12 Mart 2018

Tarihte Müslümanlara Yapılan Vahşet Ve Katliamlar

Tarihte Müslümanlara Yapılan Vahşet Ve Katliamlar

Tarihte Müslümanlara Yapılan Vahşet Ve Katliamlar

Batı ülkelerinin tarihinde, vahşet, yamyamlık, katliam, soykırım, işkence, tecavüz, yağmalama, sömürme adeta sıradan eylemlerdir

Batı ülkelerinin tarihinde, vahşet, yamyamlık, katliam, soykırım, işkence, tecavüz, yağmalama, sömürme adeta sıradan eylemlerdir.   Târihte İslâm’ın nezâfetini, şefkat ve adâletini gösteren pek çok misâller bulunduğu gibi; insanlıktan çıkmış olan küfür ehlinin gaddarlık, zulüm ve vahşetini sergileyen pek çok örnekler de mevcuttur. Haçlı seferleri’nden günümüze kadar süregelen haçlı barbarlığı ve yahudi ve hıristiyanların kendi dinlerinden olmayanlara, husûsiyetle müslümanlara yaptıkları zulüm ve katliamlar bunun en açık delilleridir.   Roger Graudy’nin sunduğu şu tespit, küffârın asırlardır hiç değişmeyen bu husustaki tavrını özetler mâhiyettedir:   “Batı, katliam yapma istidâdına sahiptir. Size neleri hatırlatayım ki? Amerikan kızılderililerinin imhâ edilmesini mi? Esir ticaretini mi? Hiroşima’yı mı? Auschwitz’i mi? hıristiyan batı uygarlığı budur!.. 

Biliyor musunuz ki; dünyadaki zenginliklerin yüzde 80’i, nüfusun yüzde 20’si tarafından kontrol edilmekte ve tüketilmektedir? Yılda 40 milyon kişi ölmektedir ki, bu da gün başına bir Hiroşima demektir. Önce ateşi alevlendiriyorlar, sonra da itfaiyecilik oyunu oynuyorlar! Hâlâ haçlı seferleri devrini yaşamaktayız...” (İsmail Çolak, “Yeni Dünya Düzeninde Osmanlı’yı Aramak”, s. 37, bas.: İstanbul, 2000.)   Asırlar boyunca müslümanlara her türlü vahşet ve barbarlığı uygulayan, sonra da utanmadan bu vahşet ve barbarlığı müslümanlara atfetmeye kalkışan küffar devletleri; târih boyunca ortaya attıkları çirkin yalan ve ftirâlarını bugün de çeşitli yollarla sürdürmekte; cehâlet, zulüm ve vahşetle dolu olan karanlık geçmişlerine bakmadan; İslâm’ı terör dini, müslümanları da terörist gibi göstermeye cür’et etmektedirler.       

HAÇLI VAHŞETİNİ PATRİK VE RÂHİPLER KÖRÜKLEMİŞTİ:   
Haçlı seferleri’nde barbar hıristiyanların zulüm ve katliâmda had safhaya ulaşması, tamâmen seferleri başlatan Papa II. Urban’ın ve kilisede çığırtkanlık yapan adamlarının kışkırtma ve tahriklerinden ileri geliyordu. Çünkü kilisede türlü mel’anetler işleyen râhip ve papazlar, zâten câhil oldukları için hıristiyanlığa inanan şuursuz ve anlayışsız halkı; müslümanları öldürdükleri taktirde günahlarından arınacaklarını, endüljansa sâhip olacaklarını, Kutsal ruh’u ve İsâ’yı hoşnut kılacaklarını ve buna benzer asılsız safsataları telkin ederek azdırmaya, kin ve nefretlerini uyandırıp müslümanları topyekün ortadan kaldırmaya teşvik ediyorlardı.   Allah-u Teâlâ küffârın müslümanlara karşı gönüllerinde besledikleri kin ve nefretin büyüklüğüne dikkati çekerek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:   

“Onlar size fenalık etmekten aslâ geri kalmazlar, size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinin gizledikleri ise daha büyüktür!   Eğer düşünürseniz, âyetleri size açıklamış bulunuyoruz.” (Âl-i imrân: 118)   Bu Âyet-i kerime küfre ve kâfirlere meyledenler için bir ihtardır. Yâni size bu ilâhî hükümleri hatırlatıyoruz ki, onlardan her zaman uzak durun ve tehlikelerinden sakınmak için dâimâ uyanık bulunun. Onlara bu gözle bakma istidâdını kaybedenler bu tehlikeyi idrakten de mahrum kalmışlardır. Bu ilâhî hüküm hatırdan çıkarılmamalı, bugün ellerine fırsat geçse yine aynı şeyi yapacakları unutulmamalıdır.   

Haçlı seferleri’nin kışkırtıcılığını üstlenen Papa II. Urban, arka plânda tamâmen siyâsî menfaatler elde etmeyi arzuladığı hâlde, “Kutsal savaş” nidâlarıyla hıristiyan halkı galeyâna getirip müslümanların üzerine salarken, onları kışkırtmak için her türlü yalan ve hîleye başvuruyor, uydurduğu asılsız iğvâlarla gönüllerindeki kin ve nefret hislerini canlandırıp harekete geçirmeye çalışıyordu:   “Lânetlenmiş bir millet, hıristiyan beldelerini kasıp kavurdu, ateş ve zulüm yağdırdı. Bu alçaklıkların intikamını, Tanrı’nın kahramanlıkta diğer milletlerden üstün kıldığı (!) sizlerden başka kim alabilir? Vazifelerin en önemlisi mukaddes Kudüs’ü kurtarmak, mukaddes yerleri istilâ eden pis milletten kutsal yerleri geri almaktır.”   “Tanrı, İsa’ya tapanların yardımına koşmaya ve topraklarından uzaklarda, o lânetli ırkı kökünden kazımaya, ister şövalye, ister halktan olsun, ister zengin ister yoksul olsun, herkesi sık sık dâvet etmeniz için, İsa’nın bayrağını taşıyan sizleri benim ağzımdan teşvik etmektedir.” (Fuad Carım, “Haçlı Seferleri ve Kruvazadlar”, s. 10.)   

