
Faşist Ve Devrimci İçinde bulunduğumuz durumu ve rejimi çok iyi kavramamız gereken bir dönemden geçiyoruz. İlk dersimiz şu; emperyalizm hiçbir ülkeye demokrasi getirmez. Yıllardır AB yasaları ülkeye demokrasi getiriyor destekleyelim diyen Atatürkçü anlayış, bugün demir parmaklıklar ardında. Sadece bu da değil, aynı tehlike büyük basın için ve hatta büyük sermaye için de geçerli. Büyük basının bugün Ergenekon'u savunmasının nedeni bu. Aslında Ergenekon'u da Atatürkçüleri de savunmak istemezler ama kendilerini korumak için, hedef olmamak için şimdi Ergenekoncuların arkasına saklanıyorlar. O halde bir de faşizm üzerine ders: Faşizm küçük insanların diktatörlüğüdür ve büyük sermayeye de izin vermez. Bu küçük faşistlerin küçücük beyinlerinin içine bakalım bir de. Faşist, tipik bir ruh hastasıdır, şizofrendir. Onun için bir kendisi vardır, bir de "herkes". Kendisi hep haklıdır, "herkes"se hep haksız. Kendisi hep dürüsttür "herkes"se hep namussuz. Kendisi çok barışçıldır ama n'apsın ki "herkes" ona düşmandır. İşte o nedenle faşist, mecburen, ırkını, kanını, dini korumak için "herkes"e savaş açmak zorundadır. Ve öyle de yapar. Faşiste sorsanız öyle yapmasa, kanı, ırkı, dini, ruhu elden gidecektir. Ama buradaki kan, ırk, din, ruh, aslında faşistin iyi bir buluşudur. Normalde faşist için sadece "ben" vardır. Ama n'apsın ki faşist, sadece bu "ben"le, "herkes"i yok edemeyeceğini de çok iyi bilir. Bu, faşistin gerçek dünyayla tek temasıdır. Bu bilinç onu bir "biz" yaratmaya götürür. Ama bu "biz", "ben"in etrafını saran bir çeperdir sadece. Hitler, yüce Alman ırkı için tüm ırkdaşlarını bu "biz" etrafında toplamıştı. Irkdaşları da "biz" olduklarını sanıp bu zavallının peşinden gitmişlerdi. Ama ortada bir kavga yoktu "kavgam" vardı. Bugün, Türkiye'de, aynı işlevi demokrasi görmektedir. Hitler'in rolüne soyunan Tayyip, demokrasi ile bir "biz" yaratmaktadır. Ve bu "biz"i de Atatürkçülere karşı savaşa sokmuştur. Kendini "biz" sanan zavallı kurşun askerler aslında sadece Tayyip'in egosu için savaştıklarını göremiyorlar. Tayyip'in korkusu, yani Şeriatçı bir faşistin korkusu nedir? Bunlar rüyalarında hep Atatürk'ün mezarından çıkıp bunlara gereken dersi vereceğini görmektedirler. Atatürk korkusu, gerçek hayatta yerini Atatürkçü korkusuna bırakır. O nedenle, her Atatürkçüde bir Atatürk olma potansiyeli gördüğü için de, tüm Atatürkçülere saldırır. Sanır ki tüm Atatürkçüleri hapse tıksa, rahata erecektir. Zavallı faşist! Hitler 5 milyon Yahudiyi toplama kampına atmıştı da yine korkusunu atamamıştı! Faşistin zavallı olduğunu bilelim, ama devrimci de güçlü olmak zorundadır. Faşist ne kadar gerçeklikten kopuksa devrimci o kadar gerçekçi olmalıdır. Gerçekçilik nedir peki? Gerçekçilik, faşistin gerçekliğini bilmektir. Bu tür bir faşizmle, hiçbir şekilde uzlaşma olamayacağını bilmelidir devrimci. Faşist, istese bile uzlaşamaz, çünkü o korkularının esiri olan bir katildir. Ama bugün kimi