FELSEFE TARİHİNİN KÖKENİ
Thales ’in dünyanın sudan yapılmış olduğu varsayımından çok önceleri Homeros “Okeanos (Yu.deniz) tanrıların babası ve anasıdır” demiştir.
Mezopotamyalıların yaratılış şarkısı da şöyledir ‘Ne göğün ne de yerin adı bunların babası Apsu’yla anası Tiamat’tan çıkan sular tek olarak varken, karmakarışık bulunuyordu.’
Görülüyor ki, ilk Yunan düşünürlerinin geliştirdikleri kavramlar, çok eski toplumlardan gelen halk düşünceleridir. Felsefe tarihinin kökeni İ.Ö. 15 YY’a kadar iner.
İ.Ö 15 YY.’da Baltık kıyılarından ve Güney Rusya'dan gelen, kendilerine Arya (soylu ya da ezoterizmde eski Atlantislilerin öğretmenleri olarak kabul edilen Naakeller) adını veren insan toplulukları önce İran’a sonra Hindistan’a yerleştiler. O çağda, şimdiki İran topraklarının güneyinde Persler, kuzeyinde de Medyayılar vardı. Kimi kaynaklar gerek Hint ve gerek İran’a Tanrı düşüncesinin bu gruplarca getirildiğini ileri sürmekteler. Nitekim bu grupların Indra, Mitra ve Varuna adlı koruyucu tanrılarına eski Hint metinlerinde olduğu gibi eski İran metinlerinde rastlanmaktadır. Bu sava göre aryaların Varuna ’sı İran’da Ahura olmuştur. İlkçağ İran felsefesi de çağdaşları gibi totemcilik ve canlıcılıktan dönüşen bir felsefedir.
İ.Ö 6-10 YY. arasında yaşadığı sanılan büyük İranlı düşünür Zerdüşt’ün kurduğu Mazdeizm 'den önce de ilkel bir Mazdeizm bulunduğu ve bu dinin daha sonra Parsilik adını aldığı bir gerçektir. Zerdüşt, ekonomik yapıya çok önem veren gerçekçi bir düşünürdü. Ona göre, “gerçek dindarlık, oruçla tapınmayla değil, tarım çalışmalarıyla elde edilir” Ahura Mazda ’nın bakışı her zaman çalışkan çiftçinin üstündedir.
Mazdeizm, bir evrim diniydi. Zerdüşt’e göre Dünya evrim yasalarına bağlıdır ve insanlar bu evrimi gerçekleştirmek zorundadırlar. Mazdeizmle birlikte İran topraklarına egemen olan Mitraizm, hemen her ruhsal öğretinin karşısında bir de gizemciliğin (mistisizmin) yer aldığını belirtir. Mitraizm adı verilen İran gizemciliği, aryaların (Hintli Avrupalılar ya da Beyazlar olarak anılanların) Tanrı’sı Mitra’ya dayanmaktadır. Birçok dereceleri gerektiren ve dine girmek bir inisiyasyon törenini zorunlu kılan Mitraizmin ana düşüncesi evrensel kurtuluştur ve amacı insanları fizikötesi gizlere egemen kılarak ölümden önce mutlu etmektir.
HİNT FELSEFESİ
Hint felsefesi geleneksel olarak ruhsal ve gizemsel bir felsefedir. Hindistan genellikle ruhsal felsefenin beşiği sayılır. Hindistan’da en basit inançlar bile bir felsefe değeri taşır. Hint felsefesi dört döneme ayrılır.
1. İ.Ö 15.YY ’dan İ.S 6.YY’a kadar süren Vedik dönem
2. İ.S 6. YY ’dan 10 YY’a kadar süren klasik ya da Brahman-Budacı dönem
3. 10.YY ’dan 18.YY’a kadar süren klasik sonrası ya da Hinducu dönem
4. 18.YY ’dan günümüze kadar gelen yeni dönem
Hindistan’a özgü ruhsal felsefenin ayırt edici niteliği ‘bireysel’ oluşudur. Bu felsefenin dış görünüş altındaki özü öğretilemez ve öğrenilemez. Kişi, kendi kurtuluşunu sağlayacak bu özü ancak derin düşünmesiyle elde edebilir.
Bireysel derin düşünme gizemciliğin de kaynağıdır. Bu bakımdan Hindistan, gizemciliğin de gerçek vatanı sayılmalıdır. Bütün bu öğretilerin kaynağı Hindistan’ın asıl ve en eski yerlileri oldukları kabul edilen Vedaların oluşturdukları Vedacılıktır.
Hindistan’ın ulusal ve en eski dini Vedizm ’dir. Çoktanrıcı Vedacılık giderek çoktanrıcılıkla tek tanırcılığı uzlaştıran Brahmanizmi ve daha sonra da bunların daha bir gelişmişi olan Hinduizmi doğurmuştur. İ.Ö 6. YY ’da bu öğretilerin birer reformu olarak ortaya çıkan Budizm ve Jainizm ise Tanrı’dan pek söz etmez.