Haçlı seferlerinde hıristiyan çapulcu sürüsüne önderlik edenlerden Saint Bernard ise, etrafında topladığı kuru kalabalığa şöyle diyordu:   “Kendisini düşmanlarına karşı savunmayanları cezâlandıracağını bildirmeye ulu Tanrı beni görevlendirmiştir. Hemen silâha sarılın; savaşta hepinizi mukaddes bir hınç canlandırsın ve hıristiyanlık âlemi, elçinin ‘Kılıcını kana batırmayana yazıklar olsun!’ sözleriyle çınlasın...” (Fuad Carım, “Haçlı Seferleri ve Kruvazadlar”, s. 12.)   Bu asâletsiz papaz takımı, bu gibi sözlerle, etraflarındaki câhillere her ne kadar kendilerinin ilâhî bir vazife gördüklerini ispatlamaya çalışmışlarsa da, aralarındaki insaf ve vicdan sâhibi bâzı papazları dahi kandıramamışlardır.   Nitekim bölge halkına her türlü vahşeti, katli ve dayanılmaz işkenceyi revâ gören, insanlıktan zerre kadar nasip alamamış bu barbar haçlı sürüsünün çirkin katliamlarından tiksinen L. Pierre Anquetil adlı râhip, yazdığı eserde: “Sâdece dinî hislerle hareket eden pek az haçlı vardı” derken; yine yapılan çirkin işlere tahammül edemeyen İngiliz târihçi Thomas Fuller’de; “Şeytanın aşağılık hizmetkârlarının Allah’ın askeri hâline geldiklerini görmek çok hazin bir şeydi!..” diyerek, haçlı gürûhunun katliamlarından duyduğu utanç ve nefreti dile getirmişti.(Thomas Fuller - Holywar “Kutsal Savaş veya Haçlı Seferleri Tarihi”, c. 1, Bölüm 24.)   

Vahşet ve yamyamlık duygularını müslümanların etleriyle ve kanlarıyla bastırmak için yola koyulan haçlı gürûhu, iddiâ edildiği gibi soylu ve asil (!) askerlerden değil, aksine tamâmen dengesi bozuk, çürük-çarık, seviyesiz mahlûklardan ibâret olan “suçlular, bulaşıcı hastalık taşıyanlar, günahkârlar, dinsizler, kutsal şeylere karşı saygısız hırsız ve haydutlar, kâtiller, kendi ana veya babasını öldürenler, yalancı tanıklıktan suçlu olanlar, zinâ işleyen erkekler, vatan hâinleri, korsanlar, fâhişe tüccarları, ayyaşlar, tâlih oyuncuları, ikiyüzlü keşişler, genelevde yaşamak için kocalarını terk eden kadınlar ve gerçek eşlerini bırakıp yerine başkalarını alan erkekler”den meydana geliyordu. (“Batı’nın Doğu Politikasının Ahlâken İflâsı”, trc.: Ziyad Ebuzziyâ, Ankara, 1988, s. 100, 105.)   Haçlıları temsil makâmında bulunmasına rağmen râhip Fleury de haçlı seferlerine katılan hıristiyan süvârileri hakkında; “Haçlı seferi, borca boğulmuş kimselere borçlarından kurtulmak için, mücrimlerin ve mahkûmların cezâ çekmemeleri için, kilise nizamlarına uymamaktan disiplin cezalarına çarptırılmış ruhbanın affedilmeleri için, manastırın ağır hayatına dayanamayan rahiplerin manastırı terk edebilmeleri için, hayat kadınlarına mesleklerini daha serbestçe icrâ imkânı bulabilmeleri için fırsatlar ve kolaylıklar bahşediyordu. Bunlar gözönüne alınarak, haçlı gürûhunun ne gibi insanlardan oluştuğu düşünülsün!” demekten kendini alamıyordu.(R. C. Financane, “Soldiers of the Faith: Crusaders and Muslims at War”, s. 39. bas.: London, 1983.)       

HAÇLILAR’IN KATLETTİKLERİ TÜRKLER’İN ETLERİNİ KIZARTIP YEMELERİ:   
Fransız Akademisi üyelerinden Funck Bretano’nun ifâdesine göre; vahşî hayvan sürülerinden farksız olan haçlı gürûhu 1096 yılında Anadolu topraklarına saldırdıklarında, İznik civârında yakaladıkları müslüman çocukları parçalamışlar, etlerini şişlere geçirip ateşte kızartmışlar ve henüz pişmeden çiğ çiğ yutmuşlardı. Antakya’ya ulaştıklarında ise, başlarındaki kan içi papaz Pierre I’Ermit’in ısrârıyla, yerlerde yatan şehid Türkler’in cesedlerini birer birer toplamışlar, etlerini kemiklerinden ayırmışlar; sonra da tuzlamış, pişirmiş ve karınlarını bununla doyurmuşlardı. Onlar kızarttıkları müslüman etleriyle iştahlarını (!) tatmin ederken, ölenlerin zincire vurulmuş olan yakınları da surlardan büyük bir acı ve çâresizlik içinde, gözyaşları dökerek olup biteni seyrediyorlardı.   Brentano eserinde devamla, Fransızlar’ın millî destan (!) olarak kabul ettikleri “Chanson d’Antioche”den şu tüyler ürpertici satırları nakleder:   “Antakya önlerinde açlıktan şikâyet eden haçlılara, hıristiyan din adamı (!) Pierre I’Ermit şu tavsiyede bulunur: ‘Açlığınızın sebebi korkaklığınızdır. Türk cesedlerini toplayın! Tuzlayarak pişirilirse daha lezzetli olur!..” Bunun üzerine haçlılar onun dediğini yaptılar.” (Funck Brentano, “Les Croisades”, Paris 1934, s. 24.)   Bugün kendilerini medenî olarak tanıtmaya çalışan ve müslüman devletlere kendilerince medeniyet dersi vermeye kalkışan batılı ülkelerin nasıl bir dinî ve millî geçmişe sâhip olduklarını, soylarının ve köklerinin nasıl bir asla dayandığını bu gibi “Millî Destan”larından açıkça görmek mümkündür. 