muhalif kesimler, AKP kapatılmazsa Tayyip'in "rahatlayıp" dizginlenebileceğini düşünmektedir saf saf. Faşizmse gerçekten kanla beslenir. Verilen her kan, daha fazla kan vermek zorunda bırakır sizi. Bakmayın Müslüman gözüktüklerine bunların, aslında bunlar pagandır, kan içerek beslenen tanrıdır her bir faşist. O nedenle faşizme karşı reformcu bir mücadelenin imkânı yoktur. Uzlaşma seçeneği, devrimcinin akıldışılığı, hayalciliği olur. O hayalin bedeli ise kanla ödenir. Devrimci için gerçekçilik, faşistle anladığı dilden konuşmaktır, yani savaşmaktır. Devrimci bir savaş da bir "biz"e ihtiyaç duyar. Bu ise antifaşist bir "biz"dir. Faşistin yok edeceği tüm toplumu devrimci bir önderlik altında "biz" yapmaktır. Kısacası faşizme karşı örgütlenmektir. Faşist savcılar masa başında fotoğraf albümlerine bakıp kanıt aramaktadır. Kim kimle yan yana gelmiş. Demek ki yan yana gelmek bunların en büyük korkusu. O halde yan yana gelmeli, omuz omuza mücadele etmeliyiz. Bu mücadelenin zemini ise gerçek bir mücadeledir. Yani mücadele, politik alanda verilir. İnternette, televizyonda verilen mücadele tümüyle sanaldır, hayalidir. Faşizmse gerçektir, hapishaneleri gerçektir. Burada faşistin demokrasi kavramının yanında ikinci aracını da görmeliyiz. Klasik faşizmin ırk kavramının yerini günümüzde demokrasi almıştır, kitleleri uyuşturmanın yöntemi olan mistisizmin yerini ise komplo teorileri. Komplo teorilerinin ilk işlevi kitleyi bilgiye boğmaktır. Bilgiye boğulan kitle, kendisini önemli görmeye başlar. Gazetedeki inanılmaz gizli bilgi ve belgeleri okuyan kitlenin her biri küçük birer faşistçik olmaktadır. Onlar da artık faşist liderleri kadar çok şey bilmektedir. Kitle böylece bir iç huzura erer. Ama kitle aynı zamanda kendisine sunulan bu bilgilerle, kinle beslenir. Ne kadar da çok düşman vardır etrafta. Hepsini yok etmek gerekmektedir. Bugün "ortak akıl" diye ortaya sürülenler işte bu kitledir. Sonra bu komplo teorilerinde iz süren kitle, önce bir sürü bağ kurar. Tıpkı malum savcı gibi. Birden kendini çok zeki görür. Alçak düşman açık vermiştir ve o, tüm bağlantıları kurmaktadır! Ama bir süre sonra o kadar çok bilgi yığılır ki, küçük faşistler bu işin içinden çıkış olmadığını görür. Düşmanı ve bağlantıları görmek artık çok zorlaşmıştır onun için. İşte o noktada bir kez daha faşist liderine sığınır. O kimi gösterirse düşman odur, ona saldırmalıdır. Bunca zamandır bu bilgi bombardımanı işte bunun içindir. Burada bilgi merkezlerini dolduran medyaya şaşmamak gerekir. Hitler de faşist partisini komünist döneklerle kurmuştu! Bizim Hitler'imiz de bugün eski konüminstleri kullanıyor. Ama bu bilgi bombardımanıın ve komplo teorilerinin en sıradan, hatta kendisine Atatürkçü bile denebilecek isanlar üzerinde de mistik bir ayartıcı etkisi olur: Acaba kandırıldık mı? İşte bu soruyu sorduğun anda her şey bitmiştir, faşistleşme yoluna girmişsindir. O nedenle basına gözlerimizi, kulaklarınızı