05 Kasım 2012

KUR'AN-I KERİM'İN KALBİ OLAN YÂSİN SÛRE-İ ŞERİF'İNİN TEFSİRİ VE ESRARI 7




KUR'AN-I KERİM'İN KALBİ OLAN YÂSİN SÛRE-İ ŞERİF'İNİN TEFSİRİ VE ESRARI
7
HABÎB-İ NECCÂR KISSASI
Gönderilenler:
Kur'an-ı kerim'de muhtelif vesilelerle kıssalara yer verilmektedir. Bu kıssaların gaye ve hedefi insanları imana yöneltmek, inanan insanların imanlarını kuvvetlendirmektir.
Bu Sûre-i şerif'te geçen kıssada kendilerini Hakk'a dâvet için gönderilmiş olan elçileri Antakya halkının nasıl reddettikleri ve o elçilerin de kendilerini nasıl savunmuş oldukları anlatılmaktadır:
"Onlara o memleket halkını (Antakyalılar'ı) misal getir. Hani oraya elçiler gelmişlerdi." (Yâsin: 13)
Bu kıssa, gerek üzerlerine azap sözü hak olanları korkutmak ve gerekse uyarılara kulak verenleri müjdelemek hususunda Cenâb-ı Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e ve onun güzide ümmetine vâdedilmiş olan tebşirlerin mühim bir numunesini vermektedir.
İslâm daima galiptir, mağlup edilemez. Allah-u Teâlâ inananların her zaman için yanındadır. Dinine yardım edenlere yardım eder, lütfu ile destekler.
İsa Aleyhisselâm hayatta iken dinini müjdelemek için zaman zaman çeşitli yerlere dâvetçiler gönderiyordu. Antakya halkını Tevhid'e dâvet etmek için Havârîler'inden iki kişiyi göndermişti. Oranın halkı karşı çıkınca arkalarından bir Havârî daha gönderdi.
Allah-u Teâlâ bu hadiseyi şöyle haber veriyor:
"O zaman kendilerine iki elçi göndermiştik de onları yalanlamışlardı." (Yâsin: 14)
Elçiler onlara gelip kendilerini Hakk'a dâvet ettiklerinde, hiç düşünmedden reddettiler. Hatta üzerlerine saldırdılar ve hapsettiler.
"Biz de bir üçüncü ile onları takviye edip desteklemiştik." (Yâsin: 14)
Bu üçüncü zât da o halkı aynı surette Tevhid'e dâvet etti. Daha önce gelen iki zâtı teyidde ve tasdikte bulundu.
Bu üç zât Antakya halkına:
"Gerçekten biz size gönderildik demişlerdi." (Yâsin: 14)
Dikkat edilirse onları görünüşte İsa Aleyhisselâm gönderdi, fakat Hazret-i Allah "Biz gönderdik." buyuruyor. "Biz gönderdik." buyurulması, İsa Aleyhisselâm tarafından gönderilmeleri de Allah-u Teâlâ'nın emriyle olduğundan dolayı olmuş oluyor.
Binaenaleyh, bu gönderilenler Allah-u Teâlâ'nın emrini tebliğ ediyorsa, gönderilmiş olduğu için, halkın onlara itaat etmesi gerekiyor.
Onlara isyan eden, gönderene isyan etti demektir. Ahirette de bundan ötürü muhasebeye çekileceği şüphesizdir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ümmetimin âlimleri benî İsrail'in peygamberleri gibidir." (K. Hafâ)
Onların vekillerinden murad, kibar-ı evliyâullah'tan olan mürşid-i kâmillerdir. Başkasına şâmil değildir.
Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ümmetlerini kati delillerle Allah yoluna dâvet ettikleri gibi, Vâris-i enbiyâ olan ümmetin seçkinleri de halkı Hakk'a dâvet ederler.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Âlimler peygamberlerin vârisleridir." (Buhârî)
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.
Allah-u Teâlâ kimi sevip seçmişse, onu dilediği vazifede memur kılar. Her birisini ayrı vazifelerle, ayrı bilgilerle, ayrı tecelliyatlarla ayrı ayrı göndermiştir. Birine verdiğini diğerine vermemiştir.
Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu kullarından birini gönderir, o ifsadı kaldırır.

Tebliğ ve İtirazlar:
Antakya halkı da bir topluluğa her elçi gelişte tekrarlanan itirazlar gibi, gelen elçilere aynı şekilde karşı koydular.
"Dediler ki: Siz de bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsiniz." (Yâsin: 15)
Fazla ne meziyetiniz olabilir ki, öyle bir dâvâda bulunuyorsunuz? Sizde, iddia ettiğiniz elçilik vasfı yoktur.
"Rahman herhangi bir şey indirmedi." (Yâsin: 15)
Size boyun eğmemiz neden gerekli olsun?