Bugün ellerine fırsat geçse, yine aynı şeyleri yapacaklarında şüphe yoktur. (Avrupa dillerinin ilk yazılı eserleri arasındaki bu gibi birçok destan, Türkler aleyhindeki söz ve iftiralarla doludur.)   Gözlerini kan ve vahşet bürümüş olan haçlı gürûhu yalnız bu kadarıyla kalmamışlar, Antakya’ya saldırdıklarında yaklaşık on bin Türk’ü boğazlayarak, bölgedeki bütün câmileri yakmışlardı. Nitekim hâdiseyi bizzat gözleriyle gören papaz Lemoine yapılan yağma ve katliamdan bahsederken; “Bizimkiler sokakları dolaşıyor, rastladıkları çocuklarla ihtiyarları paramparça ediyorlardı. Ancak o gün herkes boğazlanamadı. Ertesi gün bizimkiler geri kalanları kestiler.” demişti.(Funck Brentano, “Les Croisades”, Paris 1934, s. 57)   Hıristiyan târihçilerinden Ch. Mills ise, Fransa kralı I. Philippe’nin torunu olan Bohémond’un mide bulandırıcı bir gaddarlığından söz ederek:   “Antakya’da Bohémond, birkaç Türk esirini boğazlattı; herkesin gözü önünde kızarttı. Sonra seyredenlere seslenerek, iştahını tatmin etmek için geldiğini söyledi.” diyordu.(Ch. Mills, “Histoire des Croisades - Haçlı Seferleri Tarihi”, s. 66, 183.)   

Kana susamış olan azgın haçlı sürüsü, Halep’in Maarra kasabasını ele geçirdikten sonra baş gösteren açlıkta da; on beş gün boyunca bataklıkta kalmış olan binlerce müslümanın çürümüş ve kokmuş cesedlerini birer birer parçalamış, sonra da oturup tuzlayarak büyük bir iştahla yutmuşlardı.   Haçlı gürûhunun elebaşıları 1099 milâdî yılında papaya gönderdikleri mektupta, Maarra’da hüküm süren kıtlıkta, karınlarını öldürdükleri müslümanların etlerini yiyerek doyurduklarını açık açık söylemekten çekinmiyorlardı.   Nitekim Fransız târihçilerinden Rudolf of Caen de, onların bu iğrenç fiillerinden behsederek şöyle diyordu: “Askerlerimiz Maarra’da dinsizlerin (müslümanların) yetişkinlerini yemek kazanlarında kaynar suyla haşladılar; çocukları şişlere geçirerek öldürdüler ve sonra da ızgarada pişirip yediler.” (Amin Maalouf, “The Crusades Through Arab Eyes”; London, al-Saqi Books, bas.: 1984, s. 38.)   

Birinci Haçlı seferi’nin meydana geldiği 1099 yılında, Frank kumandanı Raymond Maaratü’n-Nu’man şehrini işgâl etmiş ve bu esnâda yüz binden fazla müslümanı hunharca ve acımasızca katletmişti. Aralarında her türlü pislik ve necislik yaygın olduğu için, bu esnâda haçlılar arasında şiddetli bir kıtlık ve salgın başgöstermişti. Frank ordusunda bulunan ve yaşananlara şâhid olan bir hıristiyanın ifâdesine göre, insanlıkla hiçbir alâkaları bulunmayan bu barbar sürüsü, açlıklarını yerde yatan kokmuş müslümanların etini yiyerek bastırmaya çalışmışlardı:   “Öylesine kıtlık vardı ki, adamlarımız bir süre önce öldürdükleri kimselerin butlarından parçalar kopartıp ateşte kızartıyor ve daha tam pişmeden vahşi ağızlarıyla eti silip süpürüyorlardı.”(“The Crusades Through Arab Eyes”, s. 38-39.)       

HAÇLILARIN İĞRENÇ İCRAATLARI:   
Haçlıların barbarlık ve azgınlıkları, tiksindirici iş ve icraatları yalnız bunlarla sınırlı değildi. Funck Brentano’nun zikrettiği şu mide bulandırıcı sahneler, hayvan sürüsünden farksız olan bu medeniyetsiz gürûhun, insanların değil, hayvanların bile yapamayacağı çirkinlikte işlere bulaştıklarını göstermektedir:   “Bizimkiler susuzluklarını giderebilmek için at ve eşeklerin damarlarını kesip kanlarını ve idrarlarını içtiler. Bazıları lâğımlara kuşaklarını ve paçavralarını daldırıp, bunlarda toplanan suyu emerlerdi. Kimi de arkadaşının idrarını avuçlarına doldurarak içerdi.” (Funck Brentano, “Les Croisades”, s. 76-78, bas.: Paris, 1934.)       

KUDÜS’TE SEL OLUP AKAN MÜSLÜMAN KANI:   
Kudüs’ü istilâ eden vahşî haçlı sürüleri 1096 yılında yetmiş bin müslümanı kılıçtan geçirmişler, yaptıkları bu büyük katliam yetmezmiş gibi, Hazret-i Ömer Câmii’ne sığınan on bin müslüman’ı da boğazlayarak şehid etmişlerdi. Müslümanların kısa bir süre önce huzur ve güven içinde yaşadıkları topraklar, haçlı sürülerinin işgâlinden sonra âdetâ bir mezbahaya dönmüştü.   Birinci Haçlı seferi’nde müslümanların katledilmesine öncülük eden Godefroy de Bouillon, etrâfındaki cânîlere müslümanların etini pişirmelerini tavsiye eden Papa II. Urban’a yazdığı mektupta, Kudüs topraklarını müslümanların kanlarıyla sulamaktan ve kendince “İsâ’nın rûhunu hoşnut etme”yi başarmaktan (!) duyduğu vahşî sevinci, akılları donduran bir üslûpla şöyle bildiriyordu:   “Kudüs’te bulunan bütün Müslümanları katlettik, malûmunuz olsun ki, Süleyman mâbedinde atlarımızın diz kapaklarına kadar Müslüman kanına batmış olarak yüzüyoruz!.” (Necati Kotan, “Tarih Fıkraları”, İstanbul, 1988, s. 80)   Üç gün boyunca Kudüs sokaklarını remen kana boyayan, bütün Kudüs’ü parçalanmış müslüman cesedleriyle dolduran, en kanlı cânîlere dahî parmak ısırtan bu eşi-benzeri görülmemiş vahşet, başka bir kaynakta şöyle târif ediliyordu:   “Haçlılar şehri istilâ ederken, Kudüs’te öldürülen Müslümanların kanının ayak bileği hizâsına çıktığı söyleniyordu.” (Louis Brehier, “Histoire Anonyme De La Premiére Croisade”, bas.: Paris, 1924.)   