kapamak, kendi aklımızla düşünmek zorundayız. Faşizme karşı mücadelenin ilk durağı direnmektir. Bugün televizyon karşısında bile direnemeyip bilinci çarpıtılanların yarın kahraman savcımız karşısında korkudan dizlerinin bağının çözülmesi normaldir. Onlara verecek cevabımız hazır olmalıdır: Evet 1 Numaranın emrindeyim, ben de Mustafa Kemal'in askeriyim! (TÜRKSOLU, sayı 196, 21/07/2008) Son Türk Hep Var Olacak! Ergenekon operasyonu genişleyerek ve kafaları daha da karıştırarak devam ediyor. Zaten amaçlanan da bu. Ama kafaların karışmasına hiç de gerek yok. Çok net bir şekilde görünen gerçekleri madde madde sıralayalım. 1-) Bu operasyon, sadece bir kaç küçük Atatürkçü gruba ve şahsa karşı yapılmamaktadır. Türkiye'deki tüm farklı Atatürkçü grupları da içine alacak şekilde genişlemektedir. Üstelik sadece Atatürkçülük gibi daha dar bir ideolojiyle de sınırlı değil, ulusalcılık gibi daha geniş bir alanı içine alıyor. O nedenle de sağ ve sol eğilimli ama ulusal bakış açısına sahip herkes operasyonun hedefindedir. Bu, şu demek; bugüne kadar içeri alınmamış olsa dahi ulusalcı görülen herkes yarın öbür gün içeri alınabilecektir. O halde buradan şu sonuç çıkıyor, siz siz olun ulusalcılardan ve ulusalcılıktan uzak durun. İşte Ergenekon tertipçileri bunu hedeflemektedir. 2-) Bu operasyon aynı zamanda AKP karşıtı muhalefeti sindirme operasyonudur. Ortada “derin devlet” denilen bir düşman gösterilmektedir ama ne hikmetse bu “derin devlet”in tümü AKP muhalifidir! Oysa “derin devlet” tanımı gereği partiler üstüdür ya da tüm partileri kapsayacak kadar geniş olmalıdır. Ama bizim “derin devlet”imiz böyle değil, tamamen ideolojik bir “derin devlet”! Ya da “derin devlet”in üzerine gidiyorum diyen ve bu tertibi düzenleyenler tamamen AKP'li ve ideolojik davranıyorlar, her AKP karşıtını da “derin devlet” yapalım diyorlar! Bu açıdan Ergenekon tertibi AKP karşıtı muhalefeti susturma operasyonudur. 3-) Tüm bunları izleyen sıradan vatandaş açısından Ergenekon büyük bir korkutma kampanyasıdır. Derin ilişkiler, kazılar, silahlar. cinayetlerle bir film senaryosu hazırlanmış ve vatandaşa izlettirilmektedir. Bunu izleyen geniş halk kesimleri içinde hem kafa karışıklığı yaratılmaktadır hem de halk böylelikle sindirilmektedir. Kısacası Ergenekon tertibi bir sindirme operasyonudur. 4-) Operasyon “derin devlet”le hesaplaşma görüntüsü altında Türk Ordusu'yla hesaplaşmadır, daha doğrusu Türk Ordusu'ndan hesap sorma girişimidir. ABD'ye tavır alan, ulusal düşünen, davranan Türk komutanlar birer birer tutuklanmaktadır. Ama çok daha önemlisi, tutuklananlara değil görevdekilere karşı bir operasyondur Ergenekon. Eğer bir Türk paşası ilerde içeri düşmek isetmiyorsa, Amerikancı olmak zorundadır! İçerdeki komutanların direnmesi son derece kolaydır, zaten paşalarımız son derece onurlu bir direniş sergilemektedir. Ama hedefte olan zaten onlar değil, görevde olanlar. Tertibi düzenleyenler içerdekilerin değil dışardakilerin onurunu ölçüyorlar! 