Hint çoktanrıcılığı, bir tek tanrının çok görünüşlerini dile getirir. Bu bakımdan temelde bir tek tanrıcılıktır. Tüm doğa Brahman adı altında tanrısal bir tek güç olarak soyutlanmıştır. Bu tek güç insanlara üç ayrı tanrı biçiminde görünür; Brahma,Vişnu,Şiva
Tek gücün üç ayrı görünüşü olan bu üç tanrının da teklikte çokluk olarak çeşitli görünüşleri vardır. Örneğin Şivanın sekiz görünüşü vardır. Brahmanın tekilliği, öğretinin ilkelerinin belirlenmesi açısından iyice anlaşılıp bilindikten sonra tanrılar kolaylıkla birbirlerine de dönüşürler. Örneğin Vişnu kimi yerde Rama, kimi yerde Krişna olur.
Evrensel varlığın birliği, çeşitli görevlerin gerektirdiği çeşitli görünüşlerle böylece çoklaştırılmıştır. Kimi araştırmacılar Hint mitolojisinin çeşitli mitolojilerin kaynağı olduğunu da ileri sürmüşlerdir. Bu araştırmacıların saptadıkları pek çok akla uygun kanıtlara örnek olarak baba tanrı Diyanus Pitar (Yunanlıların Zeus Pater),gece tanrıçası Nakta (Yunanlıların Nyks), rüzgar tanrı Vata (İskandinavların Votan), gök tanrı Varuna (Yunanlıların Uranus, İranlıların Ahura)’sı gösterilebilir.
Hindistan’da, din, sanat ve felsefe gizemsel bir yapı içinde birbirlerine karışmış olarak gelişmiştir. Rig-Veda insanlığın ilk kutsal kitabıdır ve İ.Ö 1500 yıllarında düzenlendiği sanılmaktadır.
İlk ruhsal anlayışın ise Sümer uygarlığından sızdığı sanılan çoktanrıcı bir evren anlayışı olduğu düşünülür. Zecharia Sitchin’de dünya tarihi araştırmalarını, 12 Gezegen türü diğer kitaplarında ve araştırmalarında da aynı sava dayandırır. O da Sümerleri başlangıç kabul eder ve hatta daha ileri giderek Sümer’lerin tanrılarının çok gelişmiş uzaydan gelen bazı uygarlıklar tarafından eğitildiğini yine Sümer tabletlerine ve destanlarına dayandırarak açıklamaya çalışır.
Rig-Veda, günümüzde de incelenen çok kalıcı ve sağlam bir ilke ileri sürmektedir: “Varlığı varlaştıran eylemdir” Antikçağ Yunan Felsefesiyle onun üstüne kurulan daha sonraki felsefelerin pek çok öğeleri eski Hindistan’da işlenmiştir. Budacılık, bu açıdan, en bilinçli ve ilginç düşünsel yapıdır. Bununla birlikte bütün bu ruhsal felsefeler, kabul edilir ki Veda’ların etkisi altındadır.
ÇİN FELSEFESİ
Yeni belgeler Çin uygarlığının sanıldığı kadar eski olmadığını, İ.Ö. 1000 yıllarında başladığını göstermiştir. İ.Ö.4500 yıllarında Çin topraklarında Moğol tipinde ve neolitik uygarlıkta bir halk yaşıyordu. Bu halkın Tibet, Türk ve Tai karışımı olduğu sanılmaktadır.
İ.Ö. 2000 yıllarına doğru bu halkın iki ayrı kültür düzeyinde gelişmeye başladığı ve bu kültürlerden birine Yang-Şao öbürüne Long-Şan adı verildiği saptanmıştır. İ.Ö 1450 yılında Şang devleti kurulmuştur. Doğa güçlerine bağlanmayla başlayan bir din anlayışı, ilkel bir doğa felsefesine dönüşmüştür.
Bu doğa felsefesi, evrenin ve evrendeki her şeyin Chi-Hava-Ruhtan oluştuğunu ileri sürer. Antik çağda Anaximenes ’te havayı ruh olarak ele almıştır. Daha sonra, su, ateş, hava, toprak ve maden de eklenerek bu ilk öğelere tahtayı da katmışlar ve sayı altıya çıkarılmıştır. Bütün nesneler bu öğelerin çeşitli birleşimleriyle oluşuyordu. Daha sonra Yi King-Değişimler Kitabıyla bu öğeler sekize çıkarılmıştır.
Bu öğelerle birlikte maddesel karşılıklı etki anlayışı, Yang (etkin) ve Yin (edilgin) kavramlarıyla dile getirilen karşıt güçler ikiciliği, Yuan (başlangıç) düşüncesi geliştirilmiştir.
Chi
Su
Ateş
Hava
Toprak
Maden
Tahta (Bütün nesneler bu öğelerin birleşiminden oluşur)
Yi-King
değişimler kitabı da eklenir ve Yang-Yin-karşıt güçler iticiliği ile Yuan başlangıç düşüncesi temel alınır Çin felsefesinin özünde; bu bir evren modelidir.
Çin felsefesi İ.Ö. 6 Y.Y.’den beri bu temeller üstünde üç koldan gelişmiştir:
Tao Kiao-Tao Öğretisi
Ju Kiao-Konfüçyüs öğretisi
Şe Kiao-Buda Öğretisi
Çin Budacılığı özel bir nitelik taşımakla birlikte temelde Hint felsefesinin malı olduğundan, Çin’e özgü düşünsel yaşam Taoculukla ve Konfüçyüsçülükte biçimlenir. Eski doğa felsefesini özümseyen bu okullardan Taoculuk, felsefe açısından önemli bir kavram getirir;
- Tao-Yasa ve Wu-wei-eylemsizlik
Antikçağ Yunanlılarıyla karşılaştırılırsa Tao Herakleitos’un logos’una, wu-wei stoacıların apatheia ve Epikuros’un ataraksiasına uygun düşer. Konfüçyüs de kuşkusuz, bir Çin Sokrates’idir.