ÖLDÜRÜLENLERİN ÇOĞU DA KADIN VE ÇOCUKTU!..   
Gaddarlığın ve vahşetin çığırından çıktığı; insanlık târihinin bir benzerine rastlamadığı, başlı başına bir barbarlık numûnesi olan Kudüs katliâmı başka bir eserde şu sözlerle anlatıyordu: “Katliâm korkunçtu!.. Öldürülenlerin kanları sokaklarda akıyor, atıyla gezenlerin üzerine sıçrıyordu. Akşam karanlığında haçlılar, sevinçten haykırarak kiliseye geldiler ve kana bulanmış ellerini âyin için uzattılar.” (G. E. Perry, “The Middle East: Fourteen Islamic Centuries Englewood Cliffs”, s. 78, bas.: 1983.)   İlk Haçlı seferi’ne bizzat iştirak etmiş bir şövalyenin, daha sonra kaleme aldığı hâtıralarında bizzat görgü şâhidi olarak aktardığı şu mâlumat da en az yukarıdaki kadar tüyler ürperticidir: “Böyle bir katliâmı o güne kadar hiç kimse ne duymuş, ne de görmüştü! Ölüler piramitler şeklinde yığınlar hâline getirilerek yakıldı. Sayılarının ne olduğunu Tanrı bilir.” (T. G. Djuvara, “Türkiye’yi Parçalamak İçin 100 Plân”, s. 37, bas.: İstanbul, 1979.)   Diğer yandan el-Bara şehrinde, büyük-küçük, kadın-erkek demeden bütün şehir ahâlisi kılıçtan geçirilmiş; Hayfa’da ise şehri savunan müslüman askerler ve ahâli, kendileri için emin bir yer olduğu söylenerek, dikili bir haç etrafında toplanmış ve ardından hepsi merhametsizce doğranmıştır. Trablus’taki katliâmı ise, ismi bilinmeyen şövalye: “Adamlarımız onları dağıttı ve birçoğunu öldürdü. Şehirde içeceğimiz suların bulunduğu tanklar bile kan ile kirlenmişti.” diye anlatacaktı.

 (“Türkiye’yi Parçalamak İçin 100 Plân”, s. 37.)   Haçlılar, Kudüs’te işlerini bitirdiklerinde şehir tamamen insan cesetleriyle dolmuştu. Ortaçağ tarihçilerinden Fulcherius Carnotensis, gerçekleşen katliâmın dehşetinden şöyle söz ediyordu: “Şövalye ve askerlerimiz, öldürdükleri insanların midelerini deşip, bağırsaklarının içlerini boşalttılar ve sağken yuttukları altınları aldılar. Bütün evlere giren askerlerimiz, bir kişinin bile sağ kalmasına izin vermediler. Hattâ bebeklerin ve yalvaran kadınların bile!..” Ünlü Arap târihçisi Ebu’l-Fidâ ise “el-Bidâye ve’n-Nihâye” adlı eserinin ilgili kısmında; “Öldürülenlerin büyük bir kısmı Müslümanların ileri gelenleri, âlimleri ve mukaddes mekâna mücâvir olan âbid ve zâhidleriydi.” demekteydi.   Kan ve ete doymayan insan kasaplarının katliâmı, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin bir türlü bitmek tükenmek bilmiyordu. Bunun en büyük örneklerinden biri, Üçüncü Haçlı seferi’ni başlatan İngiliz kralı Aslan Yürekli (!) Richard’ın, bağışlayacağına söz verdiği üç bin müslüman esiri hunharca katletmesiyle ortaya çıkıyordu.   

Nitekim “Histoire des Croisades” adını taşıyan dönemin en önemli târih kaynağının yazarı olan Ch. Mills, milletinin başında bulunan bu kana susamış canavarın, insanlığa sığmayacak kadar çirkin olan bu tavrını: “Kanlı Richard, silâhsız ve savunmasız düşmanlarının boğazlanarak denize atılmalarını emretmiş, ancak hunharlıktan daha aşağılık bir tamah hırsıyla hareket ederek, büyük fidye vererek kendilerini kurtarmak imkânına sahip kimseleri bu âkıbetten uzak tutmuştu.” diyerek kınamıştı.(Ch. Mills, “Histoire des Croisades - Haçlı Seferleri Tarihi”, s. 183.)   Oysa Üçüncü Haçlı seferi’nden sonra Selâhaddin Eyyûbi Hazretleri’nin, büyük bir yenilgiye uğrattığı hıristiyan ordusundan tek bir esiri bile öldürmeye insâfı ve vicdânı elvermemişti. Onları katletmek şöyle dursun, çoğunu tek kuruş bile fidye ödemeden salıvermişti.   Bizans imparatoru Alexis Komnen’in kızı Anna, “Alexis Comnen’in Hayatı” adlı kitabında “Barbarlar” diye târif ettiği haçlıların sergiledikleri vahşetten söz ederken: “En büyük eğlencelerinden biri rastladıkları Müslüman çocukları öldürmek, kızartmak ve yemekti.” diyor; Fuller de bu çocukların çok küçük yaşlarda olduklarına dikkati çekerek; “Boğazlanmamaları için yalvarmasını bile bilmeyen, henüz konuşmaya başlamamış çocuklar, zayıflıkları, kahraman bir savaşçının darbeleri karşısında umumiyetle bağışlanma sebebi olan kadınlar bile boğazlandı.” diyordu.(Thomas Fuller - Holywar, “Kutsal Savaş veya Haçlı Seferleri Tarihi”, c. 1, Bölüm 24.)   