5-) Bu operasyon AKP'nin değil ABD'nin düzenlediği bir operasyondur. İktidardaki AKP, ABD'nin çıkarlarına hizmet ettiği sürece bu operasyonun kazananı olcaktır ama operasyonun asıl galibi PKK'dır. Yıllar boyu teröre karşı mücadele edenler, PKK'nın yıkamadığı Türk direnişi, bu tertip eliyle yıkılmaktadır. PKK'nın yapamadığını devlet kendisi yapmaktadır. Operasyon Büyük Kürdistan'a gidişi sağlamaktadır. Bu gidişte son derece kritik nokta Türk devletinin geçmişiyle yüzleşmesi ve hesaplaşmasıdır. Yani Türkiye'nin Kürtlerden özür dilemesidir. Ergenekon tertibi Türklere özür diletme operasyonudur. 6-) Operasyon 1 numaraya doğru adım adım ilerlemektedir. Çok yakında eski genelkurmay başkanlarının da tutuklandığını görürsek hiç kimse şaşırmayacak. Ama operasyon aslında tepelere doğru değil tabana doğru inmektedir. Mesele 1 numarayı içeri almak değil direnecek tek Türk bırakmamaktır. Belki de adı bu nedenle Ergenekon seçilmiştir operasyonun. Ama soyumuzu çoğaltacak, bizi diriltecek ve yeniden devletleştirecek o tek Türk hep varolacaktır. Ergenekon tertipçileri Türkleri Ergenekon'a sıkıştırarak ve orada soykırıma uğratarak yok etmek istiyorlarsa bilsinler, son Türk hep varolacak! (TÜRKSOLU, sayı 219, 05/01/2009) Sakıncalı Piyadelerden Sakıncalı Orgenerallere 27 Mayıs ihtilali olduğunda tarihler 1960 yılını gösteriyordu. Tüm dünya antiemperyalizme yöneliyordu ve çok özel bir şekilde Ortadoğu’da Mısır’da, Suriye’de, Irak’ta, İran’da devrimci gelişmeler oluyordu. Bu “Yeni Kemalist dalga”ydı ve kısa bir sürede çok etkili olmaya başlayacaktı. 27 Mayıs’la birlikte Türkiye’de de Atatürkçülük yeniden devrimci bir çekim merkezi haline geliyor ve Türkiye yavaş yavaş Amerikan ekseninin dışına çıkıyordu. 1950’lerde etkili olan “Dost Amerika” masalı bitiyor ve 60’lı yılların gençliğinin dilinde “Hoşt Amerika”ya dönüşüyordu. Sendikalar kuruluyor, işçiler “işçi sınıfı”na evriliyor ve sınıf siyasete ağırlığını koyuyordu. 27 Mayıs öncesinin gençliği daha da radikalleşiyor ve Devrimci Gençliğe dönüşüyordu. “Atatürkler geliyor” sloganları yükseliyor ve Türkiye adeta devrim yıllarını yaşıyordu. ... Ama ABD açısından bu gidiş iyiye gidiş değildi, Türkiye hizadan çıkıyordu ve o nedenle hizaya getirilmesi gerekiyordu. Hizaya getirme işlemi için, her zaman olduğu gibi bir darbe tezgâhlandı ve 12 Mart 1971’de Türkiye, ilk faşist cuntayla tanıştı. 12 Mart faşist cuntası yönetime el koyduğunda, Uğur Mumcu, genç bir devrimci gazeteciydi. Önce cezaeviyle tanıştı, sonra askerliğini “sakıncalı” olarak yaptı. Devir, faşizmin Türkiye’nin Atatürkçülerini baskı altına aldığı, sindirmeye çalıştığı, hapse attığı, işkencelerden geçirdiği, astığı bir devirdi. Uğur Mumcu sakıncalı piyadeydi ve iki kimliği birleştirmişti kendi fikrinde: Devrimcilik ve demokratlık. O zamanlar devrimcilik ve demokratlık bir arada anılıyordu, birbirinden ayrılmıyordu. “Demokrasi istiyoruz” diyen halkın