Antikçağ Yunan felsefesiyle aynı koşutluk Hint felsefesinde de izlenebilir. İ.Ö 4 Y.Y’da Konfüçyüsçülüğe karşı Mo-Tzu’nun kurduğu Moizm öğretisi, tıpkı Platon gibi, toplumun bilgelerce yönetilmesi gerekliliğini savunmuştur. Avrupalılarca törebilimin simgesi sayılan Çinli bilge tipi, bu öğretinin oluşturduğu bir tiptir. Görüldüğü gibi dünyanın öbür bölgelerinde gerçekleşen kurgul felsefe, aşağı yukarı aynı süreçte kapalı Çin’de de olagelmiştir.
MISIR FELSEFESİ
Eski Mısır Felsefesi, Antikçağ dışındaki diğer bütün felsefeler gibi dinsel nitelik taşır. Mısır tarihi İ.Ö 3000 yılına kadar çözülmüştür. Doğa görüşü Mısırda da Hint Felsefesinde olduğu gibi çok tanrıcıdır ama bu çok tanrıcılık tek tanrının değişik görünümlerini dile getirir.
İlk tanrı ya da baş tanrı, evrenin yaratıcısı olduğuna inanılan güneş tanrısı Ra’dır. Toprak (Gebb) ve Gök (Nut) onun yanında yer alırlar, evreni bu tanrılar üçlüsü yönetir. Her köyün ayrı tanrısı vardır, yönetim merkezinin tanrısı bu tanrıların üstüdür. Yönetim merkezi değiştikçe bu üst tanrı da değişir. Mısır toprakları tek yönetimde toplanma çoğunlukla hayvan, azınlıkla bitki ve nesnelerle simgelenen bu tanrılar yerlerini kozmik tanrılara bırakmışladır.
İnsan biçiminde tasarlanan ilk tanrılar, özellikle İsis’le Osiris, çok sonra meydana çıkmışlardır.
Eski Mısır inanç ve felsefesine göre; gerçek ve sonsuz yaşamın öte dünyada olduğu ve bu dünyanın o sonsuz yaşam için bir sınav yeri olduğu düşüncesi geliştirilmiştir. Bu felsefe daha sonraları Hermesçilik adı altında ve gizemsel bir nitelikte, simyacılık ve astrolojiyi de kapsayan ezoterik ve geleneksel bir bilgi ağına dönüşmüştür.
Eski Mısır tanrıları İsis-Osiris ve Serapis’in birçok ulusları etkilediği ve bu etkilerini pek uzun bir süre sürdürdükleri bir gerçektir. Kimi yazarlar din düşüncesinin de kaynağını eski Mısır topraklarında bulmaktadırlar.
Görüldüğü gibi Eski Mısır, Hint, İran,Çin uygarlıklarında felsefenin temelini oluşturan öğeler, antikçağ felsefesi ile paralel benzerlikler sunmaktadır.
Antikçağ Felsefesi ve Eski Mısır
İsa’dan önce 8.YY’da başlayıp, İsa’dan sonra 5.YY’da sona eren bin yıldan çok süren bir tarih aralığının ürünü olan antikçağ ya da diğer adıyla ilkçağ felsefesinde ve filozoflarında, Eski Mısır, Hint, Çin felsefelerinin izine rastlamamak ve aralarında bir paralellik görmemek pek mümkün değil! Bir ağ gibi birbirini tamamlayarak, holistik bir bütünün değişik yönlerini, parçalarını sunarak tarih aralıklarına uzanıvermiş. Bu bilgi örgülerini araştırdıkça hayranlık yerini şaşkınlığa bırakıyor. Şimdi bizde bu tarih aralıklarına kısaca göz gezdirerek, “Bu göğün altında hiçbir şeyin yeni olmadığını” önce kendimize kanıtlamaya çalışıyoruz.
Yeni bir çağı ve yeni bir anlayışı algılayabilmek, hissedebilmek ve entelektüel düzeyde de tatmin olmak için eski ve tarih önemlidir.
“Eskiyi bilirsek, yeniyi daha rahat anlarız.”
ORPHEUS VE ORPHİC ÖĞRETİ
Orphic (Orfe)sözcüğü efsanevi bir şair-şarkıcı-filozof ve ruhsal kişi olan Orpheus adından gelir. Orphic ruhsal öğretisinin Tanrısı, Yunanistan’a; kuzeyden, Trakya'dan gelmiş olan Dionysius’tur.
Bu Tanrı, taşkınlığın, coşkunluğun ve sarhoşluğun bir simgesi. Dionysius değişmelerin ve ışığa kavuşmak isteyenlerin Tanrısıdır. Bu tanrı onuruna düzenlenen törenlerde coşku, sevinç ve aynı zamanda da korku birbirine karışmıştır.
Homer’in Tanrıları ise, idealleştirilmiş insan şekilleriydiler ve bu Tanrılara ibadet için muhteşem ve aydınlık tapınaklar yapılır ve ibadetler, ölçülü merasimler çerçevesinde yürütülürdü.