Alman Tarihçi L. Heeren kendisi de bir hıristiyan olmasına rağmen, insanlık târihi boyunca haçlıların yaptığı çirkin katliâmların bir benzerine rastlanmadığını ifâde ederek: “Bunlar Moğollar veya dinsiz kavimlerin taşkınlıklarıyla meydana gelmiyor, onlardan daha da barbar olan hıristiyanlarca yapılıyordu!” demişti. (L. Heeren, “Essai sur I’influence des Croisades - Haçlı Seferlerinin Tesiri Üzerine Deneme”, s. 414.)   Haçlılar’ın Kudüs’e ulaştıklarında yaptıkları katliam ve mezâlimi, Tyre Başpiskoposu William ise “Historia Rerum in Partihus Transmarins Gestarum” adlı eserinde bütün ayrıntılarıyla tasvir ederek şöyle diyordu:   “Karşılaştıkları her düşmanı, hiçbir ayrıma tabi tutmaksızın yere serdiler. Her taraf kan gölüne dönmüştü, her yerde parçalanmış kafa kümeleri vardı. Katledilenlerin cesedlerini çiğnemeden bir yerden bir yere yürümek imkânsızdı. Komutanlar, zaten değişik yolları zorluyarak şehrin hemen hemen merkezine yaklaşmışlar ve ilerledikçe târif etmek için kelimelerin âciz kaldığı bir katliam yapmışlardı. Arkalarında, düşman kanına susamış ve kendilerini yıkıma adamış bir insan topluluğunun öncüsü?”   

“Katledilen çok sayıdaki insan manzarasına, nefret duymaksızın bakmak imkansızdı; her yerde cesed parçaları kol geziyordu. Zemin maktullerin kanlarıyla doluydu. O, sadece kafası gövdesinden ayrılmış ve kötürüm edilen organların, bunlara bakan herkesin tiksintisini uyandıracak şekilde, her tarafa dağılmış cesedler manzarası değildi. Bunlara bakmak, gâliplere, katillerin kendisine bile korkunç geliyordu. Kafadan ayaklara damlayan kanlar, onlarla karşılaşan herkesi dehşete boğuyordu. Sadece Mâbed’in duvarlarında yaklaşık on bin müslümanın yok edildiği bildirilmiştir. İlaveten, şehrin her köşesinde, caddelerde ve mahallelerde uzanan cesetlerin sayısının da bundan az olmadığı tahmin edilmektedir.”   “Askerlerin geri kalanları, ölümden kurtulmak için dar girişlere ve ara yollara saklanmaları muhtemel hayatta kalan sefilleri aramak için şehirde aramadık yer bırakmadılar. Bunlar halkın gözü önünde sürüklenerek koyun gibi boğazlandılar. Bazıları çeteler halinde evlere girerek aile reislerine, bunların eşlerine, çocuklarına ve aile fertlerine her türlü işkenceyi revâ görmüşlerdir. Bu kurbanlar, sefil bir şekilde ölmeleri için ya kılıçtan geçiriliyor ya da yüksek bir yerden kafa üstü yere atılıyordu. Her yağmacı yağmaladığı evin, eşyâlarıyla birlikte dâimî sahibi oluyordu. Çünkü şehrin zaptedilmesinden önce haçlılar, şehri güç kullanarak ele geçirdikten sonra kim tecâvüz yoluyla kendi nâmına birşey kazanırsa, onun mülkiyet hakkına sahip olacağı konusunda anlaşmışlardı. Bunun sonucunda, haçlılar şehri didik didik aradılar ve insanları pervâsızca katlettiler.” (Z. Serdar - M. W. Davies, “Batı Irkçılığının Kaynakları”, s. 39-40. )     

ENDÜLÜS’TEKİ MÜSLÜMANLARIN HIRİSTİYANLAR TARAFINDAN HUNHARCA KATLEDİLİŞİ:   
Müslümanların Endülüs’te büyük bir medeniyet kurmalarını hazmedemeyen İspanyol kilisesi, hâkimiyetleri altında bulunan Endülüs’lü müslümanlara hıristiyan olmaları veyâ bölgeyi terketmeleri yönünde baskı yapmaya başlamış; kısa bir müddet sonra Engizisyon mahkemeleri aracılığıyla, bölgedeki müslüman halka uygulanan baskı, yapılan işkence ve şiddet son haddine varmıştı.   Gustave le Bon, İspanya’daki hıristiyanların müslümanlara yaptıkları barbarlık ve zulmün vahşet ve soykırım seviyesine ulaştığını “Civilasition des Arabes” adlı eserinde şöyle anlatır:   “Zafer kazanan hıristiyanların mağlûp Müslümanlar’a karşı icrâ ettikleri her çeşit zulüm ve katliamların hikâyelerini titremeden okumak mümkün değildir! Onları zorla vaftiz ettirdiler. Kutsal (!) Engizisyon mahkemelerine teslim ederek kabil olduğu kadar diri diri yakılmalarını sağladılar. Bu işleri kestirmeden halletmek için de Tuleytule başrahibi hıristiyanlığı kabul etmeyen bütün Araplar’ın kılıçtan geçirilmelerini emretti. Dominiken tarikatı papazı daha da kestirme hareket etti. Kadın ve çocuklar dâhil, ne kadar müslüman varsa kafalarının uçurulması emrini verdi. İspanya’nın yüksek tabakasını, aydınlarını ve sanâyicilerini teşkil eden üç milyon Arap ya öldürüldü, ya da yarımadadan dışarı atıldı. Sekiz asırdan beri Avrupa’nın üzerine ışık saçan parlak medeniyetleri ebediyyen söndü. Bu korkunç katliamlar yanında, ‘Saint Barteleni Gecesi’ (Protestanların katolikler tarafından katledilme gecesi) basit bir arbede gibi kalır. Şunu da itiraf etmek gerekir ki, en vahşî istilâcılar arasında bile, bu derece korkunç katliamlarda bulunan tek bir kimse gösterilemez!” (Gustave le Bon, “Civilasition des Arabes”, s. 129, 160.)   Bu onların, küfürleri nedeniyle kalplerinin kaskatı oluşundan, gönüllerinde merhametten eser dahî bulunmayışından ileri geliyordu.      