kafasına, faşist cunta balyozuyla iniyordu. Demokrasi, komünizmin yumuşak halinden başka bir şey değildi Amerikancılar için. Ziverbey’de işkence evi kurulmuş ve Türkiye yeni bir kavramla tanışmıştı: Kontrgerilla. işkence köşküne alınan solcuları “Burası kontrgerilla merkezi, burada Anayasa geçmez” diyerek karşılıyordu işkenceciler. Demek ki devletten daha derin bir devlet vardı ve yönetimi eline almıştı. ... Uğur Mumcu ve dönemin devrimcileri bu baskılara elbet boyun eğmediler. Cuntasıyla da, kontregerilasıyla da, derin devletiyle de, Amerikasıyla da, politikacısıyla da dişe diş bir mücadeleye giriştiler. Devrimci hareket doğru mevzideydi ve doğru şeyler yapıyordu. Ama Amerika aslında başarılı olmuştu, çünkü hizadan çıkan Türk Ordusu hizaya sokulmuştu. 12 Mart’la başlayan dönem Türkiye’de “Atatürk Ordusu”ndan “Faşist Ordu”ya dönüşüm başlıyordu. 12 Eylül bu noktada Amerika’nın ikinci müdahalesi oldu. Devrimci gençliği, yani Uğur Mumcu’ları dizginleyemeyen ABD ikinci defa Ordu’yu devreye soktu. Halkın “devrimci evlatları” varsa Amerika’nın da “bizim oğlanları” vardı. “Bizim oğlanlar” yönetime el koydu ve Türkiye yine kontrgerillayla karşılaştı, bu ikinci karşılaşmaydı ve kontrgerilla artık çok daha bilindik bir Amerikancı cinayet şebekesiydi. ... 12 Mart’ta Devrimci hareketin kafasına balyoz gibi inen faşist cunta bu defa silindir gibi geçti üzerinden. Silindirin altından yine dik başlar çıkmaya başladı. Bu dik başlardan biri de Uğur Mumcu’ydu. Sakıncalı piyade, orgenaraller cuntasına boyun eğmiyordu, çünkü devrimciydi. Ve Mumcu 12 Eylül sonrasının bir cesaret sembolü olarak sivrilmeye başladı. Dönem sadece Evren değil aynı zamanda Özal devriydi. Devrimci hareket ezilmiş, muhalefet susturulmuş, ülke süt liman olmuştu. Ama Uğur Mumcu susmadı, başını kaldırdı ve tek kişilik muhalefet rolünü üstlendi. Gelecek 30 yılı gören bir bilinçle yeni dönemin parolasını yazdı: “Ben Atatürkçüyüm, ben cumhuriyetçiyim, ben laikim, ben anti-emperyalistim. Ben özgürlükçüyüm. Ben Bağımsız Türkiye'den yanayım. Ben insan hakları savunucusuyum. Ben terörün karşısındayım. Ben yobazların, hırsızların, vurguncuların, çıkarcıların düşmanıyım. Öyleyse, vurun, parçalayın! Her parçamdan benim gibiler, beni aşacaklar çıkacaktır.” ... Yazdı ve Amerikancılar bu çağrıya uydular, Uğur Mumcu öldürülmekle kalmadı; bombalandı, vücudu paramparça oldu, cesedinden parçalar Ankara sokaklarına saçıldı. 1993 yılıydı Uğur Mumcu öldürüldüğünde. Arkasında bıraktığı yarım kalan işleri vardı: PKK’nın peşindeydi, Kürt dosyasını açmış ve Kürt-islam faşizmiyle savaşmaya başlamıştı. islamcı sermayenin üzerine gidiyor, yobazları sıkıştırıyordu. Liberalleri, sahte milliyetçileri, ülkeyi satanları teşhir ediyor, özelleştirmecilerle mücadele ediyordu. Amerika Irak’a saldırmıştı, Çekiç Güç Türkiye’nin tepesine konmuştu, Ortadoğu’ya kanlı bir reçete hazırlanmıştı ve o bu planla mücadele ediyordu. Amerika Uğur Mumcu’yu değil de kimi öldürecekti! ... “Ankara’nın taşına bak” marşı, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra ilk kez bu kadar içten bir çığlığa dönüştü cenazesinde. Türkiye ilk kez böylesi bir kalabalığı görüyordu. Laiklik, Atatürkçülük, Milliyetçilik, Solculuk, Antiemperyalizm sokağa inmişti. Söz artık kalpaksız Kuvayı Milliyecilerdeydi. ... Yıl ilginç bir yıldı. 