Yunan’da M.Ö. 5.YY, din, ahlak ve psikoloji ile ilgili konular yüzyılıdır. Bu yüzyılda birinci problem, Tanrıların karakteri konusudur.
Homer’in Tanrıları iyilik ve kötülük bakımından insana benzeyen ama onlardan daha kuvvetli olan ve gamsız mutlu bir hayat süren varlıklardı ve Olymp denen bir sarayda otururlardı.
Oysa, beşinci yüzyılda, Tanrıların, kötülükten uzak ahlak ve fazilet sahibi varlıklar olarak anlaşılmak istendikleri görünmektedir. M.Ö 5:YY.’da görünmeye başlayan Opheus doktrini, hemen aynı kavramları içeren Eleusinian (Elözis) misterleriyle birleşmeye başladı ve özellikle Pythagorasçılığı(Pisagorculuğu) etkiledi. Daha sonra bu öğreti Yeni Pisagorcular ve Yeni Eflatuncular tarafından benimsendi.
Orpheus’çulara göre: “öbür dünyada var olabilmek için bu dünyada çileli bir yaşam sürmek gerekliydi. Bu görüşte ruh Tanrısaldır. İnsanin ilahi ve şeytani iki yönü vardır. Şeytani yönünü eğiterek, dünyaya gelip gitme çemberinden kurtulmak ve ruhu özgürleştirmek mümkündür.”
Ölümden sonra dirilme Orpheus öğretisinin ana prensiplerinden biridir. Bu inanç Pythagorasçılıkta devam etmiştir. Ana gaye, insanın kendisini, bedenin ve tekrar doğuşların esaretinden kurtarmasıdır. Ruhu beden üzerinde hakim kılmak için bilim ve sanatta özellikle matematik, geometri ve müzikten yararlanılır.
FELSEFEDE NEOPLATONİZM/YENİ PLATONCULUK
Yeni Platonculuk adıyla da anılan Neoplatonizm, Antikçağ sonlarında dinle felsefenin birleşmesi ile oluşan sadece filozofik değil daha ziyadesi ile teozofik, Hermetik hatta mistik bir akımdır.
Yeni Platonculuk, her şeyden önce, mistik bir karakter taşıyan Platon felsefesini temel alır. Aristo ve Stoa’dan aldığı etkileri bu temeller üzerine oturur.
Bu teozofik akım Doğu öğretilerinin etkisinde kalarak Aristo, Platon ve Stoa öğretilerinin sentezi ile ortaya çıkan tamamen gizemci ve Hermetik bir akımdır.
Yeni Platonculuk İskenderiye’de Plotinos’tan ziyade onun hocası Ammonius Sakkas tarafından ortaya atıldığından bu öğretiye ‘İskenderiye Okulu’ adı verilir.
İskenderiye Okulu Öğretisi diğer adıyla Neoplatonizm, ilk Hıristiyanlıkla, Müslüman ülkelerde gelişen tasavvufi felsefeyi büyük çapta etkilemiştir. Hatta İslam tasavvufu bu felsefeden doğdu da diyebiliriz.
Sudur (Emanation/Emanasyon) ilkesi Sufizmin temelidir. İslam tasavvufundaki “Külli Ruh, Külli Nefis, Külli Akıl” kavramları hep bu öğretiden kaynaklanmaktadır.
İsa’nın doğumundan sonra Hıristiyanlığın ilk yüzyılında bu Yeni-Platoncu düşünceler Hıristiyanlıkla birleşerek çağlar boyu devam edecek Hıristiyan mistisizminin temelini atmıştır.
Konuyu daha iyi anlamak için Yeni-Platonculuğun geliştiği dönemdeki tarihsel aralığı incelemek gerekir. Çünkü bu dönem içindeki felsefi ve dini olaylar ve Yeni-Platonculuğun ortaya çıkmasına zemin hazırlamışladır.
Tarihi bakımdan Aristo, ilkçağ tarihinin çok önemli bir döneminde yaşamıştır. Onun yaşadığı yıllarda Yunan devletleri, Makedonya ordularının saldırısına uğrayarak siyasi bağımsızlıklarını yitirmişlerdir. Öğrencisi İskender’in Yunanistan üzerinden geçen orduları da Hindistan’a kadar uzanmışlardır.
İskender’in Asya seferiyle ‘Helenistik Çağ’ adı verilen dönem başlamıştır. Yunan kültürünün Akdeniz çevresinde yayılıp bu bölgeyi kültürce Helenleştirmesi demek olan Helenizm de, Yunan kültürü kendi içine kapalı olmaktan çıkmış, Doğu Akdeniz ve Mısırda oturan ulusları birleştiren büyük bir kültür akımının temeli olmuştur.
Bu süreç, İskender’in ölümünden (İ.Ö.323) sonra Doğu Akdeniz çevresinde kurulan Helenistik devletlerde Yunan ve Doğu düşüncelerinin karşılaşıp birbirleriyle kaynaşmasıyla başlamıştır. İki düşüncenin de bu kaynaşması Roma İmparatorluğunda da sürecek, nihayet Hıristiyanlıkta son formuna ulaşacaktır.
İlkçağ kültürünün Aristoteles’ten sonraki başlıca evreleri Helenizm, Roma Felsefesi ve Hıristiyanlıktır. Bu arada Septikler, Epikuros felsefesi, Stoacılık da bu kültür kaynaşmalarına ışık tutmuşlardır.