 KAZIKLI VOYVODA’NIN UYGULADIĞI KATLİAM VE VAHŞET:   
Macarlar’ın ‘Drakul’, yani şeytan, Ulahlar’ın ‘Çpelpuç’, yani cellâd, Türkler’in de “Kazıklı Voyvoda” diye isimlendirdiği, ölümünden asırlar sonra filmlere konu olan III. Vlad Tepeş, Fâtih Sultan Mehmed Han döneminde Eflâk voyvodalığına tâyin edilen, ancak kendi halkına uyguladığı görülmemiş işkenceler ve pâdişâha karşı yeltendiği isyan nedeniyle alaşağı edilen zâlim ve gaddar bir kimseydi. Hattâ bu sebeple, dönemin târihçilerinden Tursun Bey “Târîh-i Ebu’l-Feth” adlı eserinde onu “Keferenin Haccac’ı” diye isimlendirmişti.   Kazıklı Voyvoda’nın en sevdiği cezâ yöntemi kazık işkencesiydi. Yemek yerken, kazıklara oturtulmuş insanların çığlıklar içinde can çekişmesini seyrederdi. Hayvanları da kazığa oturtur, öldüttüğü annelerin kızartılmış etlerini çocuklarına zorla yedirirdi. Bazen de annelerin göğüslerini kestirip yerine çocukların başlarını diktirir; insanları doğrayarak çömlek içinde pişirtirdi.   Onun binlerce insanı nasıl acımasızca katlettiğini dönemin papalık elçisi Modrusa şöyle târif etmekteydi:   “Kimilerini arabanın tekerlekleri altında kemiklerini kırdırarak öldürttü, kimilerinin bağırsaklarına varıncaya kadar derilerini yüzdürttü; kimilerini ya kazıklara geçirtti, ya da kor hâlindeki kömürlerin üzerine yatırttı, kimilerinin ise başlarını, göbeklerini, göğüslerini deldirtti; kazıklara otutarak, kazığın ağızlarından çıkmasını sağladı. Böylece, hiçbir işkence yöntemini ihmâl etmedi. 

Annelerin göğüslerine kazıklar saplayıp, bebeklerini bu kazıkların üzerine attırdı.” (Zeynep Dramalı, “Canavarlar Galerisinin Esas Oğlanı: Drakula”, Hürriyet Tarih dergisi, 5 Şubat 2003, s. 5.)   Vahşet ve gaddarlıkta sınır tanımayan Kazıklı Voyvada’nın en büyük düşmanı, himâyeleri altında yaşadığı Türkler’di. Bu hıncını tatmin için bir defâsında kazıklara vurulmuş ve işkenceler içinde can vermekte olan Türkler’in karşısına geçerek, onlara baka baka saray halkıyla birlikte büyük bir iştahla yemek yemişti. Eline Türk esir geçtiğinde ayaklarındaki derinin yüzülmesini ve meydana çıkan kırmızı etlerin tuz ile oğuşturulmasını, sonra da elem ve azabın daha da artması için keçilere yalattırılmasını emrederdi. Fâtih Sultan Mehmed tarafından kendisine gönderilen Osmanlı elçileri, sarıklarını başlarından çıkarıp önünde eğilmeyi kabul etmeyince, sarıklarını üçer çivi ile başlarına çiviletmişti.   Târih kaynaklarında bu hâdiseden şöyle bahsedilir:   

“Bir gün Türk elçileri geldi. Voyvada’nın huzuruna çıkınca onu kendi geleneklerine uygun şekilde selâmladılar. Sarıklarını çıkarmamışlardı. Drakula sordu: ‘Büyük bir prensin huzurundasınız, niçin böyle davranıyorsunuz?’ Osmanlı elçileri dediler ki: ‘Bizim ülkemizde gelenek bu şekildedir!’ Bunun üzerine Drakula, ‘Ben de geleneğinizi pekiştireceğim!’ diyerek, elçilerin sarıklarının kafalarına çivilerle, bir daha çıkarılamayacak şekilde çakılmasını emretti. Ardından da ‘Şimdi gidin pâdişahınıza söyleyin, sizin geleneklerinize boyun eğmem!’ dedi. Ancak kafalarına sarıkları çivilenmiş elçiler, hayatlarını kaybettiklerinden mesajı ulaştıramadılar.” (Zeynep Dramalı, “Canavarlar Galerisinin Esas Oğlanı: Drakula”, a.g.d., s. 5.)   

Drakula’nın korkunç işkenceleri yalnız Müslüman Türkler’le sınırlı kalmıyordu. Kendi halkından gömleği çok kısa ve pantolonu dar bir köylünün karısını, kocasını ortalıkta böyle dolaştırdığı için önce kazığa geçirtti, sonra da adamı yeni bir kadınla evlendirip, yeni kadına da kocasına iyi bakmazsa adamın eski karısının durumuna düşeceğini tenbihledi. Voyvoda’nın zulmünden korkan zavallı kadın, herhangi bir sebeple Drakula’nın öfkesini üstüne çekmemek için, ömrü boyunca saçını süpürge ederek kocasına baktı. Evli bir kadın evlilik dışı bir ilişki kurarsa, ya tenâsül uzvunu kestirir, ya da diri diri derisini yüzdürür; sonra da derisi yüzülmüş vücüdu ve deriyi ayrı ayrı şehirlerin ana meydanlarında halka teşhir ettirirdi. Aynı cezâyı bekâretini koruyamayan kızlara ve namuslarına sahip çıkmayan dullara da tatbik ettirirdi.   Târih boyunca yaşamış en zâlim ve gaddar hükümdarlardan biri olan Kazıklı Voyvoda’nın yaptığı zulümler haddi aşmış, işlediği korkunç cinâyetler artık mide bulandırıcı bir hâl almıştı. Sefilliğine bakmadan Osmanlı Devleti’ne başkaldırmaya kalkışan acımasız voyvodanın defteri, çok geçmeden cihan hükümdârı Fâtih Sultan Mehmed Hân tarafından dürüldü ve yaktığı fitne ve katliam ateşi bir daha alevlenmemek üzere söndü.   Pâdişah’ın kudretli pençesiyle köşeye kıstırılan Kazıklı’nın saltanat ve iktidârı tamâmen dağılmakla kalmadı, binbir güçlükle kaçıp sığındığı Macaristan’da kıskıvrak yakalanarak başı gövdesinden ayrıldı.    