"Siz sadece yalan söylüyorsunuz!" (Yâsin: 15)
Bu yalanlama, Allah dâvetçilerini yalanlayan her topluluğun benzer durumudur.
O mübarek elçiler Allah-u Teâlâ'nın bilgisini delil getirdiler.
"Dediler ki: Rabb'imiz biliyor ki gerçekten biz size gönderilmiş elçileriz." (Yâsin: 16)
Eğer O'na karşı yalan söyleyen kimseler olsaydık, o bizi kahreder, bizden şiddetle intikam alırdı. Fakat O, bize yardımcı olacak ve size karşı bizi muzaffer kılacaktır.
"Bize düşen ancak apaçık bir tebliğdir." (Yâsin: 17)
Eğer siz itaat ederseniz, dünyada da ahirette de bahtiyar olursunuz. Dâvetimize icâbet etmezseniz, bundan dolayı ne kadar aldanış içerisinde olduğunuzu ileride bileceksiniz. İster kabul edin ister reddedin.
Şehir halkı güneş gibi parlak delilleri kaba sözlerle çürütmeye yeltendiler.
"Dediler ki: Doğrusu biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık." (Yâsin: 18)
Çünkü onlar şehvet ve arzularına uygun olan şeyleri temenni ediyorlar, o arzulara uymayan her şeyi uğursuz sayıyorlardı. Oysa ki uğursuzluk iliklerine kadar yuvalanmış bulunuyordu da bunu bir türlü anlayamıyorlardı.
"Eğer bu işten vazgeçmezseniz sizi mutlaka taşlarız ve bizden size acı bir azap dokunur." (Yâsin: 18)
Bâtıla sapanlar hak söze karşı çıkarak işi kavga ve gürültüye dökmüşlerdi. Allah yoluna dâvet edenlere karşı zâlimlerin her zaman ve mekânda takındıkları tavır budur.
"Dediler ki: Uğursuzluğunuz sizin kendinizdendir." (Yâsin: 19)
Başınıza gelen ve gelecek belâlar, sizin çirkin işlerinizin birer neticesidir, şirk ve küfrünüzün birer cezasıdır. Uğursuzluğunuzun sebebi biz değil sizsiniz.
Şu halde herkes uğur yahut uğursuzluğunu kendisi meydana getirir.
"Size nasihat ediliyorsa, bu uğursuzluk mudur?" (Yâsin: 19)
Biz size nasihatta bulunup Allah'ın birliğine çağırdığımız için mi bu sözlerle tehdit ediyorsunuz? Bu mudur sizi kurtarmaya çalışmamızın karşılığı?
"Hayır! Siz aşırı giden bir kavimsiniz." (Yâsin: 19)
Hidâyetten değil dalâletten hoşlanıyorsunuz. İyiliğinizi değil kötülüğünüzü istiyorsunuz. Hakkı değil bâtılı tercih ediyorsunuz. Ulvi hayattan değil süflî hayattan zevk alıyorsunuz.

Habib-i Neccâr:
Antakya halkı dâvetçileri reddettikleri gibi, öldürmek için söz birliği ettiler. Bunun üzerine şehrin öte başından Habib-i Neccar adında inanmış bir kimse alelacele imanını açığa vurdu. Hak ve hakikati ortaya çıkarmak için çaba sarfetti.
"Şehrin en uzak semtinden bir adam koşarak geldi." (Yâsin: 20)
Öyle anlaşılıyor ki açık açık tebliğ yapılmış, elçilerin tebliğleri ve onlara karşı yapılan muamele şehrin her tarafından işitilmişti. Bunun neticesi olarak da bu iman fedâisi büyük mücahid, iman şerefiyle müşerref olmuştu. İmanın hakikatini kalbinde hissedince, artık susmaya, eninde sonunda utanmaya tahammülü kalmamıştı. Duracak zaman olmadığını anladı, bu hakikati etrafa duyurmak için koştu. İman edenlere numune olmak üzere bütün gayretiyle sahaya atıldı. Halkı bu gelen elçilere uymaya teşvik etti, onlara öğütlerde bulundu.
"Dedi ki: Ey kavmim! Gönderilmiş bulunan bu elçilere uyunuz." (Yâsin: 20)
Tebliğleri muvacehesinde Allah'ın birliğini tasdik ederek, O'na ibadet ve taatta bulunun. Putlara tapmaktan vazgeçin.
"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyunuz." (Yâsin: 21)
İmanınızın karşılığında sizden hiçbir ücret istemeyen, mal talep etmeyen, dünya ile ilgili bir menfaat beklemeyen, baş olmak ve başka gaye peşinde koşmayan bu kimselere tâbi olun.
Böyle bir dâveti yapan kişiler elbette ki doğrudurlar, sözlerinde samimidirler.
Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olmak üzere, Allah yoluna dâvet vazifesini yerine getiren iman kahramanları, ilâhî hoşnutluktan başka hiç kimseden hiçbir ücret ve herhangi bir karşılık talep etmemişlerdir.
Hakk katındaki ecir ve menfaatı uman kimsenin nazarında, insanların elindeki geçici şeyler hiçbir değer ve kıymet taşımazlar.
Nefsinde gizliden gizliye karşılık alma isteğinin bulunup bulunmadığına dikkat eden kimse çok azdır ve bunun uygulamasını yapan da çok nâdirdir. Ancak sıddîk olanlar bu gibi durumlara dikkat edebilirler.
"Onlar doğru yoldadırlar." (Yâsin: 21)
Din ve dünya hayrına ermişlerdir. Onlara uyan hidâyete erer.
Bu Âyet-i kerime bir berzahtır. Günümüzdeki bölücüler dini dünyaya âlet ederek halkı kaz gibi soyuyorlar. Topluluk içinde utandıracak senet imza ettiriyorlar, evini, arabasını, parasını, elinde avucunda ne varsa alıyorlar. Bunu her bölücü yapıyor, çünkü hepsi eğri yoldadır.
Habib-i Neccar daha sonra iman edişinin sebeplerinden bahsetmeye başladı:
"Ben, beni yaratana ne diye kulluk etmeyeyim?" (Yâsin: 22)
O elçiler bizi yaratana kulluk etmeye ve yalnız O'nu mabud tanımaya dâvet ediyorlar. Bunun doğruluğu ise açıktır. Ben sizi kendim gibi düşünüyorum. Ben beni yaratana kulluk etmeyi vazifem bilirim. Çünkü O benim yaratıcımdır. O halde siz, sizi yaratan Rabb'inize ne diye inanıp ibadet etmeyesiniz?
"Siz de O'na döndürüleceksiniz." (Yâsin: 22)
Yaptıklarınızdan dolayı hesaba tutulacaksınız. O'ndan yüz çevirdiğiniz halde nasıl iyilik bekleyebilirsiniz?
"Ben, O'ndan başka ilâhlar edinir miyim hiç?" (Yâsin: 23)
Elbette edinmem.
"Eğer Rahman olan Allah bana bir zarar vermek dilerse, o putların şefaatı bana hiçbir fayda sağlamaz ve beni kurtaramazlar." (Yâsin: 23)
Bunu hiç düşünmez misiniz? Ne kadar da kıt akıllısınız!
"O takdirde ben de gerçekten apaçık bir sapıklık içinde olurum." (Yâsin: 24)
Yaratan'a ortak koşmak, hiç şüphe yok ki en büyük sapıklıktır.
Habib-i Neccar gerek kavmine gerekse geleceğin insanları da dahil olmak üzere duyuru kabiliyeti olan herkese hitap ederek şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ki ben sizin de Rabb'iniz olan Allah'a inandım. O halde beni dinleyin." (Yâsin: 25)
Nitekim onun dünyadaki sözleri insanlar için bir öğüt ve ibret olmak üzere anlatılmıştır.
O, bu sözleri söyleyince halk üzerine hücum etti. Onu taşa tuttular, ayaklarının altına alıp çiğnediler. O ise: "Allah'ım! Kavmimi hidâyete erdir." diye duâ ede ede can verdi.
Bunun üzerine taraf-ı ilâhiden kendisine:
"'Cennete gir!' denildi." (Yâsin: 26)
Allah-u Teâlâ şehâdetinin hemen ardından onu cennetle müjdeledi. Melekler onu karşılamak için dizildiler ve: "Firdevs cenneti seni beklemektedir." diye haber verdiler.
O ise oradaki fevkalâde mükâfatı görünce, kavminin de bu hali bilmesini temenni etti ve şöyle söyledi:
"Keşke kavmim, Rabb'imin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını bilseydi!" (Yâsin: 26-27)
Kendisinin erdiği bahtiyarlığı bilseler de küfürlerine tevbe edip iman ve ibadet yolunu tutsalar.
O gerçekten kavminin hidâyet bulmasını şiddetle arzu etmekteydi.
Allah-u Teâlâ elçileri yalanlayan, dostunu öldüren o kavme gazap etti. Cebrâil Aleyhisselâm'ın bir sayhası helâk olmalarına yetti.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Biz ondan sonra kavminin üzerine, onları helâk etmek için herhangi bir ordu indirmedik ve zaten indirecek de değildik." (Yâsin: 28)
Onları helâk etmek için meleklerden ordular göndermeye gerek duymamış, iş daha basit biçimde tamamlanmıştı.
"Sadece bir tek çığlık oldu, o anda hemen sönüverdiler." (Yâsin: 29)
Ateşin sönmesi gibi söndüler, hissetmeyen ve hareket etmeyen ölüler oldular, bir anda yerle bir edildiler.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...