Thales ’in dünyanın sudan yapılmış olduğu varsayımından çok önceleri Homeros “Okeanos (Yu.deniz) tanrıların babası ve anasıdır” demiştir.
Mezopotamyalıların yaratılış şarkısı da şöyledir ‘Ne göğün ne de yerin adı bunların babası Apsu’yla anası Tiamat’tan çıkan sular tek olarak varken, karmakarışık bulunuyordu.’
Görülüyor ki, ilk Yunan düşünürlerinin geliştirdikleri kavramlar, çok eski toplumlardan gelen halk düşünceleridir. Felsefe tarihinin kökeni İ.Ö. 15 YY’a kadar iner.
İ.Ö 15 YY.’da Baltık kıyılarından ve Güney Rusya'dan gelen, kendilerine Arya (soylu ya da ezoterizmde eski Atlantislilerin öğretmenleri olarak kabul edilen Naakeller) adını veren insan toplulukları önce İran’a sonra Hindistan’a yerleştiler. O çağda, şimdiki İran topraklarının güneyinde Persler, kuzeyinde de Medyayılar vardı. Kimi kaynaklar gerek Hint ve gerek İran’a Tanrı düşüncesinin bu gruplarca getirildiğini ileri sürmekteler. Nitekim bu grupların Indra, Mitra ve Varuna adlı koruyucu tanrılarına eski Hint metinlerinde olduğu gibi eski İran metinlerinde rastlanmaktadır. Bu sava göre aryaların Varuna ’sı İran’da Ahura olmuştur. İlkçağ İran felsefesi de çağdaşları gibi totemcilik ve canlıcılıktan dönüşen bir felsefedir.
İ.Ö 6-10 YY. arasında yaşadığı sanılan büyük İranlı düşünür Zerdüşt’ün kurduğu Mazdeizm 'den önce de ilkel bir Mazdeizm bulunduğu ve bu dinin daha sonra Parsilik adını aldığı bir gerçektir. Zerdüşt, ekonomik yapıya çok önem veren gerçekçi bir düşünürdü. Ona göre, “gerçek dindarlık, oruçla tapınmayla değil, tarım çalışmalarıyla elde edilir” Ahura Mazda ’nın bakışı her zaman çalışkan çiftçinin üstündedir.
Mazdeizm, bir evrim diniydi. Zerdüşt’e göre Dünya evrim yasalarına bağlıdır ve insanlar bu evrimi gerçekleştirmek zorundadırlar. Mazdeizmle birlikte İran topraklarına egemen olan Mitraizm, hemen her ruhsal öğretinin karşısında bir de gizemciliğin (mistisizmin) yer aldığını belirtir. Mitraizm adı verilen İran gizemciliği, aryaların (Hintli Avrupalılar ya da Beyazlar olarak anılanların) Tanrı’sı Mitra’ya dayanmaktadır. Birçok dereceleri gerektiren ve dine girmek bir inisiyasyon törenini zorunlu kılan Mitraizmin ana düşüncesi evrensel kurtuluştur ve amacı insanları fizikötesi gizlere egemen kılarak ölümden önce mutlu etmektir.
HİNT FELSEFESİ
Hint felsefesi geleneksel olarak ruhsal ve gizemsel bir felsefedir. Hindistan genellikle ruhsal felsefenin beşiği sayılır. Hindistan’da en basit inançlar bile bir felsefe değeri taşır. Hint felsefesi dört döneme ayrılır.
1. İ.Ö 15.YY ’dan İ.S 6.YY’a kadar süren Vedik dönem
2. İ.S 6. YY ’dan 10 YY’a kadar süren klasik ya da Brahman-Budacı dönem
3. 10.YY ’dan 18.YY’a kadar süren klasik sonrası ya da Hinducu dönem
4. 18.YY ’dan günümüze kadar gelen yeni dönem
Hindistan’a özgü ruhsal felsefenin ayırt edici niteliği ‘bireysel’ oluşudur. Bu felsefenin dış görünüş altındaki özü öğretilemez ve öğrenilemez. Kişi, kendi kurtuluşunu sağlayacak bu özü ancak derin düşünmesiyle elde edebilir.
Bireysel derin düşünme gizemciliğin de kaynağıdır. Bu bakımdan Hindistan, gizemciliğin de gerçek vatanı sayılmalıdır. Bütün bu öğretilerin kaynağı Hindistan’ın asıl ve en eski yerlileri oldukları kabul edilen Vedaların oluşturdukları Vedacılıktır.
Hindistan’ın ulusal ve en eski dini Vedizm ’dir. Çoktanrıcı Vedacılık giderek çoktanrıcılıkla tek tanırcılığı uzlaştıran Brahmanizmi ve daha sonra da bunların daha bir gelişmişi olan Hinduizmi doğurmuştur. İ.Ö 6. YY ’da bu öğretilerin birer reformu olarak ortaya çıkan Budizm ve Jainizm ise Tanrı’dan pek söz etmez.