YAHUDİLERİN FİLİSTİN’DE YAPTIKLARI SOYKIRIM VE VAHŞET:   
İsmâil Çolak’ın “Filistin’de Yamyamlara Şapka Çıkarttıran Haçlı-Siyon Barbarlığı” adlı makâlesindeki şu tespitleri, Osmanlı Devleti’nin yıkılışından sonra Arap yarımadasını kan gölüne çeviren yahudi vahşetini özetleyecek mâhiyettedir:   “Haçlı Seferlerinden asırlar sonra Osmanlı hâkimiyetinin sona ermesiyle beraber, bölge ikinci bir şedit/kanlı barbarlık ve soykırım dalgasıyla daha karşılaşacaktı: “Siyonist Vahşet”... Osmanlı’nın bıraktığı boşluğu sonuna kadar değerlendiren Siyonistler, İngilizlerin de desteğini arkalarına alarak Filistin’de bir Yahudi Devleti kurabilmek için siyasî arenada sarfedilen mücadeleler kadar Yahudi göçmenlerin Filistin’e yerleşmelerini, toprak sâhibi olmalarını ve nüfus bakımından çoğunluğu ele geçirmelerini de oldukça önemsiyorlardı. Göçmenlere daha fazla yer açabilmek için ne kadar fazla Filistinli katledilirse kâr düşüncesiyle hareket eden Siyonistler, Kudüs ve Filistin’i kana bulamaya şu parolayla ahdetmişlerdi: ‘Vatansız bir halk için halksız bir vatan!’ (Alan R. Taylor, ‘İsrail’in Doğuşu’, bas.: İstanbul, 1992. s. 1362.)   

Kendilerine gönderilen Peygamberleri dahi fütursuzca katleden, yeryüzünün en bozguncu ve lânetlik kavmi olan Yahudiler, Filistinlileri yok ederken (aynen haçlı papazlarının yaptığı gibi) muharref Tevrat’ın şu hâlis barbarlık tavsiyelerini düstur ediniyorlardı: ‘Rabbin Musa’ya emretmiş olduğu gibi bütün erkekleri öldürdüler, kadınları esir aldılar, bütün şehirleri yaktılar... Bütün erkek çocukları ve bir erkekle karı koca hayatı yaşamış bütün kadınları öldürün. Fakat bütün bâkireleri kendinize saklayın!’ (Edward Said, “Oryantalizm”, s. 477, trc.: S. Ayaz, bas.: İstanbul, 1989.) Avrupa’da soykırıma mâruz kalan yahudiler, bu defa aynı yöntemle kendileri Filistin’de soykırımın daniskasına girişmekte bir mahzur görmeyeceklerdi. Bu cümleden olarak, 1900’lerin başında Filistin’deki yahudi nüfus yüzde 10’un altındayken, programlı çalışmalar netîcesinde, 1920’lerde 100 bine, 1930’larda 232 bine, 1947’de de 630 bine çıkaracaklardı.   Bu faaliyetler başlangıçta sözde gâyet mâsumâne yöntemlerle icrâ edilirken 1930’lu yıllardan îtibaren İngiliz mandasının da teşvikiyle yerini tamamen terörist metodlara ve toplu katliamlara bırakacaktı. Haganah, Irgun ve Stern gibi Siyonist terör örgütleri, İsrail’in kuruluş sürecinde eylemlerde bulunup, her türlü insanlık dışı yola müracaat etmekten çekinmeyeceklerdi. Soykırımın en âlâsını irtikap ederek Filistin köylerini boşaltıyor, Yahudi göçmenlere yeni yerleşim alanları açıyorlardı. 

Misâlen, 1947-1948 arasında 500’den fazla kent, kasaba ve köye kanlı baskınlar tertipleyip haritadan silerek, 950 bin olan Filistinli sayısını 138 bine düşürmenin üstesinden gelmeyi becermişlerdi. Terörün amacı apaçık ortadaydı; ya öldürüp yok etmek, ya tedhiş hareketleriyle kaçırtmak ya da hiçbiri olmazsa köleleştirerek yaşamaya mahkûm etmek. Tel Aviv Belediye Başkanlarından General Shlomo Lahat, günümüze uzanan çizgide değişmeyen bahis konusu ‘Siyonist taktiği’ şöyle sloganlaştırmıştı: ‘Filistinliler bu topraklarda köle olarak yaşamayı kabul edinceye kadar katliamı sürdürmeliyiz!..’   Nitekim dediklerini de yaptılar; 1 Ocak 1948’de Filistin’de 600 bin Yahudi, bunun iki misli Arap yaşarken; 1 Ocak 1950’de Arapların sayısını soykırım ve tehcirle 150 bine indirmeye muvaffak oldular. İsrail’in kuruluşundan Arap-İsrail Savaşı’na değin yurtlarından sürülen Filistinli mültecilerin sayısı 5 milyona ulaşacaktı. Kısacası Filistin, şirretlikte sınır tanımayan Siyonistlerin eliyle, koca bir kan gölüne, kabristana ve ıssızlığa dönüşen talihsiz bir diyar haline getirilecekti. 

Ve Filistin’i Müslüman’dan arındırma faaliyetleri zincirleme bir surette kesintisiz olarak toplu gösterime sunulan birbirinden kanlı katliamlarla idame edecekti: Kral Davut katliamı, Deir Yasin katliamı, Saf Saf Köyü katliamı, Kibya Köyü katliamı...   Hele Eylül 1982’deki ‘Sabra ve Şatila Katliamı’, Haçlı Seferleri esnasındaki emsâllerini hiç de aratmayacak türde, dünyayı insanlığından utandıracak ve kanını kelimenin tam anlamıyla donduracak çaptaydı ve emri veren de Savunma Bakanı hüviyetiyle ‘Beyrut Kasabı’, ‘Buldozer’ nâmıyla müsemmâ, Haganah’ın azılılarından Ariel Şaron idi. İsrail’in Lübnan’ı işgâli sırasında, Filistinli mültecilerin yaşadığı kamplar kuşatılmış ve kundaktaki bebeklerden eli silahsız hareket eden binlerce masum insana dek (çoğu çocuk 2500 kişi) hunharca kurşuna dizilmişlerdi. Sokaklar haçlı seferlerini andırırcasına üst üste yığılan cesetlerle dolmuş ve kan kokusu tahammül edilmez bir hâl almıştı.   Bu ve bundan sonraki katliamların en baş fâillerinden olan Ariel Şaron’un aşağıdaki sözlerinin haçlı seferlerine komuta eden kan içici canavarlardan hiçbir farkı yoktu: ‘Yemin ederim ki; eğer ben sıradan bir İsrail vatandaşı olsaydım, gördüğüm her Filistinli’yi yakardım, acı çekerek ölmesini sağlardım. Refah’ta 750 Filistinli’yi öldürmüştüm. Arap kızlarına tecavüz etmelerini sağlayarak askerlerimi cesaretlendirmeye çalışıyordum. Filistinli kadınlar yahudilerin ancak kölesi olabilir. Biz onlara istediğimizi yapabiliriz. 