1991’de ABD Irak’a saldırmıştı. BOP’un ilk adımı atılmıştı yani. Özal Türkiye’yi savaşa sokmak istemişti ama Ordu direnmiş ve karşı koymuştu. Genel Kurmay Başkanı 3 Aralık 1990 tarihinde resti çekmiş ve istifa etmişti. Adı Orgeneral Necip Torumtay’dı. 12 Eylül ordusuna bir şeyler olmuştu sanki. Amerika şaşkındı. Şaşırdı önce, ama sonra analiz etmeye başladı. Ve gördü ki bir gariplik vardı Türk Ordusu’nda. Ardından Türkiye karışmaya başladı. Seri cinayetler başladı... ilk olarak 31 Ocak 1990 tarihinde Prof. Muammer Aksoy öldürüldü. Muammer Aksoy Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucusudur. Ardından Uğur Mumcu. Hemen bir ay sonra Jandarma Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis. Hizadan çıkan Türkiye hizaya sokulacaktır. Atatürkçülüğe yönelen Türkiye bombalanacaktır. ... Uğur Mumcu “Her parçamdan benim gibiler, beni aşacaklar çıkacaktır.” diyordu. Gerçekten de öyle oldu. “Sakıncalı Piyade”nin parçalanan cesedi Ankara’da taşları yerinden oynatır, insanları titretir. Bir yıl sonra Sakıncalı Piyade’nin ordusuna yeni bir Genel Kurmay Başkanı gelecektir: ismail Hakkı Karadayı. 1994-1998 komutanlık döneminde Türk Ordusu Amerikan planı bu cinayetleri çözer ve ABD’yle ilişkileri dondurur. Karadayı 12 Mart’la başlayan Amerikancı Ordu geleneğine tavır alır, set çeker ve açıkça Ordu’nun yörüngesini değiştirmeye başlar. ABD iyice telaşlanır. 1996 yılında, Susurluk bu gidişi durdurmak için ABD tarafından planlanır. Hemen ardından Gazi Mahallesi’nde bir iç savaş provası çıkartılır. ABD, Ordu’ya mesaj verir. Amerikalı uzmanlar açıkça şunu yazarlar: Türk generaller hizadan çıktı. Karadayı’dan sonra 1998’de görevi Orgeneral Kıvrıkoğlu alır ve aynı çizgiyi sürdürür. Türk Ordusu ABD tehdidini görmüş ama ona pabuç bırakmamıştır. Sakıncalı Piyade’nin ordusu Sakıncalı Ordu olmuştur. ... Yıllar sonra Amerika dediğini yapar, hizadan çıkan Türk generallerine operasyona başlar. Ergenekon tertibi, ABD’nin 18 yıl sonra gelen intikam operasyonudur. Ergenekon’da adı geçen komutanlara bir bakın. Necip Torumtay, Özal’a resti çekip istifa eden komutan: 18 yıl sonra Ergenekon’da! ismail Hakkı Karadayı, Türkiye’yi ABD’den uzaklaştıran komutan: 14 yıl sonra Ergenekon’da! Ve diğer komutanlar... Uğur Mumcu’nun Sakıncalı Piyadesi bombalanmış, yerini Sakıncalı Orgeneraller doldurmuş. Şehit askerin bıraktığı sancağı komutan almış ele. Şimdi o sancağın hesabı orgenerallerden soruluyor. Atatürkçülük, milliyetçilik, devrimcilik sancağının, 6 Ok sancağının hesabı soruluyor. (TÜRKSOLU, sayı 220, 19/01/2009)