Hint çoktanrıcılığı, bir tek tanrının çok görünüşlerini dile getirir. Bu bakımdan temelde bir tek tanrıcılıktır. Tüm doğa Brahman adı altında tanrısal bir tek güç olarak soyutlanmıştır. Bu tek güç insanlara üç ayrı tanrı biçiminde görünür; Brahma,Vişnu,Şiva
Tek gücün üç ayrı görünüşü olan bu üç tanrının da teklikte çokluk olarak çeşitli görünüşleri vardır. Örneğin Şivanın sekiz görünüşü vardır. Brahmanın tekilliği, öğretinin ilkelerinin belirlenmesi açısından iyice anlaşılıp bilindikten sonra tanrılar kolaylıkla birbirlerine de dönüşürler. Örneğin Vişnu kimi yerde Rama, kimi yerde Krişna olur.
Evrensel varlığın birliği, çeşitli görevlerin gerektirdiği çeşitli görünüşlerle böylece çoklaştırılmıştır. Kimi araştırmacılar Hint mitolojisinin çeşitli mitolojilerin kaynağı olduğunu da ileri sürmüşlerdir. Bu araştırmacıların saptadıkları pek çok akla uygun kanıtlara örnek olarak baba tanrı Diyanus Pitar (Yunanlıların Zeus Pater),gece tanrıçası Nakta (Yunanlıların Nyks), rüzgar tanrı Vata (İskandinavların Votan), gök tanrı Varuna (Yunanlıların Uranus, İranlıların Ahura)’sı gösterilebilir.
Hindistan’da, din, sanat ve felsefe gizemsel bir yapı içinde birbirlerine karışmış olarak gelişmiştir. Rig-Veda insanlığın ilk kutsal kitabıdır ve İ.Ö 1500 yıllarında düzenlendiği sanılmaktadır.
İlk ruhsal anlayışın ise Sümer uygarlığından sızdığı sanılan çoktanrıcı bir evren anlayışı olduğu düşünülür. Zecharia Sitchin’de dünya tarihi araştırmalarını, 12 Gezegen türü diğer kitaplarında ve araştırmalarında da aynı sava dayandırır. O da Sümerleri başlangıç kabul eder ve hatta daha ileri giderek Sümer’lerin tanrılarının çok gelişmiş uzaydan gelen bazı uygarlıklar tarafından eğitildiğini yine Sümer tabletlerine ve destanlarına dayandırarak açıklamaya çalışır.
Rig-Veda, günümüzde de incelenen çok kalıcı ve sağlam bir ilke ileri sürmektedir: “Varlığı varlaştıran eylemdir” Antikçağ Yunan Felsefesiyle onun üstüne kurulan daha sonraki felsefelerin pek çok öğeleri eski Hindistan’da işlenmiştir. Budacılık, bu açıdan, en bilinçli ve ilginç düşünsel yapıdır. Bununla birlikte bütün bu ruhsal felsefeler, kabul edilir ki Veda’ların etkisi altındadır.
ÇİN FELSEFESİ
Yeni belgeler Çin uygarlığının sanıldığı kadar eski olmadığını, İ.Ö. 1000 yıllarında başladığını göstermiştir. İ.Ö.4500 yıllarında Çin topraklarında Moğol tipinde ve neolitik uygarlıkta bir halk yaşıyordu. Bu halkın Tibet, Türk ve Tai karışımı olduğu sanılmaktadır.
İ.Ö. 2000 yıllarına doğru bu halkın iki ayrı kültür düzeyinde gelişmeye başladığı ve bu kültürlerden birine Yang-Şao öbürüne Long-Şan adı verildiği saptanmıştır. İ.Ö 1450 yılında Şang devleti kurulmuştur. Doğa güçlerine bağlanmayla başlayan bir din anlayışı, ilkel bir doğa felsefesine dönüşmüştür.
Bu doğa felsefesi, evrenin ve evrendeki her şeyin Chi-Hava-Ruhtan oluştuğunu ileri sürer. Antik çağda Anaximenes ’te havayı ruh olarak ele almıştır. Daha sonra, su, ateş, hava, toprak ve maden de eklenerek bu ilk öğelere tahtayı da katmışlar ve sayı altıya çıkarılmıştır. Bütün nesneler bu öğelerin çeşitli birleşimleriyle oluşuyordu. Daha sonra Yi King-Değişimler Kitabıyla bu öğeler sekize çıkarılmıştır.
Bu öğelerle birlikte maddesel karşılıklı etki anlayışı, Yang (etkin) ve Yin (edilgin) kavramlarıyla dile getirilen karşıt güçler ikiciliği, Yuan (başlangıç) düşüncesi geliştirilmiştir.
Chi
Su
Ateş
Hava
Toprak
Maden
Tahta (Bütün nesneler bu öğelerin birleşiminden oluşur)
Yi-King
değişimler kitabı da eklenir ve Yang-Yin-karşıt güçler iticiliği ile Yuan başlangıç düşüncesi temel alınır Çin felsefesinin özünde; bu bir evren modelidir.
Çin felsefesi İ.Ö. 6 Y.Y.’den beri bu temeller üstünde üç koldan gelişmiştir:
Tao Kiao-Tao Öğretisi
Ju Kiao-Konfüçyüs öğretisi
Şe Kiao-Buda Öğretisi
Çin Budacılığı özel bir nitelik taşımakla birlikte temelde Hint felsefesinin malı olduğundan, Çin’e özgü düşünsel yaşam Taoculukla ve Konfüçyüsçülükte biçimlenir. Eski doğa felsefesini özümseyen bu okullardan Taoculuk, felsefe açısından önemli bir kavram getirir;
- Tao-Yasa ve Wu-wei-eylemsizlik
Antikçağ Yunanlılarıyla karşılaştırılırsa Tao Herakleitos’un logos’una, wu-wei stoacıların apatheia ve Epikuros’un ataraksiasına uygun düşer. Konfüçyüs de kuşkusuz, bir Çin Sokrates’idir.