Kimse bize ne yapmamız gerektiğini söyleyemez. Ama biz herkese ne yapacağını söyleriz!..’ Şaron ve diğer Siyonist teröristler, kanlı eylemlerinde daima, İsrail’in kurucusu Ben Gurion’un şu doktrini istikâmetinde hareket ediyorlardı: ‘Kadın ve çocuklar dâhil savunmasız, mâsum insanları acımasızca vurmak gerekir.’   Şaron ve avânelerinin insanlıktan zerrece nasibini almamış menhûs anlayışı İsrail’in Filistin’lilere bakışı ve muamelesinde de kendisini belli etmiştir. İsrail’in gözünde, kendisine karşı direnen Filistin’liler ya ahmak bir vahşî ya da varlık olarak ciddiye alınmayacak kemiyetten öte bir anlam ifâde etmemiştir. Zirâ yasalara göre, ancak yahudinin tam vatandaşlık hakkı mevcuttur ve muhâcereti hiçbir sûrette tahdîde tâbî değildir. Vatanı gasp edilen toprakların gerçek sâhibi Filistin’lilere ise, ‘daha az gelişmiş’ olduklarından ötürü yahudilerden daha az ve basit haklar tanınmıştır.   Buraya kadar zikrini ettiğimiz gerçekleri, istisnaî bir vicdan ehli hakikatperest ve ‘onlardan birisi’ olarak İsrailli muhalif yazar İsrael Şamir’in şu muhteşem itiraf tespitleri adeta taçlandırmaktadır: ‘Yahudi ordumuz sivilleri öldürüyor, evleri yıkıyor, milyonları açlığa mahkûm ediyor ve Filistin köylerini ablukaya alıyor; işlediğimiz suçlar Çeçenistan ve Afganistan’daki Rus zulmünü, Vietnam’daki Amerikan zulmünü, Bosna’daki Sırp zulmünü geçti. Alman Nazilerinin sevmediğimiz yanı nedir; ırkçılıkları mı? Bizim ırkçılığımız daha az ve daha az zehirsiz değil! Biz ırkçılığa başkası öyle olduğunda karşıyız. Biz ölüm mangalarına ve gizli operasyonlara bize karşı yapıldığı sürece karşıyız. 

Kendi kâtillerimiz, yahudi özel kuvvetleri bizim övünç kaynağımız. Yahudi devleti, yasal olarak cinayet mangaları bulunduran, katliam politikası güden, Ortaçağ işkenceleri uygulayan dünyadaki tek yerdir!..’ (İsrael Şamir, ‘Kaybedilen Ateş İmtihanı’, trc.: A. Ünaltay, Yarın Dergisi, Mayıs - 2002.)   İsrail bildik terörist taktik ve usûlleri, şiddeti ve toplu kıyım ölçeği daha da büyütülmüş bir vaziyette bugün de bütün hızıyla sürdürmektedir. Geride bıraktığımız yıl İsrail, güyâ terörle mücadele yalanını kalkan yaparak Filistin topraklarını yine kana ve jenoside boğmaya muvaffak oldu. Binlerce insan tanklardan ve uçaklardan atılan tonlarca bombanın altınca can verdi ve feryad ü figanları yere göğe sığmadı. Bu defa ki katliamların tarihteki emsâllerinden tek farkı, telekomünikasyon imkânlarının altın çağında yaşayan sözüm ona medenî dünyanın gözü önünde canlı yayın eşliğinde yapılmasıydı. Yüz binlerce Filistinlinin hayatı ve geleceği, sınıfta kalması bir kez daha tescillenen yahudi medeniyetinin insafsızlık ve azgınlığı altında mükerreren karardı. hıristiyanlar bahis konusu olduğunda kıyametler kopartan ve hümanizm edebiyatında mangalda kül bırakmayan sözde çağdaş Batı her zamanki alışkanlığıyla bunlara da sağır sultan kesilmeyi tercih etmişti.   

Tüm dünyanın kahredici duyarsızlığı sayesinde Siyonist vahşet ve soykırım olanca şirretliğiyle maalesef rutinleşmiş ve kanıksanmış bir hâlde devam etmektedir. Dünya kamuoyu, Bosna ve Kosova’da patlak veren Sırp katliamına gösterdiği duyarlı ve caydırıcı tepkiyi, Filistin’de yıllardır süre giden İsrail barbarlığına karşı aynı ölçüde göstermekten imtinâ etmemelidir. İslâm Dünyası’nın göbeğindeki bu zulüm ve fitne odağının etkisiz hâle getirilmesi Müslümanların ve tüm medenî dünyanın insanlık ve boyun borcudur. Şaron ve hempalarının tıpkı Miloşeviç gibi savaş suçlusu sıfatıyla yargılanmaması; daha da mühimi Batı ve işbirlikçisi İsrail’e, tarihten bugüne irtikap ettikleri katliamların hesabının sorulmaması insanlık âlemi için en âlâ bir kara leke ve ayıp olarak yeter de artar bile. 

Şurası katî bir gerçek ki, haçlılar ve Siyonistler, Kudüs ve Filistin’de hep terör estirdiler, kan ve gözyaşına doymak bilmediler; o hâlde bölgenin aradığı ideal barış ve saâdeti, geçmişte olduğu gibi bugün de, yine İslâm’ın insancıl, âdil, müsâmahakâr ve kuşatıcı inanç ve yönetim anlayışı hakiki mânâda tesis edebilecektir.   Zulüm ile âbâd olanın âhiri mutlaka berbat olacaktır.” (İsmâil Çolak, “Filistin’de Yamyamlara Şapka Çıkarttıran Haçlı-Siyon Barbarlığı”, Vuslat Dergisi / 10. 01. 2006, sayı: 55.)   Hakikat Dergisi

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...