Antikçağ Yunan felsefesiyle aynı koşutluk Hint felsefesinde de izlenebilir. İ.Ö 4 Y.Y’da Konfüçyüsçülüğe karşı Mo-Tzu’nun kurduğu Moizm öğretisi, tıpkı Platon gibi, toplumun bilgelerce yönetilmesi gerekliliğini savunmuştur. Avrupalılarca törebilimin simgesi sayılan Çinli bilge tipi, bu öğretinin oluşturduğu bir tiptir. Görüldüğü gibi dünyanın öbür bölgelerinde gerçekleşen kurgul felsefe, aşağı yukarı aynı süreçte kapalı Çin’de de olagelmiştir.
MISIR FELSEFESİ
Eski Mısır Felsefesi, Antikçağ dışındaki diğer bütün felsefeler gibi dinsel nitelik taşır. Mısır tarihi İ.Ö 3000 yılına kadar çözülmüştür. Doğa görüşü Mısırda da Hint Felsefesinde olduğu gibi çok tanrıcıdır ama bu çok tanrıcılık tek tanrının değişik görünümlerini dile getirir.
İlk tanrı ya da baş tanrı, evrenin yaratıcısı olduğuna inanılan güneş tanrısı Ra’dır. Toprak (Gebb) ve Gök (Nut) onun yanında yer alırlar, evreni bu tanrılar üçlüsü yönetir. Her köyün ayrı tanrısı vardır, yönetim merkezinin tanrısı bu tanrıların üstüdür. Yönetim merkezi değiştikçe bu üst tanrı da değişir. Mısır toprakları tek yönetimde toplanma çoğunlukla hayvan, azınlıkla bitki ve nesnelerle simgelenen bu tanrılar yerlerini kozmik tanrılara bırakmışladır.
İnsan biçiminde tasarlanan ilk tanrılar, özellikle İsis’le Osiris, çok sonra meydana çıkmışlardır.
Eski Mısır inanç ve felsefesine göre; gerçek ve sonsuz yaşamın öte dünyada olduğu ve bu dünyanın o sonsuz yaşam için bir sınav yeri olduğu düşüncesi geliştirilmiştir. Bu felsefe daha sonraları Hermesçilik adı altında ve gizemsel bir nitelikte, simyacılık ve astrolojiyi de kapsayan ezoterik ve geleneksel bir bilgi ağına dönüşmüştür.
Eski Mısır tanrıları İsis-Osiris ve Serapis’in birçok ulusları etkilediği ve bu etkilerini pek uzun bir süre sürdürdükleri bir gerçektir. Kimi yazarlar din düşüncesinin de kaynağını eski Mısır topraklarında bulmaktadırlar.
Görüldüğü gibi Eski Mısır, Hint, İran,Çin uygarlıklarında felsefenin temelini oluşturan öğeler, antikçağ felsefesi ile paralel benzerlikler sunmaktadır.
Antikçağ Felsefesi ve Eski Mısır
İsa’dan önce 8.YY’da başlayıp, İsa’dan sonra 5.YY’da sona eren bin yıldan çok süren bir tarih aralığının ürünü olan antikçağ ya da diğer adıyla ilkçağ felsefesinde ve filozoflarında, Eski Mısır, Hint, Çin felsefelerinin izine rastlamamak ve aralarında bir paralellik görmemek pek mümkün değil! Bir ağ gibi birbirini tamamlayarak, holistik bir bütünün değişik yönlerini, parçalarını sunarak tarih aralıklarına uzanıvermiş. Bu bilgi örgülerini araştırdıkça hayranlık yerini şaşkınlığa bırakıyor. Şimdi bizde bu tarih aralıklarına kısaca göz gezdirerek, “Bu göğün altında hiçbir şeyin yeni olmadığını” önce kendimize kanıtlamaya çalışıyoruz.
Yeni bir çağı ve yeni bir anlayışı algılayabilmek, hissedebilmek ve entelektüel düzeyde de tatmin olmak için eski ve tarih önemlidir.
“Eskiyi bilirsek, yeniyi daha rahat anlarız.”
ORPHEUS VE ORPHİC ÖĞRETİ
Orphic (Orfe)sözcüğü efsanevi bir şair-şarkıcı-filozof ve ruhsal kişi olan Orpheus adından gelir. Orphic ruhsal öğretisinin Tanrısı, Yunanistan’a; kuzeyden, Trakya'dan gelmiş olan Dionysius’tur.
Bu Tanrı, taşkınlığın, coşkunluğun ve sarhoşluğun bir simgesi. Dionysius değişmelerin ve ışığa kavuşmak isteyenlerin Tanrısıdır. Bu tanrı onuruna düzenlenen törenlerde coşku, sevinç ve aynı zamanda da korku birbirine karışmıştır.
Homer’in Tanrıları ise, idealleştirilmiş insan şekilleriydiler ve bu Tanrılara ibadet için muhteşem ve aydınlık tapınaklar yapılır ve ibadetler, ölçülü merasimler çerçevesinde yürütülürdü.
Yunan’da M.Ö. 5.YY, din, ahlak ve psikoloji ile ilgili konular yüzyılıdır. Bu yüzyılda birinci problem, Tanrıların karakteri konusudur.
Homer’in Tanrıları iyilik ve kötülük bakımından insana benzeyen ama onlardan daha kuvvetli olan ve gamsız mutlu bir hayat süren varlıklardı ve Olymp denen bir sarayda otururlardı.
Oysa, beşinci yüzyılda, Tanrıların, kötülükten uzak ahlak ve fazilet sahibi varlıklar olarak anlaşılmak istendikleri görünmektedir. M.Ö 5:YY.’da görünmeye başlayan Opheus doktrini, hemen aynı kavramları içeren Eleusinian (Elözis) misterleriyle birleşmeye başladı ve özellikle Pythagorasçılığı(Pisagorculuğu) etkiledi. Daha sonra bu öğreti Yeni Pisagorcular ve Yeni Eflatuncular tarafından benimsendi.
Orpheus’çulara göre: “öbür dünyada var olabilmek için bu dünyada çileli bir yaşam sürmek gerekliydi. Bu görüşte ruh Tanrısaldır. İnsanin ilahi ve şeytani iki yönü vardır. Şeytani yönünü eğiterek, dünyaya gelip gitme çemberinden kurtulmak ve ruhu özgürleştirmek mümkündür.”
Ölümden sonra dirilme Orpheus öğretisinin ana prensiplerinden biridir. Bu inanç Pythagorasçılıkta devam etmiştir. Ana gaye, insanın kendisini, bedenin ve tekrar doğuşların esaretinden kurtarmasıdır. Ruhu beden üzerinde hakim kılmak için bilim ve sanatta özellikle matematik, geometri ve müzikten yararlanılır.
FELSEFEDE NEOPLATONİZM/YENİ PLATONCULUK
Yeni Platonculuk adıyla da anılan Neoplatonizm, Antikçağ sonlarında dinle felsefenin birleşmesi ile oluşan sadece filozofik değil daha ziyadesi ile teozofik, Hermetik hatta mistik bir akımdır.
Yeni Platonculuk, her şeyden önce, mistik bir karakter taşıyan Platon felsefesini temel alır. Aristo ve Stoa’dan aldığı etkileri bu temeller üzerine oturur.
Bu teozofik akım Doğu öğretilerinin etkisinde kalarak Aristo, Platon ve Stoa öğretilerinin sentezi ile ortaya çıkan tamamen gizemci ve Hermetik bir akımdır.
Yeni Platonculuk İskenderiye’de Plotinos’tan ziyade onun hocası Ammonius Sakkas tarafından ortaya atıldığından bu öğretiye ‘İskenderiye Okulu’ adı verilir.
İskenderiye Okulu Öğretisi diğer adıyla Neoplatonizm, ilk Hıristiyanlıkla, Müslüman ülkelerde gelişen tasavvufi felsefeyi büyük çapta etkilemiştir. Hatta İslam tasavvufu bu felsefeden doğdu da diyebiliriz.
Sudur (Emanation/Emanasyon) ilkesi Sufizmin temelidir. İslam tasavvufundaki “Külli Ruh, Külli Nefis, Külli Akıl” kavramları hep bu öğretiden kaynaklanmaktadır.
İsa’nın doğumundan sonra Hıristiyanlığın ilk yüzyılında bu Yeni-Platoncu düşünceler Hıristiyanlıkla birleşerek çağlar boyu devam edecek Hıristiyan mistisizminin temelini atmıştır.
Konuyu daha iyi anlamak için Yeni-Platonculuğun geliştiği dönemdeki tarihsel aralığı incelemek gerekir. Çünkü bu dönem içindeki felsefi ve dini olaylar ve Yeni-Platonculuğun ortaya çıkmasına zemin hazırlamışladır.
Tarihi bakımdan Aristo, ilkçağ tarihinin çok önemli bir döneminde yaşamıştır. Onun yaşadığı yıllarda Yunan devletleri, Makedonya ordularının saldırısına uğrayarak siyasi bağımsızlıklarını yitirmişlerdir. Öğrencisi İskender’in Yunanistan üzerinden geçen orduları da Hindistan’a kadar uzanmışlardır.
İskender’in Asya seferiyle ‘Helenistik Çağ’ adı verilen dönem başlamıştır. Yunan kültürünün Akdeniz çevresinde yayılıp bu bölgeyi kültürce Helenleştirmesi demek olan Helenizm de, Yunan kültürü kendi içine kapalı olmaktan çıkmış, Doğu Akdeniz ve Mısırda oturan ulusları birleştiren büyük bir kültür akımının temeli olmuştur.
Bu süreç, İskender’in ölümünden (İ.Ö.323) sonra Doğu Akdeniz çevresinde kurulan Helenistik devletlerde Yunan ve Doğu düşüncelerinin karşılaşıp birbirleriyle kaynaşmasıyla başlamıştır. İki düşüncenin de bu kaynaşması Roma İmparatorluğunda da sürecek, nihayet Hıristiyanlıkta son formuna ulaşacaktır.
İlkçağ kültürünün Aristoteles’ten sonraki başlıca evreleri Helenizm, Roma Felsefesi ve Hıristiyanlıktır. Bu arada Septikler, Epikuros felsefesi, Stoacılık da bu kültür kaynaşmalarına ışık tutmuşlardır.